19 Mart 2015 Perşembe

DİN FELSEFESİ 4-5-6-7

*******************************DİN FELSEFESİ .4.HAFTA ÇALIŞMALARI***********************************

1-fideizm (imancılık)ne demektir?
1-genel olarak dinsel bilgimizin, özel olarak Tanrı hakkındaki bilgimizin akılsal veya doğal bilgiye değil, yalnızca imana dayanması gerektiğini söyleyen görüştür.
2-fideist olan filozoflar kimlerdri?
2-Doğu İslam dünyasında hem Gazali, hem de ondan tamamen başka bir düşünce iklimi içinde dolaşan İbn Haldun fideisttir. Batı dünyasında yine hem Pascal, hem de ondan tamamen farklı görüşlere sahip olan Soren Kierkegard fideisttir.
3-kalbin öyle nedenleri vardırki akıl onları kavrayamaz diyen kimdir?
3-pascal.
4-fiedizm denince akla ilk kim gelir?
4-soren kierkegard.
5-“iman, tamamen bireyin içselliğinin sonsuz tutkusu ile nesnel kesinsizlik arasındaki çelişkidir. Tanrı'yı nesnel olarak kavrayabilirsem, inanmış olmam; fakat bunu yapamadığım için, inanmalıyım. Eğer kendimi iman dairesinde tatmak istiyorsam, nesnel kesinsizliğe sıkı sıkıya tutunmaya kararlı, olmalıyım.”sözü kime aittir?
5-soren kierkegard.
6-gabriel marcele göre iman  nasıldır?
6-"Gerçek inanan inanmak için dokunmaya, yani bilmeye ihtiyacı olmayandır. İmanı, Tanrı ile Birey arasında rasyonel olmayan bir sahadaki bir bağlanma ve katılma aktı olarak kabul eder.
Not=İmancılık farklı yazarlar tarafından çok farklı tarzlarda tanımlanmıştır, fakat bizim amaçlarımız doğrultusunda biz onu dini inanç sistemlerinin akli değerlendirmeye tabi olmadığı şeklindeki görüştür diye tanımlayacağız. Mesela, „Tanrının varlığına ve onun bizi sevdiğine iman ettik demek, „biz bunları hiçbir delile ve akıl yürütmeye dayanmadan kabul ettik ve biz Tanrının bizi sevdiğini ispatlamaya veya çürütmeye çalışan hiçbir şeyimiz olsun istemiyoruz' demektir.
7-iman bir bağlanma ve risk alma meselesidir diyen kimdri?
7-soren kierkegard. Risk olmadan iman olmaz. İman kesinlikle bireyin içe dönüklüğündeki sonsuz arzu ile objektif belirsizlik arasındaki çelişkidir. Eğer Tanrıyı objektif olarak kavrayabilecek durumdaysam, o zaman inanmam, fakat tam da bunu yapamadığım, (kavrayamadığım) için inanmak zorundayım. Eğer kendimi iman içinde korumak diliyorsam sürekli objektif belirsizliğe sıkıca sarılmaya hep azimli olmalıyım, ki böylece yetmiş bin kulaçtan daha derin suyun üzerinde hala imanımı koruyarak kalırım.
8-katı akılcılık nedir?
8-Katı akılcılık, bir dini inanç; sisteminin hakkıyla ve akli bir şekilde kabul edilmesi için, bu inanç sisteminin doğru olduğunun ispatlanmasının mümkün olması zorunludur diyen görüştür. Burada kullanıldığı haliyle, akılcılık (rationalism) hem irrasyonalizmin. (akıl dışıcılık) hem de imancılığın çelişiğidir; bu anlamda akılcılık genel olarak inançlarımız ve fiillerimiz konusunda akla veya zekâya güvenmeyi tazammun eder.
9-Katı akılcılığın ana fikri İngiliz matematikçisi W. K. Clifford (1845-1879) tarafından etkili bir şekilde nasıl ifade edilmiştir?
9-Her zaman, her yerde ve herkes için, yetersiz delile dayanarak bir şeye inanmak yanlıştır. Eğer bir kimse, çocukluğunda veya daha sonra ikna edildiği bir inanca sarılarak, onunla ilgili zihninde beliren herhangi bir şüpheyi bastırır veya öteye iterse ve kendisini rahatsız etmeksizin kolayca sorulamayacak soruları kâfirce sorular olarak görürse, bu kişinin hayatı insanlığa karşı işlenmiş uzun süren bir günahtır. …Bir öğretinin delilinin araştırılması hep geçerli olacak şekilde bir defada yapılıp sonra da nihai karar verilmiş farz edilmemelidir. Bir şüpheyi bastırmak hiçbir zaman meşru değildir; çünkü o şüphe ya zaten yapılmış olan araştırmayla dürüstçe cevaplanabilir, ya da o şüphe soruşturanın tamamlanmamış olduğunu ispat eder.Clifford inançlarımız için neden böyle yüksek standartlar koyar? Buna cevap verirken, bir inancı kâfi delil olmadan kabul etmenin, kişinin kendisi için ve özellikle de başkaları için yol açabileceği ciddi sonuçları vurgular: Bir gemi sahibi bir göçmen gemisini denize göndermek üzereydi... Geminin denize dayanıklı olmayabileceğine dair şüpheler kendisine iletilmişti. Bu şüpheler adama dert oldu ve onu mutsuz etti. ... Fakat gemi denize açılmadan önce, adam bu melankolik düşüncelerin üstesinden gelmeyi başardı... Onun hareketini kaygısızca ve iyi dileklerle seyretti (...) ve gemi okyanusun ortasında batınca da sigortadan parasını aldı ve hiçbir şey anlatmadı. Bu adam hakkında ne diyeceğiz? Şu kesindir, o gemideki insanların ölümünde onun şüphesiz suçu vardır. Kabul edilmektedir ki o adam geminin elverişli olduğuna samimi olarak inanmıştı; fakat kanaatindeki samimiyet ona hiçbir şekilde yardımcı olamaz, çünkü önündeki delile dayanarak inanmaya hakkı yoktu. Gemi sahibini lanetlemekte hepimiz Clifford'in duygularını paylaşacağız; gördüğümüz gibi Clifford, yetersiz delile dayanan her inancın kınanmaya layık olduğunu iddia eder.
Bilgilen=Katı akılcı "imana" baştan savma surette başvurmaz; görüşünün doğru olduğunu ispatlamayı teklif eder ve aynı şeyi yapmanız için size de meydan okur.
10-Gazali ile İbn Rüşd arasında, Tanrı'nın ve insanın özgürlüğü üzerine çok ilginç bir tartışmaları nedir?
10-İbn Rüsd'e göre her şeyin veya her fiilin bir nedeni olduğuna göre, insani veya Tanrısal seçme ve tercih etme fiilinin de mutlaka bir nedeni olması gerekir. Oysa Gazali'ye göre bunu kabul etmek demek, insanın ve Tanrı'nın özgürlüğünü ortadan kaldırmak demektir. İbn Rüşd'e göre bir öznenin, her bakımdan birbirine benzer olan iki şeyden birini seçmesi ve diğerine tercih etmesi mümkün değildir. Gazali'ye göre ise seçme özgürlüğünün anlamı tam da burada yatmaktadır: burada İbn Rüşd'ün tavrının daha bilimsel, buna karşılık Gazali'nin tavrının daha felsefi olduğunu söylemek mümkündür.
11-eleştirel akılcılık nedir?
11-dini inanç sistemlerinin kesin ispatı imkânsız olmakla birlikte, böyle bir sistemin aklen eleştirilip değerlendirilebileceği ve bunun zorunlu olduğu görüşüdür. Katı akılcılığa benzer şekilde, eleştirel akılcılık bize dini inançları değerlendirmede akli yeteneklerimizi sonuna kadar kullanmamızı söyler.
12-eğer katı akılcılık ve imancılık reddedilirse ortaya ne çıkar?
12-eleştirel akılcılık çıkar.
13-eleştirel delilciler olarak nitelendirilenler nasıl hareket ederler?
13-Bazı eleştirel akılcılar, inançlarında akli olmak için, kabul ettikleri inançların lehine sebepler ve argümanlar temin etmeye hazırlıklı olmak zorunda oldukları kanaatindedirler. Elbette ki, bu sebeplerin ve argümanların, herkesi, hatta bütün "makul insanları" bile, ikna etmeyeceğini, fakat böyle sebeplerin elde bulunmasının dini inanç sahibi makul birisi olmak için vazgeçilmez olduğunu kabul ederler.
14-katı akılcılık ve eleştirel akılcılık arasındaki farklar nelerdri?
14-****eleştirel akılcılık, bu metnin her tarafında bulunan alternatif dini görüşlerin göz önüne alınması vurgusu ile de oldukça uyumludur. Bir anlamda eleştirel akılcı, birbirine alternatif olan görüşlere ve bu görüşlerin taraftarlarına imancıdan da katı akılcıdan da daha fazla ihtiyaç duyar.                                                                                                                                                                             ****Katı akılcı ispat eder ve k-sinlikle bilir ki kendi görüşleri doğrudur, bu durumda onun başka görüşlerle ilgilenmesi o görüşlerin hatalarının tespitinin araştırılması ve o görüşlerin taraftarlarının "hakikati" kucaklamaya razı edilmesi için en iyi yolun araştırılmasıyla sınırlıdır.                                                                                                                                                                                                      ****Ve imancı, "iman sıçramasını" bir kez yaptı mi, alternatif görüşlere çok az ihtiyaç duyar, en iyi ihtimalle onların faydası, farklılıklara dayanarak, kendi dahili standartlarına göre yargılandığı için herhangi bir karsılaştırmada hep üstün çıkacak olan "seçilmiş" görüsün üstünlüğünün gösterilmesindedir.                                                                                                                                             ****Bunların aksine, eleştirel akılcı kendi görüsünün doğruluğuna dair hiçbir mutlak akli teminata sahip değildir. Dolayısıyla o rakip görüşlere, hem kendi görüsüne göre onların meziyetlerini değerlendirmek için, hem de onun görüşüne, kuvvetle muhtemelen o görüşü paylaşmayanlar tarafından, yöneltilecek keskin eleştirilerden dolayı ihtiyaç duyar.
15-"Çok muhtemeldir ki, oyunu yöneten bizim Tanrımız Yehova'dır. Her halükarda ona ibadet edelim ve 'ona olan borçlarımızı ödeyelim', gereken fedakârlıklarımızı yapalım vesaire. Yine de, Kenanlıların Tanrısı Baal'in da kendine has bazı etkileyici güvenceleri vardır. Öyleyse, yapılacak akıllıca iş her ihtimale karşı biraz bahis oynamaktır; tabii ki Yehova'ya fedakârlıklarımızı yapacağız, fakat Baal'ın rızasını kazanmak için de elimizden geleni yapacağız."gibi düşünenler kimlerdir?
15-eski İsrail oğullarından bazıları.


******************************DİN FELSEFESİ.5.HAFTA ÇALIŞMALAR********************************

1-tanrı hakkında konuşmanın yol açtıgı konular nelerdri?
1-İslam düşünce tarihinde ortaya çıkan tenzih, teşbih, ta'til v.s. gibi meseleler, esas itibariyle Tanrı hakkında konuşmanın yol açtığı konulardır.
2-Mantıkçı pozitivizmin her felsefe araştırıcısınca iyice bilinen temel "doğrulama ilkesi"NASILDIR?
2-Bir hükmün doğrulanması, ya tecrübenin verileri aracılığı ile ya da -totolojik nitelikteki hükümlerde olduğu gibi- bir zihin işlemi sonunda mümkün olur. Bu yollardan biri veya ötekisi ile doğrulanamayan hükümler anlamsızdır. Söz konusu ilkeyi din diline en radikal biçimde uygulayanların başında A.J. Ayer gelmektedir. Ayer, İngiltere’de mantıkçı pozitivizmin bir zamanlar el kitabi haline gelen Dil, Hakikat ve Mantık adlı eserinde sadece dini önermelerin değil; metafizik, ahlaki ve estetik hükümlerin de yukarıdaki ilkeye göre doğrulanamayacağını dolayısıyla onların "anlamsız" olduğunu ileri sürmektedir. Çünkü Ayer'e göre bir cümlenin anlamı, onun doğrulanma yöntemine bağlıdır. Ayer, öyle görünüyor ki, bu katı tutumundan daha sonra vazgeçti ve daha ılımlı bir tutum izledi. Bu yeni tutuma göre, bir önerme her zaman empirik yolla doğrulanma imkânına sahip olmayabilir. Bu durumda onu anlamsız saymak doğru olmaz. Eğer empirik veriler, önermenin konusuyla şu veya bu anlamda ilgili ise, onun için anlamlı olma imkanı açık demektir. Aslında böyle bir yumuşamaya "doğrulanma" ile "anlamlı olma" arasında kurulacak bir özdeşliğin, özellikle bilimde genel yasalar halinde dile getirilen ifadelerin anlamı konusunda ortaya çıkaracağı güçlüklerin giderileceği ümidiyle gidilmişti. Eğer anlamlı olmak, doğrulanmaya bağlı ise bu ifadelerin bir kısmını anlamsız saymak gerekir ki, bu bilimsel düşüncenin isleyiş biçimine ters düşer.
3-yukarıdaki ayerin anlattıklarına göre:bu tahliller nelere sebeb olmuştur?
3-Ayer'in tahlilleri Moore ve Russel'in başlattığı tenkitçi tutumun güç kazanmasına ve zaten iyiden iyiye zayıflamış olan Mutlak idealizmin daha çok gözden düşmesine yol açmıştır. Mutlak kavramının yara alması, Hıristiyan Batı dünyasında belli ölçüde de olsa, din için zararlı olmuştur.
4-geleneksel İngiliz tecrübeciliğinin babası kimdir ve tanrı varlıgına inanma hakkında ne düşünmüştür?
4-Geleneksel İngiliz tecrübeciliğinin babası sayılan J.Locke, tutarsız olma pahasına, genel epistemolojisinden ayrılarak dini bilgiye imkân tanımıştı. O, Tanrının varlığına inanmayanların sözlerine bile inanılamayacağını öne sürmekteydi.
5-tecrübeciliğin şüphecilik noktasına kadar gitmesine sebep olan kimdir ve hangi düşünceye sahiptir?
5-Tecrübeciliğin şüphecilik noktasına kadar gitmesine sebep olan D.Hume, ateizmi kesinlikle reddetmiş, felsefe tarihinde çok meşhur olan eleştirisini vahye dayalı inanca değil, rasyonel teolojinin inatla öne sürdüğü kanıtlamalarına -özellikle de teleolojik delile- yönelmişti.
6-yanlışlama kavramını felsefi tartışmalarında ön plana çıkaran kimdri?
6-K. Popper.bilgilen=Mantık açısından bakıldığında, olumlu bir iddia, kendi zıddını dışarıda tutar. Dolayısıyla o, kendi söylediğinin zıddını öne suren bir önermeyi reddeden bir iddiaya denk olacaktır. Sözgelişi, "Ahmet öğrencidir" önermesi, "Ahmet'in öğrenci olmaması söz konusu değildir” önermesiyle aynı kapıya çıkar. O halde herhangi bir iddianın neyi inkar ettiğini (yanlış saydığını) belirleyebilirsek, onun neyi tasdik ettiğini bulmak için yerinde bir adım atmış oluruz.
7-yanlışlama kavramını dini önermelerle ilgili zaten oldukça hareketli bir şekilde devam eden tartışmalara getiren kimdri?
7-A. Flew.bilgilen="Sözgelişi", diyor Flew; "Tanrı beni seviyor" diyen bir mü'mini hiçbir şey inancından vazgeçiremez. Acaba onun öne sürdüğü iddianın yanlış olduğunu gösteren herhangi bir olgu veya olay bulunabilir mi? Nimet ve iyilik içinde yüzse de, çeşitli belalara uğrasa da mü'min aynı inancını devam ettirebilir. Yani her iki olayda da bir "hikmet" görebilir. A. Flew bundan söyle bir sonuç çıkarmaktadır: Teizmin önermeleri, gözlemin her çeşidini kendi lehlerinde yorumlamakta ve onları kendilerini doğrulayan -veya en azından yanlışlamayan- veriler olarak görmektedirler. Oysa Flew ve onun gibi düşünenlere göre bir hüküm hiçbir şeyi inkâr etmiyor, dışarıda tutmuyorsa doğruladığı bir şey de yok demektir. Bu da onun kognitif bir içerikten yoksun olduğu anlamına gelir. O, mevcut bilgilerimize yeni bir şey katmaz.
Bilgilen=Doğrulama ve yanlışlama kavramlarına bağlı olarak yapılan tahlillerin önemli bazı noktaları gözden kaçırdığı ve dolayısıyla bir takim güçlüklere yol açtığı ortadadır. Söz konusu tahliller, teizmin önermelerinin gerek konu, gerek yüklem bakımından farklı olduklarına dikkat çekmekle yararlı olmuş dini konularda daha dikkatli konuşma ve yazmanın gerekli olduğunu vurgulamışlardır.
8-doğrulamacı tahliller hangi anlayışı savunuyorlardı?
8-tecrübi açıdan bir anlayışı.
9-beş duyunun getirdiği verilere bağlı bir epistemoloji geliştiren kimdir?
9-J.Locke.buna rağmen,bir "iç-duyum"un varlığını kabul etmeyi empirik çerçevenin dışına çıkmak olarak kabul etmemekteydi.
Bilgilen=Doğrulamacı tahlillerle gün ışığına çıkan bir başka konu da din dilinin geniş ölçüde paradoksal olduğu iddiasıdır. Mesela, bazılarına göre, Tanrıyı "insanları ve onların bütün fiillerini yaratan" bir Varlık olarak kabul etmekle insanın sorumlu olduğunu söylemek- ki bu ve benzeri ifadeler bazı kutsal metinlerde görülmektedir- paradoksaldır. Öncelikle şu hususun belirtilmesi gerekir: Paradoksal ifadelerin mutlaka çelişkili veya anlamsız olması gerekmez. Paradokslar, genellikle günlük dilin yetersizliğinden, farklılıkların dilde bir araya getirilip ifade edilemeyişinden kaynaklanıyor. Mesela Kur'an, Allah'ı tasvir ederken "O evveldir, ahirdir, zahirdir ve batındır; O her şeyi bilir" (57, 3.) buyurur. Bu ifadeyi tam olarak anlamak ve tahlil etmek kolay değildir. Ama yine de o, Allah’ın nasıl bir varlık olduğu (O'nun bilgisinin ve kudretinin sonsuzluğu) hakkındaki tasavvurumuzu genişletmektedir. Özellikle tasavvuf literatürümüzde bu ayetin başköşeyi işgal etmesi, bir tesadüf değildir.
Bilgilen=Doğrulamacı tahlillere ciddi eleştiriler yönelten I.M.Crombie'nin -hakli olarak işaret ettiği gibi, tasavvur etmenin birçok dereceleri vardır. Sözgelişi, kâğıda geçirdiğimiz bir cümlenin arzu ettiğimiz bir anlamı dile, getirmekte yetersiz kaldığını görmemize rağmen, onu daha iyi bir şekilde yazmayı o anda başaramayabiliriz. Arzu edilen manayı bir başkası dile getirecek olsa, "iste söylemek istediğim bu idi" demekten çok kere kendimizi alamayız. Bu demektir ki, tam olarak tasavvur edemediğimiz bir şey, büsbütün tasavvur alanımızın dışında kalmıyor.
10-Doğrulamacı tahlillerin yetersizliğini ortaya koymak için başka açıklama şekillerine de başvurulmuştur. Bunların başında ne gelir?
10-din dilinin başka dil birimlerine geri götürülmesi (irca edilmesi) çabası gelmektedir.
Bilgilen=Biz "Allah kerimdir" sözü ile bazen "bir işin sonunun iyi olacağını ümit ettiğimizi", bazen de (eğer haksız bir fiile şahit olunduktan sonra söylenmiş ise) "kötülüğün kimsenin yanına kalmayacağını" anlatmak isteriz. Şimdi söz konusu ifadeyle bunları anlattığımızı söylemekten rahatsız olmak için hiçbir sebep yoktur. Yukarıda söylediğimiz anlamların dogması için Oncelikle Allah adını verdiğimiz bir Varlik'a ve Onun kerim olduğuna (yani bir özelliğine) inanılması gerekir. Analitik felsefe çevresinde din dilinin pratik hayattaki fonksiyonuna bakılarak yapılan bu şekildeki çözümleme yaklaşımına "konatif çözümleme" adı verilmektedir. Latinceden gelen "conative" kelimesi, bir işe teşebbüs etmek, bir isi yapmayı üstlenmek gibi anlamlara gelmektedir.
11-Dini hükümlerin çoğunun ahlaki hükümler olarak görülüp değerlendirilmesi gerektiğini en açık bir dille öne süren kim olmuştur?
11- R.B. Braithwaite.
12- "Bir Tecrübecinin Dinin Mahiyeti Hakkındaki Görüşü" baslıklı bir yazısında dini hükümlerin gerek bilimsel önermelerden, gerekse mantık ve matematiğin hükümlerinden farklı olduğu görüşünü tekrarlıyor ve dini hükümlerin tek başına, dolayısıyla ait oldukları çerçeveden soyutlanarak anlaşılamayacağını söylüyordu. Ona göre; dinde bir veya birkaç ilkenin değil, bütün sistemin nasıl fonksiyon gördüğünü görmek gerekir.düşüncesi kime aittir?
12- R.B. Braithwaite.
Bilgilen= Braithwaite, dini hükümlerin sıradan ahlaki hükümlerden farklı olarak bir takim "hikâyelerin” veya "mesellerin eşliğinde sunulduğunu söyler. Bu meseller, insanlara nasıl bir hayat tarzını seçmeleri konusunda bazı ipuçları verir. Bu ipuçlarının değerlendirilip değerlendirilmemesi, insana düşer. Başka bir deyişle, dini inancın özünü sübjektif iradeye dayanan bir seçim oluşturur.
13- inanan bir insan, bir takim boş ve anlamsız hükümlere bağlanmış olmuyor. O, her şeyden önce, belli ve köklü bir tutum içinde olan bir kimsedir. Bu tutum, yapma bir tutum değil, ona son derece anlamlı ve önemli görünen bir tutumdur; bir "zihin halidir". İnananla inanmayanı birbirinden ayıran, işte bu tutumun varlığıdır. Ekzistansiyel unsurların ağır bastığı bu yaşama siyasetinde sıradan doğrulama ve yanlışlama faaliyetinin kat edeceği fazla bir mesafe yoktur.şeklindeki düşünce kime aittir?
13- RM.Hare'
14-john hick hangi eserinin bir bölümünü "inanç ve doğrulama" konusuna ayırmıştır?
14- İnanç ve Bilgi (Faith and Knowledge).
15- Doğrulamacı tahlillerin ortaya çıkardığı güçlüklerin üstesinden gelmek ve en azından dini hükümlerin bir kısminin daha başka bir yolla çözümlenebileceğini göstermek için başvurulan bir yaklaşıma ne denir?
15- Eskatolojik Doğrulama.
16- Doğrulamacı tahlillerin dini hükümlere uygulamasının yanlışlığını göstermek açısından öne sürülen bir başka felsefi yol da dilin kullanım ve fonksiyonunu esas alan çözümlere veya tahlillere nedenir?
16- linguistik çözümler denir.
17- "Fonksiyonel tahlil" anlayışının güç kazanmasında özellikle en çok kimin etkisi olmuştur?
17- L. Wittgenstein'ın. Eserleri: Tractatus Logico-Phllosophicus. Felsefi Araştırmalar
Bilgilen= Wittgensteinci metot, din dilini ayrı bir "dil oyunu" seklinde öne sürmekle dinin rasyonel açıdan eleştirisini önlemiş ve fideist bir anlayışın doğmasına sebep olmuştur.
*******************************DİN FELSEFESİ.6.HAFTA ÇALIŞMALARI***************************
1-Gazali ve Descartes gibi çok sayıda büyük düşünürler, imanın fıtri olduğunu, bozulmamış insan tabiatının inanmaya doğuştan yatkın olduğunu açıkça söylemelerine rağmen, yine de Tanrı'nın varlığı ile ilgili bir takım deliller öne sürmüş, ispat şekilleri geliştirmişlerdir. Şüphesiz, böyle bir faaliyet, çeşitli sebeplere dayanmaktadır bunlar nelerdir?
1-a. Delil ve ispat aramanın arka planındaki itici güçlerin başında birçok dinin sahip olduğu kutsal metinlerde yer alan ifadeler gelir. Bir din doğarken çok çeşitli itirazlara muhatap olur. Bu karşı çıkmaların bir kısmı şahsi, bir kısmı siyasi, diğer bazıları da fikri mahiyette olabilir.
b. İkinci olarak, dini fikir ve kanaatlerin kişilerin hayatında taklid derecesinden çıkarak tahkik derecesi yönünde yol alması, ciddi bir düşünce sürecini de beraberinde getirir. Allah'ın varlığına iman, Gazali'nin de haklı olarak işaret ettiği gibi çok kere taklid derecesinde bir başlangıç gösterir. İkinci derece ilim derecesidir. Burada insan, inancını makul gerekçelere dayandırma ihtiyacını duyar. Üçüncü derece ise, Gazalinin deyimiyle, zevk derecesidir; yani inancın yaşandığı, deruni tecrübenin konusu olduğu merhale.(uzun alıyorum ki anlaşılması kolay olsun).
c, Üçüncü olarak, insan inanç konusunda zaman zaman bir takım şüphelerin içine düşebilir; yahut şüphe içinde olan insanların bazı itirazlarıyla karşı karşıya kalabilir. Din, açıklanmaya ihtiyaç hissetmeyen ve körü körüne bağlanılan bir müessese değildir.
d. Dördüncü olarak, dini düşünce ve bilgiler, öteki alanlarda elde edilen düşünce ve bilgilerle sürekli temas halindedir.
e. Bazen belli bir felsefi sistem de Tanrı'nın varlığı problemini - dolayısıyla delilleri- tartışmayı gerekli kılabilir.
2-tanrının varlığının delilleri nelerdri?
2-Ontolojik Delil
-Kozmolojik Delil
-Gaye ve Nizam Delili
-Ahlak Delili
-Dini Tecrübe Delili
3-ontaolojik delili "delil" şekli içinde dile getirdikten sonra felsefeye mal eden, tanınmış Hıristiyan ilahiyatçı-filozofu kim olmuştur?
3-Aziz Anselm.bilgilen=Anselm, Aristoteles mantığını kullanarak ilahiyat meselelerine açıklık getirmeye çalışan ilk filozoflar arasında yer alır. Yine o, Hıristiyan ilahiyatının birçok meselesine Yeni Plâtonculuğun ışığı altında bakan ilk düşünürlerden sayılır.
4-ontolojik delil nasıldır ve diğerlerinden ayıran noktası nedir?
4-Tanrının mükemmel bir varlık olduğu inancı ve fikri tek Tanrı'lı dinlerin ilk prensibi durumundadır. Fakat Tanrının varlığı ile ilgili delillerin çoğu, "mükemmel varlık" kavramını çıkış noktası olarak değil, varış noktası olarak görür. Bu bakımdan, söz konusu kavramdan yola çıkan ontolojik delil, öteki delillerin hepsinden yapı itibariyle farklıdır. Anselm; Tanrı'nın varlığını, 'Tanrı" kavramının tahlilinden çıkarmaya çalışır.
Anselm’in önermeleri=Bu delil, genellikle, ontolojik delilin birinci şekli olarak kabul edilir. Eğer önermelerini açıkça göstererek söyleyecek olursak, delil şöyledir:                                                                                                                                                                                   Birinci Önerme; "Tanrı" ile "en yüksek derecede kemale sahip bir varlık" kastetmekteyiz.                                                                               İkinci Önerme; "Varlık" bir kemaldir. O halde Tanrı vardır.
5-descartın ontolojik delil anlayışı nasıldır?
5-(1) Ben, Tanrı fikrini, yani en yüce derecede kemale sahip bir varlık fikrini zihnimde taşıyorum.                                                                    (2) Mükemmellik vasıflarının birinden mahrum olan bir varlık, en yüce derecede kemal sahibi olamaz. Öyle ise,                                              (3) Tanrı'nın, yani en yüce derecede kemale sahip olan bir varlığın, mükemmellik vasıflarının birinden mahrum olduğunu düşünmek çelişki doğurur.                                                                                                                                                                                                    (4) Varlık, bir yetkinlik vasfıdır. Öyle ise,                                                                                                                                                                            (5) Varlıktan mahrum olmak mükemmellikten mahrum olmak demektir. Öyle ise,                                                                                                (6) En mükemmel varlık olan Tanrı'nın varlıktan mahrum olacağını düşünmek, çelişki doğurur. Öyle ise,                                              (7) Tanrı'nın var olması, Tanrı kavramının ayrılmaz bir parçasıdır. Öyle ise                                                                                                                   (8) Tanrı gerçek anlamda vardır.                                                                                                                                                                    Descartes'in bu delili, esas itibariyle bütün bu maddelerin başına yerleştirilmesi gerekli olan şu temel öncüle dayanmaktadır: Eğer A'nın B'yi mantıken içerdiği açık ve seçik olarak görülürse, A'nın Byi hakikatte de içerdiği anlaşılır. Görülüyor ki Descartes, mükemmel varlık kavramıyla başlıyor, sonra böyle bir varlık için "varlığın Zorunluluğu”nu öne sürüyor; yani bir bakıma "zorunlu varlık”ı orta terim olarak takdim ediyor ve sonunda kavramdan gerçekliğe geçiyor.
6-spinoza da ontolojik delil nasıldır?
6-Spinoza, ontolojik delile Ahlakında, temas eder, Spinoza'ya göre, Tanrı hakkında bir tasavvura sahip olmak, bir cevheri tasavvur etmek demektir. Varlık ise cevherin mahiyetine aittir. Öyle ise, Tanrı (bir, tek ve sonsuz olan cevher) varlığı zorunlu olan bir cevherdir. Onun yok olduğunu düşünmek çelişki doğurur.
7-leibnize göre ontolojik delil nasıldır?
7-Leibniz'e göre, Tanrı kavramında "varlık"ın yanı sıra uç ayrı sıfatta toplanabilecek yetkinlikleri de dikkate almak zorundayız. Bu yetkinlikler kudret, ilim ve irade sıfatlarıdır. Kudret, var olan her şeyin kaynağıdır; bilgi, bütün özellikleriyle birlikte idea'ları ihtiva eder; âlemdeki her türlü değişmenin kaynağı olan irade ise, "Tanrı, mümkünler arasından en iyi olanı seçer ve yaratır" ilkesine göre faaliyet gösterir. İste bu üç temel yetkinlik, hem kendi aralarında, hem de teker teker ve üçü birlikte varlık kavramıyla tutarlılık arz ederler.
8-"kozmoz"dan, yani “âlem”den Tanrı'nın varlığına gitmeye çalışan bir delil olarak adlandırılır?
8-kozmolojik delil.buna alem delili de denir(hudus ve imkan delili şekilleri vardrı). söz konusu delil, felsefe ve ilahiyatın en eski en köklü ve belki de en güçlü delilidir. Onun kadar filozofları ve din âlimlerini düşündürmüş, meşgul etmiş başka hiçbir delil yoktur.
9-kelamcıların gözde delili olduğu için çok kere "kelam delili" şeklinde adlandırılan delil hangisidir?
9-hudus delili.,
10-gazzali hudus delilini nasıl dile getirir?
10-"Her hadisin hudus bulması için bir sebep lazımdır."
11-hudus delili neyi gaye edinmiştir?
11-hudus delili herhangi bir sebebe ulaşmayı değil, yaratıcı ve varlığı devam ettirici olan bir sebebe ulaşmayı gaye edinmektedir.
12-kozmolojik delil ailesindeki deliller nelerdir?
12-İmkan delili
-Gaye ve nizam delili
-Hudus delili
-İnayet delili
13-Kozmolojik deliller ailesi içinde en meşhur olanı hangisidir?
13-imkan delili.
14-nizam ve gaye delili hangi basamaklardan oluşmaktadır?
14-(i) Âlemde varlıklarına şahit olduğumuz her şeyde bir düzen görmekteyiz.                                                                                                            (ii) Varlıklarda görülen düzen, belli gayelere hizmet etmekte, âlemde hayatın devamını sağlamaktadır.                                                           (iii) Şimdi, ne düzen ne de gaye kendi başına ortaya çıkamaz. Yani varlıklar, kendi kendilerine bir düzen ve gaye seçme imkânına sahip değildir.                                                                                                                                                                                                                       (iv) Bu durumda, âleme bu nizam ve gayeyi veren ilim, kudret, irade ve inayet sahibi bir varlığın bulunması gerekir. İşte bu varlık Tanrıdır.
15-gaye ve nizam delili, dini hayat için son derece önemli olan hangi fikirlerini daima göz önünde tutmaya çalışmıştır?
15-nimet, ihsan, lütuf, inayet, hikmet, adalet.Gaye ve nizam delilinin bir başka üstün yanı da pratik ve pragmatik faktörlere dikkat çekmesidir.
16-Platon'un özellikle Kanunlar da üzerinde durduğu üç önemli konu nedir?
16-Tanrı'nın varlığı, O'nun inayeti ve üçüncüsü de O'nun kevn ve fesad dışında kalan baki bir varlık oluşu.
17-İslam filozofları arasında teleolojik delil üzerinde en çok duran ve bu delili "Kur'an delili" olarak kabul eden düşünür kimdir?
17-İbn Rüsd'dür. İbn Rüsd, iki delilden söz eder: inayet delili; ihtira delili.
18-inayet delili kaç esasa dayanır?
18-ilki, bütün varlıkların insan varlığı için uygun bir tarzda düzenlenmiş olması; ikincisi ise, söz konusu bu uygunluğun irade sahibi varlığın kasıtlı fiilinin eseri olması; çünkü böyle bir uygunluk kendi başına ve tesadüfen var olmaz.
19-ihtira delilinin özelliği nedir?
19-Bu delil, İbn Rüsd'e göre, hayvanların, bitkilerin ve semavatın varlıklarını ihtiva edecek şekilde dile getirilir. Delil iki esasa dayanır:                                                                                                                                                                                                                                    (i) Bütün bu varlıklar yaratılmıştır. Bu durum, herhangi bir açıklamayı gereksiz kılacak ölçüde kendiliğinden bilinen bir gerçektir. (ii) İkinci esas ise, yaratılmış her şeyin bir Yaradana ihtiyacı olduğu hakikatidir. Bu iki' asıldan, "var olan her şey var olmak için yaratıcı bir faile muhtaçtır" sonucunu çıkarırız.
Bilgilen=İnsanın ahlaki tecrübesinden, dolayısıyla bu tecrübe ile ilgili her çeşit veriden yola çıkarak Tanrı'nın varlığını ispat etmeye çalışan "ahlak delili” denince, felsefede akla gelen ilk isim, şüphe yok ki, Kanttır. Kant'a göre öteki bütün deliller, Tanrı'nın varlığını bir bilgi meselesi olarak ele almaktadırlar. İste asıl hata daha işin başında iken, burada işlenmektedir. Kantın ahlak delili bütün eksikliklerine rağmen, gerek felsefe, gerek ilahiyat çevrelerinde oldukça etkili olmuştur. Bunun çeşitli sebepleri vardır. İlk sebep delilin öteki nazari deliler kadar fazla iddialı olmayışıdır. İkincisi, delil öteki tecrübelerden daha ziyade insanın deruni tecrübesine yani ahlak tecrübesine dayandığı için daha insan-merkezli bir görünüm arz etmekte, metafiziğe ilgi duymayanların bile dikkatlerini çekmektedir. Özellikle delilin bu son vasfı, dine psikolojik bir açıdan bakanları yeni düşünceler istikametinde teşvik etmiş ve az yada çok farklı unsurlar ihtiva eden başka ahlak delillerinin dile getirilmesene yardımcı olmuştur
20-taylorun ahlak delilinin basamakları nelerdir?
20--Ahlaki ideal objektif olup herkes için geçerlidir. -Kesin bir olgu-değer ayrımından söz edilemez. -Sürekli bir ahlaki ilerleyiş içinde bulunan insan, bir takım taleplerle karsılaşmakta ve ilahi inisiyatif onu daima ileriye doğru çekmektedir. -Bu taleplerin son kaynağı ihsan olamaz. Yine uğruna her şeyimizi feda etmeye hazır olduğumuz bir gaye dünyevi bir gaye olamaz. -İşte böyle bir gaye, varlığında bütün iyilikleri toplayan, varlığın da değerin de asıl kaynağı olan Tanrıdır. -O halde, ahlaki şuur ve ahlaki ilerleme, bizi bir Tanrı'nın var olduğu inancına götürür.
21-felsefe ve ilahiyatta dini tecrübe delili olarak bir tabirin kullanılmasına tesir edenler kimlerdri?
21-Tabirin böyle bir hüviyet kazanmasında tanınmış filozof ve psikolog William James'in Dini Tecrübenin Çeşitleri adlı eserinin büyük tesiri olmuştur.
22-dini tecrübe delili iel diğer deliller arasındaki farklar nelerdri?
22-Dini tecrübe delili, gerek şekil, gerek muhteva bakımından diğer delillerden farklıdır. Onlar, özellikle kozmolojik ve teleolojik deliller, dışımızdaki dünyadan hareket ederek Tanrının varlığı fikrine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Oysa bu delil, inanan bir varlık olarak insandan yola çıkmaktadır. Başka bir deyişle o, belli bir inanç derecesinden daha üst seviyedeki bir inanç derecesine gitmektedir. Bu yüzden bazı düşünürler, bu delili “Tanrıdan yine Tanrıya giden bir delil” olarak tarif etmektedirler.                       bilgilenmen için burayı alıyorum=İnsan, dini bir tecrübe geçirebilmek için daha işin başında iken mu'min olmak zorundadır. Bu durumda dini tecrübe delilinin gerçek anlamda bir delil olup olmadığı hala tartışma konusudur. Bazı düşünürlere göre, bir insanın dini tecrübesi aslında, o insanin "dini" diye adlandırdığı bir tecrübe geçirmiş olmasından başka hiçbir şeye delil teşkil etmez. Bu tartışmaya bir açıklık getirebilmek için konuya tarihi açıdan bir göz atmamız yararlı olacaktır.
İşe Gazali'nin inanç hayatı ile ilgili üçlü tasnifi ile başlayalım. Gazali'ye göre, inanç hayatında belli başlı üç safha vardır: Taklid, ilim, zevk. Taklid derecesi akide’nin olduğu gibi kabul edilmesi, bu konuda herhangi bir tetkik ve tahkike ihtiyaç hissedilmemesidir. İlim derecesinde akide ile ilgili bir takim delillere sahip olmak söz konusudur. Zevk derecesinde ise akidenin batınına gitmek, ma'rifet seviyesine ulaşmak vardır. Bu marifet sadece bilinen bir şey değil, aynı zamanda yaşanan bir hal'dir. İtikad, eğer günah ile zayıf bir duruma düşürülmemiş ise, insanı necata erdirir. Mişkatu'l-envarda bu derece, "iman" derecesi olarak adlandırılır. Şüphesiz, buradaki imandan maksat da yine taklid seviyesindeki inanma halidir. Dinin yaşanması açısından bakıldığında, ilim derecesi de bu ilk dereceden pek farklı değildir. Dinde aslolan, müşahedeye dayalı zevk derecesine ulaşmaktır. Ancak bu derecede yakin hasıl olur.
Gazali'nin bu görüşünü şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Bir insanin baş ağrısı diye bir şeyin var olduğuna duyarak inanması taklid derecesini, bas ağrısının ilmi sebeplerini bilmesi ilim derecesini, gerçekten bas ağrısı çekmesi ise zevk derecesini gösterir. Gazali, bu üçlü tasnifini açıklayabilmek için çeşitli eserlerinde farklı örnekler verir. Ona göre, nazari olarak, ilim, taklid seviyesindeki imanın; zevk de ilmin üstünde yer alır.
23-dini tecrübenin özellikleri nelerdir?
23-a) Dini tecrübe doğrudan doğruya yaşanan vasıtasız bir tecrübedir; anidir ve uzun süre devam eden bir mahiyet göstermez.
b) O, tahlili mümkün olmayan bir bütündür.
c) Bu tecrübede bir "buluşma" (vusul) söz konusudur. Bu hali bazıları ittihad, bazıları vusul, bazıları kurb hatta bazıları da hulul kelimesiyle anlatmaya çalışmışlardır.
d) Dini tecrübe başka bir kimseye aktarılamaz; tam olarak anlatılamaz. Gözü görmeyene kırmızıyı nasıl tarif edemezseniz, diyor İbnu'l-Arabi, vecdi de onu yaşamayana anlatamazsınız.                                                                                                                                                 e) Bu sonuncu özellikle hemen hemen aynı mahiyette olan bir başka hususiyet de, dini tecrübenin "kişiye özel" olmasıdır.
24-pragmatik deneme neye deni,r?
24-Dini tecrübenin, ortaya koyduğu sonuçlara göre değerlendirilmesine, genellikle "pragmatik deneme" adı verilmektedir. İkinci delil ise "fikri deneme"dir. Burada dini tecrübe felsefi açıdan kritik bir yoruma tabi tutulur.
25-dini tecrübe deliline yöneltilen eleştirler nelerdir?
25-a) Dini tecrübe, dinden dine, kültürden kültüre değişiklik arz etmektedir.
b) Dini tecrübe tamamıyla özeldir. Ona dayanan delil ise sağlam olmaz.
c) Dini tecrübenin gerçekliğini savunanlar, genellikle şöyle bir görüşten yola çıkmaktadırlar. Dini tecrübe geçirdiğini söyleyen dürüst insan yalan mı söylemektedir? Russel ve Freud gibi din tenkitçilerine göre, bir insanin yanılması ayrı şey, dürüst olması ise daha ayrı bir şeydir. Dürüst olmak, hayal görmeye ve bu hayali hakikatmiş gibi dile getirmeye mani değildir.
d) Dini tecrübenin karakter üzerindeki müspet tesirlerini birçok insan kabul etmektedir. Buna rağmen, bir şeyin işe yaraması ile doğru olması arasında zaruri bir münasebetin olmadığı öne sürülerek dini tecrübe delili tenkid edilmiştir.
Fakat burada bir hususa dikkat etmek gerekir. İşe yarama konusu üzerinde duranlar, alışılagelmiş bir pragmacı gibi hareket etmiyorlar. Birincilere göre "din hakikattir; bundan dolayı da işe yarıyor; o halde o doğrudur" gibi bir muhakeme sürdürüyor. Unutmamak gerekir ki hakikatine inanılmadığı halde sırf ise yaradığı için dini savunmak, ahlakla uyuşması imkansız bir tutum içinde olmak demektir. Temelsiz ve batıl inanışlar da ise yarayabilir.
e) Dini tecrübenin manevi hazzını duyanlar, onu şiddetle ve sürekli olarak arzu etmektedirler. İşte bu da tecrübenin lehine kaydedilen bir husus olarak görülmüştür. Bu noktayı eleştirenlere göre ise, arzu edilme keyfiyeti, doğru olma keyfiyetinden tamamen bağımsızdır. İnsan hoş olmayan birçok şeyi de arzu edebilir.


**********************************DİN FELSEFESİ.7.HAFTA ÇALIŞMALARI********************************

1-Farabi'nin varlık hakkındaki görüşü NE DOĞRULTUDADIR?
1-a) En açık ve seçik, en geniş anlamlı bir sözdür,                                                                                                                                                                 b) Mahiyet değildir,                                                                                                                                                                                                  c) Mahiyetin cüzlerinden biri de değildir,                                                                                                                                                                            d) Mahiyete arızdır, yani onun asıl deyimi ile mahiyetin lazımıdır.
2-ibn sina varlığı nasıl tanımlar?
2-İbn Sina, Farabi gibi varlık (vücut) sözünün başka hiçbir sözün kavramının içine giremeyecek kadar geniş ve genel olduğunu ileri sürer. Bunun için başka herhangi bir sözün mantık bakımından tanımında kullanamayacağını, çünkü cins, tür ve faslın olmadığını, varlık sözünün tanımlanması düşünüldüğü zaman da tanımlanamayacağını, zira kendisinin de cinsi, türü ve faslı olmadığını söyler.
Bilgilen=İbn Sina, varlık sözünün zihinde nasıl açık bir kavram taşıdığını ve zihnin onu nasıl kavradığını varlık sezgisi yoluyla izah etmiştir.
"İnsanın kolu, başı, gövdesi, bacakları" dediğimizde bir izafet yapmış oluruz. Muzaf ile Muzafun İleyh birbirinden ayrılabilir. Burada insana kol takılmıştır; eğer kol yok farz edilse insan gene insandır. Aynı şekilde diğer uzuvlar (baş, gövde ayaklar) insandan ayrılacak olsa insan gene insandır. Bir kimseye, “sen böyle bütün uzuvlarından yoksun olduğunu farz ettiğinde kendi varlığını duyar mısın?” denilse o kimse, “evet, bu uzuvlarım olmasa gene de varım” der. İşte varlık sözü, insan zihninin sorgusuz sualsiz kabul ettiği, hiçbir şeye muhtaç olmadan kavramını benimsediği bir sözdür.
3-ibn sinada varlık kaç sınıflandırmaya tabi tutulur?
3-1) Mutlak varlık(Mutlak varlığa mücerret varlık da denir. İnsanoğlunun farkında olduğu bir zihin içi ve bir de zihin dışı varlık vardır. Bir şey ya zihindedir veya zihin dışındadır. Zihinde var olanın dışarıda varlığı gerekmez. Fakat dışarıda var olan zihinde var olabilir. Demek ki insanın, varlığı yerleştireceği, varlığı bağlayacağı zihin içi ve zihin dışı iki saha vardır. Bu her iki sahada bulunan varlıkların birtakım özellikleri bulunmaktadır. İşte mutlak ve soyut varlık bu iki sahadan hiçbirine bağlı olduğu, göz önünde tutulmayan varlık demektir.)
2) Zihinde varlık(İkincisi zihinde varlık, yukarıdaki "insanlık" sözünü zihinde bulunan bir varlık olarak aldığımız zaman cins, tür, fasıl, tümel, tek ve çok sıfatları ile sıfatlanır. Zihni varlıklar kavramlar, anlamlardır)                                                                                                                                                                                                                 3) Dış dünyada (ayan) varlık.(Zihin dışı varlık (ayan), fertler, tek ve şahsiyet kazanmış, taayyün etmiş gerçek varlıklardır.)
Kısaca=Varlık sözünün sadece kendisine bakılarak anlaşılan anlamda kullanılmasına soyut ve mutlak varlık, zihindeki kavramına bakılarak anlaşılan anlamda kullanılmasına zihinde varlık, dış dünyada fertlerinin bulunmasına bakılarak anlaşılmasına dış dünyada (ayan) varlık denir. Bundan başka İbn Sina'nın varlığı iki manada daha kullandığını görüyoruz. Biri, umumi varlık (vücudi aam), diğeri özel varlık (vücudi has). Bu iki kavramı yukarıdaki üç türlü varlık anlamına uyguladığımız zaman, genel varlık her üçüne şamil olan varlıktır. Dış dünyada taayyün etmiş varlıklara özel varlık denir.
4-ibn rüşd hangi  kimseyi dinin maksadını tanımamış ve yoldan azmış olarak nitelemketedir?
4-Fenni ve teknik esaslara dayanan uzun ve mürekkep mıkyaslardan meydana gelen beyanlar (ve mantıki kıyaslar) şeriat tarafından halka talim ve tebliğ vasıtası olarak kullanılmamıştır. O halde kim halkı bu basit şer’i yollardan başkasına sevk eder ve bunu da te'vil suretiyle şeriata uydurursa, o kimse dinin maksadını tanımamış ve yoldan azmış demektir.
5-ibn rüşdde Halka talim ve tebliğ konusunda şeriatın tutmuş olduğu yol nasıldır?
5-alemin, mübarek ve muteal olan Allah’ın masnuu ve eseri olduğunu esas alan yoldur. Bu hususu ihtiva eden ayetler incelenecek olursa, bu yolların inayet (delili) yolu olduğu görülür. Bu, Yaratıcının varlığının delillerinden biridir. Şöyle ki: İnsan hissi ve maddi bir şeye bakınca, görür ki, o şey herhangi bir şekilde, herhangi bir miktarda ve herhangi bir vaziyette olacak biçimde ortaya konulmuştur. Bütün bu hususlar o hissi ve maddi şeyde mevcut olan menfaata ve ondan beklenen gayeye uygundur. Hatta bu hissi ve maddi şey, bu şekilden başka, bu vaziyetten farklı ve bu miktardan değişik bir halde mevcut olsa, kendisinde menfaat mevcut olmaz, diye de itiraf eder. İşte kesin biçimde bundan bilinir ki, o şeyi yapan bir sâni ve sanatkâr mevcuttur. O yüzden, o şeyin şekli, vaziyeti ve miktarı o menfaate muvafık düşmüştür. Belli bir menfaatin mevcut olması için bütün bu şeylerin diğerine uygunluğunun tesadüf ile olması mümkün değildir.(taş örneği) Bu delilin kat’i ve basit olduğu, şu yazdıklarımızdan açıkça ortaya çıkmaktadır. Zira bunun temeli, herkes tarafından kabul ve itiraf edilen iki esasa dayanmaktadır: 1. Alem, bütün parçaları ve bölümleri ile insanın varlığına ve oradaki bütün mevcudatın vücuduna uygun düşecek bir şekilde mevcuttur.
 2. Bütün parça ve bölümleriyle bir tek gayeye doğru yönelik olarak mevcut olan her şey, zaruri olarak bir masnu ve eserdir. Bu iki esastan da tabii olarak çıkan sonuç şudur; Alem masnudur ve onun bir sânii vardır. Bu sonuca varılmasının sebebi, inayet delilinin her iki esasa birlikte delalet etmesidir. Bunun içindir ki, inayet delili, sâniin varlığına delalet eden delillerin en önemlisi olmuştur.
Bilgilen=Sonra Allah Teala, yağmura da temas ederek söz konusu inayete dikkati çekmiştir. Yağmur sadece bitkiler ve canlılar için yağar. Ekinlerin yetişmesi için sınırlı zamanlarda sınırlı miktarda yağmurun yağmasının tesadüfen vaki olması mümkün değildir. Bunun böyle oluşunun sebebi, buradaki varlıklara gösterilen inayet ve ihtimamdan başka bir şey değildir. Onun için Hakk Teala “Hububat, nebatat ve ağaçları sarmaş dolaş bahçeler yetiştirmek için, yoğunlaşmış bulutlardan bol bol yağmur yağdırdık” (Nebe, 78/14, 15, 16) buyurmuştur. Kur’an’da bu hususa dikkati çeken birçok ayet mevcuttur. Bunlardan ikisi, “Görmüyor musunuz ki, Allah, semaları yedi kat olarak nasıl yaratmıştır? O semalarda ayı nasıl bir nur, güneşi nasıl bir meşale kılmış ve sizin için arzdan nasıl bitkiler bitirmiştir?” (Bunlardaki inayet ve ihtimam üzerinde düşünmüyor musunuz?) (Nuh, 71/15,16,17); “Sizin için arzı döşek, semayı bina haline getiren O'dur” (Bakara, 2/22).
Bilgilen=Eş’arilerin, “Yüce Allah âdetini bu sebeplerle icra ediyor, yoksa O'nun izni ile olması hali müstesna, sebeplerin neticeler üzerinde herhangi bir tesiri yoktur” demeleri, hikmetin gereğinden hakikaten çok uzak bir sözdür, hatta hikmetin gereğini iptal eden bir sözdür. Çünkü sonuçlar, bu sebeplerle mevcut olmalarının mümkün olmaları ölçüsünde, diğer bir takım sebeplerle de vücuda gelme imkânına haiz olsalardı, bu sebeplerle vücuda gelmelerinde ne hikmet bulunurdu?                                                         Sonuçlar, şu üç şekilden biriyle sebeplerden vücuda gelirler:
a) Ya zaruret (belli sebeplerin belli sonuçlar için var olmaları türünden olur. İnsanın beslenmesi ve gıda alması gibi (peterminizm),
b) Veya daha üstün olması için, yani bu sayede daha çok mükemmel ve tam olması için olur, insanın iki gözü oluşu gibi.
c) Veyahut da zaruret ve daha üstün olma hali bahis konusu edilmeden olur. Bu takdirde belli neticelerin belli sebeplerden vücuda gelmeleri tesadüfî ve kasıdsız olur da burada esas itibariyle hiç bir hikmet bulunmamış olur. Bu hal sânia değil, sadece tesadüfe delalet eder. Mesela insanın elinin şekli, parmaklarının sayısı ve büyüklüğü, elin görevi olan tutma ve biçimleri muhtelif olan şeyleri kavrama fiilleri bakımından böyledir.
Bilgilen=Durumun bu olması halinde ise insana elin tahsis edilmesi ile pençenin veya fiillerinin şekline uygun düşen hayvanlara ait diğer bir organın verilmesi arasında bir farkın bulunmaması gerekirdi. Kısaca sebep-sonuç esasını ortadan kaldıracak olsak, ortada tesadüfiliği, yani burada, bir sâniin mevcut olmadığını, bu alemde meydana gelen her şeyin sadece maddi sebeplerden vücuda geldiğini iddia edenleri reddetmeye yarayan bir şey kalmaz. Çünkü “mümkün olan iki şeyden birinin vaki olması, fail-i muhtardan çok tesadüfe dayanır”, diye izah edilmesi daha doğru olur. Şu halde Eş’ari olan bir zat çıkar da, “İki veya daha fazla mümkünden birinin var oluşu, burada tahsis ve tercih yapan bir failin bulunduğuna delildir”, derse, tesadüfe inananlar ona şöyle diyebilirler: İki veya daha fazla mümkün varlıklardan birinin meydana gelmesi esası üzerine varlıkların var oluşu, tesadüfendir. Çünkü irade, sebeplerden birini tercih etme esasına göre iş yapar. Sebepsiz ve illetsiz olan şey ise tesadüftendir. Çünkü biz bu şekilde meydana gelen birçok şeyler görüyoruz. Nitekim istiksat'a (dört unsura) arız olan şey buna örnektir. Unsurlar tesadüfen imtizac eder ve birleşirler. Bu birleşmenin neticesinden de yine tesadüfen herhangi bir şey vücuda gelir. Sonra bir kere daha birleşir ve tesadüfe dayanan bu birleşme ile yine tesadüfen başka bir varlık meydana gelir. Bu suretle bütün varlıklar tesadüften meydana gelmiş olur. (ilet, sebep, gaye ve hikmet fikrini reddeden Eş'arilerin buna cevap vermeleri gerekir) Bize gelince, "Daha mükemmeli ve tam olanı imkânsız olacak derecede burada bir tertibin ve nizamın mevcut oluşu zaruridir. İmtizaçlar ve birleşmeler sınırlı ve ölçülüdür. Bundan meydana gelen varlıklar da zaruridir. Bu da süreklidir, hiç şaşmaz.” dediğimiz bu alemin tesadüften olması mümkün olmaz. Zira tesadüfen mevcut olan bir şey çok az zaruridir.
Bilgilen=Bir de Eş’arilere denir ki: Alem hakkındaki şer' akide, “Alem muhdestir, bir şey ve madde olmadan yaratılmıştır ve zaman bahis konusu olmaksızın var edilmiştir”, şeklinde olsaydı, bırakın halkı bir yana, ulema için dahi bunu tasavvur etmek mümkün olmazdı. O halde, söylemiş olduğumuz gibi şeriatın, halk için ortaya koymuş olduğu tasavvur biçiminden sapmamak ve onlara bunun dışında hiç bir şeyi tasrih etmemek uygun olur. Zira alemin yaratılışı hakkında bu çeşitten bir temsil, Kur’an’da da, Tevrat’ta da ve diğer semavi kitaplarda da mevcut olan bir temsildir. Bu hususta insana hayret veren cihet, alemin yaratılışı ile ilgili olarak şeriatta bahis konusu edilmiş olan temsilin, şahitteki hudusun manasına mutabık oluşu, sadece orada hudus sözünün söylenmemiş olmasıdır Bu da Allah'tan, alemin hudusu şahitteki hudus gibi değildir, diye ulemaya bir tenbih ve ikazdır. Kur'an, alemin yaratılmasını "halk" ve “futûr” kelimeleriyle anlatmıştır. Bu kelimeler her iki mananın tasavvuruna yani hem şahiddeki hudusun tasavvur edilmesine hem ulemanın elindeki delil ile ulaşılan gaibteki hudüsun tasavvuruna elverişlidir. Buna göre (bu konuda) hudüs veya kıdem sözlerini kullanmak şeriatta bid'attır, halkın, bilhassa halktan cedelci olanların akidelerini bozmaya sebep olacak büyük bir şüphe ve tereddüte düşme vasıtasıdır. Onun için dindaşlarımız olan kelamcılar, yani Eş'ariler şüphelerin en büyüğüne ve hayretlerin en şiddetlisine maruz kalmışlardır. Şöyle ki: Eş'ariler, Allah’ın kadim bir irade ile mürid olduğunu - ki işaret ettiğimiz gibi burada kadim sözünü kullanmak bid’attır - tasrih ederek, “Alem muhdestir”, esasını ortaya atınca, kendilerine şöyle denildi: Kadim bir iradeden hadis bir murad nasıl hadis olur? Cevaben şöyle dediler: Kadim iradenin muradın icadına taalluk etmesi özel bir zamandadır, bu zaman da, içinde muradın vücuda geldiği vakitten ibarettir. Onlara tekrar şöyle denildi: Mürid bir failin yok olduğu esnada muhdese olan nisbeti, icad edildiği vakit ona olan nisbetinin aynı ise, o halde muhdes yok iken ortada bulunmayan bir fiilin, muhdes var olduğu vakitte ona taalluk etmesi halinde, o muhdesin o vakit içinde vücuda gelmesi başka bir vakitte vücuda gelmesinden evla olmaz. Eğer o nisbet ayni değil de değişik ise, bu takdirde ortada hadis bir iradenin bulunması zaruridir. Aksi halde kadim bir fiilden muhdes bir mefulun meydana gelmesi icab eder. Çünkü bu hususta fiile ne lazım geliyorsa, iradeye de o lazım gelir.

Bunun izahı şudur: Onlara sorulur: O muhdesin vakti ve var olma zamanı gelip mevcud olunca, acaba kadim bir fiille mi, yoksa muhdes bir fiille mi mevcut oldu? Şayet, kadim bir fiille derlerse, kadim bir fiille muhdesin var oluşunun imkanını kabul etmiş olurlar. Yok eğer, “hadis bir fiille” derlerse, onlara göre ortada hadis bir iradenin bulunması lazım gelir. Eğer, “irade fiilin kendisidir” diyecek olurlarsa o vakit de imkansız bir şey söylemiş olurlar. Çünkü irade, müridde fiilin hasıl olmasının sebebidir. Şayet mürid, herhangi bir şeyi herhangi bir vakitte irade ettiği zaman, önceden, var olan bir irade ile ve failden bir fiil hasıl olmadan sadece vaktin gelişi ile vücuda gelmiş olsaydı, o şeyin failsiz mevcut olması lazım gelirdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder