*******************************DİN
FELSEFESİ .4.HAFTA ÇALIŞMALARI***********************************
1-fideizm
(imancılık)ne demektir?
1-genel
olarak dinsel bilgimizin, özel olarak Tanrı hakkındaki bilgimizin akılsal veya
doğal bilgiye değil, yalnızca imana dayanması gerektiğini söyleyen görüştür.
2-fideist
olan filozoflar kimlerdri?
2-Doğu
İslam dünyasında hem Gazali, hem de ondan tamamen başka bir düşünce iklimi
içinde dolaşan İbn Haldun fideisttir. Batı dünyasında yine hem Pascal, hem de
ondan tamamen farklı görüşlere sahip olan Soren Kierkegard fideisttir.
3-kalbin
öyle nedenleri vardırki akıl onları kavrayamaz diyen kimdir?
3-pascal.
4-fiedizm
denince akla ilk kim gelir?
4-soren
kierkegard.
5-“iman,
tamamen bireyin içselliğinin sonsuz tutkusu ile nesnel kesinsizlik arasındaki
çelişkidir. Tanrı'yı nesnel olarak kavrayabilirsem, inanmış olmam; fakat bunu
yapamadığım için, inanmalıyım. Eğer kendimi iman dairesinde tatmak istiyorsam,
nesnel kesinsizliğe sıkı sıkıya tutunmaya kararlı, olmalıyım.”sözü kime aittir?
5-soren
kierkegard.
6-gabriel
marcele göre iman nasıldır?
6-"Gerçek
inanan inanmak için dokunmaya, yani bilmeye ihtiyacı olmayandır. İmanı, Tanrı
ile Birey arasında rasyonel olmayan bir sahadaki bir bağlanma ve katılma aktı
olarak kabul eder.
Not=İmancılık
farklı yazarlar tarafından çok farklı tarzlarda tanımlanmıştır, fakat bizim
amaçlarımız doğrultusunda biz onu dini inanç sistemlerinin akli değerlendirmeye
tabi olmadığı şeklindeki görüştür diye tanımlayacağız. Mesela, „Tanrı‟nın
varlığına ve onun bizi sevdiğine iman ettik‟
demek, „biz bunları hiçbir delile ve akıl yürütmeye dayanmadan kabul ettik ve
biz Tanrı‟nın bizi sevdiğini ispatlamaya veya
çürütmeye çalışan hiçbir şeyimiz olsun istemiyoruz' demektir.
7-iman
bir bağlanma ve risk alma meselesidir diyen kimdri?
7-soren
kierkegard. Risk olmadan iman olmaz. İman kesinlikle bireyin içe dönüklüğündeki
sonsuz arzu ile objektif belirsizlik arasındaki çelişkidir. Eğer Tanrı‟yı
objektif olarak kavrayabilecek durumdaysam, o zaman inanmam, fakat tam da bunu
yapamadığım, (kavrayamadığım) için inanmak zorundayım. Eğer kendimi iman içinde
korumak diliyorsam sürekli objektif belirsizliğe sıkıca sarılmaya hep azimli
olmalıyım, ki böylece yetmiş bin kulaçtan daha derin suyun üzerinde hala
imanımı koruyarak kalırım.
8-katı
akılcılık nedir?
8-Katı
akılcılık, bir dini inanç; sisteminin hakkıyla ve akli bir şekilde kabul
edilmesi için, bu inanç sisteminin doğru olduğunun ispatlanmasının mümkün
olması zorunludur diyen görüştür. Burada kullanıldığı haliyle, akılcılık
(rationalism) hem irrasyonalizmin. (akıl dışıcılık) hem de imancılığın
çelişiğidir; bu anlamda akılcılık genel olarak inançlarımız ve fiillerimiz
konusunda akla veya zekâya güvenmeyi tazammun eder.
9-Katı
akılcılığın ana fikri İngiliz matematikçisi W. K. Clifford (1845-1879)
tarafından etkili bir şekilde nasıl ifade edilmiştir?
9-Her
zaman, her yerde ve herkes için, yetersiz delile dayanarak bir şeye inanmak
yanlıştır. Eğer bir kimse, çocukluğunda veya daha sonra ikna edildiği bir
inanca sarılarak, onunla ilgili zihninde beliren herhangi bir şüpheyi bastırır
veya öteye iterse ve kendisini rahatsız etmeksizin kolayca sorulamayacak
soruları kâfirce sorular olarak görürse, bu kişinin hayatı insanlığa karşı
işlenmiş uzun süren bir günahtır. …Bir öğretinin delilinin araştırılması hep
geçerli olacak şekilde bir defada yapılıp sonra da nihai karar verilmiş farz
edilmemelidir. Bir şüpheyi bastırmak hiçbir zaman meşru değildir; çünkü o şüphe
ya zaten yapılmış olan araştırmayla dürüstçe cevaplanabilir, ya da o şüphe
soruşturanın tamamlanmamış olduğunu ispat eder.Clifford inançlarımız için neden
böyle yüksek standartlar koyar? Buna cevap verirken, bir inancı kâfi delil
olmadan kabul etmenin, kişinin kendisi için ve özellikle de başkaları için yol
açabileceği ciddi sonuçları vurgular: Bir gemi sahibi bir göçmen gemisini
denize göndermek üzereydi... Geminin denize dayanıklı olmayabileceğine dair
şüpheler kendisine iletilmişti. Bu şüpheler adama dert oldu ve onu mutsuz etti.
... Fakat gemi denize açılmadan önce, adam bu melankolik düşüncelerin üstesinden
gelmeyi başardı... Onun hareketini kaygısızca ve iyi dileklerle seyretti (...)
ve gemi okyanusun ortasında batınca da sigortadan parasını aldı ve hiçbir şey
anlatmadı. Bu adam hakkında ne diyeceğiz? Şu kesindir, o gemideki insanların
ölümünde onun şüphesiz suçu vardır. Kabul edilmektedir ki o adam geminin
elverişli olduğuna samimi olarak inanmıştı; fakat kanaatindeki samimiyet ona
hiçbir şekilde yardımcı olamaz, çünkü önündeki delile dayanarak inanmaya hakkı
yoktu. Gemi sahibini lanetlemekte hepimiz Clifford'in duygularını paylaşacağız;
gördüğümüz gibi Clifford, yetersiz delile dayanan her inancın kınanmaya layık
olduğunu iddia eder.
Bilgilen=Katı
akılcı "imana" baştan savma surette başvurmaz; görüşünün doğru
olduğunu ispatlamayı teklif eder ve aynı şeyi yapmanız için size de meydan
okur.
10-Gazali
ile İbn Rüşd arasında, Tanrı'nın ve insanın özgürlüğü üzerine çok ilginç bir
tartışmaları nedir?
10-İbn
Rüsd'e göre her şeyin veya her fiilin bir nedeni olduğuna göre, insani veya
Tanrısal seçme ve tercih etme fiilinin de mutlaka bir nedeni olması gerekir.
Oysa Gazali'ye göre bunu kabul etmek demek, insanın ve Tanrı'nın özgürlüğünü
ortadan kaldırmak demektir. İbn Rüşd'e göre bir öznenin, her bakımdan birbirine
benzer olan iki şeyden birini seçmesi ve diğerine tercih etmesi mümkün
değildir. Gazali'ye göre ise seçme özgürlüğünün anlamı tam da burada
yatmaktadır: burada İbn Rüşd'ün tavrının daha bilimsel, buna karşılık
Gazali'nin tavrının daha felsefi olduğunu söylemek mümkündür.
11-eleştirel
akılcılık nedir?
11-dini
inanç sistemlerinin kesin ispatı imkânsız olmakla birlikte, böyle bir sistemin
aklen eleştirilip değerlendirilebileceği ve bunun zorunlu olduğu görüşüdür.
Katı akılcılığa benzer şekilde, eleştirel akılcılık bize dini inançları
değerlendirmede akli yeteneklerimizi sonuna kadar kullanmamızı söyler.
12-eğer
katı akılcılık ve imancılık reddedilirse ortaya ne çıkar?
12-eleştirel
akılcılık çıkar.
13-eleştirel
delilciler olarak nitelendirilenler nasıl hareket ederler?
13-Bazı
eleştirel akılcılar, inançlarında akli olmak için, kabul ettikleri inançların
lehine sebepler ve argümanlar temin etmeye hazırlıklı olmak zorunda oldukları
kanaatindedirler. Elbette ki, bu sebeplerin ve argümanların, herkesi, hatta
bütün "makul insanları" bile, ikna etmeyeceğini, fakat böyle sebeplerin
elde bulunmasının dini inanç sahibi makul birisi olmak için vazgeçilmez
olduğunu kabul ederler.
14-katı
akılcılık ve eleştirel akılcılık arasındaki farklar nelerdri?
14-****eleştirel
akılcılık, bu metnin her tarafında bulunan alternatif dini görüşlerin göz önüne
alınması vurgusu ile de oldukça uyumludur. Bir anlamda eleştirel akılcı,
birbirine alternatif olan görüşlere ve bu görüşlerin taraftarlarına imancıdan
da katı akılcıdan da daha fazla ihtiyaç duyar. ****Katı
akılcı ispat eder ve k-sinlikle bilir ki kendi görüşleri doğrudur, bu durumda
onun başka görüşlerle ilgilenmesi o görüşlerin hatalarının tespitinin
araştırılması ve o görüşlerin taraftarlarının "hakikati" kucaklamaya
razı edilmesi için en iyi yolun araştırılmasıyla sınırlıdır.
****Ve
imancı, "iman sıçramasını" bir kez yaptı mi, alternatif görüşlere çok
az ihtiyaç duyar, en iyi ihtimalle onların faydası, farklılıklara dayanarak,
kendi dahili standartlarına göre yargılandığı için herhangi bir karsılaştırmada
hep üstün çıkacak olan "seçilmiş" görüsün üstünlüğünün
gösterilmesindedir.
****Bunların
aksine, eleştirel akılcı kendi görüsünün doğruluğuna dair hiçbir mutlak akli
teminata sahip değildir. Dolayısıyla o rakip görüşlere, hem kendi görüsüne göre
onların meziyetlerini değerlendirmek için, hem de onun görüşüne, kuvvetle
muhtemelen o görüşü paylaşmayanlar tarafından, yöneltilecek keskin
eleştirilerden dolayı ihtiyaç duyar.
15-"Çok
muhtemeldir ki, oyunu yöneten bizim Tanrı‟mız Yehova'dır.
Her halükarda ona ibadet edelim ve 'ona olan borçlarımızı ödeyelim', gereken
fedakârlıklarımızı yapalım vesaire. Yine de, Kenanlıların Tanrı‟sı Baal'in da kendine has bazı
etkileyici güvenceleri vardır. Öyleyse, yapılacak akıllıca iş her ihtimale
karşı biraz bahis oynamaktır; tabii ki Yehova'ya fedakârlıklarımızı yapacağız,
fakat Baal'ın rızasını kazanmak için de elimizden geleni yapacağız."gibi
düşünenler kimlerdir?
15-eski
İsrail oğullarından bazıları.
******************************DİN
FELSEFESİ.5.HAFTA ÇALIŞMALAR********************************
1-tanrı
hakkında konuşmanın yol açtıgı konular nelerdri?
1-İslam
düşünce tarihinde ortaya çıkan tenzih, teşbih, ta'til v.s. gibi meseleler, esas
itibariyle Tanrı hakkında konuşmanın yol açtığı konulardır.
2-Mantıkçı
pozitivizmin her felsefe araştırıcısınca iyice bilinen temel "doğrulama
ilkesi"NASILDIR?
2-Bir
hükmün doğrulanması, ya tecrübenin verileri aracılığı ile ya da -totolojik
nitelikteki hükümlerde olduğu gibi- bir zihin işlemi sonunda mümkün olur. Bu
yollardan biri veya ötekisi ile doğrulanamayan hükümler anlamsızdır. Söz konusu
ilkeyi din diline en radikal biçimde uygulayanların başında A.J. Ayer
gelmektedir. Ayer, İngiltere’de mantıkçı pozitivizmin bir zamanlar el kitabi
haline gelen Dil, Hakikat ve Mantık adlı eserinde sadece dini önermelerin
değil; metafizik, ahlaki ve estetik hükümlerin de yukarıdaki ilkeye göre
doğrulanamayacağını dolayısıyla onların "anlamsız" olduğunu ileri
sürmektedir. Çünkü Ayer'e göre bir cümlenin anlamı, onun doğrulanma yöntemine
bağlıdır. Ayer, öyle görünüyor ki, bu katı tutumundan daha sonra vazgeçti ve
daha ılımlı bir tutum izledi. Bu yeni tutuma göre, bir önerme her zaman empirik
yolla doğrulanma imkânına sahip olmayabilir. Bu durumda onu anlamsız saymak
doğru olmaz. Eğer empirik veriler, önermenin konusuyla şu veya bu anlamda ilgili
ise, onun için anlamlı olma imkanı açık demektir. Aslında böyle bir yumuşamaya
"doğrulanma" ile "anlamlı olma" arasında kurulacak bir
özdeşliğin, özellikle bilimde genel yasalar halinde dile getirilen ifadelerin
anlamı konusunda ortaya çıkaracağı güçlüklerin giderileceği ümidiyle
gidilmişti. Eğer anlamlı olmak, doğrulanmaya bağlı ise bu ifadelerin bir
kısmını anlamsız saymak gerekir ki, bu bilimsel düşüncenin isleyiş biçimine
ters düşer.
3-yukarıdaki
ayerin anlattıklarına göre:bu tahliller nelere sebeb olmuştur?
3-Ayer'in
tahlilleri Moore ve Russel'in başlattığı tenkitçi tutumun güç kazanmasına ve
zaten iyiden iyiye zayıflamış olan Mutlak idealizmin daha çok gözden düşmesine
yol açmıştır. Mutlak kavramının yara alması, Hıristiyan Batı dünyasında belli
ölçüde de olsa, din için zararlı olmuştur.
4-geleneksel
İngiliz tecrübeciliğinin babası kimdir ve tanrı varlıgına inanma hakkında ne
düşünmüştür?
4-Geleneksel
İngiliz tecrübeciliğinin babası sayılan J.Locke, tutarsız olma pahasına, genel
epistemolojisinden ayrılarak dini bilgiye imkân tanımıştı. O, Tanrının
varlığına inanmayanların sözlerine bile inanılamayacağını öne sürmekteydi.
5-tecrübeciliğin
şüphecilik noktasına kadar gitmesine sebep olan kimdir ve hangi düşünceye
sahiptir?
5-Tecrübeciliğin
şüphecilik noktasına kadar gitmesine sebep olan D.Hume, ateizmi kesinlikle
reddetmiş, felsefe tarihinde çok meşhur olan eleştirisini vahye dayalı inanca
değil, rasyonel teolojinin inatla öne sürdüğü kanıtlamalarına -özellikle de
teleolojik delile- yönelmişti.
6-yanlışlama
kavramını felsefi tartışmalarında ön plana çıkaran kimdri?
6-K.
Popper.bilgilen=Mantık açısından bakıldığında, olumlu bir iddia, kendi zıddını
dışarıda tutar. Dolayısıyla o, kendi söylediğinin zıddını öne suren bir
önermeyi reddeden bir iddiaya denk olacaktır. Sözgelişi, "Ahmet
öğrencidir" önermesi, "Ahmet'in öğrenci olmaması söz konusu değildir”
önermesiyle aynı kapıya çıkar. O halde herhangi bir iddianın neyi inkar
ettiğini (yanlış saydığını) belirleyebilirsek, onun neyi tasdik ettiğini bulmak
için yerinde bir adım atmış oluruz.
7-yanlışlama
kavramını dini önermelerle ilgili zaten oldukça hareketli bir şekilde devam
eden tartışmalara getiren kimdri?
7-A.
Flew.bilgilen="Sözgelişi", diyor Flew; "Tanrı beni seviyor"
diyen bir mü'mini hiçbir şey inancından vazgeçiremez. Acaba onun öne sürdüğü
iddianın yanlış olduğunu gösteren herhangi bir olgu veya olay bulunabilir mi?
Nimet ve iyilik içinde yüzse de, çeşitli belalara uğrasa da mü'min aynı
inancını devam ettirebilir. Yani her iki olayda da bir "hikmet" görebilir.
A. Flew bundan söyle bir sonuç çıkarmaktadır: Teizmin önermeleri, gözlemin her
çeşidini kendi lehlerinde yorumlamakta ve onları kendilerini doğrulayan -veya
en azından yanlışlamayan- veriler olarak görmektedirler. Oysa Flew ve onun gibi
düşünenlere göre bir hüküm hiçbir şeyi inkâr etmiyor, dışarıda tutmuyorsa
doğruladığı bir şey de yok demektir. Bu da onun kognitif bir içerikten yoksun
olduğu anlamına gelir. O, mevcut bilgilerimize yeni bir şey katmaz.
Bilgilen=Doğrulama
ve yanlışlama kavramlarına bağlı olarak yapılan tahlillerin önemli bazı
noktaları gözden kaçırdığı ve dolayısıyla bir takim güçlüklere yol açtığı
ortadadır. Söz konusu tahliller, teizmin önermelerinin gerek konu, gerek yüklem
bakımından farklı olduklarına dikkat çekmekle yararlı olmuş dini konularda daha
dikkatli konuşma ve yazmanın gerekli olduğunu vurgulamışlardır.
8-doğrulamacı
tahliller hangi anlayışı savunuyorlardı?
8-tecrübi
açıdan bir anlayışı.
9-beş
duyunun getirdiği verilere bağlı bir epistemoloji geliştiren kimdir?
9-J.Locke.buna
rağmen,bir "iç-duyum"un varlığını kabul etmeyi empirik çerçevenin
dışına çıkmak olarak kabul etmemekteydi.
Bilgilen=Doğrulamacı
tahlillerle gün ışığına çıkan bir başka konu da din dilinin geniş ölçüde
paradoksal olduğu iddiasıdır. Mesela, bazılarına göre, Tanrıyı "insanları
ve onların bütün fiillerini yaratan" bir Varlık olarak kabul etmekle
insanın sorumlu olduğunu söylemek- ki bu ve benzeri ifadeler bazı kutsal
metinlerde görülmektedir- paradoksaldır. Öncelikle şu hususun belirtilmesi
gerekir: Paradoksal ifadelerin mutlaka çelişkili veya anlamsız olması gerekmez.
Paradokslar, genellikle günlük dilin yetersizliğinden, farklılıkların dilde bir
araya getirilip ifade edilemeyişinden kaynaklanıyor. Mesela Kur'an, Allah'ı
tasvir ederken "O evveldir, ahirdir, zahirdir ve batındır; O her şeyi
bilir" (57, 3.) buyurur. Bu ifadeyi tam olarak anlamak ve tahlil etmek
kolay değildir. Ama yine de o, Allah’ın nasıl bir varlık olduğu (O'nun
bilgisinin ve kudretinin sonsuzluğu) hakkındaki tasavvurumuzu genişletmektedir.
Özellikle tasavvuf literatürümüzde bu ayetin başköşeyi işgal etmesi, bir
tesadüf değildir.
Bilgilen=Doğrulamacı
tahlillere ciddi eleştiriler yönelten I.M.Crombie'nin -hakli olarak işaret
ettiği gibi, tasavvur etmenin birçok dereceleri vardır. Sözgelişi, kâğıda
geçirdiğimiz bir cümlenin arzu ettiğimiz bir anlamı dile, getirmekte yetersiz
kaldığını görmemize rağmen, onu daha iyi bir şekilde yazmayı o anda
başaramayabiliriz. Arzu edilen manayı bir başkası dile getirecek olsa,
"iste söylemek istediğim bu idi" demekten çok kere kendimizi
alamayız. Bu demektir ki, tam olarak tasavvur edemediğimiz bir şey, büsbütün
tasavvur alanımızın dışında kalmıyor.
10-Doğrulamacı
tahlillerin yetersizliğini ortaya koymak için başka açıklama şekillerine de
başvurulmuştur. Bunların başında ne gelir?
10-din
dilinin başka dil birimlerine geri götürülmesi (irca edilmesi) çabası
gelmektedir.
Bilgilen=Biz
"Allah kerimdir" sözü ile bazen "bir işin sonunun iyi olacağını
ümit ettiğimizi", bazen de (eğer haksız bir fiile şahit olunduktan sonra
söylenmiş ise) "kötülüğün kimsenin yanına kalmayacağını" anlatmak
isteriz. Şimdi söz konusu ifadeyle bunları anlattığımızı söylemekten rahatsız
olmak için hiçbir sebep yoktur. Yukarıda söylediğimiz anlamların dogması için
Oncelikle Allah adını verdiğimiz bir Varlik'a ve Onun kerim olduğuna (yani bir
özelliğine) inanılması gerekir. Analitik felsefe çevresinde din dilinin pratik
hayattaki fonksiyonuna bakılarak yapılan bu şekildeki çözümleme yaklaşımına
"konatif çözümleme" adı verilmektedir. Latinceden gelen
"conative" kelimesi, bir işe teşebbüs etmek, bir isi yapmayı
üstlenmek gibi anlamlara gelmektedir.
11-Dini
hükümlerin çoğunun ahlaki hükümler olarak görülüp değerlendirilmesi gerektiğini
en açık bir dille öne süren kim olmuştur?
11-
R.B. Braithwaite.
12-
"Bir Tecrübecinin Dinin Mahiyeti Hakkındaki Görüşü" baslıklı bir
yazısında dini hükümlerin gerek bilimsel önermelerden, gerekse mantık ve
matematiğin hükümlerinden farklı olduğu görüşünü tekrarlıyor ve dini hükümlerin
tek başına, dolayısıyla ait oldukları çerçeveden soyutlanarak
anlaşılamayacağını söylüyordu. Ona göre; dinde bir veya birkaç ilkenin değil,
bütün sistemin nasıl fonksiyon gördüğünü görmek gerekir.düşüncesi kime aittir?
12-
R.B. Braithwaite.
Bilgilen=
Braithwaite, dini hükümlerin sıradan ahlaki hükümlerden farklı olarak bir takim
"hikâyelerin” veya "mesellerin eşliğinde sunulduğunu söyler. Bu
meseller, insanlara nasıl bir hayat tarzını seçmeleri konusunda bazı ipuçları
verir. Bu ipuçlarının değerlendirilip değerlendirilmemesi, insana düşer. Başka
bir deyişle, dini inancın özünü sübjektif iradeye dayanan bir seçim oluşturur.
13-
inanan bir insan, bir takim boş ve anlamsız hükümlere bağlanmış olmuyor. O, her
şeyden önce, belli ve köklü bir tutum içinde olan bir kimsedir. Bu tutum, yapma
bir tutum değil, ona son derece anlamlı ve önemli görünen bir tutumdur; bir
"zihin halidir". İnananla inanmayanı birbirinden ayıran, işte bu
tutumun varlığıdır. Ekzistansiyel unsurların ağır bastığı bu yaşama siyasetinde
sıradan doğrulama ve yanlışlama faaliyetinin kat edeceği fazla bir mesafe
yoktur.şeklindeki düşünce kime aittir?
13-
RM.Hare'
14-john
hick hangi eserinin bir bölümünü "inanç ve doğrulama" konusuna
ayırmıştır?
14-
İnanç ve Bilgi (Faith and Knowledge).
15-
Doğrulamacı tahlillerin ortaya çıkardığı güçlüklerin üstesinden gelmek ve en
azından dini hükümlerin bir kısminin daha başka bir yolla çözümlenebileceğini
göstermek için başvurulan bir yaklaşıma ne denir?
15-
Eskatolojik Doğrulama.
16-
Doğrulamacı tahlillerin dini hükümlere uygulamasının yanlışlığını göstermek
açısından öne sürülen bir başka felsefi yol da dilin kullanım ve fonksiyonunu
esas alan çözümlere veya tahlillere nedenir?
16-
linguistik çözümler denir.
17-
"Fonksiyonel tahlil" anlayışının güç kazanmasında özellikle en çok
kimin etkisi olmuştur?
17-
L. Wittgenstein'ın. Eserleri: Tractatus Logico-Phllosophicus. Felsefi
Araştırmalar
Bilgilen=
Wittgensteinci metot, din dilini ayrı bir "dil oyunu" seklinde öne
sürmekle dinin rasyonel açıdan eleştirisini önlemiş ve fideist bir anlayışın
doğmasına sebep olmuştur.
*******************************DİN
FELSEFESİ.6.HAFTA ÇALIŞMALARI***************************
1-Gazali
ve Descartes gibi çok sayıda büyük düşünürler, imanın fıtri olduğunu,
bozulmamış insan tabiatının inanmaya doğuştan yatkın olduğunu açıkça
söylemelerine rağmen, yine de Tanrı'nın varlığı ile ilgili bir takım deliller
öne sürmüş, ispat şekilleri geliştirmişlerdir. Şüphesiz, böyle bir faaliyet,
çeşitli sebeplere dayanmaktadır bunlar nelerdir?
1-a.
Delil ve ispat aramanın arka planındaki itici güçlerin başında birçok dinin
sahip olduğu kutsal metinlerde yer alan ifadeler gelir. Bir din doğarken çok
çeşitli itirazlara muhatap olur. Bu karşı çıkmaların bir kısmı şahsi, bir kısmı
siyasi, diğer bazıları da fikri mahiyette olabilir.
b.
İkinci olarak, dini fikir ve kanaatlerin kişilerin hayatında taklid
derecesinden çıkarak tahkik derecesi yönünde yol alması, ciddi bir düşünce
sürecini de beraberinde getirir. Allah'ın varlığına iman, Gazali'nin de haklı
olarak işaret ettiği gibi çok kere taklid derecesinde bir başlangıç gösterir.
İkinci derece ilim derecesidir. Burada insan, inancını makul gerekçelere
dayandırma ihtiyacını duyar. Üçüncü derece ise, Gazali‟nin
deyimiyle, zevk derecesidir; yani inancın yaşandığı, deruni tecrübenin konusu
olduğu merhale.(uzun alıyorum ki anlaşılması kolay olsun).
c,
Üçüncü olarak, insan inanç konusunda zaman zaman bir takım şüphelerin içine
düşebilir; yahut şüphe içinde olan insanların bazı itirazlarıyla karşı karşıya
kalabilir. Din, açıklanmaya ihtiyaç hissetmeyen ve körü körüne bağlanılan bir
müessese değildir.
d.
Dördüncü olarak, dini düşünce ve bilgiler, öteki alanlarda elde edilen düşünce
ve bilgilerle sürekli temas halindedir.
e.
Bazen belli bir felsefi sistem de Tanrı'nın varlığı problemini - dolayısıyla delilleri-
tartışmayı gerekli kılabilir.
2-tanrının
varlığının delilleri nelerdri?
2-Ontolojik
Delil
-Kozmolojik
Delil
-Gaye
ve Nizam Delili
-Ahlak
Delili
-Dini
Tecrübe Delili
3-ontaolojik
delili "delil" şekli içinde dile getirdikten sonra felsefeye mal
eden, tanınmış Hıristiyan ilahiyatçı-filozofu kim olmuştur?
3-Aziz
Anselm.bilgilen=Anselm, Aristoteles mantığını kullanarak ilahiyat meselelerine
açıklık getirmeye çalışan ilk filozoflar arasında yer alır. Yine o, Hıristiyan
ilahiyatının birçok meselesine Yeni Plâtonculuğun ışığı altında bakan ilk
düşünürlerden sayılır.
4-ontolojik
delil nasıldır ve diğerlerinden ayıran noktası nedir?
4-Tanrı‟nın
mükemmel bir varlık olduğu inancı ve fikri tek Tanrı'lı dinlerin ilk prensibi
durumundadır. Fakat Tanrı‟nın varlığı ile
ilgili delillerin çoğu, "mükemmel varlık" kavramını çıkış noktası
olarak değil, varış noktası olarak görür. Bu bakımdan, söz konusu kavramdan
yola çıkan ontolojik delil, öteki delillerin hepsinden yapı itibariyle
farklıdır. Anselm; Tanrı'nın varlığını, 'Tanrı" kavramının tahlilinden
çıkarmaya çalışır.
Anselm’in
önermeleri=Bu delil, genellikle, ontolojik delilin birinci şekli olarak kabul
edilir. Eğer önermelerini açıkça göstererek söyleyecek olursak, delil
şöyledir:
Birinci
Önerme; "Tanrı" ile "en yüksek derecede kemale sahip bir
varlık" kastetmekteyiz. İkinci
Önerme; "Varlık" bir kemaldir. O halde Tanrı vardır.
5-descartın
ontolojik delil anlayışı nasıldır?
5-(1)
Ben, Tanrı fikrini, yani en yüce derecede kemale sahip bir varlık fikrini
zihnimde taşıyorum.
(2) Mükemmellik vasıflarının birinden mahrum olan bir varlık, en yüce
derecede kemal sahibi olamaz. Öyle ise,
(3) Tanrı'nın, yani en yüce derecede kemale sahip olan bir varlığın,
mükemmellik vasıflarının birinden mahrum olduğunu düşünmek çelişki
doğurur.
(4)
Varlık, bir yetkinlik vasfıdır. Öyle ise,
(5) Varlıktan
mahrum olmak mükemmellikten mahrum olmak demektir. Öyle ise,
(6) En mükemmel varlık olan Tanrı'nın varlıktan mahrum olacağını düşünmek,
çelişki doğurur. Öyle ise,
(7) Tanrı'nın var olması, Tanrı kavramının ayrılmaz bir parçasıdır. Öyle
ise
(8) Tanrı gerçek
anlamda vardır.
Descartes'in bu delili, esas itibariyle bütün bu maddelerin başına
yerleştirilmesi gerekli olan şu temel öncüle dayanmaktadır: Eğer A'nın B'yi
mantıken içerdiği açık ve seçik olarak görülürse, A'nın B‟yi
hakikatte de içerdiği anlaşılır. Görülüyor ki Descartes, mükemmel varlık
kavramıyla başlıyor, sonra böyle bir varlık için "varlığın Zorunluluğu”nu
öne sürüyor; yani bir bakıma "zorunlu varlık”ı orta terim olarak takdim
ediyor ve sonunda kavramdan gerçekliğe geçiyor.
6-spinoza
da ontolojik delil nasıldır?
6-Spinoza,
ontolojik delile Ahlakında, temas eder, Spinoza'ya göre, Tanrı hakkında bir
tasavvura sahip olmak, bir cevheri tasavvur etmek demektir. Varlık ise cevherin
mahiyetine aittir. Öyle ise, Tanrı (bir, tek ve sonsuz olan cevher) varlığı
zorunlu olan bir cevherdir. Onun yok olduğunu düşünmek çelişki doğurur.
7-leibnize
göre ontolojik delil nasıldır?
7-Leibniz'e
göre, Tanrı kavramında "varlık"ın yanı sıra uç ayrı sıfatta
toplanabilecek yetkinlikleri de dikkate almak zorundayız. Bu yetkinlikler
kudret, ilim ve irade sıfatlarıdır. Kudret, var olan her şeyin kaynağıdır;
bilgi, bütün özellikleriyle birlikte idea'ları ihtiva eder; âlemdeki her türlü
değişmenin kaynağı olan irade ise, "Tanrı, mümkünler arasından en iyi
olanı seçer ve yaratır" ilkesine göre faaliyet gösterir. İste bu üç temel
yetkinlik, hem kendi aralarında, hem de teker teker ve üçü birlikte varlık
kavramıyla tutarlılık arz ederler.
8-"kozmoz"dan,
yani “âlem”den Tanrı'nın varlığına gitmeye çalışan bir delil olarak
adlandırılır?
8-kozmolojik
delil.buna alem delili de denir(hudus ve imkan delili şekilleri vardrı). söz
konusu delil, felsefe ve ilahiyatın en eski en köklü ve belki de en güçlü
delilidir. Onun kadar filozofları ve din âlimlerini düşündürmüş, meşgul etmiş
başka hiçbir delil yoktur.
9-kelamcıların
gözde delili olduğu için çok kere "kelam delili" şeklinde
adlandırılan delil hangisidir?
9-hudus
delili.,
10-gazzali
hudus delilini nasıl dile getirir?
10-"Her
hadisin hudus bulması için bir sebep lazımdır."
11-hudus
delili neyi gaye edinmiştir?
11-hudus
delili herhangi bir sebebe ulaşmayı değil, yaratıcı ve varlığı devam ettirici
olan bir sebebe ulaşmayı gaye edinmektedir.
12-kozmolojik
delil ailesindeki deliller nelerdir?
12-İmkan
delili
-Gaye
ve nizam delili
-Hudus
delili
-İnayet
delili
13-Kozmolojik
deliller ailesi içinde en meşhur olanı hangisidir?
13-imkan
delili.
14-nizam
ve gaye delili hangi basamaklardan oluşmaktadır?
14-(i)
Âlemde varlıklarına şahit olduğumuz her şeyde bir düzen görmekteyiz.
(ii) Varlıklarda
görülen düzen, belli gayelere hizmet etmekte, âlemde hayatın devamını
sağlamaktadır.
(iii) Şimdi, ne düzen ne de gaye kendi başına ortaya çıkamaz. Yani
varlıklar, kendi kendilerine bir düzen ve gaye seçme imkânına sahip
değildir.
(iv) Bu
durumda, âleme bu nizam ve gayeyi veren ilim, kudret, irade ve inayet sahibi
bir varlığın bulunması gerekir. İşte bu varlık Tanrı‟dır.
15-gaye
ve nizam delili, dini hayat için son derece önemli olan hangi fikirlerini daima
göz önünde tutmaya çalışmıştır?
15-nimet,
ihsan, lütuf, inayet, hikmet, adalet.Gaye ve nizam delilinin bir başka üstün
yanı da pratik ve pragmatik faktörlere dikkat çekmesidir.
16-Platon'un
özellikle Kanunlar da üzerinde durduğu üç önemli konu nedir?
16-Tanrı'nın
varlığı, O'nun inayeti ve üçüncüsü de O'nun kevn ve fesad dışında kalan baki
bir varlık oluşu.
17-İslam
filozofları arasında teleolojik delil üzerinde en çok duran ve bu delili
"Kur'an delili" olarak kabul eden düşünür kimdir?
17-İbn
Rüsd'dür. İbn Rüsd, iki delilden söz eder: inayet delili; ihtira delili.
18-inayet
delili kaç esasa dayanır?
18-ilki,
bütün varlıkların insan varlığı için uygun bir tarzda düzenlenmiş olması;
ikincisi ise, söz konusu bu uygunluğun irade sahibi varlığın kasıtlı fiilinin
eseri olması; çünkü böyle bir uygunluk kendi başına ve tesadüfen var olmaz.
19-ihtira
delilinin özelliği nedir?
19-Bu
delil, İbn Rüsd'e göre, hayvanların, bitkilerin ve semavatın varlıklarını
ihtiva edecek şekilde dile getirilir. Delil iki esasa dayanır:
(i) Bütün bu varlıklar yaratılmıştır. Bu durum, herhangi bir açıklamayı
gereksiz kılacak ölçüde kendiliğinden bilinen bir gerçektir. (ii) İkinci esas
ise, yaratılmış her şeyin bir Yaradana ihtiyacı olduğu hakikatidir. Bu iki'
asıldan, "var olan her şey var olmak için yaratıcı bir faile
muhtaçtır" sonucunu çıkarırız.
Bilgilen=İnsanın
ahlaki tecrübesinden, dolayısıyla bu tecrübe ile ilgili her çeşit veriden yola
çıkarak Tanrı'nın varlığını ispat etmeye çalışan "ahlak delili” denince,
felsefede akla gelen ilk isim, şüphe yok ki, Kant‟tır.
Kant'a göre öteki bütün deliller, Tanrı'nın varlığını bir bilgi meselesi olarak
ele almaktadırlar. İste asıl hata daha işin başında iken, burada işlenmektedir.
Kant‟ın ahlak delili bütün eksikliklerine
rağmen, gerek felsefe, gerek ilahiyat çevrelerinde oldukça etkili olmuştur.
Bunun çeşitli sebepleri vardır. İlk sebep delilin öteki nazari deliler kadar
fazla iddialı olmayışıdır. İkincisi, delil öteki tecrübelerden daha ziyade
insanın deruni tecrübesine yani ahlak tecrübesine dayandığı için daha insan-merkezli
bir görünüm arz etmekte, metafiziğe ilgi duymayanların bile dikkatlerini
çekmektedir. Özellikle delilin bu son vasfı, dine psikolojik bir açıdan
bakanları yeni düşünceler istikametinde teşvik etmiş ve az yada çok farklı
unsurlar ihtiva eden başka ahlak delillerinin dile getirilmesene yardımcı
olmuştur
20-taylorun
ahlak delilinin basamakları nelerdir?
20--Ahlaki
ideal objektif olup herkes için geçerlidir. -Kesin bir olgu-değer ayrımından
söz edilemez. -Sürekli bir ahlaki ilerleyiş içinde bulunan insan, bir takım
taleplerle karsılaşmakta ve ilahi inisiyatif onu daima ileriye doğru
çekmektedir. -Bu taleplerin son kaynağı ihsan olamaz. Yine uğruna her şeyimizi
feda etmeye hazır olduğumuz bir gaye dünyevi bir gaye olamaz. -İşte böyle bir
gaye, varlığında bütün iyilikleri toplayan, varlığın da değerin de asıl kaynağı
olan Tanrı‟dır. -O halde, ahlaki şuur ve ahlaki
ilerleme, bizi bir Tanrı'nın var olduğu inancına götürür.
21-felsefe
ve ilahiyatta dini tecrübe delili olarak bir tabirin kullanılmasına tesir edenler
kimlerdri?
21-Tabirin
böyle bir hüviyet kazanmasında tanınmış filozof ve psikolog William James'in
Dini Tecrübenin Çeşitleri adlı eserinin büyük tesiri olmuştur.
22-dini
tecrübe delili iel diğer deliller arasındaki farklar nelerdri?
22-Dini
tecrübe delili, gerek şekil, gerek muhteva bakımından diğer delillerden
farklıdır. Onlar, özellikle kozmolojik ve teleolojik deliller, dışımızdaki
dünyadan hareket ederek Tanrının varlığı fikrine ulaşmaya çalışmaktadırlar.
Oysa bu delil, inanan bir varlık olarak insandan yola çıkmaktadır. Başka bir
deyişle o, belli bir inanç derecesinden daha üst seviyedeki bir inanç
derecesine gitmektedir. Bu yüzden bazı düşünürler, bu delili “Tanrıdan yine
Tanrıya giden bir delil” olarak tarif etmektedirler. bilgilenmen için burayı
alıyorum=İnsan, dini bir tecrübe geçirebilmek için daha işin başında iken
mu'min olmak zorundadır. Bu durumda dini tecrübe delilinin gerçek anlamda bir
delil olup olmadığı hala tartışma konusudur. Bazı düşünürlere göre, bir insanın
dini tecrübesi aslında, o insanin "dini" diye adlandırdığı bir
tecrübe geçirmiş olmasından başka hiçbir şeye delil teşkil etmez. Bu tartışmaya
bir açıklık getirebilmek için konuya tarihi açıdan bir göz atmamız yararlı
olacaktır.
İşe
Gazali'nin inanç hayatı ile ilgili üçlü tasnifi ile başlayalım. Gazali'ye göre,
inanç hayatında belli başlı üç safha vardır: Taklid, ilim, zevk. Taklid
derecesi akide’nin olduğu gibi kabul edilmesi, bu konuda herhangi bir tetkik ve
tahkike ihtiyaç hissedilmemesidir. İlim derecesinde akide ile ilgili bir takim
delillere sahip olmak söz konusudur. Zevk derecesinde ise akidenin batınına
gitmek, ma'rifet seviyesine ulaşmak vardır. Bu marifet sadece bilinen bir şey
değil, aynı zamanda yaşanan bir hal'dir. İtikad, eğer günah ile zayıf bir
duruma düşürülmemiş ise, insanı necata erdirir. Mişkatu'l-envar‟da
bu derece, "iman" derecesi olarak adlandırılır. Şüphesiz, buradaki
imandan maksat da yine taklid seviyesindeki inanma halidir. Dinin yaşanması
açısından bakıldığında, ilim derecesi de bu ilk dereceden pek farklı değildir.
Dinde aslolan, müşahedeye dayalı zevk derecesine ulaşmaktır. Ancak bu derecede
yakin hasıl olur.
Gazali'nin
bu görüşünü şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Bir insanin baş ağrısı diye bir
şeyin var olduğuna duyarak inanması taklid derecesini, bas ağrısının ilmi
sebeplerini bilmesi ilim derecesini, gerçekten bas ağrısı çekmesi ise zevk
derecesini gösterir. Gazali, bu üçlü tasnifini açıklayabilmek için çeşitli
eserlerinde farklı örnekler verir. Ona göre, nazari olarak, ilim, taklid
seviyesindeki imanın; zevk de ilmin üstünde yer alır.
23-dini
tecrübenin özellikleri nelerdir?
23-a)
Dini tecrübe doğrudan doğruya yaşanan vasıtasız bir tecrübedir; anidir ve uzun
süre devam eden bir mahiyet göstermez.
b)
O, tahlili mümkün olmayan bir bütündür.
c)
Bu tecrübede bir "buluşma" (vusul) söz konusudur. Bu hali bazıları
ittihad, bazıları vusul, bazıları kurb hatta bazıları da hulul kelimesiyle
anlatmaya çalışmışlardır.
d)
Dini tecrübe başka bir kimseye aktarılamaz; tam olarak anlatılamaz. Gözü
görmeyene kırmızıyı nasıl tarif edemezseniz, diyor İbnu'l-Arabi, vecdi de onu
yaşamayana anlatamazsınız.
e) Bu sonuncu özellikle hemen
hemen aynı mahiyette olan bir başka hususiyet de, dini tecrübenin "kişiye
özel" olmasıdır.
24-pragmatik
deneme neye deni,r?
24-Dini
tecrübenin, ortaya koyduğu sonuçlara göre değerlendirilmesine, genellikle
"pragmatik deneme" adı verilmektedir. İkinci delil ise "fikri
deneme"dir. Burada dini tecrübe felsefi açıdan kritik bir yoruma tabi
tutulur.
25-dini
tecrübe deliline yöneltilen eleştirler nelerdir?
25-a)
Dini tecrübe, dinden dine, kültürden kültüre değişiklik arz etmektedir.
b)
Dini tecrübe tamamıyla özeldir. Ona dayanan delil ise sağlam olmaz.
c)
Dini tecrübenin gerçekliğini savunanlar, genellikle şöyle bir görüşten yola
çıkmaktadırlar. Dini tecrübe geçirdiğini söyleyen dürüst insan yalan mı
söylemektedir? Russel ve Freud gibi din tenkitçilerine göre, bir insanin
yanılması ayrı şey, dürüst olması ise daha ayrı bir şeydir. Dürüst olmak, hayal
görmeye ve bu hayali hakikatmiş gibi dile getirmeye mani değildir.
d)
Dini tecrübenin karakter üzerindeki müspet tesirlerini birçok insan kabul
etmektedir. Buna rağmen, bir şeyin işe yaraması ile doğru olması arasında
zaruri bir münasebetin olmadığı öne sürülerek dini tecrübe delili tenkid
edilmiştir.
Fakat
burada bir hususa dikkat etmek gerekir. İşe yarama konusu üzerinde duranlar, alışılagelmiş
bir pragmacı gibi hareket etmiyorlar. Birincilere göre "din hakikattir;
bundan dolayı da işe yarıyor; o halde o doğrudur" gibi bir muhakeme
sürdürüyor. Unutmamak gerekir ki hakikatine inanılmadığı halde sırf ise
yaradığı için dini savunmak, ahlakla uyuşması imkansız bir tutum içinde olmak
demektir. Temelsiz ve batıl inanışlar da ise yarayabilir.
e)
Dini tecrübenin manevi hazzını duyanlar, onu şiddetle ve sürekli olarak arzu
etmektedirler. İşte bu da tecrübenin lehine kaydedilen bir husus olarak
görülmüştür. Bu noktayı eleştirenlere göre ise, arzu edilme keyfiyeti, doğru
olma keyfiyetinden tamamen bağımsızdır. İnsan hoş olmayan birçok şeyi de arzu
edebilir.
**********************************DİN
FELSEFESİ.7.HAFTA ÇALIŞMALARI********************************
1-Farabi'nin
varlık hakkındaki görüşü NE DOĞRULTUDADIR?
1-a)
En açık ve seçik, en geniş anlamlı bir sözdür,
b)
Mahiyet değildir,
c) Mahiyetin cüzlerinden biri de değildir,
d) Mahiyete arızdır, yani onun asıl deyimi ile mahiyetin lazımıdır.
2-ibn
sina varlığı nasıl tanımlar?
2-İbn
Sina, Farabi gibi varlık (vücut) sözünün başka hiçbir sözün kavramının içine
giremeyecek kadar geniş ve genel olduğunu ileri sürer. Bunun için başka
herhangi bir sözün mantık bakımından tanımında kullanamayacağını, çünkü cins,
tür ve faslın olmadığını, varlık sözünün tanımlanması düşünüldüğü zaman da
tanımlanamayacağını, zira kendisinin de cinsi, türü ve faslı olmadığını söyler.
Bilgilen=İbn Sina, varlık
sözünün zihinde nasıl açık bir kavram taşıdığını ve zihnin onu nasıl
kavradığını varlık sezgisi yoluyla izah etmiştir.
"İnsanın
kolu, başı, gövdesi, bacakları" dediğimizde bir izafet yapmış oluruz.
Muzaf ile Muzafun İleyh birbirinden ayrılabilir. Burada insana kol takılmıştır;
eğer kol yok farz edilse insan gene insandır. Aynı şekilde diğer uzuvlar (baş,
gövde ayaklar) insandan ayrılacak olsa insan gene insandır. Bir kimseye, “sen
böyle bütün uzuvlarından yoksun olduğunu farz ettiğinde kendi varlığını duyar
mısın?” denilse o kimse, “evet, bu uzuvlarım olmasa gene de varım” der. İşte
varlık sözü, insan zihninin sorgusuz sualsiz kabul ettiği, hiçbir şeye muhtaç
olmadan kavramını benimsediği bir sözdür.
3-ibn
sinada varlık kaç sınıflandırmaya tabi tutulur?
3-1)
Mutlak varlık(Mutlak varlığa mücerret varlık da denir. İnsanoğlunun farkında
olduğu bir zihin içi ve bir de zihin dışı varlık vardır. Bir şey ya zihindedir
veya zihin dışındadır. Zihinde var olanın dışarıda varlığı gerekmez. Fakat
dışarıda var olan zihinde var olabilir. Demek ki insanın, varlığı yerleştireceği,
varlığı bağlayacağı zihin içi ve zihin dışı iki saha vardır. Bu her iki sahada
bulunan varlıkların birtakım özellikleri bulunmaktadır. İşte mutlak ve soyut
varlık bu iki sahadan hiçbirine bağlı olduğu, göz önünde tutulmayan varlık
demektir.)
2)
Zihinde varlık(İkincisi zihinde varlık, yukarıdaki "insanlık" sözünü
zihinde bulunan bir varlık olarak aldığımız zaman cins, tür, fasıl, tümel, tek
ve çok sıfatları ile sıfatlanır. Zihni varlıklar kavramlar, anlamlardır) 3)
Dış dünyada (ayan) varlık.(Zihin dışı varlık (ayan), fertler, tek ve şahsiyet
kazanmış, taayyün etmiş gerçek varlıklardır.)
Kısaca=Varlık
sözünün sadece kendisine bakılarak anlaşılan anlamda kullanılmasına soyut ve
mutlak varlık, zihindeki kavramına bakılarak anlaşılan anlamda kullanılmasına
zihinde varlık, dış dünyada fertlerinin bulunmasına bakılarak anlaşılmasına dış
dünyada (ayan) varlık denir. Bundan başka İbn Sina'nın varlığı iki manada daha
kullandığını görüyoruz. Biri, umumi varlık (vücudi aam), diğeri özel varlık
(vücudi has). Bu iki kavramı yukarıdaki üç türlü varlık anlamına uyguladığımız
zaman, genel varlık her üçüne şamil olan varlıktır. Dış dünyada taayyün etmiş
varlıklara özel varlık denir.
4-ibn
rüşd hangi kimseyi dinin maksadını
tanımamış ve yoldan azmış olarak nitelemketedir?
4-Fenni
ve teknik esaslara dayanan uzun ve mürekkep mıkyaslardan meydana gelen beyanlar
(ve mantıki kıyaslar) şeriat tarafından halka talim ve tebliğ vasıtası olarak
kullanılmamıştır. O halde kim halkı bu basit şer’i yollardan başkasına sevk
eder ve bunu da te'vil suretiyle şeriata uydurursa, o kimse dinin maksadını
tanımamış ve yoldan azmış demektir.
5-ibn
rüşdde Halka talim ve tebliğ konusunda şeriatın tutmuş olduğu yol nasıldır?
5-alemin,
mübarek ve muteal olan Allah’ın masnuu ve eseri olduğunu esas alan yoldur. Bu
hususu ihtiva eden ayetler incelenecek olursa, bu yolların inayet (delili) yolu
olduğu görülür. Bu, Yaratıcının varlığının delillerinden biridir. Şöyle ki:
İnsan hissi ve maddi bir şeye bakınca, görür ki, o şey herhangi bir şekilde,
herhangi bir miktarda ve herhangi bir vaziyette olacak biçimde ortaya
konulmuştur. Bütün bu hususlar o hissi ve maddi şeyde mevcut olan menfaata ve
ondan beklenen gayeye uygundur. Hatta bu hissi ve maddi şey, bu şekilden başka,
bu vaziyetten farklı ve bu miktardan değişik bir halde mevcut olsa, kendisinde
menfaat mevcut olmaz, diye de itiraf eder. İşte kesin biçimde bundan bilinir
ki, o şeyi yapan bir sâni ve sanatkâr mevcuttur. O yüzden, o şeyin şekli,
vaziyeti ve miktarı o menfaate muvafık düşmüştür. Belli bir menfaatin mevcut
olması için bütün bu şeylerin diğerine uygunluğunun tesadüf ile olması mümkün
değildir.(taş örneği) Bu delilin kat’i ve basit olduğu, şu yazdıklarımızdan
açıkça ortaya çıkmaktadır. Zira bunun temeli, herkes tarafından kabul ve itiraf
edilen iki esasa dayanmaktadır: 1. Alem, bütün parçaları ve bölümleri ile
insanın varlığına ve oradaki bütün mevcudatın vücuduna uygun düşecek bir
şekilde mevcuttur.
2. Bütün parça ve bölümleriyle bir tek gayeye
doğru yönelik olarak mevcut olan her şey, zaruri olarak bir masnu ve eserdir.
Bu iki esastan da tabii olarak çıkan sonuç şudur; Alem masnudur ve onun bir
sânii vardır. Bu sonuca varılmasının sebebi, inayet delilinin her iki esasa
birlikte delalet etmesidir. Bunun içindir ki, inayet delili, sâniin varlığına
delalet eden delillerin en önemlisi olmuştur.
Bilgilen=Sonra
Allah Teala, yağmura da temas ederek söz konusu inayete dikkati çekmiştir.
Yağmur sadece bitkiler ve canlılar için yağar. Ekinlerin yetişmesi için sınırlı
zamanlarda sınırlı miktarda yağmurun yağmasının tesadüfen vaki olması mümkün
değildir. Bunun böyle oluşunun sebebi, buradaki varlıklara gösterilen inayet ve
ihtimamdan başka bir şey değildir. Onun için Hakk Teala “Hububat, nebatat ve
ağaçları sarmaş dolaş bahçeler yetiştirmek için, yoğunlaşmış bulutlardan bol
bol yağmur yağdırdık” (Nebe, 78/14, 15, 16) buyurmuştur. Kur’an’da bu hususa
dikkati çeken birçok ayet mevcuttur. Bunlardan ikisi, “Görmüyor musunuz ki,
Allah, semaları yedi kat olarak nasıl yaratmıştır? O semalarda ayı nasıl bir
nur, güneşi nasıl bir meşale kılmış ve sizin için arzdan nasıl bitkiler
bitirmiştir?” (Bunlardaki inayet ve ihtimam üzerinde düşünmüyor musunuz?) (Nuh,
71/15,16,17); “Sizin için arzı döşek, semayı bina haline getiren O'dur”
(Bakara, 2/22).
Bilgilen=Eş’arilerin,
“Yüce Allah âdetini bu sebeplerle icra ediyor, yoksa O'nun izni ile olması hali
müstesna, sebeplerin neticeler üzerinde herhangi bir tesiri yoktur” demeleri,
hikmetin gereğinden hakikaten çok uzak bir sözdür, hatta hikmetin gereğini
iptal eden bir sözdür. Çünkü sonuçlar, bu sebeplerle mevcut olmalarının mümkün
olmaları ölçüsünde, diğer bir takım sebeplerle de vücuda gelme imkânına haiz
olsalardı, bu sebeplerle vücuda gelmelerinde ne hikmet bulunurdu?
Sonuçlar, şu üç şekilden biriyle sebeplerden vücuda gelirler:
a)
Ya zaruret (belli sebeplerin belli sonuçlar için var olmaları türünden olur.
İnsanın beslenmesi ve gıda alması gibi (peterminizm),
b)
Veya daha üstün olması için, yani bu sayede daha çok mükemmel ve tam olması
için olur, insanın iki gözü oluşu gibi.
c)
Veyahut da zaruret ve daha üstün olma hali bahis konusu edilmeden olur. Bu
takdirde belli neticelerin belli sebeplerden vücuda gelmeleri tesadüfî ve
kasıdsız olur da burada esas itibariyle hiç bir hikmet bulunmamış olur. Bu hal
sânia değil, sadece tesadüfe delalet eder. Mesela insanın elinin şekli,
parmaklarının sayısı ve büyüklüğü, elin görevi olan tutma ve biçimleri muhtelif
olan şeyleri kavrama fiilleri bakımından böyledir.
Bilgilen=Durumun
bu olması halinde ise insana elin tahsis edilmesi ile pençenin veya fiillerinin
şekline uygun düşen hayvanlara ait diğer bir organın verilmesi arasında bir
farkın bulunmaması gerekirdi. Kısaca sebep-sonuç esasını ortadan kaldıracak
olsak, ortada tesadüfiliği, yani burada, bir sâniin mevcut olmadığını, bu alemde
meydana gelen her şeyin sadece maddi sebeplerden vücuda geldiğini iddia
edenleri reddetmeye yarayan bir şey kalmaz. Çünkü “mümkün olan iki şeyden
birinin vaki olması, fail-i muhtardan çok tesadüfe dayanır”, diye izah edilmesi
daha doğru olur. Şu halde Eş’ari olan bir zat çıkar da, “İki veya daha fazla
mümkünden birinin var oluşu, burada tahsis ve tercih yapan bir failin
bulunduğuna delildir”, derse, tesadüfe inananlar ona şöyle diyebilirler: İki
veya daha fazla mümkün varlıklardan birinin meydana gelmesi esası üzerine
varlıkların var oluşu, tesadüfendir. Çünkü irade, sebeplerden birini tercih
etme esasına göre iş yapar. Sebepsiz ve illetsiz olan şey ise tesadüftendir.
Çünkü biz bu şekilde meydana gelen birçok şeyler görüyoruz. Nitekim istiksat'a
(dört unsura) arız olan şey buna örnektir. Unsurlar tesadüfen imtizac eder ve
birleşirler. Bu birleşmenin neticesinden de yine tesadüfen herhangi bir şey
vücuda gelir. Sonra bir kere daha birleşir ve tesadüfe dayanan bu birleşme ile
yine tesadüfen başka bir varlık meydana gelir. Bu suretle bütün varlıklar
tesadüften meydana gelmiş olur. (ilet, sebep, gaye ve hikmet fikrini reddeden
Eş'arilerin buna cevap vermeleri gerekir) Bize gelince, "Daha mükemmeli ve
tam olanı imkânsız olacak derecede burada bir tertibin ve nizamın mevcut oluşu
zaruridir. İmtizaçlar ve birleşmeler sınırlı ve ölçülüdür. Bundan meydana gelen
varlıklar da zaruridir. Bu da süreklidir, hiç şaşmaz.” dediğimiz bu alemin
tesadüften olması mümkün olmaz. Zira tesadüfen mevcut olan bir şey çok az
zaruridir.
Bilgilen=Bir
de Eş’arilere denir ki: Alem hakkındaki şer' akide, “Alem muhdestir, bir şey ve
madde olmadan yaratılmıştır ve zaman bahis konusu olmaksızın var edilmiştir”,
şeklinde olsaydı, bırakın halkı bir yana, ulema için dahi bunu tasavvur etmek
mümkün olmazdı. O halde, söylemiş olduğumuz gibi şeriatın, halk için ortaya
koymuş olduğu tasavvur biçiminden sapmamak ve onlara bunun dışında hiç bir şeyi
tasrih etmemek uygun olur. Zira alemin yaratılışı hakkında bu çeşitten bir
temsil, Kur’an’da da, Tevrat’ta da ve diğer semavi kitaplarda da mevcut olan
bir temsildir. Bu hususta insana hayret veren cihet, alemin yaratılışı ile
ilgili olarak şeriatta bahis konusu edilmiş olan temsilin, şahitteki hudusun
manasına mutabık oluşu, sadece orada hudus sözünün söylenmemiş olmasıdır Bu da
Allah'tan, alemin hudusu şahitteki hudus gibi değildir, diye ulemaya bir tenbih
ve ikazdır. Kur'an, alemin yaratılmasını "halk" ve “futûr”
kelimeleriyle anlatmıştır. Bu kelimeler her iki mananın tasavvuruna yani hem
şahiddeki hudusun tasavvur edilmesine hem ulemanın elindeki delil ile ulaşılan
gaibteki hudüsun tasavvuruna elverişlidir. Buna göre (bu konuda) hudüs veya
kıdem sözlerini kullanmak şeriatta bid'attır, halkın, bilhassa halktan cedelci
olanların akidelerini bozmaya sebep olacak büyük bir şüphe ve tereddüte düşme
vasıtasıdır. Onun için dindaşlarımız olan kelamcılar, yani Eş'ariler şüphelerin
en büyüğüne ve hayretlerin en şiddetlisine maruz kalmışlardır. Şöyle ki:
Eş'ariler, Allah’ın kadim bir irade ile mürid olduğunu - ki işaret ettiğimiz
gibi burada kadim sözünü kullanmak bid’attır - tasrih ederek, “Alem muhdestir”,
esasını ortaya atınca, kendilerine şöyle denildi: Kadim bir iradeden hadis bir
murad nasıl hadis olur? Cevaben şöyle dediler: Kadim iradenin muradın icadına
taalluk etmesi özel bir zamandadır, bu zaman da, içinde muradın vücuda geldiği
vakitten ibarettir. Onlara tekrar şöyle denildi: Mürid bir failin yok olduğu
esnada muhdese olan nisbeti, icad edildiği vakit ona olan nisbetinin aynı ise,
o halde muhdes yok iken ortada bulunmayan bir fiilin, muhdes var olduğu vakitte
ona taalluk etmesi halinde, o muhdesin o vakit içinde vücuda gelmesi başka bir
vakitte vücuda gelmesinden evla olmaz. Eğer o nisbet ayni değil de değişik ise,
bu takdirde ortada hadis bir iradenin bulunması zaruridir. Aksi halde kadim bir
fiilden muhdes bir mefulun meydana gelmesi icab eder. Çünkü bu hususta fiile ne
lazım geliyorsa, iradeye de o lazım gelir.
Bunun
izahı şudur: Onlara sorulur: O muhdesin vakti ve var olma zamanı gelip mevcud
olunca, acaba kadim bir fiille mi, yoksa muhdes bir fiille mi mevcut oldu?
Şayet, kadim bir fiille derlerse, kadim bir fiille muhdesin var oluşunun
imkanını kabul etmiş olurlar. Yok eğer, “hadis bir fiille” derlerse, onlara
göre ortada hadis bir iradenin bulunması lazım gelir. Eğer, “irade fiilin
kendisidir” diyecek olurlarsa o vakit de imkansız bir şey söylemiş olurlar.
Çünkü irade, müridde fiilin hasıl olmasının sebebidir. Şayet mürid, herhangi
bir şeyi herhangi bir vakitte irade ettiği zaman, önceden, var olan bir irade
ile ve failden bir fiil hasıl olmadan sadece vaktin gelişi ile vücuda gelmiş
olsaydı, o şeyin failsiz mevcut olması lazım gelirdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder