8 HAFTA
İBN SÎNÂ 8.1. İbn Sina
İslâm dünyasında İbn Sînâ
künyesiyle meşhur olup bilim ve felsefe alanındaki eşsiz konumunu ifade etmek
amacıyla Ortaçağ âlim ve düşünürleri tarafından kendisine verilen
"eş-şeyhü'r-reîs" unvanı ile de bilinir. Batı'da genellikle Avicenna
olarak bilinmekte ve "filozofların prensi" diye nitelenmektedir. 8.1.1.
Hayatı Ebû Alî el-Hüseyn b. Abdillâh b. Alî b. Sînâ İslâm Meşşâî okulunun
en büyük sistemci filozofu ve Ortaçağ tıbbının önde gelen temsilcisidir. İbn
Sînâ’nın hayatında babasının ölümünden sonra siyasî ilişkiler yoğunluk kazandı.
Dönemin devletleriyle yakın ilişkisi olmuştur. Gazneli Mahmud‟un davetini ise
kabul etmemiştir. Büveyhilerle yakın olmuş ve Büveyhilere vezirlik yapmıştır.
Fakat çalkantılı siyasi hayatı boyunca sürekli seyahat etmek zorunda kalmıştır.
Kindi ile başlayan İslâm felsefe geleneğinin zirvesinde bulunan İbn Sînâ
felsefî sisteminde özellikle Fârâbî'ye çok şey borçludur. İbn Sina’yı eleştiren
Gazzâlî ve Fahreddin er-Râzî gibi İslâm filozofları da kendisinden
etkilenmişlerdir. 8.1.2. Eserleri İslâm filozofları içerisinde en çok
eser vermiş müelliflerden biri İbn Sina’dır. Yaklaşık 200 civarında eseri
vardır. Bir tür felsefe ansiklopedisi olan eş-Şifâ, en-Necât, el-İşârât
ve‟t-tenbîhât, Dânişname-i „Ala'î, el-Mebde ve'1-me'âd, 'Uyûnü'l-hikme,
el-Hikmetü'1-meşrikıyye, el- Kânun fi' t-tıb önemli eserlerinden bazılarıdır. 8.2.
Felsefesi İbn Sina, İslâm felsefesi geleneğinin Fârâbî okulu içinde yer
alan en büyük düşünürdür. Bu geleneğin en önemli özelliği dinin toplum için
vazgeçilmez ilâhî bir kurum olduğu fikridir ve bu fikir bir bakıma her iki
filozofun felsefesinin özü gibidir. Aslında İslâm toplumunda kindi‟nin kurduğu
felsefeyi geliştirip kurumlaştıran bu iki filozoftur. Kelâmdan felsefeye geçişi
sağlayan kindi, onu terminoloji, metot ve problemleriyle sistemleştiren Fârâbî,
kendi dönemine kadar gelen bu birikimi yeni baştan işleyerek zengin bir
külliyat halinde toplayıp değerlendiren İbn Sina olmuştur. Nitekim Fârâbi‟ye
mantık alanındaki başarısından dolayı "Muallim-i Sânî İbn Sina’ya da
felsefe ve diğer ilimleri sistematik ve didaktik bir kıvama getirdiği için
"eş-şeyhü'r-reîs" unvanı verilmiştir. 8.2.1.İslâm Düşüncesindeki
Yeri ve Metodu İbn Sina İslâm bilim ve düşünce tarihinde ilk defa felsefe
ve ilimlerin ansiklopedisini vücuda getirdiği gibi aynı zamanda nesir, nazım ve
hikâye tarzında felsefî eserler kaleme alan sanatkâr-filozoftur. 2 İSLAM
FELSEFESİ 2013-2014
Arapça
bilim ve felsefe dili olarak İbn Sina’nın eserlerinde zirveye ulaşmış, felsefî
ve ilmî eserler onun tasnifiyle mükemmel bir düzeye kavuşarak sonraki nesiller
için örnek teşkil etmiştir. Bilimler sınıflamasına göre yazdığı büyük, orta ve
küçük hacimli bütün eserlerinde İbn Sina salt akılla başladığı felsefeyi
nübüvvetle taçlandırır. 8.2.2. Bilgi Nazariyesi ve Mantık İbn Sina bilgi
problemini mantık ve psikoloji (nefis) konularıyla birlikte ele alır. En temel
özelliği bilmek, istemek ve yapmak olan insanın her çeşit bilgiye
ulaşabileceğini söyleyen İbn Sina, bilmenin zihnin soyutlama yapmasıyla
başladığını belirterek bunu idrak terimiyle ifade eder. Diğer bir ifadeyle bilme,
zihnin soyutlama yoluyla nesnenin suretini alıp bilgiye dönüştürmesinden
ibarettir. Metafizik bilgiye ulaşmak için zihnin uyarıcı bir işaretle ona
yönelmesi yeterlidir. Dolayısıyla bu alanla ilgili kavramlarımız içerikli
kavramlardır; bu sebeple mantığın bu alanın bilgisiyle bir ilişkisi yoktur;
çünkü mantık ancak duyular yoluyla ve soyutlama ile kazanılan nesnel dünyaya
ilişkin bilgilerle ilgilenir. Şu halde zihin kendine has faaliyetlerle onu yeni
işlemlerden geçirmekte ve sonuç olarak bir kavram (tasavvur) veya bir
yargı (tasdik) elde etmektedir. Bu sonuçlara ulaştıran işleme düşünme (fikir)
denilmektedir. Bir bilme olayında önce duyu araçlarıyla nesnenin fizikî,
kimyevî ve biyolojik nitelikleri duyumlanır; ardından bu nitelikler ortak
duyuda birleştirilerek duyularla kazanılan tikel bir yargıya ulaşılmış olur.
Meselâ, "Bu beyaz olan tatlıdır" gibi bir yargı bu düzeyde duyularla
elde edilen ilk yargıdır. İkinci aşamada bu tikel algıların suretleri hayal
veya tasarlama gücünde (musavvire) saklanır. Filozof, hayal ve tasarlama
gücündeki tikel suretler üzerinde zihnin üç tür işlem yaptığını belirtir. İlki
mütehayyilenin -dış gerçekliğe uygun düşsün veya düşmesin- bu su-retleri
birbiriyle birleştirerek veya ayırarak yeni tikel suretler üretmesidir; ikinci
işlemde, bu ferdî suretler üzerinde durup düşünmeden yüzeysel olarak
verilen tikel yargıları söz konusudur. İbn Sina’ya göre bunlar kısmen sezgisel
bir özellik taşıyan yargılardır (vehmiyyât). Bu yargıların ilmî ve felsefî
açıdan hiçbir değeri yoktur. Bunların kaynağı içgüdüler veya geçmişte yaşanan
tikel deneylerdir. Üçüncü olarak gerçek bilgiyi oluşturan düşünce
yargılarına gelince, bunlar da yine beş duyu ile kazanılmış olup hayal ve
tasarlama gücünde saklı bulunan tikel suretler üzerinde gerçekleşir. Düşünce
bir defa türe ait suretlere ulaşınca artık ona malzeme oluşturan hayalî tikel
suretlere ihtiyacı kalmaz. Duyu ve düşünce birliğiyle kazanılan bu bilgi,
nesnelerin mahiyetine ilişkin bir bilgi olup bunun mantıktaki karşılığı
düşüncenin tanımlama yoluyla kazandığı bilgidir. Yine gözlem, deney ve düşünce
yoluyla sadece nesnelerin ne olduğu bilinmez, nesneler arası ilişkilerin ve
olayların bilgisi de kazanılır. İbn Sina’ya göre bilgi sadece düşünceyle
elde edilmez: bu konuda daha önemli ve kestirme yol sezgidir. Bu
bakımdan filozofun sezgiye düşünceden de fazla önem verdiği söylenebilir. İbn
Sina’ya göre düşünce ve sezgi özünde birdir. İbn Sina bilginin kazanılması için
Pasif olan bilme gücünü kuvveden fille çıkaran bu ilke ontik bir varlık olan
faal akıldır. Buna göre tam ve doğru bilgi, gözlem ve deneyle elde edilen
veriler üzerinde düşünmekle ve bu çabanın sonucunda faal aklın aydınlatmasıyla
(işrâk) gerçekleşir. Psikolojik akıllar teorisinde İbn Sina Meşşâî geleneğine
bağlıdır. Ona göre insanın sahip olduğu bilme yeteneği kuvve halinde akıl, bu
yetenekle düşüncenin ilkelerinin kazanılması meleke halinde akıl, bu
ilkelere dayanarak gözlem ve deneyle nesnel dünyanın bilgilerinin kazanılması fiil
halinde akıl, faal aklın etkisiyle zihnin bu aşamalardan geçerek
mükemmellik düzeyine ulaşması müstefâd akıl adını alır. 3 İSLAM
FELSEFESİ 2013-2014
İbn
Sina’ya göre mantık tutarlı düşünmenin kanun ve kurallarını öğreten bir
disiplindir; kısaca düşüncenin bilimidir. Düşünmek bir kavram veya bir yargı
elde etme çabası olup bu da tanımlama veya kanıtlama yoluyla yapılır. Mantık,
tanımlama ve kanıtlamanın kurallarını inceleyen ve öğreten bir ilimdi.
Peygamberler hariç ilmî araştırma yapmak isteyen hiçbir kimse mantıktan müstağni
kalamaz. Bir şeyin tanımı onun içlem ve kaplamıyla, diğer bir ifadeyle o
şeyin faslı ve cinsiyle yapılır. Dolayısıyla tanım nesnel şeyler için
mümkündür. Ayrıca ona göre kıyas denilen tümdengelimin verdiği sonuç
biçimsel olarak zorunludur; buna karşılık istikra denilen tümevarımda
sonuç daima ihtimallidir. Özelden özele doğru giden kanıtlama yönteminde ise (temsil)
sonucun kesinliği daima zayıf bir ihtimaldir. 8.2.3. İlimler Tasnifi İbn
Sina düşüncenin biçimlerini inceleyen mantıkla kesintili ve kesintisiz
niceliksel ilişkileri sayı ve şekil inceleyen matematik ilimler konusu sadece
zihinde bulunan ilimlerdir. Musiki ile astronomi bu iki ilmin dallarıdır.
Varlığı varlık olarak ele alıp onun özelliklerini inceleyen ilim ilahiyat veya
metafiziktir. İbn Sina ahlâk, siyaset ve hukuk gibi disiplinleri metafiziğin
tamamlayıcısı olarak görür. İlimleri gayeleri açısından da ele alan filozof
nazarî bilginin gayesinin hakikat, amelî bilginin gayesinin iyilik olduğunu
söyler. 8.2.4.Tabiat Felsefesi Bu durumda tabiat ilminin konusu sürekli
değişime uğrayan cisimler dünyasıdır. İbn Sina evrendeki oluş ve bozuluş
sürecinin bir değişen, bir de değişmeyen iki öğeyi gerektirdiğini belirtir.
Cismi oluşturan bu iki öğenin değişmeyi taşıyan kısmı madde, değişen ve
türü belirleyen kısmı ise surettir. İbn Sina, çeşitli yerlerde maddeden
formların veya mahiyetlerin ilkesi olarak söz ederse de ferdî varlığın yegâne
ilkesinin Tanrı olduğunu belirtir. Cisimler basit ve birleşik olarak ikiye
ayrılır. Basit cisimler yani hava, su, ateş ve topraktan her biri dört temel
nitelikten birini temsil eder. Birleşik cisimlerin tabiat veya karakterlerini
belirleyen şey, bu unsurlardan birinin veya birkaçının o cisimde baskın olarak
ortaya çıkmasıdır. Tabii cisimlerin hareketi "tabii yer" kavramıyla
açıklanır; bunu belirleyen de cisimlerin tabiatında var olan meyildir. Buna
göre cisimlerde tabii yerlerine doğru iki çeşit meyil vardır. Birincisi cisme
dıştan yapılan etki sonucu oluşan kasrî meyildir, buna "kasri
hareket" de denilir. Bunun karşıtı olan cismin kendi tabii yerine
yönelmesini sağlayan harekete "tabii meyil" denir. Birleşik
cisimlerin hareket ilkesi de ya tabiat veya nefistir. Nefsin gök cisimleriyle
olan bağıntısı insan nefsinin bedenle olan ilişkisi gibidir. Sonuç olarak
Hayvan, İnsan ve gökcisimlerinin hareketleri iradeli, dört unsur, madenler ve
bitkilerin hareketleri ise tabiidir. Dört unsurdan gök cisimlerine kadar
cisimlerin toplamına âlem denir. İbn Sina’ya göre âlem sonludur, âlemde boşluk
yoktur. Hareketin içinde gerçekleştiği mekân boşluk demek değildir; mekân,
kuşatan cisimle kuşatılan cismin temas ettiği zihnî bir alan olup dış dünyada
boşluk mevcut değildir. 8.2.5. Psikoloji İbn Sina da Aristo gibi nefsi "tabii
organik cismin ilk yetkinliği" şeklinde tarif eder
Oluş ve bozuluş âleminde
birbirinden ayrı üç tür nefsin varlığı yönündeki geleneksel görüş İbn Sina
tarafından da kabul edilip geliştirilmiştir. Tabiata en yakın olanı nebatî
nefistir. Nebatî nefis bitkilerde görülen beslenme, büyüme ve üremenin
ilkesidir. Hayvanî nefis, söz konusu fiillerin yanı sıra hayvanlarda görülen
duyusal idrak ve 4 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
iradenin
de ilkesidir. İnsan nefsi ise bitki ve hayvan nefsinin sahip olduğu bütün güç
ve fiillerden başka aklî idrak ve irade gücüne sahiptir. Öte yandan nefsin
türlerini de onu taşıyan cismin mizacı belirlemektedir. İbn Sina, insani
nefsin bedenden ayrı bir cevher oluşu, nefsin bedende yer tutmasının suretin
maddede yer tutmasına benzemediği, dolayısıyla onun bedenden ayrıldıktan sonra
da ölümsüz olarak varlığını devam ettiren bir cevher olduğu, insanın gerçek
varlığının ve benliğinin nefisten ibaret bulunduğu yönündeki fikirleri ve bu
konuda ortaya koyduğu delillerle düşünce tarihinde önemli bir yere sahip
olmuştur. Düşünce tarihinde ilk defa İbn Sina, nefsin kendini bilmesi olgusunu
boşlukta uçan adam benzetmesiyle ispatlamaya çalışır. Şu halde nefis bedenden
bağımsız bir varlık olup beden ve organlar onun bir elbisesi gibidir. 8.2.6.
Metafizik Metafizik, varlığın belli alanlarını inceleyen ilimlere ilkelerini
verir ve böylece bu bilimlerin kendilerini metafiziğin yerine koymaları
önlenmiş olur. İbn Sina’ya göre gayri cismanî varlıkların mevcudiyetinin en
açık delili kişinin kendi benine ve varlığına ilişkin bilgisidir. Fârâbî gibi
İbn Sînâ da varlık kavramının insan aklının ulaşabileceği en genel ve açık
seçik kavram olduğunu, bu sebeple onun tanımının yapılamayacağını ifade eder.
Varlıkla mahiyet farklı şeylerdir. Akıl karşısında varlığı ve yokluğu birbirine
eşit olan bir şey mümkün varlıktır. Manevî ve ruhanî varlıklarda bu ayırım söz
konusu değildir. Şu halde Allah'ın mahiyeti aynı zamanda varlığı demektir. Bu
sebeple akıl onun yokluğunu asla tasavvur edemez Buna göre İbn Sina
metafiziğinin temeli varlık-mahiyet ayırımına dayanmaktadır. Ancak bilfiil gerçek
olan mümkün varlık kendisi bakımından mümkün, onun gerçek sebebi olan zorunlu
varlık bakımından vaciptir. Kısaca vâcibü'l-vücûd, asla yokluğu düşünülemeyen
ve hep kendi kendini bilen bir varlıktır. O'nun varlığı ve mahiyeti ayrı
olmadığı için cinsi, faslı, türü, eşi, benzeri ve ortağı da yoktur. O'nu kendi
dışındaki varlıklarla açıklamak mümkün değildir; aksine diğer bütün varlıklar
Onunla açıklanabilir. Bundan dolayı da O aşk, âşık ve maşuktur. İbn Sînâ, ya
göre Allah bütün varlıkların ilk ve gerçek yaratıcı sebebidir. Böylece Allah
varlığın bir ve tek ilkesidir. 8.2.7. Sudur Teorisi Allah'ın varlığı ve
mahiyeti aynı olduğu oluş sürecini başlatan da O'nun kendini bilmesidir. O'nun
bilgisinin gerektirdiği bu ilk yaratılmış varlık kendisi gibi bir olan akıldır.
Bu Fârâbî’nin sudur teorisindeki on kozmolojik akıldan ilki olan akıldır. İbn
Sina'nın felsefî metinlerinde faal akıl bu sonuncu aklın özel ismi gibidir.
Filozofun felsefesinde bu akıl hem insan varlığının hem de bilgisinin
sebebidir. Ayrıca İbn Sina, oluş ve bozuluş âleminde türlerin ortaya çıkmasını
faal aklın maddeye tesir etmesiyle açıklar. Faal akıldan insanî nefis hadis
olur. Beden oluşur oluşmaz ona faal akıldan bir insan nefsi gelir. Oluşun sona
ermesi veya durması diye bir durum söz konusu değildir.
İbn Sînâ ilk varlığın kendisini
bilmesi oluş ve bozuluş âlemiyle madde ve suretin var edilmesini
"ibda" terimiyle, türlerin fertlerinin oluşmasını da
"halk", "ihdas" ve "tekvin" kelimeleriyle
anlatır. Bozuluş yok olmak demek değildir, çünkü filozofa göre mutlak yokluk
mevcut değildir. Oluşun ilkesi olan izafî yokluk, türe ait suretin bir maddeyi
terk ederken ortaya çıktığı düşünülen yokluktur. 5 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
Yine
ay üstü âlemdeki akıllar, aynı zamanda belli bir açıdan var oluşun sebebi
görülmekle birlikte ay üstü ve ay altı âlemdeki bütün oluşların gerçek sebebi
ilk varlıktır. Bundan daha mükemmel bir âlemin olması, dolayısıyla oluşun başka
türlü açıklanması düşünülemez. 8.2 8. Din Felsefesi Toplumsal
ilişkilerin ve iş bölümünün sağlıklı yürüyebilmesi için herkesin samimiyetle
benimseyip uyacağı başlıca yasaların ve kuralların ortaya konulmuş bulunması
gerekir. İbn Sina’ya göre nefsin bilgi edinme güçlerine sahip olması vahyin
imkânını gösterir. Ayrıca peygamberin nefsi yaratılıştan getirdiği bilgi
yetenekleri sıradan insanın yeteneklerinin çok üstündedir. Hiçbir eğitim ve
öğretime gerek kalmadan vahiy yoluyla ona varlık, hukuk ve ahlâka dair temel
bilgiler verilir. Çünkü onun nefsi maddeyi etkileme gücüne sahiptir. Aslında bu
durum tabiat kanunlarına da aykırı değildir. Aynı şekilde bir din söz konusu
ise bazı ibadetlerin de olması gerekir. İbadetlerin özünü, gönülden
Allah'a inanıp bağlanma ve her an o şuurla yaşama oluşturur. İbn Sînâ'ya göre
hiç kimse akıl adına dinî bilginin imkânsız ve gereksiz olduğunu ileri süremez.
Vahiy ve vahyin ışığı olmadan iyi ve kötü sorunu çözülemez; çünkü insan iyi ve
kötü sorunu karşısında salt akıl düzeyinde kalamaz, objektif düşünemez ve
objektif davranamaz. İbn Sina, metafizikle ilgili yazılarında aklî kavramlarla
dinî kavramları yan yana kullanarak felsefî kavramların dindeki karşılıklarını
göstermeye çalışır. Meselâ metafizikteki vacip varlık Allah Teâlâ olarak geçer;
faal aklın karşılığı "er-ruhu'l-emin", "Cibril", "en-nâmûsü'l-ekber"
veya "levh-i mahfuz”dur. İbn Sina oluşun derecelerini de ibda', sun",
halk ve tekvin şeklindeki dinî terimlerle ifade eder. Dinin felsefeyle olan
ilişkisini belirleme konusunda İbn Sina bir adım daha ileri giderek nazarî ve
amelî felsefenin ilkelerinin işaret yoluyla da olsa dinden alındığını söyler. 8.3.Etkileri
İbn Sina’nın Aristo mantığı ile tabiat bilimi ve felsefesi, Doğu'da ve
Batı'da büyük bir ilgi ve hayranlık uyandırmıştır. Ayrıca onun İslâm
dünyasındaki etkileri yalnız Ortaçağ boyunca devam etmekle kalmamış, çeşitli
değişikliklere uğrayarak günümüze kadar gelmiştir. 8.3.1. İslâm Dünyasındaki
Etkileri Filozofun izinden giden öğrencilerinin başında aynı zamanda
arkadaşı ve yardımcısı olan Ebû Ubeyd el-Cûzcânî gelir. Fakat onun
hocasına yaptığı en büyük hizmet Sîretü'ş-Şeyhi'r-Re'îs (Sergüzeşt) adıyla
kaleme aldığı İbn Sînâ biyografisidir. İbn Sina'nın diğer bir öğrencisi İsfahanlı
İbn Zeyledir. Filozofun öğrencilerinden Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed
el-Ma'sûmî hocasının "Eflâtun için Aristo ne ise Ma'sûmî de benim için
odur" şeklindeki takdirine mazhar olmuştur. İbn Sina’nın fikirlerini
kendinden sonraki nesillere ulaştıran en bilgili öğrencisi şüphesiz ki Ebü'l-Hasan
Behmenyâr b. Merzübân'dır. İbn Sina’nın öğrenci silsilesi ve fikirleri daha
ziyade Behmenyâr vasıtasıyla devam ederek İs -lâm dünyasına dağılmıştır.
Bunlardan en önemlisi Ebü’l-Abbas Fazl b. Muhammed el-Lükerî'dir. Gazali,
İbn Sina’nın görüşlerini çürütmeyi amaçlarken büyük çapta onun etkisi altında
kalmış, eleştirdiği konuların dışındaki görüşlerinin bir kısmını benimsemekten
kurtulamamıştır.
İbn Sina düşüncesi,
Nasîrüddîn-i Tûsî tarafından Sünnî düşüncesindeki gelişmelere paralel biçimde
yeni bir yoruma kavuşturularak Şiî İslâm düşüncesine taşınmıştır. 6 İSLAM
FELSEFESİ 2013-2014
İbn
Sînâ'nın özellikle çeşitli eleştiri süzgeçlerinden geçirilmiş olan fikirleri,
Sünnî dünyasındaki sûfî ve irfanî gelenek için de uzak durulamaz bir kaynak
oluşturur. Bu anlayışın izlerini Mevlana Celâleddîn-i Rûmî, Yûnus Emre, Hacı
Bektâş-ı Velî ve Dâvûd-i Kayseri'nin görüşlerinde bulmak mümkündür. Gazzâlî ve
İbn Rüşd'den sonra İbn Sina’yı ciddi biçimde eleştirenlerin başında
Evhadüzzaman Ebü'l-Berekât el-Bağdadi gelir. İbn Sina felsefesi Endülüs'e
oldukça geç intikal etmiştir. Nitekim onun ilk izleri, İbn Tufeyli’n Hay b.
Yakzân adlı risalesinde görülür. İbn Sina felsefesinin Endülüs'te daha etraflı
olarak tanınmasını sağlayan İbn Rüşd, aynı zamanda ona karşı en ağır
eleştirileri yönelten düşünürdür. İbn Rüşd'ün nazarında İbn Sina, Aristo'yu
Yeni Eflâtuncu tezlerle İslâm dünyasına takdim eden kişidir. 8.3.2. Batı
Dünyasına Etkileri İbn Sina’nın daha yakından bilinmesi, eş-Şifa'nın bazı
bölümlerinin ilk defa İbn Dâvûd (Avendauth) tarafından tercüme edilmesiyle
mümkün olmuştur. Başlangıçta Latinler, İbn Sina’nın eserlerinin Aristo
felsefesinin bir yorumu olduğunu sanıyorlardı. Ancak daha sonra böyle
olmadığının farkına vardılar. Augustinciler, İbn Sînâ'nın görüşlerini
kendilerine daha yakın bulmuşlar ve onunla Saint Augustin'in aydınlanma ve
feyiz doktrini arasında irtibat kurmaya çalışmışlardı. Guillaume d'Auvergne ve
Roger Bacon'ın katkılarıyla bu akım Augustinizm içinde büyük bir gelişme
göstermiş, böylece ilk defa Etienne Gilson'un ortaya attığı İbn Sinacı
Augustincilik akımı ortaya çıkmıştır. İbn Sina'nın Batı dünyasına etkilerini
inceleyen Ortaçağ felsefesi uzmanı Etienne Gilson çok yüksek bir kültür
birleşiminin örneğini veren Arap (İslâm) felsefesini, bilhassa İbn Sina ve İbn
Rüşd'ü hesaba katmadan bir Hıristiyan ilahiyat tarihi yazılamaya cağını ileri
sürmekte. 9 HAFTA GAZZÂLÎ 9.1. Gazzâlî Hüccetü'l-İslâm Ebû Hâmid
Muhammed b. Muhammed b. Muhammedb. Ahmed el-Gazzâlî et-Tûsî Eş’arîkelâmcısı,
Şafiî fakihi, mutasavvıf, filozoflara yönelttiği eleştirilerle tanınan İslâm düşünürüdür.
9.1.1. Hayatı Esasen en başta kelâmcılığıyla tanınan ve belki de ilk
defa kendisini kelâma yönlendirmiş olan hocası Cüveynî'nin felsefeye aşinalığı
vardı, hatta belli ölçüde felsefî bir nosyona da sahipti. Nitekim
Şehristânî'nin kaydettiğine göre Cüveynî, insan için kudret ve istitâat
tanınmamasının akıl ve tecrübeye aykırı olduğu şeklindeki düşüncesi yüzünden
filozofların peşinden gitmekle suçlanmıştır. Gazzâlî'nin Cüveynî'nin vefatı
üzerine Nizâmülmülk'le ilişkiye geçmesi önemlidir. Nizâmülmülk ilmini ve
zekâsını keşfettiği Gazzâlî'yi, hem mensubu bulunduğu Şafii mezhebini
güçlendirme hem de Sünnî yönetime karşı baş kaldıran ve İslâm dünyası için
büyük tehlike teşkil eden Bâtıni hareketini durdurma planı açısından uygun bir
eleman olarak görmüş olabilir. 7 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
Gazzâlî'nin
kelâm, felsefe, Batınilik ve tasavvuf hakkındaki son çalışmalarının kendisini
ulaştırdığı sonuç, onun zihin ve ruh dünyasında kelimenin tam anlamıyla bir
bunalıma yol açtı. Bu bunalım sonucunda Bağdat’tan ayrılıp Şam’da uzlete
çekilir.
9.1.2. Eserleri Eserlerinden bazıları şunlardır: -Makasıdü'l-felâsife,
-Tehâfütü'l-felâsife, -Mişkâtü'l-envâr, -el-Münkızmine'd-dalâl,
-İhyâüulûmi'd-dîn,
-KimyâyıSa'âdet,
-Eyyühe'l-veled,
-Miyârü'lilm,
-Mihakkü'n-nazar fî
iümi'l-mantık,
-el-Kıstâsü'1-müstakim,
-Fedaihu’lBâtınıyye,
-el-İktisâdfi’l-itikad,
-Faysalü't-tefrika
beyne'l-İslâmve'z-zendaka,
-İlcâmü'l-‘avâm 'an
'ilmi'l-kelam 9.2. Felsefesi Gazzâlî ile ilgili eski ve yeni hemen bütün
kaynaklar ve araştırmalar onun İslâm bilim ve düşünce tarihinde eşine az
rastlanır bir âlim ve düşünür olduğu hususunda birleşirler. 9.2.1.Şüpheciliği
ve Bilgi Felsefesi Gazzâlî, gerçeği bulma ve kavrama arzusunun fıtratından
gelen bir özelliği olduğunu, bundan dolayı daha çocuk denecek yaşta iken taklit
bağından ve göreneğe dayalı inançlardan sıyrıldığını ifade eder. Temelinde
halkı yanına çekerek içtimaî-siyasî üstünlük sağlama arzusunun, kıskançlık ve
bencillik duygularının yattığı mezhepçiliği asabiyet ve kabileciliğe benzeterek
okuyucusunu, gerçeği düşünce yoluyla bulmaya çağırır; kendi mezhebini zihnî ve
aklî faaliyetleriyle yine kendisinin bulması gerektiğini savunur. Ona göre
şüphe gerçeğe ulaşmanın tek yoludur. Zira şüphe etmeyen düşünemez; düşünemeyen
gerçeği göremez; gerçeği göremeyen de körlük ve dalâlete saplanıp kalır.
Gazzâlî sorularına her türlü "aktarma kanaatlerden (el-akâidü'l-mevrûse)
bağımsız olarak kendi zihnî ve amelî çabalarıyla cevap bulmaya çalışmalıydı.
Şundan emindi ki kesin bilgi her türlü şüphe ve hata ihtimalinden arınmış
olmalıdır. Böylece Gazzâlî, bu şekilde güvenilirliğini kesin olarak kavramadığı
hiçbir bilgiyi kesin bilgi saymadı. Bu arada önce duyu algılarından kuşku
duydu. Gazzâlî, rüyalar uyku halinde kaldığımız sürece doğru olabilir; fakat uyandığımızda
rüyadaki hayal ve inançların birçoğunun asılsız ve saçma olduğunu anlarız.
Bunun gibi hayatın da bir tür rüya olması mümkündür. O hayata göre dünya hayatı
bir tür uyku, burada olup bitenler de bir tür rüyadır. Gazzâlî
"hastalık" ve "safsata" olarak nitelediği bu şüphe krizinin
iki ay kadar sürdüğünü, yeniden aklın zorunlu bilgilerini bütün kesinliğiyle
kabul ettiğini ve onlara güvendiğini ifade eder. Zira Gazzâlî şüpheciliğiyle
aksiyomatik bilgilerin yani aklın ilk prensiplerinin aranmaması gerektiğini,
çünkü onların zaten mevcut olduğunu, mevcut olanın araştırılması halinde
bunların gözden uzaklaşıp gizleneceğini ifade eder.
Gazzâlî aklın metafizik
problemlerin çözümünde âciz olduğunu ve bu çözüme ulaşabilmek için Bâtıni keşfe
veya vahyin desteğine muhtaç bulunduğunu düşünmüştür. 8 İSLAM FELSEFESİ
2013-2014
9.2.2 Akıl Gazzâlî Aklın
şerefi, hakikati ve kısımları" konusuna özel bir bölüm ayırdığı İhya’nın
ilk kitabında bu terimin dört değişik anlamına işaret eder. a- İnsanın doğuştan
sahip olduğu, kendisini öteki canlılardan ayıran teorik bilgiler edinme
melekesi (garîze). b- Bu melekenin, temyiz çağında açık seçik ortaya çıkmasıyla
mümkünün olabilirliği, bir kimsenin aynı anda iki yerde bulunamayacağı gibi ilk
prensipler hakkında bilgiler edinme düzeyine ulaşmış şekli, c- Hayatın akışı
boyunca tecrübelerle kazanılan bilgiler bütünü, d- Bu bilgi melekesinin,
çeşitli durumların ileride doğuracağı sonuçlan önceden kestirme ve duyguların
tutsağı olmadan hüküm verebilme gücüne ulaşmış şekli. Gazzâlî'nin bilgi
probleminde asıl üzerinde durduğu husus, bu bilgilerin aklın kendi tabiatında
mündemiç olarak bulunduğu veya ona dışarıdan verildiği meselesidir. Gazzâlî,
varlık ve olaylar arasındaki illiyet ilişkisini "müsebbibü'l-esbâb"
diye nitelediği Allah'ın kendisinden başkası tarafından değiştirilemez olan
yasalarına bağlaması gibi, bütün burhanı bilgilerin ve onları doğuran
öncüllerin aslı olan ve araştırılmaya gerek görülmeyecek şekilde doğruluğu
kesin kabul edilen aksiomatik bilgileri de (el-ulûmü'l-üvel) çözümle
durdurmuştur. Esasen Gazzâlî de "el-ulûmü'l-üler dediği "Bu bilgiler,
nefsin akıl gücünün oluşması sırasında Allah'tan veya meleklerin birinden nefse
doğar" demekle filozofların faal aklına benzer bir bilgi kaynağının
olabileceğini düşünmüştür. Kutsî-nebevî (sezgisel) bilgilerin de insanın kalp
gözüne, yani "akıllıyı süt çocuğundan, hayvandan ve deliden ayıran manevî
yetenek demek olan akıl"a, bütün nurların kaynağı olarak gösterdiği
"ilk ve gerçek nur"dan yani Allah'tan geldiğini belirterek sezgisel
bilgiyi de aynı kaynağa bağlamıştır. 9.2.3. Mantık İlk defa Gazzâlî
Aristo mantığını İslâmî ilimlere uygulama yolunu açmış. Bütün eski ve yeni
araştırmacılar, filozofların mantığını Müslümanların usulüne karıştıran ilk
âlimin Gazzâlî olduğunu belirtirler. İbn Teymiyye'ye göre İslâm âlimleri Yunan
metodolojisine itibar etmezlerdi. Bu anlayışı Yunan mantığı lehine
değiştirenlerin ilki Gazzâlî olmuştur. Mantık ilmini yeterince ihata edememiş
kimsenin bilgilerine güvenilemeyeceğini savunan Gazzâlî Mi'yarü'l-‘ilim'de,
açık seçik gerçekleri inkâr ederek onların bu tutumları sebebiyle içine
düştükleri açmazlara işaret etmektedir. Gazzâlî’ye göre mantık hem teorik ve
aklî ilimler hem de pratik (fıkhî) ilimler için gerekli bir yöntemdir. Bu
tespit bizi sapıklıkları ve bid'atları reddetmek, şüpheleri ortadan
kaldırabilmek için mantığın kelâm konusunda da zorunlu bir yöntem olduğu
sonucuna götürür. Gazzâlî, usûl-i fıkhın en değerli kaynaklarından olan
el-Müsfasfâ'da mantık bilmeyenin ilmine asla güvenilemeyeceğini özellikle
belirtir. Bu görüş İslâm dünyasında Aristocu mantık geleneği giderek güç
kazanmış, bu mantık içtihadın şartlarından biri ve Müslümanlar üzerine farz-ı
kifâye sayılmıştır Gazzâlî, "sahih madde"nin (öncül) duyu, deney, tam
tevatür veya akılla ifade ediyorsa da kesin bilgiye ulaşabilmek için mutlaka
küllî önermelerden hareket etmek gerektiğini düşünmekte ve istikra yönteminde
olduğu gibi öncüllerin tikel bilgilerden oluşmasının kesin sonuca
götüreceğinden şüphelenmektedir. Bu sebeple istikrayı bilhassa ilâhiyyâta
uygulanamayacağını savunur. Bu bakımdan Gazzâlî'yi modern bilim felsefesindeki
şüpheciliğin erken habercisi saymak mümkündür. 9 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
9.2.4. Determinizmin Eleştirisi Gazzâlî'nin
filozoflara yönelttiği eleştiriler içinde en dikkate değer görüleni determinizm
doktrinine dair tenkitleri olmuştur. Esasen onların cevher (atom) ve arazlar
konusundaki bir tür vesileci anlayışları determinist bir teoriyle uyuşmuyordu.
Buna göre her yaratılan şey birbirinden bağımsız cüzlerden ibarettir. Bu
cüzleri bir araya getiren ve onlara yeni bir yapı kazandıran güç tabiatta
mündemiç değildir; oluşun bütün parçaları, ister insanî ister tabii olsun bütün
fiiller ve olaylar Allah'ın yaratmasıyla gerçekleşir. İslâm düşünce tarihinde
Grek menşeli determinizmin eleştirisini mantıkî yerine oturtan düşünür Gazzâlî
olmuştur. Aristocu düşünceye göre tabiattaki bir olayın sebebi yine tabiatın
kendisindedir. İslâm filozofları da tabiattaki oluşu Allah'ın hür iradesi
yerine O'nun ilmine bağlamak şartıyla bu determinist görüşü devam
ettirmişlerdir. Gazzâlî şüphesiz farklı bir anlayışla olmak üzere, Allah için
Aristo'nun "ilk muharrik" deyimini kullanarak O'nun tahriki olmadan
hiçbir varlığın hareket edemeyeceğini, dolayısıyla bulutun yağmuru getirmesi,
rüzgârın gemiyi yürütmesi gibi azat edilmiş bir kölenin, efendisinin yerine
azat tutanağının yazımında kullanılan kaleme şükran duymasına benzetir ve bunu
"cehaletin son noktası" sayar; ayrıca insanın seçme özgürlüğü
meselesini de makro plandaki bu bakışla çözmeye çalışır. Gazzali ilke olarak
Allah'ın olmasını irade ettiği her şey imkânsız olmaktan çıkar. Gazzâlî'nin
determinizme eleştirisi de bu iki noktada toplanmıştır. İhyâ'da filozofların
deyimiyle bir "yakın sebep"ten söz ettiği hatta akılda zorunlu olarak
bir illiyet bilgisinin bulunduğunu belirttiği görülmektedir. Ancak Gazzâlî bu
tür sebeplerin mutlak, sarsılmaz, bağımsız ve gerçek sebepler olduğu anlayışını
reddetmiştir. Gazzali sebepliliği (illiyet) kabul etmektedir. Nitekim deneysel
yöntemlerle ulaşılan bilgilerin ilmî değerini tartışırken kelâmcıların tabiat
kanunlarını gerçek sebep saymayan görüşlerine temas ederek bunun kesinlikle
mutlak bir zorunsuzluk anlamı taşımadığını, belirtir. Çünkü başın kesilmesinin
ölümle sonuçlanacağında kuşku yoktur. 9.2.5.İslâm Meşşâî Felsefesinin
Tenkidi İslâm düşünce tarihinde filozoflarla kelâmcılar arasındaki tartışma
Gazzâlî ile başlamış değildir. Ancak daha önceki kelâmcıların, ilk defa
Gazzâlî, döneminde yaygın olan Aristocu-Yeni Eflâtuncu İslâm felsefesiyle
doğrudan temasa geçerek onu baştan sona inceleme cesaretini göstermiştir.
Gazzâlî, Tehafütü'l-felâsife'yi yazmaktaki asıl gayesi, yirmi noktada topladığı
temel meselelerle ilgili görüşlerini dikkate alarak filozofların İslâm
inançları açısından durumlarını tespit etmekti. Belirtilmesi gereken önemli bir
nokta da onun İslâm dünyasındaki felsefî gelişmeleri bir yozlaşma hareketi
olarak değerlendirmesidir. Gazzâlî İslâm toplumunu inançta, maddî ve ruhî
hayatın bütün cephelerinde ıslah etmenin yollarını Müslümanların kendi ilim,
zihniyet ve kültürlerini oluşturan tarihî mirasında görüyordu. Gazzâlî
filozofların eşyanın gerçeklerinin bilgisine dair iddialarını kesin delillerle
kanıtlamaktan âciz olduklarını gözler önüne serip onların kendi iddiaları
hakkında şüpheye düşürülmesini amaçlamış, en önemli temsilcileri Fârâbî ve İbn
Sina olan felsefenin eleştirmekle yetinmiştir. Gazzâlî'nin felsefenin tenkide
konu edilmesi ve tenkit dışı tutulması gereken kısımlarını şöyle belirler: 1-
Mantık ve matematik, din bakımından tamamen tarafsız ve kesin kanıtlara sahip
disiplinlerdir.
2- Tabiat ilimleri içinde tıp,
deneysel fizik, kimya, astronomi, meteoroloji, zooloji, botanik gibi pozitif
alanların da din bakımından inkâr edilmesi uygun düşmez. 10 İSLAM FELSEFESİ
2013-2014
3-
Sebep-sonuç (illet-malûl) ilişkisi ve dolayısıyla mucize meselesi, ruh-beden
ilişkisi, ruhun ebedîliği ilâhiyyâta ilişkin problemler hem dinî hem de felsefî
bakımdan tartışmaya açıktır. Gazzâlî'nin esas maksadı, muhtemelen hâmisi
Nizâmülmülk'ün kendisine yüklediği Eş'ariliği güçlendirme görevinin de bir
parçası olmak üzere, filozofların Ehl-i sünnet inançlarıyla bağdaşmayan
yukarıdaki meselelere dair doktrinlerini çürütmekti. Gazzâlî,
Tehâfütü'l-felâsife’nin temel iddiası ilâhiyyât meselelerinin aklî kanıtlarla
çözümlenemeyeceği düşüncesidir. Tehâfütü'l-felâsifie'nın temel iddiası,
ilâhiyyât meselelerinin çözümünde aklın yetersizliğinden dolayı bir Müslüman
için en doğru tutumun bu meselelerin çözümünde dinî açıklamaları kabul etmenin
gerekli olduğudur. Bu noktadan hareketle, filozofların başlıca ilâhiyyât
meselelerinin çözümüne dair ileri sürdükleri spekülatif iddiaların kesin ve
ikna edici kanıtlara dayanmadığını yine İslâm'ın hür ve yaratıcı Tanrı
İnancından saptıklarını; âhiret mutluluğunun da aklî ve spritüel doyumlardan
ibaret olduğu şeklindeki fikirleriyle cismanî dirilişi reddettiklerini,
düşünür. Sonuç olarak Gazzâlî, bütün bu fikirleri Kur'an'da yer alan sarih
açıklamalara ters düştüğü ve peygamberleri yalanlama anlamı taşıdığı için
filozofların tekfir edilmesi gerektiği kanaatine varmış; bu meselelerin dışında
kalan dinî konuların İslâm mezhepleri arasında da tartışmalı olduğunu dikkate
alarak filozofların bunlarla ilgili görüşlerinin bid'at sayılmasının uygun
olacağını ileri sürmüştür. Her şeye rağmen Kuran’daki ilâhiyyâta dair
açıklamaların bir septik olmadığı gibi dogmatik de değildir. Gazzâlî'nin
tasavvuf düşüncesine yaptığı katkılar kendisini İbn Teymiyye'nin tabiriyle
"filozof mutasavvıfların öncüsü saymayı mümkün kılacak değerdedir. Özellikle
hayatının sonuna doğru yazdığı Mişkâtü'l-envâr Sünnî inançlara sadık kalarak
varlık ve bilgi problemlerine tasavvufî-işrâkî çözümler getirme arzusunun bir
ürünüdür. Gazzâlî Asıl ve gerçek varlık yahut nur Allah'tır; Allah'tan başka
şeyler ise özleri itibariyle yokluktan ibaret olup Allah'a nispetle ve O'ndan
dolayı varlık kazanırlar. 9.2.6. Ahlâk. Onun en önemli ahlâkî eseri
İhya’ü 'ulûmi'd dîn'dir. Nassa dayanan gelenekçi ahlâkla felsefî ve tasavvufî
ahlâkı birbirine yaklaştıran, Gazzâlî, bu konuda en başarılı olanı
gerçekleştirebilmiştir. Gazzâlî'nin ahlâkta temel kaynağı Kuran ve Sünnet'tir.
Ona göre ahlâkta aslolan, şeriatın öğretilerini sadece şeklen icra etmek
değildir; en yüksek ahlâkî ideal olan mârifetullah, yalnızca arınmış kalplerde
yer bulur. Bilginin en üstünü ve diğer bilgi çeşitlerinin nihaî hedefi
mârifetullahtır. İnsanın bu ideale ulaşabilmesi için önce kendini tanıması,
ardından da sürekli gelişen bir ahlâkî arınmaya girişmesi gerekir. 9.3.
Kelâm İlmindeki Yeri Mantığı kelâm ilminin bir parçası sayan Gazzâlî'nin,
aynı zamanda ilk defa felsefî metodolojiye dayalı kelâm eseri yazan kişi olduğu
kaydedilir. Gazzali Mantık kuralları için, "Bilmeyenin ilmine güven
olmaz" diyerek kelâmda ve diğer İslâmî ilimlerde meşrulaştırmıştır. Gazzâlî'nin
kelâm tarihindeki en önemli özelliği metodolojik yenilik getirmiş
olmasıdır. Gazzâlî kelâm ilminin farz-ı kifâye olduğunu kabul eder. Ancak
Gazzâlî bu öğretimin fıkıh ve tefsir dersleri gibi umuma açık olmamasını
tavsiye eder. Çünkü ona göre fıkıh gıda, kelâm ise ilâç gibidir. Şu halde
kelâmcıların dinî ilimlerdeki durumu hac yolunun güvenliğini sağlayan
muhafızlar gibidir. Gazzâlî, cedelci bid'atçıya karşı daha ileri seviyede bir
kelâmın gerekebileceğini kabul eder.
9.4. Tasavvufî Görüşleri 11 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
Gazzâlî,
tasavvuf ve tasavvufî hayat etrafında oluşan tereddütleri ortadan kaldırarak
tasavvufun gelişmesinde ve yaygınlaşmasında etkili olan bir
mutasavvıf-düşünürdür. Gazzâlî tasavvufla ilgili Kötü vasıfları iyi vasıflarla
değiştirmek suretiyle tasavvufî hayatı tatmadan ve yaşamadan sofileri fıkıhçı,
kelâmcı ve felsefecilerden ayıran temel özellikleri kavramak mümkün değildir.
Yani sofîlik söze ve anlatıma değil tatmaya ve yaşamaya dayanmaktadır; şu halde
tasavvufî bilgi tecrübe edilmiş bilgidir. Bütün çabasını ve dehasını tasavvufu
Müslümanların gözünde meşrulaştırmak ve onu yüceltmek için harcamış olan
Gazzâlî büyük ölçüde amacına ulaşmıştır. Gazzâlî zahirle batını, şeriatla
hakikati bağdaştıran bir sûfî-düşünür olarak kabul edilir. Gazzâlî, bu noktada
psikolojik tecrübeyi aklî kıyaslara tercih etmiştir. Ona göre gerçek din,
dindarın ruhunda hissettiği ve yaşadığı mânevi tecrübedir. Gazzaliye göre ruhlar
hissî, hayalî, aklî, fikrî ve kutsî olmak üzere beş türlüdür. Bu ruhların
en mükemmeli nebi ve velilerin ruhlarıdır. Gazzali ariflerin Allah'tan başka
bir varlığın bulunmadığını apaçık olarak gördüklerini ve (lâ-mevcûde illallah)
dediklerini söyler. Ona göre avamın tevhidi "lâ ilahe illallah",
havassın tevhidi "lâ mevcûde illallah" veya "lâ ilahe illâ
hû" sözleridir. 9.5. Tesirleri Gazzâlî'nin İslâm düşüncesine
etkileri kelâm, felsefe, mantık, ahlâk, fıkıh ve usûl-i fıkıh gibi
disiplinlerde açık şekilde görülmektedir. Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî ile başlayan
aklî delillere kelâmda sıkça başvurulması metodu, el-Cüveynî ve Gazzâlî
döneminde daha da yaygınlaşmıştır. 9.5.1. Batı’ya Etkisi Batı dünyası
Gazzâli’yi erken dönemde DominicusGundissalinus tarafından tercüme edilen
Makasıdü'i-felâsife ile tanımıştır. Gazzâlinin Batı'da tanınan eserlerinden
biri de el-Kıstâsü'1-müstakim'dir. Mişkâtü'l-envâr da iki defa İbrânîce'ye
çevrilmiştir. Gazzâlî'nin Batı dünyasında tanınmasını sağlayan bir grup âlim de
Yahudi asıllı düşünürlerdir. Bunlar arasında JudahHalevi ile Mûsâ b. Meymûn'un
adını özellikle zikretmek gerekir. Gazzâlî'den etkilendiği sanılan bir diğer
düşünür de modern Batı düşüncesinin kurucularından sayılan Descartes’tır.
Özellikle her iki düşünürün şüpheci tavrı birbirine çok benzemektedir.
Gazzâlî'nin şüphesi doğru bilgiye götüren metodik şüphe olmaktan ziyade
istendiğinde tekrarlanması mümkün olmayan, kişiye has ve ilâhî bir ilhamın
sonu-cunda ortaya çıkan, "zevk" bilgisine götüren, kalıcı ve varlığın
kendisine yönelik bir şüphedir. "Keşf" adı da verilen bu zevk bilgisi
Allah'ın insanın kalbine atıverdiği bilgilerin çoğunun anahtarı olan bir
ışıktır. 10 HAFTA İBN SİNÂ SONRASI FELSEFE
10. İbn Sina Sonrası Felsefe
12 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
Batı
İslam dünyası dediğimiz Endülüs’te gelişme devri felsefe hareketliliğine henüz
rastlanmamaktadır. Bunun sosyal, siyasal, mezhepsel farklı sebepleri vardır.
Endülüs’te felsefe asıl gelişimini, İbn Sina sonrası dediğimiz devrede
gösterecektir. Endülüs’ün yetiştirdiği bu dönemdeki en önemli filozoflar, İbn
Bacce, İbn Tufeyl, İbn Rüşd ve İbn Haldun’dur. 10.1. İbn Bâcce Batı
İslâm dünyasında yetişen ilk Müslüman filozoftur. İbnü's-Sâiğ olarak da tanınan
ibn Bâcce Batı literatüründe genellikle Avempace diye anılır. 10.1.1. Hayatı
Endülüs'ün kuzeyindeki Sarakusta dünyaya geldi. Ayrıca İbn Bâcce'nin
Kur'an'ı ezberlediği bildirilmektedir. İbn Bâcce sıkıntı ve tehlikelerle dolu
bir hayat sürdü. İbn Bâcce'nin kaside, gazel, müveşşah, medih ve hiciv türünde
birçok şiiri günümüze ulaşmıştır. Onun bugün elde bulunan müzikle ilgili tek
eseri ve min Kelâmihî fi'l-elhân iki sayfadan ibarettir. İslâm filozofları
arasında İbn Bâcce'nin ismen zikrettiği ve büyük ölçüde etkilendiği filozof ise
Fârâbî'dir. İbn Bâcce'nin hem genel olarak İslâm felsefesine hem de özel olarak
İbn Rüşd felsefesine yaptığı bir katkı da onun mistisizmin akıl karşıtı
tutumunu reddetmesidir. İbn Bâcce, Gazzâli’nin kişiliğinde sûfîleri
alabildiğine eleştirmiştir. 10.1.2. Eserleri 1. Tedbîrül-mütevahhid. İbn
Bâcce’nin daha çok ahlâk ve siyaset felsefesiyle ilgili en büyük eseridir. 2.
Risâletü’l-vedâ. Bilginin ve felsefî araştırmanın gerçek amacının ne olduğuna
ilişkin konuları tartışmaktadır. 3. Kitâbü’n-Nefs. 4. İttisâlü’l-‘akl
bi’l-insân. 5. el-Vukuf ile’l-akli’l-fa’âl. 6. Fi’l-gâyeti’l-insâniyye. 10.1.3.
Felsefesi İbn Bâcce'nin Felsefesi birçok konuda Aristocu olup sudur
öğretisine dayanmamakta, fakat önemli ölçüde Yeni Eflâtuncu öğeler
içermektedir. İbn Bâcce'nin felsefesinin temel konusu insan ve insan
mutluluğudur. İbn Bâcce insanın hayvanî (özel ruhanî) ve aklî (genel ruhani )
yönlerine işaret eder. İnsan, fiziksel dünyaya bağlı olduğu ve bu dünyanın
özelliklerini taşıdığı için bu açıdan hür bir varlık değildir. İbn Bâcce
Duygusal hayat İnsanın hayvanî yönüyle ilgilidir, akıl dışıdır ve büyük oranda
tabiat tarafından belirlenmiştir. İnsanın gerçek tanımı ise onun "genel
ruhani yani aklî yönünde yatmaktadır. Aklın katılmadığı hiçbir etkinlik İbn
Bâcce'ye göre insanî olma özelliğini kazanamaz.
10.1.4. Nefs 13 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
Onun
psikoloji görüşü genel çerçeve itibariyle Aristo'nun De Anima'sını model
almaktadır. İnsanî nefsin en yüksek ve yetkin düzeydeki görünümü ise
psikolojinin rasyonel boyutuna işaret eder. İnsan nefsinin en yüksek formdaki
varlığını İbn Bâcce'ye göre kendi öz yetkinliğini metafizik bir bağlantı
içerisinde gerçekleştirebilir. Ona göre insan nefsinin temel özelliği
düşünmedir. Düşünme yetisinin en temel fonksiyonu ise tümel kavramlar oluşturma
işlemidir. İnsanda başlangıçta bir kuvve, bir nüve olarak bulunan düşünme
yetisi çeşitli aşamalardan oluşan bir bilme süreci içerisinde fiilî hale gelir.
İnsanın düşünen bir varlık olmasının ilk belirtileri, a priorik prensipleri
olan ilk makullerdir; insanı temelini ilk bilgilerde bulan ve çocukluk
döneminden başlayarak son yetkinlik aşamasına kadar yükselen bir bilgilenme
süreci içerisinde gerçekleşmektedir. İbn Bâcce'ye göre sürekli bir mutluluk ve
sevinç durumuna ancak insanın kendi öz varlığını oluşturan teorik aklın
yetkinleştirilmesiyle mümkün olur. 10.1.5. Bilgi Teorisi İbn Bâcce'ye
göre bilgi süje ile obje arasında gerçekleşen bir bağıntı olup nihaî tahlilde
aklî bir idrak faaliyeti olarak ortaya çıkmaktadır. Ona göre duyusal, hayalî ve
aklî olmak üzere üç bölüme ayrılan idrak demektir. İbn Bâcce bu süreci
"ruhanîleşme" diye nitelendirir. İbn Bâcce, duyulardan başlayarak aklın
maddeden tamamen soyut kavramlarına soyutlama faaliyetinin sırasıyla his,
tahayyül ve akıl olmak üzere üç aşamada gerçekleştiğini özellikle vurgular.
Aklın maddîlikle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Aklın yetkinleşme süreci
temelini duyu verilerinde bulmaktadır. Onun bilgi kuramı bu yönüyle
Aristocu'dur. Buna göre şeylerin gerçek bilgisi soyutlamaya dayalı ve dolaylı
bir kavrayıştır, insanın bilgisi duyu, mütehayyile ve akıl duraklarından
geçerek oluşmaktadır. İbn Bâcce gerçek bilginin tümel olanın bilgisi olduğunu,
bunu ise ancak aklın elde edebileceğini özellikle belirtir. İbn Bâcce, insan
tipleri açıdan sıradan insanlar (cumhur), teorik düşünme yeteneğine sahip olan
insanlar (nüzzâr) ve mutlu insanlar (suadâ) şeklinde üç insan tipi vardır. İbn
Bâcce'nin, mutluluğu faal akıl ile ittisalde gören geleneğe bağlı olduğu
anlaşılmaktadır. 10.1.6. Ahlâk ve Siyaset. İbn Bâcce'nin bilgide olduğu
gibi ahlâk ve siyasette de temel ölçütü akıldır. İnsanın sorumlu bir varlık
olmasını sağlayan şey akıldır. İbn Bâcce düşünmeye dayalı iradeye,
"ihtiyar" adını vermektedir. Buna göre bir eylemin yapılıp
yapılmamasında aklın belirleyici olarak işe karışması insanî eylemin temel
belirtisi olmaktadır. İbn Bâcce hazzın nihaî gaye olamayacağını özellikle
belirterek bu konuda Gazzâli’nin kişiliğinde mistik düşünceyi eleştirir. İbn
Bâcce, siyaset felsefesiyle ilgili en önemli eseri olan
Tedbîrü'l-mütevahhid’dir. Kendi hayat tecrübesini şu soru üzerine
temellendirir: Elverişli olmayan bir ortamda yaşamak zorunda kalan erdemli
bir insan yahut filozof nasıl bir hayat tarzı seçmelidir ki mutlu olabilsin?
İbn Bâcce, erdemli toplumda
siyasî ve içtimaî düzenin temel dinamiğini sevgide bulur ve böyle bir toplumun
doktorlarla yargıçlara ihtiyaç duymayacağını vurgular. Erdemsiz toplum ise
kötülüğün belirtileri olarak, 14 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
kararsızlığın,
çokluk ve çeşitliliğin hüküm sürdüğü toplumdur. Sevgiyi esas almayan bu tür
toplumların en temel belirtileri tıp ve yargı kurumlarına ihtiyaç duymalarıdır.
İbn Bâcce, bozuk yönetimlerdeki erdemli insanları ifade etmek üzere
"mütevahhid" terimini de kullanmaktadır. Mütevahhid (yalnız insan)
kavramı, maddî olana sırt çevirip manevîliğe yönelen ve içinde bulunduğu toplum
tarafından dışlanan, fakat gerçeği temsil eden bir düşüncenin zorunlu yalnızlığını
ifade eder. İbn Bâcce'ye göre erdemsiz toplum insanın metafizik boyutunu hesaba
katmadığından iyi bir insan için gayri tabiidir. İbn Bâcce yalnız yaşamayı
ideal bir hayat tarzı olarak kabul etmez, yalnızlığı bir ara tedbir olarak
değerlendirir. 10.2. İbn Tufeyl Ebû Bekr Muhammed b. Abdilmelik b.
Muhammed b. Muhammed b. Tufeyl el-Kaysî Endülüslü filozof ve hekim. 10.2.1.
Hayatı Gırnata'nın (Granada) Vâdîâş kasabasında dünyaya geldi. Latin
dünyasında Ebû Bekir künyesinden dolayı Albubacer şeklinde tanınır. İbn Tufeyl
İslâm tıp literatüründe kendi türünün en uzun manzum eserini (urcûze) kaleme
almıştır. 10.2.2. Eserleri. 1. Hay b. Yakzân. İbn Tufeyl'in sistemini
oluşturan ana fikirlerin yer aldığı en önemli eseridir. 2. Urcûze fi't-tıb.
Arap şiirindeki recez vezniyle yazılmış bir tıp kitabıdır. 3. Koşîde. Muvahhidî
Sultanı Ebu Ya’kub Yûsuf’un Araplar'ı cihada teşvik etmek amacıyla filozoftan
yazmasını istediği manzumedir. 10.2.3.Felsefe Anlayışı. İbn Tufeyl'in
felsefe tasavvuru meşriki hikmet kavramı etrafında şekillenmiştir. İbn Tufeyl
Meselâ Fârâbî, ruhun ölümsüzlüğü cahil ruhların ölümden sonra varlığını
ebediyen sürdüreceğini ileri sürerken kendiside yalnızca yetkin ve erdemli
ruhların baki kalacağını, diğerlerinin yok olup gideceğini iddia etmiştir. İbn Tufeyl'in
Fârâbî'ye yönelttiği bir başka eleştiri de nübüvvet hakkındadır. İbn Tufeyl
arifin arınma yoluyla aydınlamasını Hakk'a giderek yaklaşmasını, Hakk'ı
görmekten gerçekleşmesini anlatmaktadır. Nazarî düşüncenin zevk ve huzur
ashabının bütün boyutlarıyla ifade edilmesi imkânsız olan ruhî tecrübelerin
bütünüdür. İbn Bâcce filozof, selefini Endülüs düşünce geleneğinin ilk
gerçek filozofu olarak anmakta, bu büyük filozofun sistemini tamamlamaya
fırsat bulamamasından üzüntü duymaktadır. 10.2.4. Bilgi Teorisi.
İbn Tufeyl'in epistemolojisinde
bilginin imkânı insan ve tabiat ilişkisinden hareketle temellendirilmiştir.
İnsanın bilgi imkânı ve yeteneklerine gelince ondaki idrakin ilkesi nefistir.
Duyular, gözlem ve deneyle akıl, Hayy'in 15 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
teorik
gelişiminde vazgeçilmez rolleri olan bilgi vasıtalarıdır. Duyularla algılanan
varlık ve olguların süreklilik arz eden özellikleri gözlem ve deney yoluyla
adım adım keşfedilir. Yedi yaşına kadar süren ilk aşama bedensel ve psikolojik
gelişimin başlangıç safhasıdır. Yedi-yirmi bir yaş arası, pratik ihtiyaç
araçlarının imal edildiği çağdır. Merak döneminin başladığı yirmi bir yaşla
birlikte insan ruhu varlık ve oluşun sırlarını keşfe yönelir. İnsanın bilme ve
yapma kapasitelerini gözlem ve deney, fıtratta var olan akıl yürütme
kapasitesini harekete geçirmekte, dolayısıyla bilginin oluşumu için akıl da
devreye sokulmaktadır. Deney ve akıl, fizik âlemden metafiziğe teorik geçişler
yaparak konusunu kavrarken tasavvufi tecrübeye de imkân hazırlar. Şu halde
araştırmacıya meşriki hikmetin epistemolojik amacına götüren yolu deney ve akıl
aralamaktadır. 10.2.5.Tabiat Felsefesi. İbn Tufeyl bitkiler için
"nebatî nefis", hayvanlar için "hayvânî nefis" denilen bu
suretler, düşünme ve bilmenin ilkesi sayılan zat olarak insanı diğer
canlılardan ayırır. Oluş ve bozuluşa mâruz kalmamakla birlikte gökcisimleri de
gözlenebilen yönleriyle cismanî nitelikler arz eder. Onların unsur yapısı
dünyadakilere göre daha parlak, şeffaf, bozulmaz ve saftır. Nebatî, hayvani ve
insanî seviyede canlılığın ilkesi olan nefis, aynı zamanda canlılar âleminin
organik birliğini de sağlayan ilkedir. İbn Tufeyl göre dört unsur seviyesinde
madde tek bir suretle birleştiği için unsurlar en basit cisimleri oluşturur.
Nefsi en yüksek seviyede kabul eden organik cisim insana ait olanıdır. 10.2.6.
Metafizik. Hay, evreni "bir tek şahıs gibi" tam bir organik
bütünlük olarak kavradığında onun hür yapıp yaratana muhtaç olduğunun da
farkına varmıştır. Filozof, âlemin kadim yahut hadis olduğu felsefî anlayışa
uyarak âlemin zaman bakımından değil zat bakımından Allah'tan sonra olduğunu
ifade etmektedir. İbn Tufeyl'e göre âlemin ister hadis isterse kadim olduğu
kabul edilsin her iki durum da zorunlu olarak Tanı'nın varlığı fikrine
götürmektedir. Sonuç olarak bütün varlıklar Tanrı'nın varlığına muhtaç olup
Tanrı onların illetidir. Hâlbuki Tanrı öteki varlıklara muhtaç olmadığı gibi
varlığının bir sebebi de yoktur. Âlemin varlığa gelişini, İbn Tufeyl Fârâbî'nin
ortaya attığı feyiz yahut sudur teorisinin terimleriyle açıklama eğilimindedir.
Kısaca topyekûn âlem, Tanrı'nın zaman dışı varlık verme fiiliyle mevcudiyet
kazanmış Ay feleğinin altında oluş ve bozuluş âlemi yer aldığı için son kozmik
akıl bazı özelliklere sahiptir. İbn Tufeyl, feyiz teorisiyle gerçek varlığın
Tanrı olduğunu ve kozmik var oluşun O'nun zatının tecellilerinden ibaret
bulunduğunu ileri sürmektedir. İbn Tufeyl'e göre cismanî olmayan cevherleri
kavrayabildiğine göre insandaki nâtık nefsin de manevî bir cevher olması
gerekir. Metafizik bir cevher olarak insan nefsinin aslı faal akıldır. Gayri
cismanî bir cevher oluşu sebebiyle insan nefsi bozuluşa uğramaz, beden ise
ölümle birlikte dağılıp çözülecektir.
İnsan Tanrı'nın varlığını idrak
ile yetkin hale gelip manevî bir cevher olarak ontolojik realitesini kazanınca
ölümsüzlüğü hak eder. Tanrı'yı tanıdığı halde O'ndan yüz çevirip tutkularının
esiri olan nefisler Tanrı'yı 16 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
müşahededen
mahrum kalacak. Tanrı'yı tanıyıp O'ndan yüz çevirmeyen nefislerin meâdı ise
O'nu müşahede etmekten doğan sonsuz haz ve sevinçlerin idraki şeklinde
olacaktır. 10.2.7. Din Felsefesi Vahye dayalı sahih din bir yönüyle
bireysel aydınlanmaya, diğer yönüyle toplumsal kurtuluşa imkân veren nebevî bir
öğretidir. Filozofa göre din, bütün bir ontolojik somut benzetmeler halinde
ifade eden bir dil kullanmakta ve böylece geniş kitlelere hitap etmesi mümkün
olmaktadır. İbn Tufeyl, toplumsal var oluş biçiminin dinin söylem ve
sınırlarını belirlediği inancındadır. Hay, bütün insanların kendisi gibi üstün
fıtrat sahibi olduğunu sanmasıdır. Kitle, çoğunluk itibariyle noksan fıtratlı
ve dünyevî alâkalan yoğun insanlardan oluşur. Bu sebeple İbn Tufeyl, kitle için
iyi olanın dinin zahirî kurallarına riayet edip bidatlerden yüz çevirmek, ilk
nesillerin yolunu takip etmek, olduğu düşüncesindedir. Yetkin yaratılışlı
insanların kaderi ise gerçek bir metafiziği tecrübe etmek için toplumsallıktan
uzaklaşmaktır. 10.2.8. Etkileri. İbn Tufeyl'in İslâm Ortaçağı'ndaki
doğrudan etkisi İbnü'n-Nefîs'in er-Risâletü'I-kâmiliyye li's-sîreti'n-nebeviyye
adlı eserinde görülmektedir. Bu eserin temel kurgusu Hay b. Yakzân'dan
alınmadır; ancak hikâyenin kahramanı olan Kâmil, adadaki kendi kendine öğrenme
sürecinde yalnızca bir filozof olmakla kalmaz, bir din âlimi de olur. İbn Rüşd
gibi İbn Tufeyl'in de asıl önemli etkisi Batı düşüncesine olmuştur. 11 HAFTA
İBN RÜŞD ve İBN HALDUN 11.1. İbn Rüşd Ebü'l-Velîd Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed el-Kurtubî, fakih, hekim ve Meşşâî okulunun son temsilcisi olan
filozoftur. İslâm âleminde "şârih", Latin dünyasında
"commentator" unvanıyla tanınmıştır. 11.1.1. Hayatı Seçkin bir
ailenin çocuğu olarak Kurtuba'da doğdu. Kendisi gibi babası ve dedesi de
Kurtuba'da kadılık yapmışlardı. İbn Rüşd İşbîliye ve Kurtuba gibi dönemin ilim
ve kültür merkezlerinde kadılık yapmış 11.1.2. Eserleri 17 İSLAM
FELSEFESİ 2013-2014
- Bidâyetü'l-müctehid ve nihayetü'l-muktesıd. İbn Rüşd‟ün felsefi analiz kabiliyetini fıkıh alanında
sergilemiş olduğu bir eseridir. Antik Yunan filozoflarının siyaset ahlâkı
konusundaki görüşlerini yakından bilen İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid'in sonunda
uygulama alanına sokmak amacıyla şeriat kurallarını bir etiğe bağlamaya
çalışır. Fakihlerin ha-reket noktalarını ve görüşlerini takdim ederken
olabildiğince objektif bir tavır sergilemiş, Maliki mezhebine mensup olmasına
rağmen bu mezhebin görüşlerini aktarırken kendini dışarıda tutarak
"Mâlikîler'e göre" ifadesini kullanmıştır. - Faslul-makâl fî-ma
beyne'ş-şer’ia ve'l-hikme mine'l-ittisâl. İbn Rüşd'ün vahiy ile aklın,
dinle felsefenin uzlaştırılması ve te'vil konularında kaleme aldığı eseridir. -ed-Damîme.
-el-Keşf an menâhici'l-edille. -Tehâfütü Tehâfüti'l-felâsife. Gazzâlî'nin
Tehâfütü'l-Felâsife'sine reddiye olarak kaleme aldığı eseridir. -Mantıkla
ilgili eserleri: Kitâbü'l-Makülât, Kitâbü'l-İbare, Kitâbü'l-Kıyâs,
Kitâbü'l-Cedel, Kitâbü's-Safsata, Kitâbü'l-Hatabe ve Kitâbü'ş- Şiir şerh
yazdığı diğer eserlerdir.
-Fizikle ilgili eserleri: - Kitabü's-Semâ vet-tabiî, -Kitâbü's-Semâ ve'l-'âlem,
-Ki-tâbü'l-Kevn ve'l-fesâd, -Kitâb'l-Âşâri'l Ulviyye,
-et-Tabîiyyâtü's-suğrâ,
-Kitâbü'n-Nefs,
-Kitâbü'l-Hayevân.
Ayrıca fiziğe dair telif olarak
Makale fi'l-büzûr ve'z-zer‟i yazmıştır. -Metafizikle ilgili eserleri: 11.2.
Felsefesi Eş'ariler'in bulunduğu bir mekan ve zamanda yaşayan Şarih-i
Aristo olarak anılan, Endülüslü Ortaçağın en büyük filozofu kabul edilen İbn
Rüşd'ün felsefenin gerekliliğini savunmasından ve felsefenin meşruiyet
temellerini kurmaya çalışmasından daha tabii bir şey olamazdı. 11.2.1.
Din-Felsefe İlişkisi Felsefeyi başka bir boyuttan savunduğu, felsefi olarak
nitelendireceğimiz Tehafut-üt Tehafüt'ü yazar. Buna ek olarak din ve felsefenin
her biri adına belirlemiş olduğu alan ve sınırları aşmayarak ayetlerin iç
bütünselliğine dikkat çektiği Keşf an-Menahicil-Edille adlı kitabını yazar. 18
İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
İbn
Rüşd din-felsefe ilişkilerini ele aldığı Fasl'ul-Makal'e din karşısında felsefenin
meşruiyetini ve gerekliliğini sorgulamakla başlar. Filozofumuz felsefeyi şöyle
tarif eder; "Var olanlara bakmak ve varlıkların Sani', Tanrı’ya delaleti
bakımından onları değerlendirmektir". Yani felsefe bütün varlığı Allah'ın
varlığına hikmet ve kudretine delil teşkil etmesi bakımından inceleyen ve
yorumlayan bir ilimdir. İbn Rüşd'ün felsefi varlık âlemindeki sebepler ve
sonuçlar arasındaki hikmetleri kavrayarak, Allah'ın varlığını kavramakla
gerçekleşmektedir. İnsanın varlık hakkındaki bilgi ve kavrayışı Allah
hakkındaki bilgisinin fazlalığını ve imanının kuvvetliliğini doğru orantılı
olarak etkilemektedir. Zira ona göre itibar; varlık âlemindeki sebep-sonuç
ilişkilerini ve hikmetlerini kavrayıp bunların ilk sebep olan yaratıcıyla
ilişkilerini kurmak, böylece de bilinenden bilinmeyeni çıkarmaktır.
Felsefenin, diğer bir ifadeyle
aklımızın varlık hakkında bilgiye ulaşmasının ve bilinenden bilinmeyeni
çıkarmanın metodu ve aleti kıyas olduğuna göre kıyası, kıyas türlerini,
bilmemiz gerekir. Bunlar: 1.Burhana dayalı kıyas, 2.Cedele dayalı kıyas,
3.Hitabete dayalı kıyas ve
4.Mugalâtaya dayalı kıyastır.
Filozofumuz felsefe ile fıkıh arasında var olan benzerlikleri tespit ederek
öbür tarafta felsefe aleyhinde cevaplanması gereken bir takım iddialar
bulunmaktadır. 1.) Felsefe ve mantığın asrısaadette olmadığı için gereksiz
olduğu ve kullanılmaması gerektiği iddiasını geçersiz bulur. İbn Rüşd‟e göre felsefe,
bilim ve mantık çalışmaları tüm insanlığın bilgi ve tecrübe birikimleriyle
geliştirilmiş bir kazanımdır. Filozofumuz, Gazzali'nin filozofları küfürle
ithamını bu süreklilik zincirini koparmaya yönelik bir tehdit olarak
algılamaktadır. 2.) İnsanların; a) yaratılış, itibariyle felsefe için gerekli
olan zekâ düzeyine sahip olamadıkları; b) düşünce alışkanlıklarına ve
metodolojisine sahip olamadıkları; c) felsefe öğretim ve eğitim imkânlarına
sahip olamadıkları ve d) objektiflik için gerekli ahlaki olgunluğa sahip
olmadıkları ve söz konusu olumsuz arızi durumların sadece, felsefeye özgü
olmayıp diğer bütün ilimler içinde geçerli olduğu unutulmamalıdır. 3.) İbn Rüşd
"filozoflar felsefe yaparken yorumlarında Müslümanların manevi otoritesini
ve siyasi birliğini sembolize eden icmayı aşmaktadırlar" iddiasını da
cevaplamaya çalışmıştır. İbn Rüşd, bu bağlamda filozofların yaptıkları
yorumlarda icmayı aşmadıkları kanaatindedir. Din ile felsefe, hakikatleri
insanlara öğretmek bakımından gaye birliği içerisindedirler, onlar
birbirinin sütkardeşidir.
Aynı şekilde felsefede fıtraten
zeki, şeri adalet ve fazilete sahip insanlara gerçekleri öğretmeye
çalışmaktadır. Fıtraten zeki olan insanlar sınırlı sayıda olduğundan, din bütün
insanlara hitap ederken felsefe belirli sayıda insana hitap etmektedir. 19
İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
Filozofumuz,
hakkında dinin hiç bir şey söylemediği, fıkıhta “meskûtun anh” olarak kabul
edilen alanlarda, din-felsefe ilişkileri bakımından hiçbir sıkıntının
olmadığını ifade etmektedir. Bu alan fıkıhta olduğu gibi burhan ehlinin içtihat
mesafesi içindedir. Sıkıntı, din ile felsefenin ortak beyanlarda bulunduğu
alanlarda ortaya çıkmaktadır. Filozofumuz burhani metodla elde edilen
bilgilerin Kur'an'ın verileriyle uyuşacağı kanaatindedir. 11.2.2.Psikoloji ...akıl
varlıkları sebepleriyle kavramaktan başka bir şey değildir. O halde sebepleri
reddeden kimse aklı reddetmiş olur. Bunu reddetmek, bilgiyi geçersiz kılmak ve
reddetmek demektir..., diyen filozofun, insan aklı hakkındaki spekülasyonları
da yine bu ilkeye dayanır. Psikoloji ile mantık, müfekkire yetileri ve akıl
gibi idrak güçlerinin; mantığın beş sanatında ve akıl yürütme fiillerindeki
rolleri sebebiyle kurulur. Amelî akıl, müfekkire ve isteme güçleri ahlâk
alanının ortaya çıkışında önem kazanırken, ittisâl doktrini ise ahlâkın gayesi
olan mutluluk kavramı sebebiyle önem kazanır. 11.2.3.Nefs İbn Rüşd nefsin
cevherini, üstadı Aristo gibi tabiî cismin ilk yetkinliği ve fiili şeklinde
tanımlayarak, canlı ile cansız varlık arasındaki temel ayırımı ortaya koyar.
Canlılar âleminde madde-sûret ayırımına denk düşen şey nefs-beden ayrımıdır.
Nefsin muharrik, gaye ve suret anlamında olmak üzere üç anlamda da bedenin
sebebi olduğunu belirtir. Endülüslü filozofumuz, insanı sadece nefs ile izah
etmekten ziyade, onu nefs ve bedeninin toplamı şeklinde tasarlar. Filozof,
canlılığın ilk güçleri olan beslenme, büyüme ve üremeyle, nefs sahibi varlığın
canlılığını ve neslinin devamının imkânını açıklar. Başka bir bakış açısından,
bilgi oluşum sürecinin beş duyuda başladığı da ifade edilebilir. Ortak duyunun
yargıları müfekkire gücünün yargılarından farklıdır. Mütehayyile gücü temelde
oluş ve bozuluşa tâbi suretlerden olsa da, ontolojik bakımdan ortak duyudan üst
bir sureti ve varlık kademesini temsil eder. Doğası gereği hayvanlara
kendilerine zararlı ve faydalı şeylerin hayali suretleri verildiğinden dolayı,
onlar tahayyül gücü sayesinde duyu objesi olmadan da, faydalı şeylere
ulaşabilir ve zararlı şeylerden de uzaklaşabilirler. İnsan için mütehayyile
gücünün var oluşunun gaye sebebi ise, insanın düşünen bir varlık olması
bakımından, onu harekete geçirmenin yanında, onun insanî yetkinliğine
ulaşmasına katkıda bulunmaktır. Müfekkire gücüyle beraber bilginin oluşum
sürecinde tamamen farklı bir noktaya, hatta bir anlamda ilk olarak insanî
bilgiye ulaşılır. Hafıza gücüyle beraber bu yeti; ferdî bilinç, ahlâkî
davranış, estetik değerlendirme ve her türlü şahsî yargıdan sorumludur. Yani
müfekkire, hafıza gücüyle yardımlaşarak, insanın sosyal, siyasal, ahlâki ve
dinî alanını oluşturur. Dinin öğretilerinin ete kemiğe bürünmesi ve insan
davranışlarına ahlâkî anlamların yüklenmesi bu güçle mümkündür.
Bilginin oluşumunun önemli bir
kademesi olan hafıza gücündeki süreç, dış dünya ile bağlantılı olarak
gerçekleşir. Hafıza, mütehayyile ve müfekkire güçleriyle yardımlaşarak, sadece
daha önce idrak olunup unutulan objeleri 20 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
hatırlamakla
yetinmez, daha önce hiç idrak edilmemiş şeyleri de zihinde canlandırabilir.
İnsan zihni benzer nesne ve olaylar arasında ilişki kurma ve mukayeselerde
bulunma hususunda öncelikle hafızaya muhtaçtır. En mükemmel cüzi bilgi hafızada
oluşur. Bu tür idrak anlarında ortak duyu, mütehayyile ve hafıza güçleri
beraber çalışırlar. İlâhî idrak yoluyla gelen anlamın karşılığı, hafıza gücünün
yardımıyla tespit edilir. Hafıza, bireye ait olan bütün algılamaların,
öğretilerin, yargıların ve değerlendirmelerin deposu olması sebebiyle, ferdî
kimliğin oluşumunda vazgeçilmez bir rol oynar. Müfekkire gücü hayal olunan
suretleri idrak etmekte, birbirlerine kıyaslamakta ve en iyi ve en üstün olanı
belirlemektedir. İbn Rüşd, insan bireyinin hareketinde etkili olan ilkenin;
küllîlerle genel yasaları kavrayan akıldan ziyade, müfekkire olduğunu ve onun
bireysel özelliklerde etkili olduğunu belirtir. İnsan hareketinin ilk başlangıç
noktası dış dünyadaki objelerdir. Mütehayyile gücü ve müfekkire gücü, öncelikle
arzunun konusu olacak objeyi idrak ederler. Filozofumuz, müfekkirenin, istek
gücünün katılımıyla insanı harekete geçirişini irade ve ihtiyar olarak
isimlendirir. Sadece tahayyülün istek gücünün katılımıyla canlıyı harekete
geçirişini ise şehvet olarak isimlendirir. 11.2.4. Bilgi Değeri Bakımından
Rüya İbn Rüşd Geçmişe, şimdiki zamana ve geleceğe ait olayların bilgisini
rüyalarda elde edebileceğimiz kanaatindedir. Nazarî bilimlerde ise rüyalarda bu
tür bilgiye ulaşmanın son derece uzak ve zor olduğunu bildirir. 11.2.5. Akıl
Külli idrakten sorumlu olan akıl söz konusu olduğunda, İbn Rüşd‟ün,
heyûlânî aklın tabiatı hariç diğer konulardaki kanaatleri pek farklılık arz
etmez. El-Muhtasar fi’n-Nefs, heyûlânî aklın mahiyetini keşf etmek kaygısıyla,
ilk önce akli suretleri analiz eder. Oluş ve bozuluşa tâbi olmaları hasebiyle
makullerin bir istidatta var olabilecekleri sonucuna varır. Sadece insanda
bulunan bu heyûlânî akıl, aynı zamanda ayrık (mufarık) bir cevherle de ittisâl
halinde bulunur. Şerhü’l-kebir li Kitâbi’n-Nefs’te ise, heyûlânî akıl konusu
daha da merkezi bir noktaya taşınır. Heyûlânî aklın ezeli boyutunu sergilemekle
ve ezeli-ayrık bir ilke olan faal aklın, insanda külli bilginin oluşumundaki
rolünü vurgulamakla ise, bilginin objektif boyutunu teminat altına almaya
çalışır. Modern yaklaşımların tersine, bilgi temelde insanın üretişinden,
kurgulayışından ziyade bir tür keşif faaliyeti olarak kabul edilir. Duyular ve
ekletmedeki ferdî şuurla ilgili açıklamaları, sadece Hâss ve’l-Mahsus‟un hafıza
gücünü işlediği yerde bulabiliriz. O, burada kısaca depolanan hayali suretlerin
ferdî şuûrun ve onu oluşturan ferdî tecrübelerle olan ilişkisine değinir. 11.3.İbn
Haldun Batı İslam dünyasının yetiştirdiği meşhur tarihçi, sosyolog,
filozof, siyaset ve devlet adamıdır. 11.3.1.Hayatı
Tunus’ta doğdu. İbn Haldun iyi
bir eğitim görmüş, ancak siyasetin cazibesinden de kurtulamamıştır. Devletin en
üst kademelerinde bulunma hırsı takibata uğramasına, sürgün ve hapsedilmesine
sebep olmuştur. 21 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
Makrîzi‟nin
de dediği gibi faziletine, asaletine ve şerefine rağmen İbn Haldun'un düşmanı,
çekemeyeni ve muhalifleri hiçbir zaman eksik olmamıştır. 11.3.2. Eserleri.
1.Şifâ'ü's-sâil: 2.Kitâbü'l-'İber ve dîvânü'l-mübtede' ve'1-haber fî
eyyâmi'l-'Arab ve'- ‘acem ve’l-Berber ve men-âsarahüm min zevi’ssultâni’lekber.
İbn Haldun, güttüğü amaç ve buna ulaşmak için izlediği yöntem hakkında da
sağlıklı bilgiler verir. İbn Haldun’a haklı bir şöhret kazandıran İslâm ve
hatta dünya düşünce tarihinin en özgün eserlerinden biri olan Mukaddimeye, bu
adı İbn Haldun vermemiştir. 11.3.3.Ümran Ümran ilmi tarihte olup
bitenleri ve toplumların başına gelenleri ve gelecekte olabilecekleri anlama
hususunda genellemeler yapılabilecek tarzda bir bakış açısı geliştirebilmeyi
kendisine görev edinmektedir. Ümran ilminin amacı, insanları taklitten kurtarıp
daha önce olmuş bitmiş olanla daha sonra olacak olanın anlaşılması konusunda
bir bakış açısı kazandırmaktır. Ümran ilmi bir tür toplum metafiziğidir;
toplumun zatî arazlarını ele alması açısından da bir anlamda ontolojidir. İbn
Haldun ümran ilmini iki ayrı varlık alanını birbirinden ayırır. Birincisi olan
"unsurlar âlemi" ikinci varlık alanı olan "havadis âlemi".
Havadis âlemi doğrudan insana bağlı ve bağımlıdır. İkinci varlık alanının ise
insanın var oluşu gereği toplumun zorunlu bir neticesi olarak ortaya çıkması,
yani insana ait olmasıdır. Ancak ümran kalıcı değildir; halden hale geçer. Bir
insan başarısı olan ümran âlemin bir tür yeniden inşası, hatta yeni bir âlemin
inşasıdır, âdeta "yeni bir yaratmadır. Ümranın ahvalinin değişmesiyle
tarihî-toplumsal varlık da değişime uğrar. Tarihî-toplumsal varlık alanını
unsurlar âleminden ayıran önemli bir özellik onun itibarî bir varlık alanı
oluşudur. Bu varlık alanının asabiyet, mülk, güç gibi temel unsurları
vardır. İbn Haldun'a göre her şey ve oluş bir amaca yöneliktir. İnsan varlık
şartları açısından toplumsallığa, toplumsallık asabiyete, asabiyet de mülke
matuf olarak var olur. Baki olan sadece Allah'tır. İbn Haldun'da görülen toplum
metafiziği bu oluş-yok oluşun sabit ve genel geçer kurallarını, kendi
ifadesiyle "sünnetullah fî halktır veya "âdetullah"ı tesbit etme
gayretinin adıdır. 12 HAFTA İBN HALDUN 12.1. İBN HALDUN DÜŞÜNCESİ
12.1.1. Tarih 22 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
Onun
gözünde tarih ilmi, sadece olayların kaydedilip aktarılmasından ve rivayet
edilmesinden ibaret olmayıp, artık teorik ve kavramsal bir çalışmaya
dönüşmüştür. İbn Haldun‟a göre tarih, sadece geçmiş zaman içerisinde olan
olayların dış görünüşleriyle tasvir edip anlatmak olmamalıdır. İşte bunun için
tarih asil ve hikmette soylu bir ilimdir. İbn Haldun „iber tarihi olaylardan
onların tabiatlarına ve sebeplerine doğru bir düşünce yolculuğu olmaktadır. İbn
Haldun‟a göre “Ümranın bir takım tabiatları vardır. Haberlerin buna uygun olup
olmadığı araştırılıp ayırt edilmelidir.” İbn Haldun böylece tarih anlayışını
eleştirirken, ümran dediği ilimle yeni bir bakış açısı getirmektedir. Yeni
tarih anlayışı ve buna bağlı olarak ümran ilmi rivayet aktarımı olmaktan ziyade
aklî, hikemi yani felsefi bir disiplin olarak kurulmaktadır. Toplumun değişim
doğasının bulunduğu ve bu değişim hallerinin bedevi-medeni, asabiyet, mülk,
ümran gibi teorik kavramlar etrafında açıklanabileceği iddiası
sergilenmektedir. 12.2.1. Toplumu Temellendirişi İbn Haldun toplumun
ortaya çıkışını iki ana noktadan yola çıkarak açıklar. Birincisi Aristocu
köklere sahip olup “insanın doğası gereği dayanışmaya ve paylaşmaya açık
olduğu” kabul ve önermesine dayanmaktadır. İkinci açıklaması ise insanların
hayvani bir yönünün bulunduğunu ve birbirlerine zarar verdiklerini, bundan
dolayı da bir otoriteye ihtiyaç duyduklarını belirtir. Bu durum ise toplumsal
yaşamayı zorunlu hale getirmektedir. İnsanın toplumsal bir varlık oluşu İbn
Haldun'un düşüncesinin hareket noktasını teşkil eder. İnsan ancak bir toplum
içerisinde ve toplumsal olarak var olur. İnsan bir taraftan beslenmek ve
korunmak bir taraftan da hayatiyetini sürdürebilmek için ancak bir toplum
içerisinde ve dayanışma saye sinde karşılanabilir. Dolayısıyla insanın var
oluşu toplumun varlığına bağlıdır. İbn Haldun'un tespit ettiği varlık alanı
olan "âlemü'l-havâdis" insanların tek tek iradeleriyle planlayarak
oluşturdukları bir âlem değildir. Bu âlem, unsurlar âleminde olduğu gibi bir
toplum içinde mevcut olan insanla birlikte zorunlu olarak ortaya çıkmaktadır.
Ona göre bütün süreçlerin çift yönü vardır. Bunların insanlardan, zaman ve
mekândan bağımsız sadece bazı ön şartların gerçekleşmesiyle zorunlu biçimde
oluşması asıl önemli olan tarafıdır. İkinci yön ise ön şartlarla ilgili olmakla
birlikte bu ön şartların bu şartlarda yaşayan insanlar tarafından algılanmasına
bağlıdır. İbn Haldun, olup biteni incelerken tarihin toplumsallığın bir
gerçekleşme sürecinden ibaret olduğunu fark etmiştir. 12.2.2. Toplum. İbn
Haldun, toplumsal hayat şekilleri ayırımı yaparken esas aldığı husus insanların
geçimlerini sağlama tarzlarıdır. Bu iki temel kategori göçebelik (bedâvet) ve
yerleşikliktir (hadâret). 12.2.3. Bedevîlik ve Hadarîlik Birlikte
yaşamanın esas sebebi hayatı devam ettirmek için yardımlaşmadır. İnsanlar
birbirleriyle yardımlaşırken zaruri ihtiyaçlarını temine öncelik verirler. Bu
alternatiflerin en başta gelenleri yeme içme, barınma ve korunmadır.
Bedevîlik, esasen fizikî
çevrenin verdiği imkânlar üzerinde insanın herhangi bir işlem yapmadan, onunla
yetinmesine dayanan bir hayat tarzıdır. Fizikî çevrede insanın müdahalesi
olmaksızın hayvanlarla onlardan elde edilen yiyecek, giyecek ve diğer
eşyalardır. Göçebelik, insanın mahlûkat üzerinde onu değiştiren bir tasarrufta
bulunmadan ondan istifade etmesi, yaşaması için zorunlu olan ihtiyaçlarını
sağlayarak hayatını sürdürmesidir. Bundan dolayı göçebe vermeden almayı
hayatının esas ilkesi haline getirmiştir. Bu anlamda göçebelik insanların 23
İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
birlikte
yaşama biçimlerinin ilk ve öncelikli şeklidir. Hayvancılıkla uğraşan göçebeler
sadece kendi ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmaz, hayvanların da
ihtiyaçlarını temin için gayret sarf etmek zorunda kalırlar. Göçebeliğin en
belirgin özelliği zor şartlarda hayatı sürdürme mücadelesi verilmesidir.
Göçebelikle hayat mücadelesi çift yönlü olarak gerçekleşir: -Yiyecek ve içecek
temini, -Düşmanlardan korunma. Kısaca bedevîlik, zorunlu olarak bir toplumsal
hayatı gerektirdiği gibi toplumsal hayat da zorunlu biçimde bir dayanışmayı
(asabiyet) gerektirir. İbn Haldun “bedevi” ile “nadan” arasını tefrik etmek
için “zarurî”, “hâcî” ve “kemali” kavramlarını kullanır. Zarurî hayatta
kalabilmek için gereken yiyecek, giyecek ve meskenden ibarettir. Hâcî zaruret
arz etmeyen, ancak mevcudiyeti insanı daha da rahat ettirecek, o an için olmasa
bile gelecekte ihtiyaç hissedilebilecek şeylerdir. Kemali ise gelecekteki
ihtiyaçlarını karşılama konusunda belli bir noktaya gelmiş olan insanların
estetik ve başka kaygılarla geliştirdiği hususlardır. Bedevîler zaruri olanla
yetinmek zorundadır. Hâcî ve kemalî ile sadece hadarîler ilgilenebilir. İbn
Haldun'a göre bedeviler hayat şartları gereği cesur ve hemen bütün işlerini
kendileri gören insanlardır. Buna karşılık yerleşik hayata alışmış olan kişiler
sadece bir konuda uzmanlaşmışlardır. İnsan hayatında asıl olan zaruri
ihtiyaçların teminidir; bu da göçebelikle sağlanır. Bundan dolayı göçebelik
insanların hayat tarzları arasında öncü ve önceliklidir. İbn Haldun'a göre
insan tabiatı iyilik ve kötülüğe meyyaldir. Bir insanın başka bir insana
düşmanlıkta bulunması ve ona zulmetmesi onun karakterinin bir parçasıdır.
Devletin uygulayabileceği zulümlerin nasıl kontrol altına alınabileceği konusu
İbn Haldun‟un ilgi alanına girmemiştir. Bedevîler arasındaki düşmanlığı yaşları
ve tecrübeleriyle saygı gören ve sözü dinlenen insanlar engelleyebilir. Göçebe
olarak yaşayan insanlar arasında tabii bir aidiyet ve bağlılık mevcuttur.
Göçebeler arasında mevcut olan dayanışma ruhu (asabiyet) barışla savaş
zamanında ise düşmana karşı ortak savunma yaparak zulümden korur. Nesep tabii
bir şey olmakla birlikte vehmidir. Bu da onun itibarî olması anlamına
gelmektedir. Bedevîleri tarihte bir faktör haline getiren şey, asabiyet ve
asabiyetle ortaya çıkan gücün başkalarına tahakküm etmeye yönelmesidir. Bu
yönelme esnasında toplum henüz bedevîdir; ancak "mülk" e doğru attığı
her adım onu bedevîlikten uzaklaştırır. 12.3.1. Devlet ve Mülk İnsanların
nesep gibi itibari ilişkilere dayanıp oluşturdukları asabiyet onların bir toplum
olarak varlıklarını sürdürmelerinin ön şartıdır. Birincisi insanların yakın
akrabaları ile olan dayanışmalarıdır ki asıl asabiyet budur. İkincisi,
insanların uzun süren bir birlikte yaşama süreci içinde ortaya çıkan ve daha
gevşek olan bir dayanışma tavrıdır. Bu da bir "üst asabiyettir. Bir kabile
içinde iktidarı eline geçirerek güçlenen asabiyet daha fazla güç ve hâkimiyet
talep eder. Bunun neticesinde "devlet" ve "mülk" denilen
toplumsal bir varlık şekli ortaya çıkar. Toplum olarak yaşamak güce dayanır,
güç de hâkimiyeti birlikte getirir. Hâkimiyet gücü arttırır, artan güç daha
fazla hâkimiyet talep eder. Ancak sahip olunan güç zaman içerisinde yok olmak
zorundadır. Mülke ulaşamayan asabiyet ise zaman içerisinde yok olur. 24 İSLAM
FELSEFESİ 2013-2014
İbn
Haldun'a göre mülk zorunlu olarak asabiyetle elde edilir. Asabiyet mülkün
gerekli şartı olmakla birlikte yeterli şartı değildir. Mülkü sağlamak ve
muhafaza etmek için ahlâkî faziletlere de sahip olmak gerekmektedir. İbn
Haldun'un iktidarda zorunlu olarak iki unsur aradığı söylenebilir. Bunlar
asabiyet, diğeri ahlâkî unsur yani "hılâfdir. Bu iki unsur olmadan
iktidarın kalıcılığı ve daha kâmil bir aşaması olan devlet ortaya çıkmaz.
Yönetim asıl olarak asabiyetin elindedir. Asıl tayin edici faktör asabiyet
mensuplarının ahlâkî durumlarıdır. Hayvanî tarafıyla insan şerre, akil ve nâtık
yanıyla hayra daha yakındır. İbn Haldun Zira insanda hayra meyil bulunmasaydı
mülk ve siyaset oluşamazdı. Bu durumda hem asabiyetin hem de ahlâkın gayesi
mülktür denilebilir. Siyaset zorunlu olarak hayrın bir neticesidir; aksi
takdirde varlığını muhafaza edemez. İbn Haldun siyaset ve mülkü halka kefalet,
kullar arasında Allah'ın hükümlerini icra etmek için halifelik olarak görür.
Mülk ve siyaset itibarî bir varlık alanı olduğuna göre varlığını itibara
borçludur. Mülke doğru giden bir toplumun aynı zamanda ahlâkî açıdan güçlü bir
durumda olması zorunludur. İktidar kesinlikle şahısların değil toplumdan bir
grubun üstlenip yürütebileceği bir sorumluluk ve ehliyeti gerektirmektedir.
Aynı şekilde, "Halk hükümdarının dini üzeredir" sözü de halkın
hükümdarına benzemeye çalıştığını anlatır. Bu da hükümdarın kemal sahibi
olduğuna dair inanca dayanır. Devlet fenomeninin ilk defa ortaya çıkması için
bazı ön şartların gerçekleşmesi gerekir. Bunların ortaya çıkmasında fertlerin
herhangi bir rolü bulunmamaktadır. İbn Haldun'a göre devletin gücü ve sınırı
onu kuran asabiyetin gücü ile orantılıdır. Asabiyet gücü tabii bir kuvvettir.
Her devletin dayandığı asabiyetin ulaşabileceği tabii bir sınırı vardır ve
devlet bu sınırı aşamaz. Devletin tabii sınırı, hâkimiyeti altında bulundurduğu
ve savunabileceği son noktalardır. Her türlü varlık gibi mülk de kendi
tabiatında olanı gerçekleştirir. Mülkün tabiatı gereği mülkle birlikte ortaya
çıkan ikinci bir özellik de refahtır. Refaha bağlı olarak mülk sahipleri
arasında bütün alanlarda bir zevk inceliğine yönelme görülür. Artık sadece
sıradan ihtiyaçlarla uğraşılmaz. Mülkün tabiatı arasında rahatlık ve sükûn
arayışı da vardır. Asabiyetin amacı iktidardır. İbn Haldun'a göre mülk,
tabiatının gerektirdiği şeyleri gerçekleştirdiği zaman olgunluk çağına ulaşmış
ve yavaş yavaş yaşlanmaya başlamış demektir. Asabiyet devlete, devlet de
istikrara kavuştuğu zaman varlık sebebini gerçekleştirmiş olur. Refah sayesinde
nüfus ve asabiyette bir artış görüldüğü gibi mevalide ve sanatlarda da bir
artış olur. Fakat imkânlar sınırlı, masraflar ve lüks sınırsızdır. Başlangıçta
devlet ve ümran için bir kuvvet kaynağı olan lüks ve refah onu kemiren ve
sonunu hazırlayan bir süreç haline gelir. Bir devletin kuruluş devri onun
ilk aşamasını ifade eder. Devlet bu aşamada asabiyetin müşterek gayretiyle
ortaya çıkar. Devlet varlığın tacıdır, güç ile iyi ahlâkın bir araya
gelmesidir. Güç ile iyi ahlâkın bir araya gelmesi insanın "halife"
olması ile alâkalıdır. İkinci aşamada asabiyetin elinde olan gücün
şahsîleşmesi süreci başlar. Bu süreç, iktidarın tek bir kişinin veya ailesinin
elinde toplanmasıyla sonuçlanır. Bu iktidarın tabiatı gereğidir. İktidarın
şahsîleşmesi süreci bütün yetkilerin tek elde toplanması anlamına gelir.
Üçüncü aşama, sağlanan siyasî istikrarla birlikte elde edilen
imkânlardan faydalanma dönemidir. Bu aşamada artık hem dış hem iç tehditlere
karşı kendini savunacak olan askerlere ve ülkenin imarına özel itina gösterir.
Siyasî istikrarın esasını ise kâinatta tek hâkim olduğu gibi devlette de
iktidarın tek elde toplanması teşkil eder. 25 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
İbn
Haldun bu hususu varlığın kemale ermesi olarak görür. Ancak varlığın kemale
ermesi aynı zamanda çöküşe ve yok oluşa yönelmesi demektir. Dördüncü aşama, istikrarın
sadece ulaşılması gereken bir durum değil olması gereken ve yegâne doğru olan
durum olarak anlaşılmasıyla alâkalıdır. Beşinci ve son aşama, iktidarı
elinde bulunduranın onu keyfî bir şekilde kullanması aşamasıdır. Bu aşamada
artık iktidar, kendini mümkün kılan dayanaklardan tamamen habersiz, kendisinin
vazgeçilemez ve zorunlu olduğu yanılgısı içerisinde, mevcut durumdan istifade
etmeyi bir ahlâkî ilke haline getirir. Bu durum devletin ihtiyarlık aşamasına
geldiğini gösterir. 12.4.1. Akli İlimler İbn Haldun aklî ilimleri
beşeri ümranın tabii bir durumu olarak ortaya çıktığını belirtir. İlimler
insanın düşünen bir varlık olması sebebiyle meydana gelmektedir. İbn Haldun,
doğuşları ve devamlılıklarının sürdürülebilmesi bakımından ilimleri bir tür
sanat olarak kabul eder. İlimlerin neşet edebilmesi, gelişip ilerleyebilmesi
ise ancak ümranın büyümesi ile mümkündür. Dolayısıyla felsefeyi de içine alacak
şekilde ilimler ancak ümranın tekâmülü ve medeniliğin artmasıyla gelişip
çoğalmaktadır. İnsanın düşünce gücüne sahip olması sebebiyle aklî ilimlere
sahip olmasının son derece doğal olduğunu ve onların bütün insanlar için ortak
olduğunu belirtir. Felsefe ve hikmet olarak isimlendirilen aklî ilimler
evrenseldir 12.4.2. İbn Haldun’un Zamanındaki Felsefi-Aklî İlimleri Tasviri İbn
Haldun felsefi ilimleri dört ana kısma ayırır. (a) İlki akıl yürütme ile
bilinenlerden bilinmeyenleri çıkarırken zihni yanlış yapmaktan koruyan mantık
ilmidir. (b) İbn Haldun aklî ilimlerden ikinci olarak fizik bilimlerini
zikreder. (c) Düşünürümüz üçüncü olarak duyu ötesi manevî hususları inceleyen
disiplini, ilm-i ilâhi, ilahiyat şeklinde isimlendirir. (d) Son olarak andığı
ise nicelikleri kendisine konu edinen matematik ilimlerdir. İbn Haldun
matematik ilimlerini 1-geometri, 2- aritmetik, 3- musıkî 4-astronomi olmak
üzere dört kısma ayrıldığını belirtir. İbn Haldun temel yedi ilmin bunlar
olduğunu belirtir. Haldun‟un gözüyle felsefeye en çok fazla değer veren İslâm
öncesi iki millet İranlılar ve Yunanlılar idi. İbn Haldun‟a göre felsefi
ilimlere olan arzunun oluşmasının sebebi Müslümanların gayri Müslim papaz ve
keşişlerden felsefeye dair işittikleri ile insan düşüncesinin aklî ilimlere
olan doğuştan ilgi ve merakıdır. 12.4.3. Mantık İlmi Umran ilminin
kurucusuna göre mantık ilmi mahiyetleri ortaya koyan tariflerden (hudûd) ve
bunları doğrulamak için ileri sürülen delillerden (hucec), doğru ve geçerli
olanlarının (sahîh) yanlış ve bozuk olanlardan (fâsid) ayrılmasını sağlayan
kanunlardır. İnsan bilgiye ulaşma süreci dış dünyadan beş duyu aracılığıyla
başlar. İbn Haldun yargıda bulunmak bir şeyin hakikatinin bilinmesine bağlı
olduğundan dolayı tasdik asıl kaynağının da tasavvur olduğunu ısrarla belirtir.
İbn Haldun mantık ilmini
Aristo‟nun Organon başlığı altında sekiz bölüm olarak tasnif ettiğini belirtir.
Birincisi zihnin kategorileri olan ve yüksek cinsler olarak adlandırılan
konuları inceleyen Kitâbu‟l-makûlât; ikincisi 26 İSLAM FELSEFESİ
2013-2014
tasdikin
meseleleri hakkındaki Kitâbu‟l-ibâre; üçüncüsü kıyası formu bakımından
inceleyen Kitâbu‟l-kıyas; dördüncüsü kesin bilginin elde edildiği kıyası
inceleyen Kitâbu‟l-burhan; beşincisi hasmı susturmayı amaç edinen
Kitâbu‟l-cedel; altıncısı yanlış akıl yürütme şekillerini öğreterek
kişiyi akıl yürütmede hatadan korumayı amaçlayan Kitâbu‟s-safsata; yedincisi
halkı iknayı hedefleyen Kitâbu‟l-hitabe; ve son olarak benzetme ve temsilin
kullanıldığı Kitâbu‟ş-şiir‟dir. İbn Haldun Müslüman filozoflar kıyası, maddesi
açısından değil genel olarak elde edilen sonuçları açısından ele aldılar.
Kıyasın burhan, cedel, hitabet, şiir ve safsatayı terk ettiler. 12.4.4.
İlahiyat İlmi İlahiyat mutlak varlığı inceleyen bir ilimdir. Öncelikle
mahiyetler birlik, çokluk, zorunluluk, imkân gibi açılardan cisimleri ve ruhani
varlıklarla ilgili genel meseleleri inceler. Bu ilkeler manevidir. Ümran
ilminin kurucusunun bu bölümdeki eleştirileri felsefeleşmiş kelâm üzerine
odaklaşır. Ona göre kelâm ilminin asıl konuları, selef âlimlerinin yaptığı
gibi, vahye dayanan inanç meseleleridir. Bu bağlamda akıl kendisine güvenilecek
bir dayanak olamaz. İbn Haldun‟a göre vahye dayalı idrak, aklî idraklerden daha
kapsamlıdır. Bu bağlamda takınılması gereken tavır, kendi idraklerimizi bir
kenara koyup Yüce Kanun koyucuya güvenmek ve bildirdiklerine teslim olmaktır.
İbn Haldun‟a göre peygamberlik, ittihad, hulul ve vahdet gibi ilim dallarının
idrak yolları birbirinden farklıdır. Tasavvuf delillere dayalı bir ilim dalı
olmaktan en uzak olanıdır. Vicdan ilmi olan tasavvuf, aklî idrakler ve onun
etrafındaki konularla ilgilenmemektedir. 12.5.1. İbn Haldun’un Felsefeye
Yönelttiği Eleştiriler İbn Haldun felsefeye yönelttiği eleştiriler
filozofların bilgi teorisi ile yöntemleri, metafizik, kısmen fizik, mutluluk
konusu nübüvvet ve ölümden sonraki saadet meselesi etrafında odaklanmaktadır.
İbn Haldun Ayrıca insanın bilgisinin büyük oranda duyu idrakleriyle sınırlı
olduğundan, duyu ötesi varlıklar alanında bilgi imkânımızın oldukça sınırlı
olduğunu dikkatli bir şekilde vurgular. İbn Haldun Meşşai filozofları, sadece
akılla yetinip kalmaları bakımından tabiatçı filozoflara benzetir. 12.5.2.
Mantık İlmine Yönelttiği Eleştiriler Filozoflar bilginin kaynağının duyusal
idrakler olduğunu söylemektedirler. Bununla birlikte evrende mevcut bireysel
duyusal nesnelerden duyular vasıtası ile alınan izlenimlerin kendi başlarına
bilgiyi vermediği düşünmektedirler. Onlar insanda, hayvanlarda olduğundan
farklı olarak bir hayal gücü yetisi ve akıl olduğunu ve bilginin asıl konusunun
veya amacının bu külliler olduğunu söylemektedirler. İbn Haldun‟un eleştirileri
bu noktada başlar. Ona göre doğru bilgiye ulaşmada önemli olan birinci
makullerdir. İkinci dereceden makullerin ise dış dünyada karşılıkları yoktur.
İbn Haldun‟un teorik konularla uğraşan âlimlerin siyaset gibi pratik konularda
başarısız olmasını ve sık sık hataya düşmelerini de bu noktaya bağlamaktadır.
İbn Haldun‟a göre mantıkta kullanılan burhanlar kesin bilgiye
ulaştıramamaktadır. Ona göre maddede zihindeki külli sonuçlar ile dış dünyadaki
somut varlıklar arasındaki uyuma engel olacak bir şey olabilir. Dış dünya ile
zihin arasındaki uygunluğun delili aklî burhanlar değil ancak dış duyular
olabilir.
12.5.3. Fizik İlmine
Yönelttiği Eleştiriler 27 İSLAM
FELSEFESİ 2013-2014
İbn
Haldun‟un bu konuda ilk yönelttiği eleştiri şudur: Fizik ilminde cismani
varlıklar hakkında tanım ve kıyaslarla üretilen zihni sonuçlar ile cismani
varlığın dış dünyadaki varlığı arasındaki denklik kesin (yakîni) değildir.
Çünkü fizik ilminde üretilen bu zihni sonuçlar (ahkâm) külli ve genel olmasına
karşılık dış dünyadaki varlıklar ise maddeleriyle beraber bireyseldir. İlk
makullerden soyutlama yoluyla elde edilen ikinci makuller bize kesin bir bilgi
sunamazlar. Çünkü dış dünyadaki varlıklara en uygun ve denk olan makuller olsa
olsa ilk makuller olabilir. İbn Haldun tabiat araştırmaları bağlamında
felsefeye yönelttiği diğer bir eleştiri ise işlevsel olup fizik araştırmalarını
çok değerli bulmamaktadır. İbn Haldun‟un asıl eleştirisi metafizik alanında
yoğunlaşacaktır. İbn Haldun‟un felsefeye yönelttiği eleştirilerden en önemli
kısmı ise Gazali çizgisini takip eder mahiyette ilahiyata yönelmiş durumdadır. 12.5.4.
Metafizik İlmine Yönelttiği Eleştiriler İbn Haldun filozofların duyularla
bilgi elde edemediğimiz âlem hakkında burhanla bilgi sahibi olabilecekleri
iddiasını çok daha nahif bulur. İnsanın duyu organlarıyla idrak olunamayan
varlıklar hakkındaki bilgisi son derece sınırlıdır. Duyu ötesi varlıklarda ise
maddi idrak engellerinden dolayı ruhani varlıkları idrak edememektedir. Bundan
dolayı onlarla ilgili daha üst soyutlamalara aklen ulaşması imkânsızdır. Sonuç
olarak insanın madde ötesi alanla ilgili burhanlara ve kesin sonuçlara ulaşması
mümkün değildir. Metafizik tartışmalarda elimize geçecek sonuç zan olduğuna
göre bu bilimle uğraşmak son derece faydasız ve gereksizdir. Filozoflar ayrıca
ittisâl teorisiyle metafizik alanında elde edilen bilginin en önemli mutluluk
kaynağı ve sebebi olduğunu ısrarla belirtirler. 12.5.5. Mutluluk Konusunda
Filozoflara Yönelttiği Eleştiriler İbn Haldun mutluluk konusunda
filozoflara eleştiriler yöneltir. İbn Haldun için en tehlikeli durum, aklın
vahiy olmaksızın erdemli ve kötü fiilleri belirlemede tek başına yeterli ve
nihai otorite olabileceği iddiasıdır. Şeriat gelmemiş olsa bile, aklın, düşünce
yoluyla yaratılış olarak övülmüş fiillere eğilim ve yerilmiş fiillerden
kaçınacağı ve ahretteki mutluluk ve mutsuzluğun da anlamının bu olduğu önermesi
İbn Haldun‟un şiddetle karşı çıktığı ve hezeyan olarak nitelendirdiği durumdur.
İbn Haldun‟un tespit ettiği ilk mutluluk tanımı şudur: “…Mutluluk ancak söz
konusu burhanlar ile varlıkları olduğu gibi idrak etmektir…” Mantık, yapma bir
alet olup hakikate ulaşma hususunda yeterli ve yetkin değildir. Mutluluğa
ulaştıracak böylesi bir idrakin akıl ve düşünce ile değil, nefis terbiyesiyle
maddi duyular perdesinin kaldırılması ve cismani idraklerin tamamen
unutulmasıyla elde edildiğini belirtir. İbn Haldun‟un filozoflara yönelttiği eleştirilerde
Eflatuncu insan anlayışı merkezi önem taşır. Filozofların “…Akli burhanlar ve
deliller bu tür idrakleri ve onlardan duyulan neşeyi meydana getirir…”
şeklindeki iddialarının geçerli olmadığını yapılması gereken şeyin beynin
güçlerini öldürmek olduğunu söyler. İbn Haldun filozofların faal akılla ittisâl
etmeyi mutluluktan pay alma şeklinde tanımlamalarını da eleştirir. İbn Haldun‟a
göre ise nefsin vasıtasız ve doğrudan idraki ancak maddi idrak perdelerinin
kaldırılmasıyla mümkün olur. İbn Haldun “…bu idrakten kaynaklanan neşe ve
sevinç ahirette vaat edilen mutluluğun kendisidir…” şeklindeki iddialarını da
eleştirir. Açıkçası Ümran ilminin kurucusu dinin tasvir etmiş olduğu ölümden
sonraki mutluluğun aklî mutluluktan çok daha geniş olduğu kanaatindedir.
Kur‟anda sözü edilen mutluluk, felsefi burhanların çıkarabileceği yahut ahlâki
dürüstlük hayatının temin edebileceği her şeyin üstündedir. İbn Haldun‟un
felsefeye bu bölümde yönelttiği eleştiriler ana hatlarıyla böyledir. Felsefe
akıl yürütme ve ispatlamada ilgilenen kişilere bir yetkinlik vermektedir. 28
İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
13 HAFTA İBN HALDUN, İŞRÂKİ FELSEFE, ŞİHABUDDİN SÜHREVERDİ 13.1.1. İbn
Haldun’un Felsefe Tasvirinin Eleştirileri Üzerine Düşünceler İbn Haldun‟un felsefeye yaklaşımında içinde bulunduğu
kültürel ortamın belirleyici olduğunu ihmal etmemiz gerekir. İbn Haldun‟un
kendisi de sadık bir imana sahip Müslüman dır ve nebevi kanunlar mükemmel olup
insanı mutluluğa ulaştırmada tek başlarına yeterlidir. İbn Haldun öncelikle
felsefeyi insanın akla sahip olmasının ve düşünebilme yeteneğinin tabii bir
sonucu olarak görür. Diğer bir ifade ile insanın bedevilikten medeniliğe
geçişinde doğal olarak ortaya çıkmaktadır. İbn Haldun fark edileceği üzere
felsefi ilimleri akli ilimlerin karşılığı olarak kullanır. Kendisinin inşa
etmiş olduğu ümran ilmi ve tarih anlayışı teorik ve akli bir çalışma olup,
tarihi rivayetler rasyonel bir çerçeve içerisinde anlaşılmalıdır. Bu bağlamda
İbn Haldun Kelâm ilmini de eleştirmekte ve toplumun artık ona ihtiyacı bulunmadığını
söylemektedir. İbn Haldun‟un felsefe tasviri ile ilgili ikinci eleştiri noktası
sebeplilik konusudur. İbn Haldun Sebebin sonuç üzerindeki etkisinin her zaman
bilinemediğini belirtir. Alışkanlıklarımız sebep ile sonuç arasındaki etkiyi
göstermekte fakat bu etkinin mahiyeti hakkında bize bir şey öğretmemektedir.
Bundan dolayı da nedenselliğin hakikati ve mahiyetini bilemeyiz. Ona göre
ümranın kendisine has bir doğası bulunup, tarihteki olaylar bu doğanın
belirlediği sebep-sonuç ilişiklerine bağlı olarak gerçekleşmektedir. İbn Haldun
felsefenin bizzat kendisine eleştiri yönelttiği gibi kelâm ve tasavvufun
felsefe ile senteze girip kazandığı yeni formlara da eleştiri yöneltmektedir. 13.1.2.
Tesiri İbn Haldun'un tesiri onun algılanış şekliyle doğrudan ilgilidir. İbn
Haldun'un görüşlerine benzer görüşler Macciavelli'den Norbert Elias ve Ernest
şellner'e, hatta John Searle'e kadar ulaşmaktadır. Meselâ Hegel'in devlet
anlayışı ile İbn Haldun'un mülk anlayışı arasındaki paralellik, vardır. Kant'ın
aklın sınırlarına işaret etmesiyle İbn Haldun'un bu husustaki tavrı arasındaki
benzerlik, vardır. 13.2. İŞRAKİLİK 13.2.1.Şihabuddin Sühreverdi: İşrâk Ekolü
Filozofu Şihabuddin Sühreverdi yılları arasında yaşamış, “Şeyhu‟l-İşrak”
diye meşhur olmuş, İbn Sina sonrası Doğu İslam dünyasının yetiştirdiği önemli
filozoflardan biridir. Lakabı ise, el-Hâkim, el-Maktul, eş-Şehid, el-Halebî
olarak kaydedilmiştir. 29 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
Eserlerinden
işrak felsefesinin sudur anlayışını açıkladığı “Pertevname”yi de Niksar ve
Koylu-Hisar meliki Nasreddin Berkyaruk şah adına kaleme almış ve ona takdim
etmiştir. Şam‟a gitmek üzere Anadolu‟dan ayrılan düşünür Halep‟e ulaştığında
buranın meliki ve aynı zamanda Selahaddin Eyyübi‟nin de oğlu olan Melik Zahir
tarafından sıcak bir ilgi ile karşılanmıştır. Siyasi gelecekleri bakımından
Sühreverdi‟yi bir tehlike olarak gören Halep uleması durumu Selahaddin
Eyyübi‟ye aksettirirler. Ona yazdıkları mektupta, “Oğlun, Batıni fikirler
taşıyan ve halkın itikadını bozan bir kimseyi sarayda nüfuzlu bir yere
getirmiştir” ifadelerine yer vermişlerdir. Selahaddin Eyyubi, oğluna
Sühreverdi‟nin derhal öldürülmesini emrederek isteğini Sühreverdi‟ye aktaran
Melik Zahir‟e Sühreverdi, babasının emrini yerine getirmesini söyler ve ölüm
şeklini zindanda aç bırakılma olarak kendisi seçer. Öldürülme nedeni hakkında
yapılan değerlendirmelerde iki husus ön plana çıkar. Birincisi; Halep
ulemasıyla yaptığı bir münazarada onların yönelttikleri “Allah her şeye kadir
midir?”, “Kadir ise bugün dahi bir peygamber gönderebilir mi?” sorularına
verdiği “Evet, Allah her şeye kadirdir, bugün de bir peygamber göndermeye
muktedirdir” şeklindeki cevabıdır. İkincisi ise, eserlerinde İsmaillilerin
imamet anlayışlarıyla örtüşen ifadelere yer vermiş olmasıdır. 13.2.2.Eserleri
Eserlerini beş sınıfa ayırabiliriz; 1- Dört Büyük Doktrinal inceleme:
“Telvihat”, “Mukavemat”, “El-MeĢari ve‟l-Mutarahat” ve “Hikmetu‟l-İşrak”tır. 2-
Kısa Felsefi Risaleler: Bunlar arasında “Heyakilu‟n-Nur”,
“el-Elvahu‟l-İmadiyye”, “Pertevname” ve “el-Lemehat”ı sayabiliriz. 3-Sembolik
dilde yazılmış seyri sülük hikâyeleri: “Akl-i Surh”, “Avaz-i Per-i Cebrail”,
“Lügat-i Müran”, “Yezdan-ı Şinaht” ve “Safir-i Simurg”dur. 4-Tercüme ve şerh
çalışmaları: İbn Sina‟nın “Risaletu‟t-Tayr”ının Farsça‟ya tercümesi ile “İşarat
ve Tenbihat”ının Farsça şerhi gibi. 5- Dua ve Zikirlerle ilgili yazdığı
eserler: “et-Takdisat” gibi. 13.2.3.Felsefesinin Kaynakları Onun
felsefesi eklektik bir yapı arz eder. Sühreverdi kendini bir hakikat
araştırıcısı olarak takdim eder. Kısaca o, kendisini “Hikmetu‟l-Ledunniye” veya
“Hikmetu‟l-Atika” diye bilinen ezeli hikmetin bir yenileyicisi olarak görür.
Kısaca söylemek gerekirse, Sühreverdi‟nin işrak doktrini, irfani olarak ilahi
bilgilere ve tasavvufa, nazari olarak Yeni Eflatunculuğa ve Meşşailiğe, kültür
olarak Zerdüştlük ve Eski Fars dinlerine, keşfi hikmet olarak da Hermetizm‟e
dayanmaktadır. Sühreverdi, Eflatun gibi ideaların dışarıda var olduğunu kabul
ederek, eşyayı gölgeden ibaret saymamıştır. Ona göre idealar ile varlıklar nur
ve zulmet kelimeleri ile ifade edilir 13.2.3.1.Meşşai Felsefeden Etkilenmesi
O da İslam meşşai düşünürleri gibi evrendeki oluşu sudur nazariyesi ile
açıklama cihetine gitmiştir. Ancak onun meşşailerden ayrı olarak varlığı nur
ile açıklaması ve sonsuz sayıda nurun sudur sürecinde varoluşa katıldığını
ifade etmesi dikkat çeken en önemli farkıdır. İbn Sina‟nın felsefi düşünceleri
Sühreverdi‟nin İşrak doktrininin temelini oluşturur. Ona göre meşşai felsefe
işraki anlayışa giden yolda bir basamak gibidir. 30 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
13.2.3.2.Zerdüştlük Sühreverdi‟nin
bir başka yararlandığı kültürel miras olarak Zerdüştlüktür. Onun felsefi
düşüncelerini dayandırdığı kaynaklar arasında en dikkat çekici olanlarından
biri de Hermes ve Hermetik bilgidir. Sühreverdi‟ye göre Hermes ya da İdris
peygamber felsefenin babasıdır. O felsefi serüvenini “Batı” ve “Doğu” yolu
olarak belirlediği bu zincirin ilk halkası olarak da Hermes‟i görür. Diğer bir
kaynak olan tasavvuf kültürü ve yaptığı seyahatlerde gittiği beldelerin ileri
gelen sofileriyle görüşmesi hikmet anlayışının şekillenmesinde önemli derecede
etkilidir. 13.3.Felsefi Yöntemi Sühreverdi‟nin İşrak felsefesi, keşfe
dayalı bir yöntem üzerine kurulmuştur. Zira ona göre hem varoluş, hem de gerçek
bilgiye ulaşma Tanrısal bir aydınlanmaya (işrakât) dayanır. İnsan için bu
aydınlanmaya ulaşmak ise, ancak sezgiyi hak edecek ruhsal ve bedensel bir
arınmayla gerçekleşebilir. Bu anlamda ona göre en üstün bilgiyi elde edenler,
keşfe ve araştırmaya dayalı (hem istidlali felsefeyi bilen hem de marifete
keşfle ulaşabilen) yöntemi şahsında birleştiren kimselerdir. Ancak bu kimseler
teosofisttirler (hâkim-i müteellih). Bu sebeple meşşai filozoflar keşfi yönteme
sahip olmadıklarından gerçek filozof da değillerdir. Mutlak hakikat, ancak
arınmaya dayalı sezgisel bir bilgilenme ile elde edilebilir. Akıl ve duyular
ise basit bilgileri elde etmeye ve işrak (Tanrısal aydınlanma)‟a ulaşmaya bir
vesile olabilirler. Sonuçta insan bu yaptıklarının karşılığında Tanrısal ışıma
yoluyla bilgiye ulaşır. İşte bu bilgi Sühreverdi‟ye göre gerçek bilgidir. 13.3.1.
Hakikate Ulaşma Yöntemi Sühreverdi işrâkıyye terimini, bilginin kaynağı
olarak akıl yürütmeyi (istidlal) temel alan rasyonalist Meşşâî felsefeye karşı
mistik tecrübe ve sezgiye dayanan bir düşünce sistemi olarak kurgulamıştır.
Ancak bilgelerin babası Hermes, hikmetin önderi ve reisi Eflâtun, hikmetin
sütunları sayılan Empedokles ve Pisagor işrâki hikmetin en belirgin
simalarıdır. Sühreverdi hakikate ulaşmanın birbirini tamamlayan iki yolu
olduğunu belirtir. Bunların ilki nazar ve tefekküre dayanan "bahs",
diğeri de ahlâkî arınmada en yüksek düzeye ulaşmayı ifade eden
"teellüh"tür. Düşünmeye ve araştırmaya muhtaç olmadan keşf yoluyla
hakikatin bilgisine ulaşma düzeyine yükselmiş olana "müteellih"
denir. Sühreverdî, hakikati arayanları üç kısma ayırır. 1. Teellühü esas alıp
bahse önem vermeyenler; 2. Tefekkür ve bahsi önemseyip teellühü ihmal edenler;
3. Her iki yolu takip edenler. İlkine müteellih, ikincisine hakîm, üçüncüsüne
de mü-teellih hakîm veya ilâhî hakîm denir. 13.3.2.Sühreverdi ve Meşşailik Sühreverdî,
ister değiştirmek suretiyle sistemine alsın isterse eleştirip reddetsin, İşrâki
felsefede Meşşâîliğin rolü büyüktür. 13.4.Sühreverdi ve Meşşai eleştirisi ve
görüşleri 31 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
13.4.1.Kategoriler ve Tanım teorisi Sühreverdî, işrâki doktrinini temellendirirken Meşşâî felsefenin
problemleri üzerinde yürür; bunlardan bazısını değiştirerek sistemine alır,
bazısını da reddeder. Ayrıca kategorilerin Aristo'dan değil Pisagorcu bir
filozof olan Arkhutos'tan alındığını iddia eder. Esasen ona göre kategorilerin
ilme pek fazla katkısı da yoktur. Sühreverdî, Aristo'nun tarif anlayışını da
eleştirir. 13.4.2.Cevher cisim Yine Meşşâîler'e göre cevher heyûlâ ve
suretten oluşan bir bileşiktir. Onlar, cismin ayırıcı vasfı olarak kesintili ve
kesintisiz olmanın temeline heyulayı koyarlar ve cismi tanımada miktarın bir
rolü olmadığını savunurlar. Sühreverdî'ye göre bu da yanlış bir yaklaşımdır.
Buna karşılık miktar asla cisimden ayrılmaz. Bir başka deyişle cisim hacimden
ibarettir. Nitekim aynı mumun erimiş haliyle katı hali arasında miktar
bakımından herhangi bir fark yoktur. Maddesi doğrudan algılanması gerekirdi.
İşrâkilik'te ise algının sebebi nurdur. Her şey nurdan sudur eder ve yine nura
döner. Sühreverdî'ye göre bu yanlış bir temellendirmedir; zira gerek algıdan
önce gerek algı anında gerekse algı gerçekleştikten sonra nefisle suret (özne
ile nesne) ayrı ayrı şeylerdir. Sühreverdî'nin deyişiyle "Algı olsun veya
olmasın daima sen sensin. 13.4.4.Nur Bu bağlamda Sühreverdi‟nin
felsefesini bir “nur”, (ışık) felsefesi olarak nitelememiz yanlış olmaz.
Sühreverdi‟ye kadar İslam düşüncesi içinde yetişen filozoflar Meşşailer başta
olmak üzere felsefenin temel kavramı olarak “varlık”ı esas almışlardır. Buna
karşılık kendisi varlık kavramı yerine “nur” (ışık) kavramını kullanmıştır. Bir
anlamda meşşailerin varlık kavramına yükledikleri anlamı o, nur kavramına
vermiştir. Ona göre bir varlık kendinin ya farkındadır, ya da değildir. Eğer bu
nur kendinin farkındaysa, (Nur‟u-Mücerret) Yüce Işık (Nuru‟l-Envar, Tanrı),
melekler, insan ruhu vb. gibi adlar alır. Bu durumda farkındalık ya
kendindendir veya kendinin farkında olması için yıldızlar ve ateş gibi
kendinden başka bir şeye bağlıdır (Nur‟u-Arız). Aynı şekilde bir varlık
kendinin farkında değilse ya tüm tabii cisimler gibi kendi kendine vardır ve
karanlıktır, (Berzah, Cevher‟i-Ğasık, Hey‟et-i-Zulmaniyye) ya da renkler ve
kokular gibi (hey‟e) kendisinden başkası sayesinde vardır. Dolayısıyla varoluş,
Işıklar Işığı‟ndan sudur şeklinde meydana gelmektedir. Aslında Sühreverdi
felsefesinde yaratılış suduru Tanrı‟ya dönmek istemesiyle açıklanmaktadır.
Kozmik hareketliliğin kaynağı budur. Bu anlayışta nur kendi hakikatinde apaçık
ve özüyle başkasını da var oluşu getirendir. Tek ve yegâne gerçeklik olan bu
nur, kesafet ve letafet derecelerine göre sonsuz sayıda derece ve mertebelere
sahiptir. En fazla ışık sahibi olan ve tüm kâinatın kendisinden meydana geldiği
Nuru‟l-Envar (Tanrı) en yoğun ışıktır. Devamlı ışığa ihtiyaç duyan karanlık
(zulmet) ise ışığın yokluğu anlamına da gelebilir. Varlık esasında karanlıktır.
Nurun gelmesiyle olurlu hale gelir ve âlemde nurla var olur. Dolayısıyla
Sühreverdi‟ye göre, nurun olmadığı her şey karanlıktır, yani cisimdir. Onun
anlayışında esas olan nurdur. Karanlık ise var olmak için nura ihtiyaç duyan
bir konumdadır. Sühreverdi hiçbir sıfatı, yüceliğine zeval getirir diye
Tanrı‟ya yakıştırmaz. Sühreverdiye göre, evrendeki varlıkların hepsi Yüce nurun
aydınlatmasından başka bir şey değildir. Buna bağlı olarak da aslında evrendeki
bütün sebepler sonuç olarak nurdur.
İşrâkiler de kendi kendine kâim
olan karanlığa "gasak", başkasına bağımlı olan karanlığa da
"hey'e" adını verirler. Özü itibariyle bağımsız, şuur ve idrak sahibi
olan varlıklar saf nurdur ve bunların madde ile hiçbir ilişkisi yoktur. Bunlara
aynı zamanda "kahir nurlar" denilir. Allah, melekler, idealar ve
insanî nefisler saf nuru temsil 32 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
eder.
Yıldızlar ve ateş gibi varlığı başkasından olanlar ise arazî nur diye
adlandırılır. Ayrıca bunlar "müdebbir nurlar" diye de anılır. 13.4.5.Ruh
Ruh, cisim olmayıp cevherdir. Beden ruhun evidir. Bu hayat devam ettiği
sürece böyledir. Ancak ruh için beden aynı zamanda bir kafestir. Ruh bedende
iken çeşitli melekelere sahiptir. Bunlar beş duyu ile birlikte, sağduyu, hayal,
vehim, mütehayyile ve hafızadır. 13.4.6.Sudur İşrâkilik'te nurlar
hiyerarşisinin başında bütün aşağı nurlar zincirinin kaynağı olan nurlar nuru
Allah bulunur. Meşşâîler'de sudur onuncu akıl (faal akıl) ve dokuzuncu felekte
son bulduğu halde işrâkilik'te nurların sonsuza kadar devam ettiği düşünülür.
Nurlar nurundan taşıp yayılan bu nur tabakalarının oluşturduğu kâinat nurlar
nuru gibi ezelîdir. 13.4.7.Nübüvvet, İşrâkilik'te nübüvvet, genellikle
peygamberlerin keşf ve müşahede yoluyla nurun kaynağından bilgi alması olarak
anlaşılır. Onlara göre müteellih hakîm feyz yoluyla nûrü'l-envârdan marifet
alır ve bunu çevresindekilere yansıtır. İlâhî kaynaktan bilgi almak süreklidir.
Bu kaynaktan en üst düzeyde bilgi alan insan Allah'ın yeryüzündeki halifesidir.
Buna kutup da denir. Nübüvvet anlayışında da net fikirler ortaya koyan
Sühreverdi‟ye göre, Peygamber, bilge için bir rehber, toplum için de düzeni
sağlayan kuralları koyan bir yol gösterici olarak mutlaka gereklidir. En iyi
insan, bilen insan; insanların iyileri ise getirdikleri vahyi bilgiler ile
peygamberlerdir. 13.5.Etkisi İşrâkiyye hareketi ve hikmet-i Günümüz İran
düşüncesinde ise irfâniyye olarak bilinmekte ve etkisini sürdürmektedir.
İran'da Sadreddîn-i şîrâzî ile yeniden güç kazanan işrâkıyye, çok sayıdaki
öğrencisinin çalışmalarıyla devam ettirildi. İşrakilik, şiî medresesini temsil
eden ulemâ tarafından ağır bir şekilde eleştirilmiştir. Tasavvuf ve işrakilik
Şiîliği ikiye ayırmış, azınlıkta olan aydınlar bu hareketleri benimserken
çoğunlukta olan medrese ulemâsı ve usûlîler karşı çıkmışlardır. İrfânîlerin
savundukları tasavvuf şeyhe bağlı kalmayı, bir tarikat disiplini içine girmeyi,
tekkelerde raks, semâ ve zikretmeyi esas alan kurumlaşmış tasavvuftan farklıdır;
irfânîler ve işrâkiler bu tür tasavvufa her zaman karşı çıkmışlardır. 13.6.
İBNÜ'L-ARABÎ, MUHYİDDİN Muhyiddîn Muhammed b. Alî b. Muhammed el-Arabî
et-Tâî el-Hâtimî Tasavvuf ve İslâm düşünce tarihinde büyük etkileri bulunan
sûfî müellifidir. 13.6.1.Hayatı 33 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
İbnü'l-Arabî'nin
görüşlerini takdir edenler onun tasavvufta otorite oluşunu kendisine
"şeyhü'l-Ekber", dinî ilimlerde müceddid oluşunu da
"Muhyiddin" lakaplarını vererek ifade etmek istemişlerdir. 13.6.2.
Eserleri Önemli bazı eserleri şunlardır: 1. el-Fütûhâtü'ş-Mekkiyye
fîma'-rifeti'l-esrâri'l-mâhkiyye ve'l-mülkiyye. 2. Fusûsü'l-hikem ve
huşûşü'l-kilem. 3. el-Cem ve't-tafsîl ü esrâri'l-me'ânî ve't-tenzîl. 4.
et-Tedbîrâtü'l-ilâhiyye fî islâhi'l-memleketi'l-insâniyye. Diğer bazı eserleri
de şunlardır. Risâletü'l-envâr el-îsfâr an neta'ici'l-esfâl, Rûhü'l-kuds,
et-Tecelliyâtü'l-ilâhiyye, Ankâ ü muğrib fî ma'rifeti hatmi'l-evliyâ ve
şemsi'l-mağrib. 14 HAFTA İBN ARABÎ 14.1. Genel Düşünce Tarihine Yönelik
Görüşleri. İbnü'l-Arabî göre her din, mezhep veya düşünür hakikatten bazı
parçalara sahip olabilir; ancak bunlar aslî anlamlarından kaymış, ilk konulduğu
yerlerden başka yerlere gitmiş durumda bulunabilir. Bu da ancak keşif
ilimleriyle olabilir. Onun eski filozofların, bütün cisimlerin ilk maddesi
olarak var saydıkları şey karşılığında kullandıkları Grekçe kökenli
"heyula" (hyle) kelimesine dair yazdıklarıdır. Her suret kabul eden
şeyde o şeyin hakikati vardır ki buna "ma'kül-i hebâî" de denir;
hükemâ ise buna "heyula" adını verir. Onun bir anahtar terim olan
felsefe (hikmet) kavramıyla "feylesûf" karşılığı kullanılan hakîm
kavramı konusundaki hassas yaklaşımıdır. İbnü'l-Arabî, hükemâdan onların hakîm
değil belki sadece birer düşünür olduklarını söyler. Ona göre hükemâ aslında "ulemâyi
billâh" (Allah'ı bilenler) demektir. Şeyleri ve onların ait olduğu yeri
ancak ulemâyi billâh bilebilir. Hikmet de ilm-i nübüvvettir. Filozof
keli-mesinin asıl anlamı ise "hikmeti seven" demektir. Filozoflar,
insanın nihaî gayesinin Allah’a benzemek olduğunu söylerler. Sûfîlerin
anlayışında bu gaye "Allah'ın isimleriyle ahlâklanmak" diye
ifade edilir. İbnü'l-Arabî filozofların da isabetli görüşleri "Hikmet
müminin malıdır, onu gördüğü yerde alır" hükmünce gerekli olduğuna inanır.
Hatta İbnü'l-Arabî, "Bir kimsenin dininin olmaması onun her
söylediğinin yanlış olmasını gerektirmez" cevabını verir. Çünkü ona
göre Allah hakîmdir ve hikmet O'nun bir sıfatıdır. Bu durumda kul da Allah ile
baki olduktan sonra "abdü'l-hakîm" sıfatını kazanmış olur.
Hakîm, kendisine hikmet
sıfatının hükmettiği ve tasarrufu altına aldığı kimsedir. Buna karşılık hikmete
hükmetmeye ve onu yönlendirmeye çalışan kimse hakîm değildir. Bu durumda gerçek
hikmet tasavvuftur. 34 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
Gerçek
hükemâ da sebepleri gerçek konumlarına yerleştiren, yanlış yerlerde bulunan
şeyleri de oradan çıkaran Melâmetîler'dir. Bunlar Allah yolunun yolcularının
seyyidleri ve imamlarıdır, âlemin efendisi de onlardandır ve onlarladır.
İbnü'l-Arabî'ye göre hikmet ancak budur, "ehlullah" yani resuller ve
velîler de gerçek hâkimlerdir. Ona göre nazarında isabetli olanlar keşif ehline
muvafakat, isabetli olmayanlar ise muhalefet ederler. 14.2. İslâm Düşünce
Tarihine Dair Görüşleri. Ona göre ümmetin genelini (avam) halk, özelini
(havas) fakihler, kelâmcılar ve filozoflar, seçkinlerini (havassü'1-havas) ise
muhakkik sûfîler oluşturur. Muhakkik sûfîler nebevi yolu takip eder, filozoflar
ise sadece kendi nazarlarına dayanırlar. Ona göre kelâmcılar cevher ve arazdan
başka bir şeyden bahsetmezler. İnsanların çoğunun ise bu tür bir ilme zaten
ihtiyaçları olmadığını, kelâmcıların insanlara verebilecekleri bir şeyleri
bulunmadığını belirterek onlardan halkı halleri üzere bırakmalarını, onları
tekfir etmemelerini ister. Ona göre bir şehirde bir kelâmcının bulunması
yeterlidir. Zira ona göre kalbin biri zahir, diğeri batın iki yüzü vardır.
Kalbin batın veçhesi değişiklik (mahv) kabul etmez; çünkü o mücerret ve
muhakkak bir ispattır, sübuttur. Zahir veçhesi ise değişiklik kabul eder. Bu
durumda kalp hem değişme hem de sebat levhasıdır. 14.3. Varlık Görüşü İbnü'l-Arabiye
göre bir cevher olarak hakikat nihayetinde bir olduğundan "mutlak
vücûd" veya "külli vücûd" var olan bütün şeylerin kaynağıdır. Bu
mukayyet vücûd kendi kendisinin kaynağı olamaz. Delil ve burhan aramadan bütün
Müslümanların inanmaları lâzım gelen esasları belirtirken, "Vücûd-ı mahz
Allah'tır, başkası değil sözüyle mutlak vücûdu Allah ile bir tutar. O halde
"vücûd-ı hadis" demek yanlıştır, bunun doğrusu "mevcûd-ı hâdis"tir.
İbnü'l-Arabî'ye göre "ulûhiyyet" ve "nâsûtiyet" vücûdun
değişik mertebelerindeki iki tecellisinden başka bir şey değildir. Ulûhiyyet
her varlığın gizli, içyüzüne, beşeriyet ve nâsûtiyet ise onun dış yüzüne
tekabül eder. İbnü'l-Arabî'ye göre varlıkların vücuda getirilişi, yukarıda
açıklandığı gibi mutlak yokluktan (âdem-i mutlak) halk edilmeyle değil izafî
yokluktan (âdem-i izafî) izafî varlığa (vücûd-ı izafî) geçişledir. Fakat ona
göre işin aslına bakılacak olursa vücûdda mümkin diye bir şey yoktur. İzafî
vücûd müstakil vücudu olmayan, mutlak vücûd ile âdem arasında bir mertebedir.
Bir yüzü yokluğa, bir yüzü varlığa yöneliktir. Mutlak vücûd "bir"
iken izafî vücûd çok ve çeşitlidir. Tasavvuf ehli vücudu (varlık)
"yokluğun yokluğu" (ademü'l-âdem), âdemi ise "varlığın
yokluğu" (ademü'l-vücûd) olarak da tarif ederler. İbnü'l-Arabî'ye göre
"vücûd-ı mahz" âdemi ebedî ve ezelî olarak kabul etmeyen,
"âdem-i mahz" vücûdu ebedî ve ezelî olarak kabul etmeyen,
"imkân-ı mahz" ise ezelî ve ebedî olarak bir sebeple vücûdu, bir
sebeple de âdemi kabul edendir. Bu durumda ona göre vücûd-ı mahz Allah'tır.
Âdem-i mahz vücûdu imkânsız olan, imkân-ı mahz ise mertebesi vücûd-ı mahz ile
âdem-i mahz arasında bulunan âlemdir. Vücûdu kendi hakikati sebebiyle kendisine
kabul etmeyen şeye "âdem-i mahz" denir. İzafî âdem mutlak, vücûd ile
mutlak âdem arasında bir berzahtır. 14.3.1. Vücûd Mertebeleri İbnü'l-Arabiye
göre varlık zincirinin başlangıcı "lâ taayyün" mertebesidir. Ancak bu
mertebe zincirin ilk halkası değildir, onun fevkindedir. 35 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
Ona
göre âlem vücûd değildir ve olamaz, çünkü âlem bütün eşyaya vücüd veren ve
verdiği vücudu alan Vâcibü’l-vücûda karşı ontolojik bir fark içerisindedir.
Âlemin varlığı kendinden değildir. Allah'ın varlığı bizzat iken gayrinin
(mâsivallah) varlığı bilgayrdır. Mahiyetin vücuda gelmesi batının zahire
çıkması demektir. Meselâ ona göre bir sandalyenin pek çok hakikati varsa da
sadece bir mahiyeti vardır. Bazı İslâm filozoflarına göre bu da neticede bir
kayıtlama olacaktır. Sûfîler bunun yerine selbî veya îcâbî hiçbir taayyüne
imkân vermeyen "vücûd-ı mahz" tabirini kullanmayı tercih etmişlerdir.
İbnü'l-Arabî ilk önce vücûdu en genel anlamıyla üçe ayırır. 1. Bizatihi aynında
mevcûd olan (vücûd li-zâtihî). Bu ancak vücûd-ı mutlaktır. O bütün eşyanın
mucidi, hâliki, mukaddiri, mufassılı ve müdebbiridir. 2. Allah ile mevcûd olan.
Bu arş, kürsî, semâvât-ı ûlâ ve içindekiler, arz ve onda bulunanlardandır. Bu
âlem aynında mevcûd değildir. Zira o zamanın kendisidir. 3. "Üçüncü
şey". Bu vücûd veya âdemle, hudûs veya kıdemle mevsuf olmayan şeydir. O
Hakk'ın ezelîliği ile ezelden beraberdir. Âlem vücûd değildir. Âlem bu
"üçüncü şey"den zahir olmuştur. İbnü'l-Arabî vücûdun batından
zahire çıkma sürecini dörde ayırarak anlatır. 1. Vücûd-ı mutlak. Bu
Allah'tır. 2. Maddeden soyutlanmış mevcûd. Şekil ve suret kabul eden ruhani
mufârık akıllardır. 3. Mekân ve hayyiz kabul eden mevcûd. Bu da cirmler ve
cisimlerdir. 4. Bizatihi değil bittabîa hayyiz kabul eden mevcûd. Bu da
arâzlardır. İbnü'l-Arabî bir başka açıdan vücudu yine dörde ayırır: 1.
Bir şeyin (nesnenin) aynında vücûdu. 2. Bir şeyin ilimde vücûdu. 3. Bir şeyin
dildeki, lafızdaki vücûdu. 4. Bir şeyin yazıdaki vücûdu. İbnü'l-Arabî bu defa
da vücûdu şu şekilde dörde ayırır: 1. Zâtü'l-vücûd. Saf, mahzâ, bizzat vücûd.
2. Ahadiyyet. Henüz bir taayyün göstermemiş vücûd. 3. Vâhidiyyet. Kesretin
toplu olarak bulunduğu mertebedir. 4. Vücûdun zuhuru. İbnü'l-Arabî göre vücûd
bir dairedir. Bu dairenin başlangıcı ilk aklın varlığıdır. İbnü'l-Arabî'ye
yöneltilen suçlamaların temelinde sembolizmin doğru anlaşılamamasının yattığı
görülür. İbnü'l-Arabî'ye göre zât, sıfat, isim ve nesneler arasında zahir olma
ve batın olma nisbetleri bulunmaktadır; bâtından zahir oluşa doğru bir tenezzül
söz konusudur. 36 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
İbnü'l-Arabî,
bu sorulara verilebilecek evet veya hayır cevabını tek başına doğru olarak
almaz, her ikisini de yerine göre doğru görür. Zira ona göre sırf tenzih de
sırf teşbih de bir tür takyid veya tahdiddir. 14.4. Esma ve Sıfat İbnü'l-Arabî'ye
göre ilâhî isimler âlemin var oluşunun sebebidir. Bütün eşyanın, nesnelerin
başlangıcı olan vücûd (Allah) hayatın "ayn"ıdır. Hayat bir sıfattır;
sıfat mevsuftan ayrı olmadığından mevsufunun aynıdır. Hayat ve ilimle
sıfatlanan vücûdun ayrıca irade ve kudretle sıfatlanmaması mümkin değildir,
zira bunlar onun zaten ayrılmaz unsurlarıdır. "İster Allah diye çağrılsın
ister Rahman diye bütün güzel isimler (esmâ-i hüsnâ) O'nundur. Nefesle ilâhî
kelimeler âlemin zuhur ettiği "hâlâ" mertebelerinde zuhura gelir. Her
ismin iki sureti vardır; birincisi bizim ne-fesimizden (dudaklarımızdan) çıkan
veya harflerle onu oluşturduğumuz zamanki surettir. Allah için isimlerin hepsi
birdir, fakat bizim gözümüzde onlar çokluk ifade eder. Hakk'ın ismini içeren
ilk imam isim ise Allah ismidir. Bunun dışında yedi imam isim vardır. Bunlar
hay, alîm, mürîd, kail, kadîr, cevâd, muksit olup hay ismi bu imamların başı,
muksit ise sonudur. Zât sıfatın, sıfat ismin, isim de nesnelerin menşei ve
batınıdır. Diğer bir tabirle zât sıfatla, sıfat isimle, nesneler de isimle
zahir olur. Allah'ın nefesi yardımcılar (ensar) ile sâridir. Bu yardımcılar
kelimetullahtır. İbnü'l-Arabî, nefes-i rahmani dediği bu menzilden mâsivallah
denilen âlemdeki bütün ilâhî menzillerin zahir olduğunu söyler. Bundan dolayı
bu âlem için suret, ruh ve imdâd-ı ilâhî şarttır. 14.5. A'yân-ı Sabite İbnü'l-Arabî
"ayn" terimini "hakikat, zât, cevher ve mahiyet", sübûtu
ise "vücûd-i aklî, vücûd-i zihnî" manasında kullanır. Ona göre vücûd
ve âdemin sübûtu ayn üzerine yüklenen birer mevcudun sıfatları değildir. Bunlar
âlem-i hariçte ma'dûmdur, fakat bütün mevcudatta eserleri vardır. Bu açıdan
İbnü'l-Arabî'ye göre insan, Hakk'ın sıfatları açısından değil kendi sıfatları
açısından "ayn-ı Hak"tır. Öte yandan Hakk'ın bizim vücudumuz O’nun
ilmindeki kadardır. O'nun bilmemesi demek murad etmemesi demektir. Bizim var
oluşumuz âdemdendir. İbnü'l-Arabî'ye göre Allah eşyayı yaratır, yani âdemden
vücûda getirir. Eşyanın âdemi âdem-i izafîdir; eşya âdem halinde O'nun
meşhududur. İbnü'l-Arabî'ye göre eşyanın sabit aynları hariçte vücûd kokusu
koklamadıklarından ma'dûmattan veya umûr-ı ademiyyeden sayılır. Hiçbir mevcûd
suret yoktur ki bir sabit ayn onun aynı ve bir vücûd da onun libâsı olmasın. Bu
sabit aynların bulunduğu âleme "âlem-i sübût, ilm-i ilâhî, hazret-i
ilmiy-ye" adlarını veren İbnü'l-Arabî'ye göre bütün mevcudat buradan zuhur
eder. Cüz'iyyât da iki eşit âleme ayrılır. Bunlardan biri, zuhur eden her şeyin
aslının bulunduğu âlem-i sübût ve âlem-i mahsustur. Eflâtun'un ideaları ayân-ı
sabiteye değil âlem-i misâle karşılık olabilir. A'yân-ı sabite ilm-i ilâhîde
sabitlik elde etmiş gerçekliklerdir, mümkinâtın hakikatlerinin zahire doğru bir
adım daha ilerleyerek kararlaşmasıdır. 14.6. Zaman ve Mekân İbnü’l
Arabî’de zaman konusu esasen metafiziğin alanı içerisindedir. Hükemânın
çoğunluğuna göre zaman feleklerin hareketlerini ayrı dilimlere böldüğü tevehhüm
edilen süredir. Kelâmcılar ise daha değişik bir bakışla zamanı "hadisin
hâdise yakınlaşması" olarak görmüşlerdir İbnü'l-Arabî’ye göre zaman sadece
akledilen br şeydir ve âlem-i imkâna aittir; bir cevheri, aynı veya varlığı
yoktur. 37 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
14.7. Nefis Görüşü İbnü'l-Arabî,
Yeni Eflâtuncu Müslüman filozofların iddiasının aksine insanın nefs-i
natıkasının nefs-i hayvaniden farklı olarak maddî ve küllî nefsin bir parçası
olmadığını ve küllî nefisle birleşmeyeceğini söyler. Nâtık nefis veya ruh
kendisinin bu âlemdeki geçici meskeni olan bedene tamamen zıttır. Aksine
hayvanî nefsin bütün kuvvelerine hükmeden basit bir cevherdir ve âlem-i emrin
bir üyesidir. "Aklî nefis" adını verdiği nefs-i natıka zatında
maddeden mücerred, fakat fiilinde maddeye yakın olan bir cevher olup bir adı da
kalptir Bâtını ruhtur. İnsanda âlim ve müdrik olan bu latifedir, dolayısıyla
mükellef olan da budur. Ona göre bizim kendimiz hakkındaki ilmimiz O'nu
bilmemizin aslıdır. Bu sebeple Allah'ın resulü, "Kendini tanıyan rabbini
de tanır" demiştir. Bizim varlığımız O'nun varlığına, O'nun bilinmesi de
bizim bilinmemize bağlıdır. İbnü'l-Arabî, bazı filozoflarla Gazzâlî'nin,
"Allah âlemi nazar etmeksizin bilinir" iddialarını yanlış bulur.
İbnü'l-Arabî’nin insan anlayışında merkezî konum insan-ı kâmile verilmiştir.
Ona göre Allah'ın her bir peygamberi, avamın baktığı beşerî yönlerinin ötesinde
batını özellikleri açısından kâinatın metafizik ilkelerini, kozmik
prensiplerini de meydana getiren ve ulûhiyyetle nâsûtiyet arasında âdeta birer
berzah olan hakikatlerdir. Bu ilâhî tecelliyatın en yücesi "Âdemi
kelime", diğer bir ifadeyle "insan-ı hakiki", yani hakikat-i
Muhammediyye’dir. Mahlûkat içerisinde asıl olarak insan-ı kâmil rütbesi Hz.
Muhammed'e aittir. Diğer kâmiller ona vekâleten insan-ı kâmildir. Allah'ın en
mükemmel ve en üst tecellisi mertebe-i insan ve âdem-i hakikidedir. Bu
mertebenin aslı hakikat-i Muhammediyye denilen o nebevî kelimededir (logos). 14.8.
Bilgi Teorisi İbnü'l-Arabî, Hakikatler hakikatinin ve bunun mertebelerinin
ancak tecelli ile bilinebileceğini buna dair tecellinin de ancak zât tecellisi
olabileceğini, sıfat veya fiil tecellisinin vücuda dair bilgilere kaynaklık
edemeyeceğini söyler. Bilgiyi elde etme yollarını "fikir" ve
"vehb" diye ikiye ayıran İbnü'l-Arabî ikincisi için "bizim
yolumuz" der. Enbiya ve evliyanın Allah hakkındaki bilgileri fikre
dayanmaz. Allah onları bundan temizlemiştir. İbnü'l-Arabî, ilminin vecd
sultanının veya vücûdda fâni olma halinin galebe ettiği zaman kalbine doğan
tecellilerden ibaret olduğunu özellikle vurgulamış kendisine keşif ne verdiyse
ve Hak ne imlâ ettirdiyse onları aldığını söylemiştir. Çünkü ona göre aslında
bu zatı tecelli naklolunamaz, ancak çok seçkin kişiler tarafından müşahede
edilir. İbnü'l-Arabî, keşfî ilmin mantıkî ilimler gibi katı ve kalıplaşmış
kuralları olmadığını söyler; çünkü zevk ilminin metodu olamaz. İlm-İ ilâhî,
mârifetullah bütün ilimlerin aslıdır. Çünkü Allah'tan başka her şey yine
Allah'tandır. İlimleri usulleri açısından aklî ilimler, ahval ilimleri ve
sırlar ilmi şeklinde üçe ayırır. Birincisiyle sadece nazar, delil ve beş duyu
organıyla olunabilir. Aklî ilimlerle sırlar ilmi arasında bir yerde bulunan
ahval ilimlerine ancak zevk yoluyla ulaşılabileceğini, bunların tarifinin ise
mümkün olmadığını söyler. Tevâcüdden başlanarak elde edilen bu tarz vücûd
bilgisi ahval ilimlerindendir. Vücûd bir sır olduğundan onun en üst derece
bilgisine sırlar ilmiyle ulaşır. İbnü'l-Arabî'ye göre her ne kadar ilmin
aslında tek bir tarifi varsa da hakikat şu şekilde üçe ayrılabilir: a)
İlâhiyyâta taalluk eden ilim (metafizik). Bu ilme taalluk eden şeyler değişse
bile kendisi asla değişmez, b) Ulvî ruhlara taalluk eden ilim. Bu ilme taalluk
eden şeyler değişim ve başkalaşıma uğramayan türlere ayrılır,
c) Müvetledâta taalluk eden
ilim (fizik). Bu ilme taalluk eden şeyler hem türlere ayrılır hem de onların
değişim sürecine tâbi olur. 38 İSLAM FELSEFESİ 2013-2014
14.9. İbnü'l-Arabî’ye
Yöneltilen Eleştiriler Bu eleştiriler bir tasnife tâbi tutulduğunda bunların sûfiyye mesleğinden
olanların ve olmayanların tenkitleri diye iki kategoriye ayrıldığı görülür.
Birinci grup tenkitler Alâüddevle-i Simnânî, Abdülkerim Cîlî, İmâm Rabbânî gibi
meslekten kimselerin tenkitleridir. İkinci grup eleştiriler daha çok kelâm ve
fıkıh merkezli tenkitlerdir. Kelâm ve fıkıh âlimlerinin ilâhiyyât yapma
mantıklarıyla İbnü'l-Arabî'nin metodolojisinin farklı olması problemin esas
kaynağını teşkil etmektedir. İslâm düşünce tarihinde en fazla tartışılan kişi
olması İbnü'l-Arabî'nin İslâm düşünce dünyasını anlamakta anahtar bir şahsiyet
olduğunu göstermektedir. 14.10. İbnü’l-Arabî’nin Tesirleri Bu ilk
dönemin en önemli siması Sadreddin Konevî'dir. İbnü'l-Arabî'nin görüşlerini
yorumlayan ilk şârih olması ve bu görüşlerin yaygınlık kazanması açısından
Konevî'nin oynadığı rol büyüktür. İbnü'l-Arabî'nin doktrinini "vahdet-i
mutlaka" doğrultusuna çeken bu mektep Ekberîliğin bu mekteple yakınlaşması
daha sonraları bu mektep mensuplarına ait bazı eserlerin İbnü'l-Arabî’ye veya
talebelerine nispet edilmesine yol açmış. İbnü'l-Arabî ve mektebi için kaynağı
tamamıyla İslâmî olan felsefî bir tecrübe, bir kaynağa dönüş, bir düşünce tarzı
denebilir. Bunun "okul" ya da "Ekberî okulu" olarak
tanımlanmasının sebebi tesir sahasının ve getirdiği yorumların bir mezhep veya
tarikat ile sınırlı kalmaması, evrensel değerleri yakalamış olmasıdır.
İbnü'l-Arabî gibi evrensel değerleri yakalamış bir düşünürün tesirleri sadece
İslâm'la da sınırlı değildir. 14.10.1. İbnü'l-Arabî'nin Anadolu'ya Tesirleri
Bazı ulemanın takındığı aşırı tavra rağmen İbnü'l-Arabî Osmanlı arifleri,
âlimleri ve şairleri arasında övgüyle anılan bir şahsiyet olmaya devam
etmiştir. Birçok Osmanlı şairi kendisine methiyeler yazmıştır. DUA
İLE vesselam… Abdulvahit
TOKMAKÇI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder