Hafta 7
İslam Hukuk Tarihi-III
Yrd. Doç. Dr. M. Tayyib KILIÇ
1
ÜNİTE7
İslam Hukuk Tarihi-III
ĐÇĐNDEKĐLER
3.1. MEZHEP KAVRAMI
3.1.1. Mezhep Kavramı ve Tarihsel Süreci
3.1.2. Mezheplerin Ortaya Çıkış Süreci
3.1.3. Mezheplerin Ortaya Çıkış Sebepleri
3.2. ĐSLAM HUKUK TARĐHĐNDE ORTAYA ÇIKAN FIKIH EKOLLERĐ
3.2.1. Sünnî Fıkıh Ekolleri
3.2.1.1. Yaşayan Fıkıh Ekolleri
3.2.1.1.1 Hanefî Mezhebi
3.2.1.1.1.1. Kurucu Đmamı
3.2.1.1.1.2. Kuruluşu ve Yayılması
3.2.1.1.1.3. Hocaları
3.2.1.1.1.4. Öğrencileri
3.2.1.1.1.5. Literatür
3.2.1.1.2. Mâlikî Mezhebi
3.2.1.1.2.1. Kurucu Đmamı
3.2.1.1.2.2. Kuruluşu ve Yayılması
3.2.1.1.2.3. Literatür
3.2.1.1.3. Şafiî Mezhebi
3.2.1.1.3.1. Kurucu Đmamı
3.2.1.1.3.2. Kuruluşu ve Yayılması
3.2.1.1.3.3. Literatür
3.2.1.1.4. Hanbelî Mezhebi
3.2.1.1.4.1. Kurucu Đmamı
2
3.2.1.1.4.2. Kuruluşu ve Yayılması
3.2.1.1.4.3. Literatür
3.2.1.2. Yaşamayan Fıkıh Ekolleri
3.2.1.2.1. Hasan-ı Basrî Mezhebi
3.2.1.2.2. Đbn Şübrüme Mezhebi
3.2.1.2.3. Đbn Ebu Leylâ Mezhebi
3.2.1.2.4. Evzâîi Mezhebi
3.2.1.2.5. Sevrî Mezhebi
3.2.1.2.6. Leys b. Sa’d Mezhebi
3.2.1.2.7. Đbn Râhûye Mezhebi
3.2.1.2.8. Ebu Sevr Mezhebi
3.2.1.2.9. Zâhiriyye Mezhebi
3.2.1.2.10. Taberî Mezhebi
3.2.2. Sünnî Olmayan Fıkıh Ekolleri
3.2.2.1. Đbâzî Mezhebi
3.2.2.2. Zeydiyye Mezhebi
3.2.2.3. Caferiyye Mezhebi
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
Mezhep kavramı hakkında bilgi sahibi olacak,
Đslam Hukuk Tarihinde ortaya çıkan mezhepleri, kurucu imamlarını, temel
doktrinlerini ve literatürünü öğrenecek,
Dört temel Sünni fıkıh mezhebinin yanında Sünni çizgide yer alıp da
günümüze kadar gelemeyen mezhepleri ve Sünni olmayan mezhepleri de
öğreneceksiniz.
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• Hayreddin Karaman’ın Đslam Hukuk Tarihi adlı eserine
• Osman Şekerci’nin Fıkıh Mezheplerine Giriş adlı eserine
• Ali Bakkal’ın Đslam Fıkıh Mezhepleri adlı eserine ve
• TDV Đslam Ansiklopedisi, Hanefi, Mâlikî, Şafii ve Hanbelî Mezhebi
maddelerine bakmanızda fayda bulunmaktadır.
3
İslam Hukuk Tarihi-III
3.1. MEZHEP KAVRAMI
3.1.1. Mezhep Kavramı ve Tarihsel Süreci
Đkinci ünitede, Đslâm hukukunun üçüncü dönemi olan Abbâsîler döneminin, fıkıh
ekollerinin sistemleştiği bir dönem olması sebebiyle olgunluk çağı olarak adlandırıldığını
ifade etmiştik. Bu ünitede ele alacağımız konu esasen ikinci ünitenin devamı mahiyetinde
olan ve tarihî süreç itibariyle Abbâsîler Dönemini kapsayan bir zaman dilimini
içermektedir. Ancak Đslâm hukukunun tarihî gelişiminde mezheplerin çok önemli rolü
bulunduğundan konuyu müstakil bir ünite halinde ele almayı uygun gördük.
Sözlükte “gitmek” anlamındaki zehâb kökünden hem masdar hem de “gidecek yer ve
yol” manasında ism-i mekân olan mezheb kelimesi, terim olarak “dinin aslî veya ferî
hükümlerinin dayandığı delilleri bulmakta ve bunlardan hüküm çıkarıp yorumlamakta
otorite sayılan âlimlerin ortaya koyduğu görüşlerin tamamı veya belirledikleri sistem”
şeklinde tanımlanabilir.
Tanımda yer alan aslî hükümler dinin inanç esaslarını, ferî hükümler ise ibadetler ile
insanlar arası münasebetleri ifade etmektedir. Tanımdan da anlaşılacağı üzere “mezhep”
kavramı bir taraftan iman esaslarını konu edinen itikadî mezhepleri diğer taraftan da ibadet
ve muamelâtı konu edinen fıkhî mezhepleri kapsamaktadır. Ancak Đslâm tarihinde mezhep
kavramı genel olarak itikadî, siyasî ve fıkhî olarak üçlü bir tasnife tabi tutulur. Hemen şunu
ifade edelim ki; bu üçlü tasnif, konunun sistematik olarak anlaşılması için yapılan izafî bir
tasniftir. Çünkü siyâsî mezhep olarak kabul edebileceğimiz mezheplerin (Şîa/Hâricîler vb)
de zaman içinde kendilerine has itikadî veya fıkhî görüşleri teşekkül etmiştir. Bu nedenle
üçlü tasnifin kimi zaman birbirinden çok da kalın çizgilerle ayrılmadıkları durumlar da söz
konusudur.
Đslâm tarihinde dinî ve siyasî gruplaşmalar oluşum aşamasında “ashâbü’l-makâlât”
olarak adlandırılmıştır. Bunun sebebi, bazı âlimlerin toplumdaki meselelerle ilgili olarak
“makale” (görüş, söz) adıyla risale yazmaları yahut bazı konular hakkında görüşlerini sözle
ifade etmeleridir. Giderek belirginleşen bu görüşler belli bir süreç içinde gruplaşma
mahiyetini almış, ashâbü’l-makâlât kavramı, artık “bir kurucunun liderliğinde ortak
düşünceler etrafında bir araya gelen gruplar” anlamına gelmeye başlamıştır. Zaman içinde
bu kavramın yerini “fırka” kelimesi almış, Đslâm dünyasının genişlemesi ve diğer dinlere
ait inanç gruplarıyla karşılaşılması neticesinde “milel” ve “nihâl” kavramları da literatüre
girmiştir. Bütün bu kavramlar belli bir doktriner yapıyı ifade etmek için kullanılmıştır.
Ancak bu kavramlar zaman içinde siyasî ve itikadî düşünce yapıları için kullanılırken
amelî-fıkhî gruplaşmalar daha ziyade “mezhep” kavramıyla ifade edilmiştir.
Đslâm mezhepleri, temel ihtilaf alanları bakımından itikadî, siyasî ve amelî olmak üzere
üç grupta mütalaa edilmiştir.
4
Đtikadî mezhepler dinin inanca yönelik esaslarıyla ilgili farklı görüşler ortaya koyan
gruplardır. Bu grupların üzerinde durduğu konular aynı zamanda kelâm ilminin alanına
girdiği için bunlar kelâm mezhepleri olarak da adlandırılırlar.
Siyasî mezhepler yönetimle ilgili ihtilaflara bağlı olarak oluşmuştur. Tarihî gelişimleri
Đslâm tarihi ve Đslâm mezhepleri tarihinde ele alınmıştır. Düşünce ve fikirleri kelâmın
konusu olan bu mezhepler düşünce ve doktrinlerini siyasî konularla sınırlı tutmamış,
zaman içinde dinin usul ve fürûuna dair görüşler de ortaya atmış ve literatürde daha çok
itikadî mezhepler olarak ele alınmıştır.
Esas konumuz olan fıkhî mezhepler ise Đslâm’ın ibadet ve muamelat alanlarına yönelik
ortaya çıkan ekollerdir. Bundan sonra “mezhep” kavramını fıkhî mezhepler anlamında
kullanacağız.
3.1.2. Mezheplerin Ortaya Çıkış Süreci
Emevîler döneminde fıkhî anlamda ilk ihtilafların ortaya çıkmaya başladığını,
Hicâziyyûn ve Irakıyyûn şeklinde tezahür eden ilk grupların Abbâsîler döneminde Ehl-i
Eser ve Ehl-i Rey şeklinde ekolleştiğini ifade etmiştik.
Hicâziyyûn ve Irakıyyûn şeklindeki ekolleşme daha ziyade, hüküm istinbât ederken
hadise ve reye dayanma konusundaki farklı anlayışları ve bunlara dayalı fıkhî birikimleri
ifade etmekteydi. Bu ekoller arasında karşılıklı bir etkileşim olmakla birlikte Irak’ın
Hicâz’a tesiri daha fazla olmuş ve Medine Ekolünün doktrin bakımından gelişmesi çok
defa Kûfe Ekolünün gerisinde kalmıştır. Tebeu’t-tâbiîn nesli âlimleri arasındaki fıkhî
ayrılıklarda öncelikle içinde yaşadıkları ilim merkezlerinin fıkhî birikimlerindeki
farklılıklara dayanmaktaydı. Nitekim bu devirde Kûfe’deki en önemli ilim halkasına sahip
olan Ebu Hanîfe, burada sahâbe neslinden itibaren oluşan müktesebâtı ve gelişen fıkhî
düşünce tarzını, Medine’nin imamı olarak tanınan Mâlik b. Enes de bu şehirde teşekkül
etmiş fıkhî birikimi esas almıştır. Ebu Hanîfe ve Mâlik b. Enes’in ilim halkaları ve
gerçekleştirdikleri fıkhî faaliyet, fıkhın müstakil bir disiplin haline gelme sürecine girdiğini
gösteren özellikler taşımaktadır.
II. (VIII.) yüzyılın ortalarından itibaren fıkıh kavramları ve meseleleri hakkında
kapsamlı çalışmalar yürüten Ebu Hanîfe, Süfyan es-Sevrî, Leys b. Sa’d, Abdurrahman b.
Amr el-Evzâî, Mâlik b. Enes, Muhammed b. Đdrîs eş-Şâfiî, Ahmed b. Hanbel, Dâvûd ezZâhirî,
Ebu Sevr ve Muhammed b. Cerîr et-Taberî gibi fakihler, aynı zamanda kendi görüş
ve çalışmalarını düzenli biçimde takip ve kaydeden ilk ders halkalarına sahip âlimlerdir.
Bunlar, kendi fıkhî faaliyetlerini tartışarak öğrenen ve fıkıhta derinleşmeyi hedefleyen
talebelere sahip olmanın yanı sıra bulundukları şehirlerin sınırlarını aşan bir şöhrete sahip
olan ve geniş kitleler tarafından fetvaları uygulanan müçtehitlerdi. Nitekim çok kısa bir
süre sonra çoğu mezhep imamı olarak anılacak olan bu müçtehitler, aynı zamanda fıkhî
hüküm üretme sürecini belirlemek ve metodolojik bir düzene sahip kılmak amacıyla ilk
sistematik çalışmaları gerçekleştirmişlerdir.
Tâbiîn döneminde ortaya çıkan ehl-i hadis ve ehl-i rey kavramları, kaynak ve metot
anlayışına dair eğilimleri birbirine nisbetle ayrıştıran kavramlar olup belirli bir bölge veya
5
topluluğun çalışmalarına hâkim metodolojileri ifade etmiyordu. Hâlbuki sözü edilen
müçtehitler kaynakların hücciyet değerleri, bunlardan hüküm çıkarırken izlenecek metotlar
hakkında kapsamlı ve sistematik görüş ve anlayışları temsil ediyorlardı. Bu müçtehitlerin
yaklaşımlarını esas alan talebeleri de olayların tabii akışı içinde bu temsil özelliğine ortak
olmuşlardır. Mezhep imamı olarak yukarıda sözü edilen müçtehitlerin bazı talebeleri
hocalarının halkasında ortaya çıkan fıkhî görüşleri kayda geçirmek suretiyle daha sonra
ortaya çıkan meselelerle ilgili fetvalarına ve –kadı tayin edilenler- kazâî kararlarına
yansıtmışlardır.
Erken dönem fıkıh kaynaklarında geçen bazı ifadeler, II. (VIII) yüzyılın ikinci yarısında
belirli bir fıkhî birikimi ve geleneği temsil eden fakihler etrafında kümelenerek bir fıkıh
doktrinine mensubiyetin teorik olarak dile getirilmeye başlandığını göstermektedir. II.
yüzyılın ortalarından itibaren çeşitli fakihler etrafında oluşan bu zümreleşme sürecine sözlü
ve yazılı tartışmalarda “ashabü Ebî Hanîfe”, “ashabün mine’l-Hanefîyye”, “Hanefîyyûn”
gibi ifadelerle atıfta bulunulurken IV. (X.) yüzyıldan itibaren Hanefî, Mâlikî gibi
kelimelere mezhep kavramının izafe edildiği ve artık kesin bir ayrışmanın gerçekleştiği
görülmektedir.
3.1.3. Mezheplerin Ortaya Çıkış Sebepleri
1. Kurucu imam etrafında oluşan ilim halkasında yer alan öğrencilerin, hocalarının
görüşlerini sistematik bir şekilde ele alan eserler yazmaya başlamaları.
2. Mezhep imamlarının eserleri üzerine kapsamlı şerhlerin yazılması, küllî kaidelerin
tespit edilmesi.
3. Hukuk güvenliğinin sağlanmak istenmesi. Mezheplerin ortaya çıkış ve yayılma
sürecinde hukukî istikrarın sağlanmak istenmesi çok önemli bir faktördür. Đslâm
toplumunda ilk günden itibaren içtihat hürriyet ilkesi benimsendiğinden sahâbe ve tâbiîn
dönemlerinde Müslümanlar karşılaştıkları dinî meseleler hakkında kendi bölgelerinde
yaşayan âlimlerinverdikleri cevaplara göre hareket ediyor, hâkimler de önlerine getirilen
hukukî ihtilafları daha ziyade bulundukları bölgenin kazâî teamüllerine göre, bunun
mümkün veya uygun olmadığı durumlarda ya kendi içtihatları veya uydukları müçtehidin
içtihatları doğrultusunda çözüyorlardı. Đçtihat müessesesinin gelişmesi açısından olumlu
olarak değerlendirilebilecek böyle bir uygulama sonunda, bazen her yönden birbirine
benzeyen meseleler hakkında zıt hükümler verilebiliyordu. Özellikle tâbiîlerden sonra aynı
anda ve aynı konu hakkında bir şehrin farklı mahallelerinde farklı hükümler verildiği
oluyordu. Đslâm toplumunda görülen bu içtihat hürriyetinin hukuk güvenliğini sarsmaması
için daha Emevîler döneminde bir girişimde bulunulmuş, Basra’da Humeyd et-Tavîl,
Halife Ömer b. Abdülaziz’e yargı birliğini sağlamasını teklif etmiş, halife de görüş
ayrılıklarının bulunmasını normal karşılamakla beraber yönetimi altındaki eyaletlere
mektuplar göndererek kendi bölgelerinin fakihlerinin ittifak ettikleri hükümlere göre karar
vermelerini emretmiştir. Böylece en azından şâz görüşler bir kenara bırakılmış ve her
bölgenin en yaygın görüşü o bölgenin icmaı olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Fakat
hukukî ihtilafların ülke genelinde hukuk birliği esasına göre çözülmesi sağlanamadığından
6
kısa bir süre sonra Abbâsî halifesi Ebu Cafer el-Mansûr’a bir rapor sunan Đbn Mukaffa,
birbirine zıt görüşlerin mahkemelerde hükme esas teşkil ettiğine ve bunun hukuk
anarşisine yol açtığına dikkat çekip hukuk güvenliğinin sağlanması amacıyla devlet eliyle
içtihatların derlenmesini ve aralarından en uygunun seçilerek yaptırım gücüne
kavuşturulmasını teklif etmiştir. Bunun üzerine Halife, Đmam Mâlik’in el-Muvattâ’ını
kanun metni haline getirmeye teşebbüs etmiş ancak Đmam Mâlik bu uygulamanın içtihat
düşüncesini öldüreceği gerekçesiyle kabul etmemiştir. Ancak hukuk güvenliğine duyulan
ihtiyaç zamanın ilerlemesiyle kendini daha fazla hissettirmiş ve Müslüman toplumlar
hukuk birliğinin ve hukuk güvenliğinin sağlanması ihtiyacını, belirli bir fıkıh mezhebini
esas alıp ona kanun misyonu yüklemek suretiyle karşılama yoluna gitmiş, bu da
mezheplerin yerleşmesi olgusunu ortaya çıkarmıştır. Bu uygulamanın Đslâm hukuk
tarihindeki en tipik örneği Abbâsîlerin ve Osmanlıların Hanefî mezhebini tervîc
etmeleridir.
4. Mezheplerin ortaya çıkıp yayılmalarında etkili olan bir diğer faktör de coğrafî etkidir.
Örneğin; Kûfe fıkhını tevârüs eden Ebu Hanîfe ve talebelerinin çalışmaları üzerinde oluşan
Hanefî mezhebi, II. (VIII.) yüzyılda Irak bölgesinin hem kültürel hem toplumsal açıdan
hinterlandı sayılan Horasan ve Maveraünnehir’de, Medine fıkhını tevârüs eden Mâlik b.
Enes ve talebelerinin çalışmaları üzerinde teşekkül eden Mâlikî mezhebi de Hicâz
bölgesinin hinterlandı sayılan Kuzey Afrika ve Endülüs’te yayılmıştır. Bunlardan sonra
ortaya çıkan Şafiî ve Hanbelî fıkıh çevreleri mezhepleştikleri zaman anılan coğrafyada
geniş kitlelere sahip olamamışlardır.
5. Bir mezhebin belirli dönemlerde devletin desteğini almış olması, bir mezhebin eğilim
ve ilkeleriyle belirli bir bölgenin kültürünün ve sosyal yapısının uygunluk arz etmesi gibi
sebepler de mezheplerin tutunması ve yayılmasında önemli faktörlerdendir. Bu meyanda
Đbn Haldun’un da ifade ettiği üzere doğuda Hanefî mezhebi, batıda ise Mâlikî mezhebi
arkasına devlet desteğini aldıklarından gelişimleri diğer mezheplere göre çok daha hızlı
olmuştur. Nitekim Endülüs ve Kuzey Afrika’ya hâkim devletler Mâlikî mezhebini,
Mâverâüünnehir’e hâkim devletler ise Hanefî mezhebini desteklemişlerdir.
3.2. ĐSLAM HUKUK TARĐHĐNDE ORTAYA ÇIKAN FIKIH
EKOLLERĐ
Đslâm hukuk tarihi boyunca gerek ehl-i sünnet çizgisinde yer alan gerekse ehl-i sünnet
çizgisinde yer almayan pek çok mezhep ortaya çıkmıştır. Bugün bize kadar intikal eden
“dört sünnî fıkıh mezhebinin” dışında müntesipleri kalmayan, tarih sahnesinde bir dönem
etkili olup da artık günümüze kadar intikal etmeyen mezhepler de bulunmaktadır. Biz
öncelikle sünnî mezhepleri ondan sonra da sünnî olmayan fıkıh mezheplerini ele alacağız.
Konunun daha iyi anlaşılması açısından şöyle bir sınıflandırma yapmak mümkündür.
3.2.1. Sünnî Fıkıh Ekolleri
3.2.1.1. Yaşayan Fıkıh Ekolleri
Đslâm hukuk tarihinde çeşitli Sünnî fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Bunlar içinde dört
mezhep doktriner yapısını tamamlayarak hoca-öğrenci ve eser üçgeninde geniş kitlelere
7
yayılmış, hayatiyetini devam ettirerek günümüze kadar intikal etmiştir. Đslâm
coğrafyasında etkili olan bu dört mezhep –önem sırasına göre- şunlardır.
3.2.1.1.1 Hanefî Mezhebi
3.2.1.1.1.1. Kurucu Đmamı
Fıkhî mezheplerin çoğu, kurucu sayılan âlimlerin isimlerine nispetle anılmışlardır.
Hanefî mezhebi de kurucu imam olarak kabul edilen Đmam-ı Âzam Ebu Hanîfe’ye nispet
edilmiş, bu mezhebe mensup olan fakihlere ve bu mezhep görüşüyle amel eden kişilere de
Hanefî (çoğulu Hanefîyyun veya Ahnâf) denilmiştir. Ancak şu noktaya dikkat çekmek
istiyoruz ki; ne Ebu Hanîfe ne de diğer “kurucu imam” şeklinde nitelenen âlimler mezhep
kurma niyet ve girişimi ile yola çıkmamışlardır. Bu tarz bir isimlendirme birkaç yüzyıllık
zaman zarfında oluşan ilmî bir hareketin sonraki nesiller tarafından adlandırılmasıdır.
Đmam-ı Âzam’ın tam adı, Ebu Hanîfe Numan b. Sâbit b. Zûtâ b. Mâh’tır (80/150-
700/768). 700 yılında Kûfe’de doğmuştur. Aslen Arap olmayan dedelerinin Fars menşeli
olduğu kabul edilmektedir. Ebu Hanîfe’nin dedeleri Sâsâni Devlet’inde önemli görevlerde
bulunmuş, valilik yapmış kimselerdir.
Ebu Hanîfe’nin Hammâd ismini taşıyan oğlundan başka çocuğu yoktur. Kendisine Ebu
Hanîfe (Hanîfe’nin babası) denilmesi Hanîfe adında bir kızının oluşuyla değil, Iraklılar
arasında “hanîfe” denilen bir tür divit veya yazı hokkasını devamlı yanında taşıması veya
“hanîf” kelimesinin sözlük anlamından hareketle haktan ve istikametten ayrılmayan bir
kimse olmasıyla izah edilmiştir.
Ebu Hanîfe, ticaretle uğraşan varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş olup,
kendisi de ilim öğrenmeye başlamadan önce kumaş tüccarlığı yapmıştır. Đlim hayatına
atılınca ticareti tamamen terk etmeyerek, bu işi ortaklarıyla birlikte yürütmüştür.
Ebu Hanîfe siyasî bakımdan karmaşık ve çalkantılı bir dönemde yaşamıştır. Ömrünün
yaklaşık 52 yılını Emevîler döneminde 18 yılını da Abbâsîler döneminde geçirmiştir.
Özellikle Emevîler’in son dönemlerindeki kavga ortamından uzak durmak için Mekke’ye
gitmiş, ilmî faaliyetlerine orada devam etmiştir. Abbâsîlerin iktidara gelmeleri üzerine
tekrar Kûfe’ye dönmüştür. Halife Mansûr, Ebu Hanîfe’nin sadakatini ölçmek düşüncesiyle
kendisini Bağdat kadılığına atamak istemiş ancak Ebu Hanîfe kabul etmemiştir. Halife,
kendisini Ebu Hanîfe’ye karşı kışkırtan insanların dolduruşuna gelmiş ve Ebu Hanîfe’yi
hapse atmıştır.
Ebu Hanîfe 767 yılında ya hapiste ya da oradan çıktıktan kısa bir süre sonra vefat
etmiştir. Zehirlenerek öldürüldüğüne dair rivayetler de bulunmaktadır.
3.2.1.1.1.2. Kuruluşu ve Yayılması
Hanefî mezhebinin doğuşunun Ebu Hanîfe’den önce Irak bölgesinde ortaya çıkan rey
ekolüyle (ehl-i rey) sıkı bir bağlantısı vardır. Kûfe şehrinin Hz. Ömer devrinden itibaren
giderek artan bir hızla ilim ve kültür merkezi hüviyetini kazanmasında şüphesiz en büyük
pay, başta Abdullah b. Mesûd ve Hz. Ali olmak üzere buraya yerleşen çok sayıda sahâbîye
aittir. Bölgede sahâbenin öğretimini başlattığı Kuran ve hadis bilgisi, hoca-talebe
8
münasebetine dayanan ve giderek genişleyen ilmî halkalarla sonraki nesillere aktarılmış,
yeni nesiller tarafından farklı üsluplarla da olsa rey ve içtihatla zenginleştirilerek devam
ettirilmiştir. Bölgede oluşan fıkhî gelenek ve anlayışın, tâbiîn dönemi fakihlerinden
Đbrahim en-Nehâî’den itibaren “Irak Fıkhı” olarak anılması ve Medine merkezli Hicâz
fıkhına (ehl-i hadis) alternatif bir ekol olarak görülmeye başlanması böyle bir gelişmenin
sonucudur. Hatta mensuplarının çoğunluğu Hicâz (Medine) bölgesinde bulunan hadis
ekolünün ehl-i reye muhalefetinin ve iki farklı temayüle mensup fakihler arasındaki fıkhî
tartışmaların ehl-i reyin ekolleşme sürecini hızlandırdığını söylemek mümkündür.
Ebu Hanîfe ve öğrencilerinin temsil ettiği rey fıkhı, geleneksel dinî öğretiyi makul bir
yorumla geliştirip naslarla rey arasında dengeyi kurması ve serbest rey hareketini de belirli
bir çizgiye oturtması sebebiyle döneminde ilgi odağı olmuş, sonraki dönemin âlim ve
müçtehitleri arasında rağbet görmüş, fıkhın bu metot ve çerçevede geliştirilmesi fikri
ağırlık kazanmıştır. Ebu Hanîfe’nin amelî (fıkhî) alandaki rey ve yorumculuğuna karşı
itikadî alanda Selefîlik sayılabilecek orta ve muhafazakâr bir yol takip etmesinin de ona
duyulan güveni arttırdığı söylenebilir.
Hanefî mezhebinin yayılmasında etkili olan en önemli faktörlerden biri hiç kuşkusuz
“Kadılık ve Resmî Mezhep Uygulaması”dır. Abbâsî halifesi Harûnürreşîd’in Ebu Yûsuf’u
kâdılkudât olarak tayin etmesi ve bütün kadı tayinlerinde onu yetkili kılması esasen
yargılamada düzen ve birliğin sağlanması, ülke genelinde hukukî istikrar ve güven
ortamının kurulması yönünde atılmış ciddi bir adım olması yanında Hanefî mezhebinin
tanınmasına ve yayılmasına da hizmet etmiştir. Muhtemelen bu etkinin bir sonucu olarak
Kûfe’nin doğusunda kalan Đslâm coğrafyasında özellikle de Irak, Đran, Horasan ve Batı
Türkistan’da Hanefî mezhebi oldukça ciddi bir şekilde yayılmıştır.
Abbâsîlerle başlayan bu gelenek diğer bir ifadeyle devletin bir mezhebi tervîc etmesi
Đslâm tarihinde örneklerini çok sık gördüğümüz bir uygulamadır. Nitekim hukukî istikrar
ve güveni sağlamanın en kolay yolunun, uygulamada bir mezhebin esas alınması olduğunu
fark eden devlet adamları Abbâsîlerin yolundan giderek “şehirli karakterinden dolayı”
tercihlerini daha ziyade Hanefî mezhebinden yana kullanmışlar, bu durum da Hanefî
mezhebinin daha geniş bir coğrafyada yayılmasına olanak sağlamıştır. Bu uygulamanın
zirve noktası ise Osmanlı Đmparatorluğu’nun Hanefî mezhebini devletin resmi mezhep
olarak kabul etmesidir. Nitekim Osmanlılar’da XVI. yüzyıldan sonraki kadı beratlarında ve
müftü menşurlarında kazâ ve fetvanın Hanefî mezhebine göre verileceği tasrîh edilmiş,
hatta Hanefî mezhebi içinde farklı görüşlerin bulunması halinde doktrinde en sahih görüş
olarak kabul edilen kavillerin esas alınması istenmiştir.
3.2.1.1.1.3. Hocaları
Ebu Hanîfe, Kûfe fıkıh birikiminin içinde yetişmiştir. Kendisinden istifade ettiği pek
çok hoca arasından Hammâd b. Ebu Süleyman ön plana çıkmaktadır. Daha önce de ifade
ettiğimiz üzere Kûfe şehri, çok farklı medeniyetlerin uzun yıllar hüküm sürdüğü bir
coğrafyada kurulmuştur. Bu bölgede mantık ve felsefe gibi Araplara nisbeten yabancı
ilimlerin okutulması ve başka bir takım sebeplerle aklî çabanın ürünü olan rey ve içtihat
9
Đslâm ülkesinin diğer bölgelerine göre daha fazla gelişmişti. Đnsanlara Đslâm’ı öğretmek
üzere gönderilen Đbn Mesûd’un etrafında oluşan ilim halkası, Ebu Hanîfe’nin de beslendiği
kaynak konumunda olmuştur. Bu nedenle Hanefî mezhebinin kurucu imamı olarak kabul
edilen Ebu Hanîfe’nin ilim silsilesi Abdullah b. Mesûd’a kadar uzanmaktadır.
Kaynaklarda zikredildiği kadarıyla Ali b. Ebi Tâlib ve Abdullah b. Mesûd’la başlayan
bu ilim halkasının tabiîn dönemindeki önemli simaları arasında Şurayh, Alkame b. Kays,
Mesrûk b. el-Ecdâ ve Esved b. Yezîd gibi âlimler bulunmaktadır. Bu ilim halkasının
kendilerinden sonraki temsilcileri arasında ise Amr b. Şurahbîl ve Đbrâhim en-Nehâî’den
söz etmek mümkündür. Đbrâhim en-Nehâî’nin Kûfe fıkıh ekolünün sistemleşmesinde
oynadığı rolü, ehl-i rey konusunu işlerken ele almıştık. Đbrahim en-Nehâî’den sonra fıkhî
birikimi Hammâd b. Ebu Süleyman tevârüs etmiş, bu gelenek Hammâd vasıtasıyla Ebu
Hanîfe’ye intikâl etmiştir.
3.2.1.1.1.4. Öğrencileri
Ebu Hanîfe’nin, hocası Hammâd’dan sonra Kûfe gibi çeşitli bölgeler ve kültürler
arasında köprü konumundaki canlı bir ilim merkezinde yaklaşık otuz yıl ders okutmasının
ve bölge fıkhını temsil etmesinin doğal bir sonucu olarak onun ders halkasına iştirak
ederek ilmî müzakerelerde bulunan ve kendisinden fıkıh öğrenen öğrencilerinin sayısı
birkaç bine ulaşmıştır. Ancak bu konuda hocalık-talebelik ilişkisinden ziyade aynı ilim
meclisinde bulunma, ilim halkasına ve ilmî müzakereye katılma yani sohbet ölçüsü esas
alındığından kaynaklarda “Ebu Hanîfe’nin ashabı” olarak sayılan kişilerin az sayıda da
olsa bir kısmı onun akranı sayılabilecek arkadaşları konumundadır.
Ebu Hanîfe’nin ilim halkasında bulunarak kendisinden ders alan ve mezhebin
sistemleşmesinde önemli katkıları olan öğrencileri arasında Ebu Yûsuf, Muhammed b.
Hasan eş-Şeybânî ve Züfer b. Hüzeyl bulunmaktadır.
Ebu Yûsuf, Muhammed b. Hasen eş-Şeybâni ve Züfer b. Hüzeyl başta olmak üzere ileri
gelen öğrencilerinin müstakil müçtehit mi, yoksa kaide ve usul itibariyle Ebu Hanîfe’ye
tâbi olan mezhepte müçtehit mi sayılmaları gerektiği âlimler arasında tartışmalıdır. Ancak
Ebu Hanîfe’nin, mezhebin usul ve esaslarını belirleyen ve etrafında yer alan öğrencilerine
onu dikte ettiren bir hoca konumunda olmadığı, fıkhî meselelerin çeşitli yönlerde ve
seviyelerde yetişkin ilim erbabından oluşan içtihat şurasında serbestçe tartışıldığı ve
mezhebin usul ve esaslarının bu süreç içinde belirginleştiği düşünülürse, imamın ileri gelen
öğrencilerini Irak fıkıh ekolünün mimarı müstakil müçtehitler olarak görmek mümkün
olur. Nitekim Ebu Hanîfe’nin vefatından sonra bu öğrencilerinin ilmî faaliyetleri ve fetva
yetkinlikleri bunların adeta müstakil müçtehit olduklarını göstermektedir.
Gerek Ebu Hanîfe’nin gerekse Ebu Yûsuf, Đmam Muhammed ve Đmam Züfer gibi
müçtehitlerin yetiştirdiği öğrenciler özellikle Hârizm, Batı Türkistan, Horasan ve
Maverâünnehir gibi halkı yeni Müslüman olmuş bölgelere giderek hocalarının görüşlerinin
tanınmasında, benimsenmesinde ve yayılmasında etkin rol oynamışlardır. Kaynaklarda,
Ebu Hanîfe’nin Đslâm dünyasının birçok bölgesinden öğrencisinin bulunduğu
10
zikredilmekte ve bu öğrencilerin dağılımının daha ziyade Ahvaz, Đsfehan, Hemedân, Rey,
Cürcan, Nese, Merv, Buhara, Semerkant, Belh, Harizm gibi Irak’ın doğusundaki önemli
merkezlere mensup bulunduğu görülmektedir. Bu öğrencilerden önemli bir kısmı daha
sonra kendi bölgelerinde ders halkaları oluşturarak talebe yetiştirmiş veya kadı olarak
görev yapmış, neticede doğrudan veya dolaylı olarak Ebu Hanîfe merkezli Irak fıkhının
özellikle Đslâm’ın yeni yerleşmekte olduğu alanlarda tanınmasını ve yayılmasını
sağlamıştır.
3.2.1.1.1.5. Literatür
Ebu Hanîfe’nin çevresinde karşılaştığı meselelerle ilgili kendisine yöneltilen sorular
çerçevesinde pek çok içtihatta bulunduğu ifade edilmekteyse de bu içtihatları yazmadığı
gibi içtihatta takip ettiği metodu da kaleme almamıştır. Kendisine nisbet edilen eserler
genellikle akaidle ilgili olup doğrudan fıkhî konulara hasredilmemiştir.
Ebu Hanîfe’den sonra önde gelen öğrencilerinden Ebu Yûsuf, Đmam Muhammed ve
Züfer b. Hüzeyl kendi görüş ve içtihatları yanında hocalarının görüşlerini de öğrencilerine
imlâ ve telif yoluyla aktarmışlardır. Bu meyanda Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’nin
derlediği ve kendisinden tevâtür ve şöhret yoluyla nakledildikleri için “zâhirü’r-rivâye”
olarak anılan el-Asl (el-Mebsût), ez-Ziyâdât, el-Câmiu’l-kebîr, el-Câmiu’s-sağîr, esSiyerü’l-kebîr
ve es-Siyerü’s-sağîr adlı eserler Hanefî fıkhının ilk ve en güvenilir
kaynaklarını oluşturmaktadır. Şeybânî’nin âhâd yolla rivayet edildikleri için “nevâdirü’rrivâye”
olarak anılan el-Hüccealâehli’l-medine ve el-Âsâr ile diğer bazı eserleri yanında
Ebu Yûsuf’un başta Kitâbü’l-Harâc olmak üzere bugüne ulaşan birkaç kitabı da Hanefî
literatürünün oluşmasında önemli katkısı bulunan eserlerdir.
Hanefî mezhebinde el kitabı mahiyetinde ilk eser Ebu Cafer et-Tahâvî’nin elMuhtasar’ıdır.
Ebu Hanîfe ve iki talebesi Ebu Yûsuf ile Şeybânî’nin görüşlerinin özet
halinde yer aldığı eserde, aynı zamanda bir müçtehit olan müellifin kendi görüş ve
tercihlerini belirtmesi önem taşımaktadır.
Horasan Sâsânî Emiri Nuh b. Nasr’a vezirlik yapan ve sonra da şehit edilen Hâkim eş-
Şehîd el-Mervezî, Şeybânî’nin adı geçen zâhirü’r-rivaye kitaplarındaki görüşleri ile bazı
nevâdir kitaplarını derleyerek el-Kâfî adlı eserini meydana getirmiştir. Şemsü’l-eimme esSerahsî
bu eseri el-Mebsût adıyla şerhetmiştir. el-Mebsût Hanefî fıkhının temellendirildiği,
bu mezhebe ait görüşlerin delillerinin açıklandığı ve sistemli bir tahlilinin yapıldığı ilk ve
en hacimli eserdir. Otuz cilt halinde neşredilmiştir.
Hanefî mezhebinin en meşhur el kitaplarından biri şüphesiz Kudûrî’ye ait elMuhtasar’dır.
Çeşitli batı dillerine de tercümesi yapılan bu eser üzerinde otuz civarında
şerh ve haşiye çalışması yapılmıştır. En yaygın şerhleri arasında Ebu Bekir el-Haddâd’ın
el-Cevheretü’n-neyyire ve es-Sirâcü’l-vehhâc ile Abdülganî el-Meydanî’nin el-Lübâb fî
şerhi’l-kitâb yer almaktadır. Kudûrî’nin delillere yer vermediği ve ihtilaflı konularda Ebu
Hanîfe ile Ebu Yûsuf ve Muhammed’in görüşlerini kaydettiği bu eser Hanefîler arasında,
Mâlikî mezhebinden Halîl b. Đshâk el-Cündî’nin el-Muhtasar’ı gibi “el-Kitâb” unvanıyla
anılmaktadır.
11
Alâeddin es-Semerkandî’nin Tuhfetü’l-fukahâ adlı eseri, Kudurî’nin el-Muhtasar’ına
dayanmakla birlikte o zamana kadar kaleme alınan eserlerden farklı bir sistematiğe
sahiptir. Kudurî’nin eserini ikmâl, izah ve delillerle temellendirme maksadıyla kaleme
alınan Tuhfetül-fukaha tertip usulü ve terminolojinin geliştirilmesi bakımından ileri bir
merhaleyi temsil eder. Semerkandî’nin talebesi olan Kâsânî, bu eseri tertip ve metot
bakımından örnek alarak Bedâi’u’s-sanâî’yi tertip etmiştir.
Kâsânî’nin çağdaşı Burhaneddin el-Merginânî’nin el-Hidâye adlı kitabı, Müteahhirîn
dönemi Hanefî fukahası arasında en çok rağbet gören eserlerin başında gelmektedir. elHidâye,
aslında aynı müellifin Şeybânî’nin el-Câmiu’s-sağîr’i ile Kudûrî’nin elMuhtasar’ına
dayanarak telif ettiği Bidâyetü’l-mübtedî’nin şerhidir. Merginânî’nin ilmî
kudretinin bir göstergesi olan el-Hidâye üzerine altmış civarında şerh çalışması yapılmıştır.
Bu şerhler içinde en önemlileri Celâleddîn el-Kürlânî’nin el-Kifâye, Ekmeleddîn elBâbertî’nin
el-Đnâye, Bedreddîn el-Aynî’nin el-Binâye ve Đbnü’l-Hümâm’ın Fethü’l-kadîr
adlı eserleridir.
Müteahhirîn dönemi Hanefî âlimleri arasında şöhret bulan iki önemli eser vardır.
Birincisi; Abdullah b. Mahmud el-Mevsılî’nin el-Muhtâr’ıdır. Bu eser Ebu Hanîfe’nin
görüşleri esas alınarak yazılmış bir muhtasardır ve yine müellifi tarafından el-Đhtiyâr li
talili’l-muhtâr adıyla şerhedilmiştir. Đkincisi ise, Muzafferüddin Đbnü’s-Saâtî’nin
Mecmau’l-Bahreyn adlı eseridir. Bu eser Kudûrî’nin el-Muhtasar’ı ile Ebu Hafs
Necmeddin en-Nesefî’nin el-Manzûmetü’n-nesefiyyesi esas alınarak telif edilmiştir.
Bu eserler dışında Hanefî mezhebinin temel metinleri içinde meşhur olan diğer iki eser
de Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin Kenzü’d-dekâik’i ile Tâçü’ş-şerîa’nınVikayetü’rrivâyesi’dir.
Kudûrî’nin el-Muhtasar’ı, Nesefî’nin Kenzü’d-dekâik’i ve Tâcü’ş-şerîa’nın el-Vikâyesi
Hanefî uleması arasında “mütûn-i selâse”, Kenzü’d-dekâik ve el-Vikâye ile birlikte
Mevsılî’nin el-Muhtâr ve Đbnü’s-Sââtî’nin Mecma’u’l-Bahreyn’i de “mütûn-i erbaa” olarak
bilinir.
XV. ve XVI. yüzyıllarda kaleme alınan iki metin, Osmanlı Devleti’nin bir nevi yarı
resmi hukuk külliyâtı olarak rağbet görmüş, asırlarca kadı, müftü ve müderrislerin
müracaat kitapları olmuştur. Bunlar Molla Hüsrev’in Dürerü’l-Hükkâm’ı ile Đbrahim elHalebî’nin
Mülteka’l-ebhur’udur.
1800’lü yıllarda kaleme alınan Đbn Abidin’in Reddü’l-muhtâr ale’d-dürri’l-muhtâr adlı
eseri kendisinden önceki hemen bütün Hanefî kaynaklara dayanması ve hükümlerin
dayandığı delilleri göstermesi, mezhepteki zayıf, sahih ve mutemet görüşlere işaret etmesi,
daha önce açıklığa kavuşturulmamış bazı karmaşık meseleleri çözmeye çalışması ve
önceki eserlerde görülen yanlışları düzeltmesi bakımından önem taşımaktadır.
Yukarıda belirttiğimiz eserler dışında nevâzil, vâkıât ve fetâvâ kitapları ile Hanefî usul
sistematiğini ele alan ve mezhebin temel doktrinini belirleyen kitaplar da kaleme
alınmıştır. Ayrıntıya girmemek için bu eserlere değinmiyoruz.
12
3.2.1.1.2. Mâlikî Mezhebi
3.2.1.1.2.1. Kurucu Đmamı
Mâlikî mezhebinin kurucu imamı Ebu Abdullah Mâlik b. Enes b. Mâlik b. Ebu Âmir elAsbahî
el-Yemenî’dir (93-179/712-795).
Đmam Mâlik 93/712 yılında Medine yakınlarında bir yer olan Vâdiülkurâ’da doğmuştur.
Soy bakımından Arapların iki ana kolu olan Kahtânîler’e mensup olduğundan bu kabilenin
bazı alt kollarına nisbetle Asbahî, Medine’ye yerleşen dedelerinin Yemen’den gelmeleri
sebebiyle Yemenî nisbeleriyle anılmıştır.
Đmam Mâlik devrin önemli ilim merkezlerinden biri olan Medine’de yetişmiştir.
Önceleri ilim tahsiline rağbet etmeyip güvercinlerle vakit geçirirken bir gün babasının
sorduğu bir soruya kardeşi Nadr’ın doğru, kendisinin yanlış cevap vermesi ve babasının
“Güvercinler seni oyaladı” demesi üzerine ilim tahsiline karar verdiğini ve ilk olarak
Abdurrahman b. Hürmüz el-A’rec’ten hadis dersi almaya başladığını söyler. Đlk tahsilini
Abdurrahman b. Hürmüz’ün yanında tamamlayan Đmam Mâlik, daha sonra dönemin
meşhur hocalarından Rebîatürrey’in ilim halkasına dâhil olmuştur. Fıkhî melekesinin
gelişmesinde ve usulünün şekillenmesinde rey taraftarı bu hocasının büyük tesiri olmakla
birlikte kendisinin hadis ve esere olan bağlılığı ve Rebîa’nın selefin görüşlerine muhalefeti
sebebiyle son zamanlarda onun ilim halkasından ayrılmış ve kendisinden en çok
faydalandığı Đbn Şihâb ez-Zührî’nin ilim halkasına dâhil olmuştur.
Zekâsı ve gayreti sayesinde kısa sürede ilimde derinleşen ve hocalarının takdirini
kazanan Mâlik, yirmi yaşlarında ders ve fetva vermeye başlamıştır. Mescid-i Nebevî’deki
ders halkasıyla kısa zamanda şöhreti yayılan Đmam Mâlik, özellikle Hac ibadetini yerine
getirmek üzere Đslam dünyasının dört bir tarafından gelen Müslümanlara ilim aktarma
imkânını bulmuştur. Ebu Hanîfe, Leys b. Sa’d, Evzâî, Ebu Yûsuf ve Muhammed b. Hasan
eş-Şeybânî gibi dönemin önde gelen âlimleri hac münasebetiyle Medine’ye geldiklerinde
Đmam Mâlik ile tanışma ve bilgi alışverişinde bulunma fırsatını yakalamışlardır. Bilhassa,
Şeybânî’nin Medine’de kalarak Đmam Mâlik’in ders halkasına üç yıl boyunca devam etmiş
olması karşılıklı bir istifadeyi doğurmuş ve Đmam Mâlik bu vesile ile Irak fıkhını
öğrenmiştir.
Hayatının yarısını Emevîler, yarısını da Abbâsîler devrinde geçiren Mâlik’in kendi
dönemindeki siyasî olaylardan uzak durduğu, mevcut yöneticilere de karşıtlarına da açık
bir destek vermediği anlaşılmaktadır.
Hac veya umre için Mekke’ye gidişleri dışında Medine’den ayrılmamış, Medine’nin
manevî değeri yanında buradaki zengin ilmî ortam da gerek talebeliği gerek hocalığı
zamanında başka yere gitmekten onu müstağnî kılmıştır. Bu sebeple Halife Mehdî-
Billâh’ın onu Bağdat’a davetine de olumlu cevap vermeyip affını talep etmiştir.
Đmam Mâlik, geçirdiği kısa süreli bir rahatsızlıktan sonra 14 Rebîülevvel 179 (7 Haziran
795) tarihinde Medine’de vefat etmiştir.
3.2.1.1.2.2. Kuruluşu ve Yayılması
13
Hicrî II. yüzyılda Medine merkezli olarak ortaya çıkan ehl-i Hicâz fıkhı, Đmam Mâlik’in
öğrencileri aracılığıyla Irak’tan Endülüs’e kadar uzanan geniş bir coğrafyada yayılma
imkânını bulmuştur.
Mâlikî mezhebinin gelişim seyrini teşekkül, gelişme ve istikrar dönemi şeklinde üç
dönem halinde ele almak mümkündür.
Teşekkül döneminde Đmam Mâlik’in önde gelen talebelerinden Đbnü’l-Mâcişûn, Esed b.
Furât ve Đbü’l-Kasım ön plana çıkmaktadır.
IV. (X) yüzyılla birlikte Mâlikî mezhebinin önemli dönüşümler yaşadığı ve bu
dönüşümlerin aynı yüzyılın ikinci yarısında gelişme dönemi olarak adlandırılabilecek yeni
bir dönemi başlattığı görülmektedir. Bu dönemde Mâlikî fıkhında önem kazanan isim Đbn
Ebu Zeyd el-Kayrevânî’dir.
VII. (XIII.) yüzyılın başıyla, bir diğer ifadeyle Đbü’l-Hâcib’in fıkıh ve fıkıh usulü
sahasındaki iki muhtasarı ile başlayarak günümüze kadar süren dönem, istikrar dönemi
veya “klasik dönem” olarak adlandırılmaktadır. Döneme damgasını vuran iki isim ise
Cemâlüddîn Đbü’l-Hâcib ve Halîl b. Đshâk el-Cündî’dir.
3.2.1.1.2.3. Literatür
Hem hadis hem de fıkıh eseri özellikleri taşıyan Đmam Mâlik’in el-Muvattâ’ı Mâlikî
literatüründe daima, en önde gelen eser olarak kabul edilmiş, fakat Mâlikî mezhebinin
eksenini oluşturan mesele ve görüşleri tedvin amacıyla kaleme alınmamış bir metin
olduğundan Đmam Mâlik’in talebelerinin tedvin ettikleri eserler mezhebin temel
kaynaklarını oluşturmuştur. Bu eserlerin başında ise Sahnûn lakabıyla tanınan Abdüsselâm
b. Saîd et-Tenûhî’nin el-Müdevvenetü’l-kübrâ’sı gelmektedir. Üzerine pek çok şerh ve
haşiye çalışması yapılan bu eser Mâlikî mezhebinin el-Muvattâ’dan sonraki en önemli
kaynağıdır.
Đlk dönem metinlerinden sonra Mâlikî fıkhının diğer önemli bir kaynağı kendisine
“Küçük Mâlik” lakabı verilen Đbn Ebu Zeyd el-Kayrevânî’ye ait er-Risâle’dir. Çalışmaları
Mâlikî tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı sayılan el-Kayrevânî’nin bu eseri, özellikle
medreselerde fıkıh eğitiminde kullanılmasıyla oldukça tanınmıştır. Mâlikî fıkhının
özetlendiği Kitabü’r-Risale üzerine pek çok şerh ve haşiye çalışması yapılmıştır.
Đbn Ebu Zeyd’den sonra Mâlikî fıkhının diğer önemli bir el kitabı, eserlerinde Mısır
Mâlikîleri ile Kuzey Afrika Mâlikîlerinin doktrinlerini mezceden Cemâlüddin Đbn’ülHâcib’e
ait Câmiü’l-Ümmehât’tır. Eser üzerine Đbn’ül-Hâcib gibi Mısırlı olan ve Mısır ile
Kuzey Afrika Mâlikî doktrinlerini mezcetmede onu takip eden Halîl b. Đshâk el-Cündî
tarafından et-Tavzîh adıyla bir şerh yazılmıştır. Halîl b. Đshâk el-Cündî asıl şöhretini bu
şerhten ziyade el-Muhtasar adlı eserine borçludur. Mâlikî literatüründe, üzerinde en çok
çalışma yapılan bu eser, çok veciz önermelerden oluşan bir tür şifreli metne
benzetilmektedir. Kuzey Afrika Mâlikîleri’nin vazgeçilmez kitabı konumundadır.
14
Mâlikî fakihi ve filozof Đbn Rüşd el-Hafîd’in Bidayetü’l-müctehid adlı eseri, Mâlikî
mezhebinin görüşleri yanında Şafiî ve Hanefî mezhepleriyle sahâbe ve tâbiînden itibaren
birçok müçtehidin görüşlerinin yer aldığı önemli bir kaynaktır.
Yukarıda belirttiğimiz eserler dışında nevâzil, vâkıât ve fetâvâ kitapları ile Mâlikî usul
sistematiğini ele alan ve mezhebin temel doktrinini belirleyen kitaplar da kaleme
alınmıştır. Ayrıca Mâlikî mezhebinde fıkhın alt disiplinleri olarak kabul edebileceğimiz,
hilâf, kavâid ve furûk ile tabakât literatürüne ait zengin bir birikim meydana gelmiştir.
3.2.1.1.3. Şafiî Mezhebi
3.2.1.1.3.1. Kurucu Đmamı
Şafiî mezhebinin kurucu imamı Ebu Abdullah Muhammed b. Đdrîs eş-Şafiî 150/767
yılında Gazze’de doğmuştur. Baba tarafından soyu Hz. Peygamber’in dördüncü kuşaktan
dedesi Abdümenâf ile birleşmektedir.
Daha beşikteyken babasını kaybeden Şafiî, Mekke’de akrabalarının yanında
büyümüştür. Küçük yaşta Kuran’ı ezberlemiş, Mekke’de Müslim b. Halid ez-Zencî ve
Süfyan b. Uyeyne’den fıkıh ve hadis tahsil etmiştir. Hocası Müslüm’in tavsiyesine uyarak
Medine’ye gitmiş ve Đmam Mâlik’ten ders almıştır. Đmam Mâlik’in vefatına kadar dokuz
yıl süreyle onun yanında ilim halkasında yer almıştır.Mâlik’in vefatı üzerine Mekke’ye
dönmüştür. Yemen valisi kendisine kadılık teklif etmiş ve Necran kadılığına atamıştır.
Necran’da kendisini çekemeyenlerin Halife’ye şikayeti üzerine Bağdat’a hesap vermeye
çağrılan Şafiî’nin suçsuz olduğu anlaşılmıştır. Bağdat’ta yaklaşık iki sene kalan Şafiî,
burada Đmam Muhammed’den Irak fıkhını öğrenmiştir. Tekrar memleketi Mekke’ye dönen
Đmam Şafîi yaklaşık on yıl sonra Bağdat’a tekrar gelmiş, çeşitli ilim meclislerinde ders
vermiştir. Bağdat’tayken öğrencileri arasında Đshak b. Râhûye, ez-Zaferânî ve Ahmed b.
Hanbel gibi sonraları hepsi birer müçtehit olacak kişiler bulunmuştur.
Đki sene Bağdat’ta kalan Đmam Şafiî tekrar Mekke’ye geri dönmüş, burada bir süre
kaldıktan sonra Mısır’a giderek, bir nevi inzivaya çekilmiştir. Çünkü o sıralarda halife olan
el-Me’mûn, Mutezilî mezhebini desteklemekteydi ve ortam gereksiz siyasî ve fikrî
tartışmalarla oldukça karışıktı.
Mısır’da sakin bir atmosferde eski yazmış olduğu kitapları yeniden inceleyen Đmam
Şafiî, bazı görüşlerini yeni baştan gözden geçirmiş ve bir kısım görüşlerinde değişikliğe
gitmiştir. Bu değişikliğin sonucu olarak Đmam Şafiî’nin eski görüşlerine “kadîm” yeni
görüşlerine “cedîd” veya “Mısrî” denilmiştir.
Đmam Şafiî 204/820 tarihinde 54 yaşında iken Mısır’da vefat etmiştir.
3.2.1.1.3.2. Kuruluşu ve Yayılması
Đmam Şafiî Medine merkezli Hicâz fıkhı ile Kûfe merkezli Irak fıkhını yakından tanıma
imkânını bulmuş ve bu iki eğilim arasında özgün bir sentez geliştirmiştir.
Temel öğrenimini Mekke’de tamamlayan Şafiî, önce Selef birikiminin temsilcisi
konumunda bulunan ve muhafazakâr bir çizgide faaliyet yürüten Mâlik’in, ardından ehl-i
15
rey damarından beslenen ve belirgin bir seviyeye ulaşmış olan Hanefî çevresinin ilmî
birikimini tahsil ederek bu iki anlayış arasında en üst düzeyde bir etkileşime aracılık
etmiştir. Hanefî birikimi karşısında ilk zamanlarda Mâlik’in bir savunucusu gibi davranan
Şafiî bu süreçte her iki anlayışın zayıf ve güçlü yanlarını tanıma fırsatı bulmuş; ömrünün
son yıllarını geçirdiği Mısır’da Mekke, Medine, Bağdat ve Mısır gibi dönemin önde gelen
merkezlerinin ilmî birikimine dayanan kendine ait nihâî sentezi gerçekleştirmiştir.
Diğer mezheplerin gelişim seyrinde olduğu gibi Şafiî mezhebinin de yayılmasında önde
gelen talebelerin çok önemli katkıları olmuştur. Bu talebeler arasında Ebu Sevr, Ahmed b.
Hanbel, Kerâbâsî ve Zaferânî Kavl-i Kadîm dediğimiz Đmam Şafiî’nin Mısır’dan önceki
dönemi kapsayan ilminin aktarılmasında önemli rol oynamışlardır. Mısır dönemi diye ifade
edebileceğimiz Kavl-i Cedîd döneminde ise Büveytî, Müzenî ve Rebî b. Süleyman elMurâdî
merkezî bir yere sahiptir.
Bu ilk nesil öğrencilerden sonra Đbn Süreyc gibi üçüncü nesil Şafiî âlimlerin, mezhebin
gelişip yayılmasına önemli katkıları olmuştur. Ebu’l-Abbâs ĐbnSüreyc 400 civarında eser
telif etmiş, Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’nin modelini esas alarak Şafiî’nin fıkhî
birikimini sistematik bütünlüğe kavuşturup bir mezhep yapısına büründürmüş ve mezhebe
katkıları sebebiyle “Küçük Şafiî” lakabını almıştır.
Đbn Süreyc’ten önceki dönemde Şafiî fıkhının tahsili, Hanefîler’de olduğu gibi belli bir
hoca gözetiminde düzenli bir ders halinde değil daha ziyade farklı hocalardan hadis
toplama faaliyeti şeklinde cereyan ederken artık Şafiî fakihlerinin de hocaları ve talebeleri
tespit edilebilir hale gelmiştir. Đbn Süreyc ile birlikte, oldukça düzenli ders halkaları ve
seçkin talebelerin aldıkları ders notlarından oluşan ta’likalar dönemi başlamış, bu eserlerde
mezhep teşekkülüne katkı sağlayan önceki bilginlerin görüşlerinin de açıklanması imkânı
doğmuştur. Öte yandan mahallî bir otoritenin varlığı klasik mezhep yapısının önemli bir
göstergesi sayıldığından Şafiî mezhebinde Đbn Süreyc ayrı bir yere sahiptir. Zira bu
anlamda mezhep reisi olarak tanımlanan ilk Şafiî fakih odur. Đbn Süreyc’den itibaren
görülen diğer bir farklılık da Şafiî fukahasının öncekine nisbetle kelâm ilmine daha
belirgin bir ilgi göstermeye başlamasıdır.
Đbn Süreyc’ten sonra Şafiî mezhebi gelişimini Ebu Đshak el-Mervezî ile sürdürmüştür.
Mervezî’nin vefatından sonra Şafiî mezhebi genel olarak Irâkıyyûn ve Horasâniyyûn
şeklinde iki tarik olarak yoluna devam etmiştir.
Şafiî mezhebinin gelişmesine ve yayılmasına önemli katkısı olan bir diğer husus da
Selçuklu Sultanları Alparslan ve Melikşâh’a uzun yıllar vezirlik yapan Nizâmü’l-mülk’ün
kurmuş olduğu medreselerde Şafiî fıkhının tedris edilmiş olmasıdır. Kendisi de Şafiî
fıkhını tahsil etmiş olan Nizâmü’l-mülk Bağdat, Belh, Nişâbur, Herât, Đsfehân, Basra,
Merv ve Musul gibi o zamanın önemli şehirlerinde medreseler kurmuş, zengin vakıflarla
desteklenen bu medreselere Şafiî fakihleri müderris tayin edilmiş, geçim kaygısından
kurtarılan hoca ve talebeler daha iyi şartlarda öğretim faaliyetlerini yürütmüştür. Ayrıca,
ilk zamanlarda çoğunlukla camilerde ders halkaları şeklinde yürütülen öğretim faaliyetleri
Nizâmiye medreseleriyle birlikte kurumsallaşma sürecine girmiş, mezunların imam,
16
müderris gibi görevlere tayini bu kurumlara teveccühü arttırmıştır. Böylece özel himayeye
mazhar olan Şafiî mezhebi, Nizâmü’l-mülkün hayatta bulunduğu dönemde medreselerde
görev alan müderrislerin telif faaliyetleri sayesinde oldukça zengin bir birikime
kavuşmuştur. Bilhassa Ebu Đshak eş-Şirâzî, Đmamü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Gazzâlî gibi
âlimlerin katkıları mezhep birikimine ayrı bir çeşni katmış, daha sonraki dönemin gelişim
seyrine damgasını vurmuştur.
Şafiî mezhebinin gelişimine önemli bir diğer katkı da Selahaddîn-i Eyyûbî’den
gelmiştir. Eyyûbî coğrafyasındaki medreselerde Şafiî fıkhının okunmasıyla mezhep
gelişimi yeni bir ivme kazanmıştır.
Mısır’da Memlûklüler döneminde Şafiî mezhebi ayrıcalıklı konumunu Yavuz Sultan
Selim’in Mısır’ı fethetmesine kadar sürdürmüştür. Osmanlı Devleti, resmî mezhep olarak
Hanefî mezhebini terviç etmekle birlikte bu bölgede ahâlinin büyük çoğunluğunun Şafiî
olması dikkate alınarak gerek kadı tayinlerinde gerekse medrese programlarında katı bir
Hanefîlik uygulanmamıştır.
3.2.1.1.3.3. Literatür
Đmam Şafiî’nin fıkhî görüşleri talebeleri, kendi yazdığı veya talebelerine yazdırdığı
kitaplar vasıtasıyla intikal etmiştir. Şafiî, yalnız fıkhî konularla ilgili görüşlerini değil diğer
mezhep imamlarından farklı olarak bunları dayandırdığı usulünü de kaleme almıştır. Bu
bakımdan usul-i fıkhın kurucusu sayılmakta olup konuyla ilgili eseri er-Risale adını
taşımaktadır.
Đmam Şafiî’nin görüşlerinin ve bunların dayandığı delillerin yer aldığı en hacimli eseri
el-Ümm’dür. Bu eser de er-Risâle gibi Şafiî’nin talebesi Rebî b. Süleyman el-Murâdî
tarafından rivayet edilmiştir.
Şafiî’nin iki meşhur talebesi Büveytî ve Müzenî de hocalarının görüşlerini derledikleri
el-Muhtasar adlı birer eser kaleme almışlardır.
Gazzâlî’nin hocası Đmamü’l-Haremeyn el-Cüveynî Đmam Şafiî ve talebelerinin
görüşlerini Nihâyetü’l-matlab fî dirâyeti’l-mezheb adlı eserinde derlemiştir.
Gazzâlî hocasının bu eserini ihtisar ederek el-Basît’i kaleme almış, daha sonra bunu da
yarı yarıya kısaltarak el-Vasît’i meydana getirmiştir. Daha sonra bu eserini de el-Vecîz
adıyla ihtisar etmiştir.
Ebu Đshak eş-Şirâzî, Şafiî fıkhının iki önemli el kitabı olan et-Tenbîh’i ve el-Mühezzeb’i
kaleme almıştır. Bu iki eser üzerine pek çok şerh ve haşiye çalışması yapılmıştır.
Necmeddin el-Kazvînî el-Vecîz’i ihtisar ederek el-Hâvi’s-sağîr’i kaleme almıştır. Đbn
Hacer el-Heytemî bu eser üzerine Fethü’l-cevâd fî şerhi’l-irşâd adıyla bir şerh yazmıştır.
Müteahhirin dönemi âlimleri arasında şöhret bulan iki metin; Rafii’nin Ravzâtü’ttâlibîn’i
ile Nevevî’nin Minhâcü’t-tâlibîn’idir. Eser üzerine yapılan pek çok şerh ve haşiye
içinde şöhret bulanlar; Celaleddin el-Mahallî’nin Şerhu’l-Minhâc’ı, Đbn Hacer el-
17
Heytemî’nin Tuhfetü’l-muhtâc’ı, Hatîb eş-Şirbinî’nin Muğni’l-muhtâc’ı ve Şemseddin erRemlî’nin
Nihâyetü’l-muhtâc’ıdır.
3.2.1.1.4. Hanbelî Mezhebi
3.2.1.1.4.1. Kurucu Đmamı
Hanbelî mezhebinin kurucu imamı Ahmed b. Muhammed b. Hanbel b. Hilâl’dir (164-
241/781-855)
164/781 yılında Bağdat’ta doğmuştur. Soyu Hz. Peygamber’in dedelerinden Nizâr’la
birleşerek Hz. Đsmail’e kadar uzanır.
Đlk tahsiline Kuran’ı ezberleyerek başlayan Ahmed b. Hanbel, bir müddet gramer ve
fıkıh okuduktan sonra hadis öğrenmeye başlamıştır. Đlk hocalarından biri, kendisinden pek
çok hadis yazdığı tanınmış muhaddis Hüşeym b. Beşîr olup diğer hocaları arasında Süfyân
b. Uyeyne, Yahya b. Saîd el-Kattân, Abdurrahman b. Mehdî, Đmam Şafiî ve Abdürrezzak
b. Hemmâm gibi âlimler bulunmaktadır. En çok hadis yazdığı hocası Vekî’ b. Cerrâh’tır.
Đmam Şafiî’den ise fıkıh ve usul-i fıkıh okumuştur. Hadis elde etmek için Đslam dünyasının
dört bir tarafına çeşitli yolculuklar yapmıştır.
Abbâsî Halifesi Me’mûn, hilafetinin son yıllarında Mutezile mezhebinin ileri
gelenlerinin tesiriyle, devrin tanınmış âlimlerini Kuran’ın mahlûk olduğu görüşünü kabul
etmeye çağırıncaya kadar Ahmed b. Hanbel hadis okutmaya devam etmiştir. Bu konuda
Mutezile ile aynı düşünmediğinden dolayı çeşitli sıkıntılara maruz kalmış ve hapse
atılmıştır. Đki yıl dört ay süren hapis ve işkenceden sonra serbest bırakılmıştır.
Züht ve takvasıyla örnek bir âlim profili çizen Ahmed b. Hanbel, 12 Rebiülevvel 241
Cuma günü (31 Temmuz 855) Bağdat’ta vefât etmiştir.
3.2.1.1.4.2. Kuruluşu ve Yayılması
Ahmed b. Hanbel’in 855 yılında ölümünden Büveyhîler’in 945 yılında Bağdat’ı ele
geçirmelerine kadar süren yaklaşık bir asırlık dönem, Hanbelî mezhebinin kuruluşunun
tamamlandığı bir dönemdir. Bu süre zarfında mezhebin fikrî ve tarihi malzemesini, Ahmed
b. Hanbel’in oğullarının da aralarında bulunduğu ilk öğrenciler tarafından “Mesâil” adı
altında telif edilen eserler oluşturur.
Hanbelî mezhebinin kuruluş safhasındaki en önemli mimarı şüphesiz Ebu Bekir elHallâl’dır.
Hatta Hallâl’den önce müstakil bir Hanbelî mezhebinin bulunmadığı, topladığı
meseleler ve ortaya koyduğu kaideler sebebiyle onun Hanbelî mezhebinin gerçek kurucusu
olduğu söylenebilir. Hallâl, Đbn Hanbel’in fetva ve görüşlerini klasik fıkıh kitapları
sistematiğine uygun bir şekilde el-Câmi’ li-ulûmi’l-Đmâm Ahmed adıyla toplamıştır.
IV. (X.) yüzyılda Hasan b. Ali b. Halef el-Berbehârî ilmî katkılarından ziyade
mücadeleci karakteriyle Hanbelîlik tarihinde ayrı bir yere sahip olmuş; Şia, Mutezile ve
kelâm metoduna karşı gösterdiği sert muhalefeti ve ateşli vaazları ile 921-941 yılları
arasında Bağdat’ın siyâsî olaylarında etkin bir rol oynamıştır.
18
Hanbelî doktrinin oluşumuna en büyük katkıyı yapanlardan biri de Ebü’l-Kâsım elHırakî’dir.
el-Muhtasar adlı eseri, mezhebin el kitabı mahiyetindeki ilk örneğidir.
Kuruluş aşamasından sonra Hanbelî mezhebinin gelişim seyri örneklerini diğer
mezheplerin gelişim tarihinde gördüğümüz üzere sürekli yükselen bir grafik şeklinde
olmamış, inişli-çıkışlı zikzaklar çizmiştir. Bundaki en büyük sebep de selefî bir söyleme
sahip olan Hanbelî mezhebinin başta Mutezile olmak üzere diğer mezheplerle girdiği siyasî
ve itikadî konularla ilgili tartışmalardır.
Hanbelî mezhebinin gelişimi açısından altın çağ, Abbâsî Hilafetinin son iki yüzyılıdır.
Şii Büveyhî hâkimiyetine son veren Selçuklular (1055-1258) zamanında mezhep rahat bir
nefes almış, bu da mezhebin doktriner bir yapıda sistematik olarak gelişimine doğrudan
etki etmiştir.
V. (XI.) yüzyılda geleneksel Sünnî anlayışın canlanmasında ve Hanbelî usulünün
şekillenmesinde Ebü’l-Hattâb el-Kelvezânî’nin önemli payı vardır. Kelvezânî’nin en
meşhur öğrencisi, Kâdiriyye tarikatının kurucusu ve koyu bir Hanbelî olan Abdülkâdir-i
Geylânî’dir.
XII. yüzyılın en verimli Hanbelî müelliflerinden biri Ebü’l-Ferec Đbnü’l-Cevzî’dir.
XIII. yüzyılda mezhebin önde gelen temsilcisi, etkileri günümüze kadar güçlü bir
şekilde devam eden Takıyyüddin Đbn Teymiyye’dir. Hanbelî doktrin ve literatürü hakkında
derin bir bilgiye sahip olan Đbn Teymiyye’nin görüş ve mücadelesinin, Hanbelî mezhebinin
vazgeçilmez özelliği haline gelen te’vil ve Allah’ın sıfatları konusundaki temel yaklaşımı,
Hanbelîler’in Selef düşüncesine bağlılıkları ve bunun tabii sonucu olarak da bidat ve
hurafe diye nitelendirdikleri bazı davranışlara karşı aldıkları olumsuz tavır çerçevesinde
geliştiği söylenebilir. Đbn Teymiyye’yi Hanbelî mezhebinde ve Đslam tarihinde önemli
kılan husus, Đslam’ın doğuşunu takip eden yıllardan beri mevcut olan ve tartışılan bu
fikirlerden ziyade onun inandığı değerler uğrunda verdiği samimi mücadelesi olmalıdır.
Memlûklüler döneminde ismi ve mücadelesi Hanbelî mezhebi tarihinde Đbn Teymiyye
ile beraber geçen, onun fikirlerinin gerçek vârislerinden biri de babasının Cevziyye adlı bir
Hanbelî medresesinde kayyim olması sebebiyle kendisine Đbn Kayyim el-Cevziyye lakabı
verilen Şemseddin Muhammed b. Ebu Bekir’dir. Görüş ve eserleriyle kendisinden sonraki
birçok Đslâm âlimine tesir eden Đbn Kayyim, 1326 yılında Đbn Teymiyye ile beraber Şam
Kalesi’ne hapsedilmiş ve ancak onun ölümünden sonra serbest bırakılmıştır. Hemen hemen
bütün Đslâmî ilimlerde kaleme aldığı elliyi aşkın eseriyle hocasının görüşlerini ve
mücadelesini devam ettirmekten geri kalmayan Đbn Kayyim, Hanbelî mezhebinin tanınıp
yaygınlaşmasında ve mezhep doktrininin gelişmesinde etkin bir role sahip olmuştur.
Son dönemlerde Vahhâbî hareketiyle Hanbelî mezhebi, tarihinin en güçlü dönemini
yaşamaktadır. Suudi Arabistan’ın Hanbelî mezhebini ön plana çıkarması, arkasına devletin
geniş malî ve siyasî imkânlarını alan Hanbelîlik mezhebinin gelişimine ve yayılmasına
doğrudan katkı sağlamıştır.
3.2.1.1.4.3. Literatür
19
Ahmed b. Hanbel bizzat bir fıkıh kitabı yazmadığı gibi talebelerine de yazdırmamıştır.
Kendisine nisbet edilen ve bugüne ulaşmış bulunan Kitâbü’s-Salât ve Kitâbü’l-Eşribe gibi
küçük hacimli risaleler yanında gerek talebeleri gerekse başkalarının kendisine yönelttiği
fıkıh, akaid ve ahlaka dair sorulara verdiği cevaplar bazı talebeleri tarafından Mesâil adıyla
bir araya getirilmiştir.
Hanefî mezhebinde Şeybânî’nin, Mâlikî mezhebinde Sahnûn’un, Şafiî mezhebinde ise
Rebî b. Süleyman el-Murâdî’nin yaptığını, Hanbelî mezhebinde Ebu Bekir el-Hallâl
yapmış ve Ahmed b. Hanbel’in fıkhî konularla ilgili görüşlerini derleyerek Hanbelî
mezhebinin ilk büyük hukuk müdevvenâtı olan Kitâbü’l-Câmi’ı telif etmiştir.
Hallâl’ın çağdaşı olan Ebü’l-Kâsım el-Hirakî ilk Hanbelî fıkıh el kitabı olan elMuhtasar’ı
telif etmiştir. Üzerine çeşitli şerhler yapılan bu eserin en önemli şerhi
Muvaffâkuddîn Đbn Kudâme’ye ait el-Muğnî’dir. Bu eser, Hanbelî mezhebi içindeki farklı
rivayet ve görüşler yanında diğer mezhep imamları, sahâbe ve tâbiûn müçtehitlerinin
görüşlerine de geniş şekilde yer vermiş, bu görüşlerin dayandığı delilleri tartışarak tercihte
bulunmuştur. Bu bakımdan eser yalnız bir Hanbelî mezhebi kaynağı olmayıp mukayeseli
bir Đslâm hukuku kitabı niteliğindedir.
Ebu Ya’lâ el-Ferrâ’nın talebesi Ebu’l-Hattâb el-Kelvezânî uzun zaman rağbet gören elHidâyefi’l-fıkh’ı
kaleme almıştır.
3.2.1.2. Yaşamayan Fıkıh Ekolleri
Đslam hukuk tarihinde yukarıda ele aldığımız dört temel fıkıh mezhebinin dışında da
çeşitli ekoller, mezhepler ortaya çıkmıştır. Ancak mezheplerin gelişim seyrinde
anlattığımız üzere bir mezhebin doktriner bir yapı arz ederek sonraki nesillere intikali,
kurucu imam-öğrenci ve eser şeklinde ifade edebileceğimiz üçlü sacayağı ile mümkün
olmuştur. Bu üçlü yapıdan birinin eksikliği mezheplerin sonraki nesillere aktarımında ciddi
sıkıntılar doğurmuştur. Ayrıca dönemin coğrafî, tarihî ve siyasî şartları da bir mezhebin
gelişimine doğrudan etki etmiştir. Bu nedenle ilk fıkhî ihtilafların ortaya çıkmaya başladığı
yaklaşık 680 ile 900 yılları arasında yukarıda ele aldığımız dört temel fıkıh mezhebinin
dışında, başka bir takım mezhepler de ortaya çıkmıştır. Ancak bunlar sonraki nesillere
aktarılamadığından dolayı hayatiyetini devam ettirememiştir. Bu bağlamda Đslâm hukuk
tarihinde bir dönem etkili olup da günümüze kadar gelemeyen mezheplerden önemlileri
şunlardır.
3.2.1.2.1. Hasan-ı Basrî Mezhebi
Ebu Saîd el-Hasan b. Yesâr el-Basrî’ye (21-110/642-728) izafe edilen mezheptir.
Medine’de doğmuş, sahâbî’den ilim elde etmiştir. Hz. Ali’nin hilafet merkezini Kûfe’ye
nakletmesiyle O da Medine’den ayrılarak Irak’a gitmiş, Basra’ya yerleşmiş ve burada vefat
etmiştir.
Pek çok sahâbîden hadis rivayet eden Hasan-ı Basrî, tâbiînin en faziletlilerinden biri
olarak kabul edilmektedir. Hasan-ı Basrî, hem yaşantısında hem tavsiyelerinde ılımlı bir
züht anlayışı ortaya koymuştur.
20
3.2.1.2.2. Đbn Şübrüme Mezhebi
Ebu Şübrüme Abdullah b. Şübrüme b. Et-Tufeyl ed-Dabbî’ye (72-144/691-761) nispet
edilen mezheptir.
Đbn Şübrüme, Đbrahim en-Nehâi, Hammâd b. Ebu Süleyman ve Âmir b. Şerâhîl eş-Şa’bî
gibi Kûfe’nin önde gelen âlimlerinden fıkıh tahsil etmiştir. Ebu Hanîfe ve Rebiatürrey gibi
güçlü âlimlerden istifade etmiştir.
Emevîler döneminde Kûfe kadısı olarak hizmet eden Đbn Şübrüme, Abbâsîler
döneminde Mezâlim mahkemesi hâkimliği yapmıştır.
Đbn Şübrüme, fikirlerine ihtilafü’l-fukaha türü eserlerde yer verilen sayılı
müçtehitlerden biri olmakla birlikte görüşleri etrafında bir mezhep teşekkül etmemiştir.
Gerek rivayet ettiği hadisler, gerekse fıkhî konulara ilişkin görüşlerinin diğer büyük
müçtehitlerinki kadar fazla olmamasında, yürüttüğü resmî görevlerin etkisi bulunmaktadır.
Fıkha dair görüşleri daha çok kadılık yaptığı süre içinde ortaya çıkmış, bunların önemli bir
kısmını Veki’ b. Cerrâh, Ahbâru’l-Kudât adlı eserinde kaydetmiştir.
3.2.1.2.3. Đbn Ebu Leylâ Mezhebi
Ebu Abdurrahman Muhammed b. Abdurrahman b. Ebu Leyla el-Ensârî el-Kûfî’ye (74-
148/693-765) izafe edilen bir mezheptir.
Dönemin önde gelen âlimlerinden Süfyan es-Sevrî’nin “Fıkıhçılarımız Đbn Ebu Leyla ve
Đbn Şübrüme’dir” şeklindeki sözü, Đbn Ebu Leyla’nın fıkıhta ne kadar önemli bir şahsiyet
olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
3.2.1.2.4. Evzâîi Mezhebi
EbuAmr Abdurrahman b. Amr b. Yuhmîd el-Evzâî’ye (88-157/707-774) izafe edilen
mezheptir.
Evzâî, Đmam’u-Bilâdi’ş-Şâm diğer bir ifadeyle Suriye bölgesinin imamı olarak bilinir.
Yaşamayan mezhepler içinde en güçlü olanıdır. Zira Emevîler döneminde iktidarın dikkate
aldığı bir mezhep olmasıyla döneminin en güçlü mezheplerinden biri konumunda
olmuştur. Emevîlerden sonra iktidara gelen Abbâsîlerin Emevîlere ait her şeyi yok etme
siyasetinin bir uzantısı olarak tarih sahnesinden silinmiştir. Ancak Abbâsîlerin
katliamından Endülüs’e kaçarak kurtulan Emevîler, belli bir süre bu bölgede Evzâî
mezhebini tatbik etmişler, sonrasında Mâlikî mezhebinin bölgede hâkim mezhep
konumuna yükselmesiyle Evzâî mezhebi etkinliğini yitirmiş ve ortadan kalkmıştır.
3.2.1.2.5. Sevrî Mezhebi
Ebu Abdullah Süfyan b. Said es-Sevrî’nin (161/778) kurucusu olduğu mezheptir.
Fıkıhta otorite olduğu kadar hadiste de tanınmış bir imam olan Sevrî’nin içtihatları hilâf
kitaplarında, Ahkâmü’l-Kuran ve Sünen şerhlerinde bulunmaktadır.
3.2.1.2.6. Leys b. Sa’d Mezhebi
21
Ebu’l-Hâris el-Leys b. Sa’d el-Fehmî’ye (175/791) nispet edilen mezheptir. Mısır’da
Hicâz ekolünü en güçlü şekilde temsil eden fıkıh imamlarındandır. Đbn Teymiyye, tâbiîn
asrının dört imamından birinin Leys b. Sa’d olduğunu söylemiştir.
Đmam Şafiî’nin, Leys b. Sa’d hakkında söylemiş olduğu “O, Mâlik’ten daha kuvvetli bir
fıkıhçı idi. Ama arkadaşları O’nu ayakta tutmadılar” sözü yaşamayan fıkıh mezheplerinin
durumunu ifade etmektedir.
3.2.1.2.7. Đbn Râhûye Mezhebi
Ebu Yakub Đshâk b. Đbrâhîm b. Hâlid et-Temîmî el-Hanzâlî el-Mervezî’ye (238/853)
nispet edilen mezheptir. Zamanında “Horasan’ın fakih ve muhaddisi” gibi unvanlarla
anılan Đbn Râhûye, tefsir ve akaid ilimlerinde de söz sahibi bir kimseydi. Đbn Hacer O’nun
hakkında, “Fıkıh ve hadiste müminlerin emîridir, Şafiî ile bazı meselelerin münakaşasını
yapmıştır” şeklinde övgü dolu ifadeler kullanmıştır.
3.2.1.2.8. Ebu Sevr Mezhebi
Ebu Abdullah Đbrahim b. Hâlid b. Ebü’l-Yemân el-Kelbî el-Bağdâdî’ye (240/854)
nispet edilen mezheptir.
Fıkıh ilmini önceleri Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’den, Şafiî’nin Bağdat’a
gelmesinden sonra da Şafiî’den okumuştur. Şafiî’nin önde gelen talebelerinden ve onun
kadîm mezhebinin ravilerinden olması sebebiyle bazı Şafiîler onu kendi mezheplerinden
saymışlardır.
Diğer birçok mezhep gibi Ebu Sevr mezhebi de fazla taraftar bulamamış ve uzun zaman
yaşayamamıştır. Bununla birlikte IV. (X.) yüzyılın sonlarına kadar Azerbaycan ve
Ermeniye bölgesinde çok sayıda müntesibinin bulunduğu nakledilir.
3.2.1.2.9. Zâhiriyye Mezhebi
Zâhiriyye Mezhebi’nin kurucu imamı Ebu Süleyman Dâvûd b. Ali b. Halef el-Đsfehânî
(202-270/817-884)’dir.
Lafızcı tutumu sebebiyle ez-Zâhirî lakabıyla anılmıştır. Diğer fıkıh mezhepleri,
kurucusu veya imamı sayılan kimselerin isim ve lakaplarıyla anılırken, Zâhiriyye mezhebi,
dayandığı temel fikre göre isimlendirilmiş tek mezhep olma özelliğini taşımaktadır.
Onların bu isimle anılma sebebi, Kuran ve Sünnet naslarının zâhirleriyle, yani kelimenin
lügat manalarıyla hükmetmeleridir. Dolayısıyla Zâhiriyye mezhebinin en karakteristik
özelliği lafızcı olmasıdır. Temel ilkeleri; zahiri bırakıp, tevile veya kıyasa gitmek batıldır
ve haramdır.
Zâhirîlik düşüncesini sistemleştiren kişi Đbn Hazm’dır. Dolayısıyla bugün Zâhirîlik
mezhebiyle ilgili bütün bilgilerimiz Đbn Hazm’ın bu çabasının ürünüdür. Đbn Hazm’ın el-
Đhkâm fî Usûli’l-ahkâm adlı usul eseri ile el-Muhallâ adlı füru kitabı, bize Zâhirî düşünce
ile ilgili bilgileri aktarmaktadır.
3.2.1.2.10. Taberî Mezhebi
22
Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî (310/922) ye izafe edilen mezheptir.
Daha ziyade müfessir kimliğiyle tanıdığımız Taberî, döneminde aynı zamanda önde
gelen fıkıh âlimlerindendi. Đslam dünyasının çeşitli bölgelerine ilim elde etmek için giden
Taberî, Bağdat’ta Ahmed b. Hanbel’den hadis okumuş, Mısır’da Rebi’ b. Süleyman’dan
Şafiî fıkhını ve Rey’de Ebu Mukâtil’den Irak fıkhını okumuştur.
3.2.2. Sünnî Olmayan Fıkıh Ekolleri
3.2.2.1. Đbâzî Mezhebi
Bilindiği üzere Hz. Ali zamanında tahkîm olayını kabul etmeyenler Hz. Ali’den
ayrılarak Hâricîler adında bir grubu oluşturmuşlardı. Saman alevi gibi güçlü ama etkisi çok
kısa bir süre devam eden Hâricî düşünce özellikle Emevîler zamanında gördüğü yoğun
baskı ve şiddet sonucunda etkisini kaybetmiştir. Zaman içinde çok çeşitli fırkalara ayrılan
bu hareket, daha mutedil bir görüşü savunan Abdullah b. Đbâz önderliğinde hayatiyetini
sürdürmüştür.
Đbâziyye dışındaki Hâricî fırkaları, kabile zihniyetiyle kendi içine kapanarak dar bir
düşünce ve hayat anlayışını benimsediklerinden kısa zamanda varlıklarını yitirmişlerdir.
Đbâzîler, çeşitli Đslâm mezheplerinin kendilerine uygun düşen anlayışlarından faydalanma
yoluna giderek, günümüzde Libya, Tunus, Cezayir ve Batı Sahra’nın çeşitli yerlerinde
varlıklarını sürdürmeyi başarabilmişlerdir. Bugünkü Umman’ın büyük çoğunluğu Đbâzî
mezhebine mensuptur.
3.2.2.2. Zeydiyye Mezhebi
Kurucusu, Zeyd b. Ali Zeynelâbidîn b. Hüseyin b. Ali’dir (80-122/699-740) Hz.
Hüseyin’in torunudur. Siyasî olarak karışık bir dönemde yaşamış ve Hicrî 122’de Emevî
ordularınca şehit edilmiştir.
Döneminin önde gelen fıkıh, hadis ve tefsir âlimlerindendir. Đlk fıkıh kitabı olan elMecmu’
adlı eserin müellifidir. Genç bir yaşta vefat etmesine rağmen görüşleri öğrencileri
vasıtasıyla yayılarak ciddi bir taraftar kitlesi bulmuştur.
Tarihsel süreçte daha ziyade Hicâz, Irak ve Yemen bölgelerinde yayılan Zeydiyye
mezhebi, günümüzde Yemen’de çok güçlü bir şekilde varlığını sürdürmektedir.
3.2.2.3. Caferiyye Mezhebi
Kurucu imamı Ebu Abdullah Cafer b. Muhammed el-Bâkır b. Ali Zeynelabidîn’dir (80-
148/699-765).
Đmam Cafer’e mensubiyetlerinden dolayı Caferiyye denilen bu mezhebe, imâmet
meselesine verdikleri önemden dolayı “Đmâmiyye”, sonuncusu Muhammed Mehdî olan on
iki imama bağlı bulundukları için de “Đsnâaşeriyye” adı verilmektedir. Đmamet anlayışında
Zeydiyye’den ayrılan Şîa’nın bütün kolları Cafer es-Sâdık’ın imametinde ittifak
etmişlerdir.
23
Şîa’nın gelişim seyri çerçevesinde farklı dönemlerden geçerek gelişimini
tamamlamıştır. Özellikle Safevîler döneminde Şii düşüncenin devlet resmi ideolojisi haline
gelmesiyle ciddi anlamda bir ivme kazanmıştır.
Sünni mezheplerle Caferiyye mezhebi arasında deliller ve onlardan hüküm çıkarma
usulü bakımından bir takım farklılıkların bulunması hükümlerin de farklı olması sonucunu
doğurmuştur.
Günümüzde Đran Đslam Cumhuriyeti’nin resmi mezhebi olan Caferiliğin veya diğer
adıyla Đmamiyyenin, memleketimizde Kars, Iğdır, Ardahan gibi Đran’a coğrafi açıdan yakın
olan bölgelerde müntesipleri bulunmaktadır.
3.3. ÖZET
Sözlükte “gitmek” anlamındaki zehâb kökünden hem masdar hem de “gidecek yer ve
yol” manasında ism-i mekân olan mezheb kelimesi, terim olarak “dinin aslî veya ferî
hükümlerinin dayandığı delilleri bulmakta ve bunlardan hüküm çıkarıp yorumlamakta
otorite sayılan âlimlerin ortaya koyduğu görüşlerin tamamı veya belirledikleri sistem”
şeklinde tanımlanabilir.
Đslâm tarihinde mezhep kavramı genel olarak itikadî, siyasî ve fıkhî olarak üçlü bir
tasnife tabi tutulmuştur.
Đtikadî mezhepler dinin inanca yönelik esaslarıyla ilgili farklı görüşler ortaya koyan
gruplardır. Siyasî mezhepler yönetimle ilgili ihtilaflara bağlı olarak oluşmuştur. fıkhî
mezhepler ise Đslâm’ın ibadet ve muamelat alanlarına yönelik ortaya çıkan ekollerdir.
Đslam hukuk tarihinde fıkhî mezheplerin ortaya çıkmasına sebep olan pek çok amil
bulunmaktadır. Bunlar arasında kurucu imam etrafında oluşan ilim halkasında yer alan
öğrencilerin, hocalarının görüşlerini sistematik bir şekilde ele alan eserler yazmaya
başlamaları, mezhep imamlarının eserleri üzerine kapsamlı şerhlerin yazılması, küllî
kaidelerin tespit edilmesi, coğrafî faktör, bir mezhebin belirli dönemlerde devletin
desteğini almış olması ve bir mezhebin eğilim ve ilkeleriyle belirli bir bölgenin kültürünün
ve sosyal yapısının uygunluk arz etmesi gibi sebepler başta gelenlerdendir.
Đslâm hukuk tarihi boyunca gerek ehl-i sünnet çizgisinde yer alan gerekse ehl-i sünnet
çizgisinde yer almayan pek çok mezhep ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde ehl-i sünnet
çizgisinde yer almakla birlikte günümüze kadar gelmeyen bir takım mezhepler de
bulunmaktadır.
Hanefi, Mâlikî, Şafiî ve Hanbelî mezhepleri Đslam dünyasında geçmişte ve günümüzde
en yaygın mezhepler olarak kabul edilmektedir. Bu mezhepler, kurucu bir imam etrafında
yer alan öğrencilerin ilim halkalarında tartışılan mezhebin temel doktrinlerini kaleme
almaları, bu eserlerin sonraki nesillere intikali ile yaygınlık kazanmış ve günümüze kadar
gelebilmiştir.
24
3.4. DEĞERLENDĐRME SORULARI
1. ĐbnSüreyc’ten sonra Şafiî mezhebinin gelişimi aşağıdaki âlimlerden hangisi ile
sürmüştür?
a) Kerâbâsî
b) Ebu Đshak el-Mervezî
c) Büveytî
d) Müzenî
e) Rebî b. Süleyman el-Murâdî
2. Hanefî mezhebinde el kitabı mahiyetinde ilk eser aşağıdakilerden hangisidir?
a) el-Mebsût
b) es-Sirâcü’l-vehhâc
c) el-Muhtasar
d) Tuhfetü’l-fukahâ
e) el-Hidâye
3. “el-Đnâye” adlı eser hangi müellife aittir?
a) Đbnü’l-Hümâm
b) Celâleddîn el-Kürlânî
c) Ebu Hafs Necmeddin en-Nesefî
d) Ekmeleddîn el-Bâbertî
e) Bedreddîn el-Aynî
4. Aşağıdaki eserlerden hangisi “mütûn-i erbaa”dan değildir?
a) Kenzü’d-dekâik
b) el-Vikâye
c) el-Muhtâr
d) Mecma’u’l-Bahreyn
e) Mülteka’l-ebhur
5. Aşağıdakilerden hangisi Osmanlı Devleti’nin yarı resmi önemli hukuk kodudur?
a) Vikayetü’r-rivâye
b) Kenzü’d-dekâik
c) Minhâcü’t-tâlibîn
d) Mülteka’l-ebhur
25
e) el-Muğnî
Cevap Anahtarı: 1) b, 2) c, 3) d, 4) e, 5) d
3.5. KAYNAKLAR
Aybakan, Bilal, “Şafiî Mezhebi”, DĐA, XXXVIII
Bakkal, Ali, Đslam Fıkıh Mezhepleri, Đstanbul, 2007
Ekinci, Ekrem Buğra, Đslam Hukuku Tarihi, Đstanbul, 2006
El-Eşkar, Ömer Süleyman, Târîhü’l-fıkhi’l-Đslâmî, Kuveyt, 1982
El-Kattân, Mennâ’, Târîhü’t-teşrîi’l-Đslâmî, Riyad, 2002
Es-Sâyis, Muhammed Ali, Târîhü’l-fıkhi’l-Đslâmî, Dımeşk, 2002
Karaman, Hayrettin, Đslam Hukuk Tarihi, Đstanbul, 1989
Kaya, Eyyüp Said, “Mâlikî Mezhebi”, DĐA, XXVII
Keskioğlu, Osman, Fıkıh Tarihi ve Đslam Hukuku, Ankara, 1990
Koca, Ferhat, “Hanbelî Mezhebi”, DĐA, XXV
Özel, Ahmet, “Hanefî Mezhebi”, DĐA, XXVI
Şekerci, Osman, Fıkıh Mezheplerine Giriş, Đstanbul, 1999
İSLAM HUKUKU-I
Hafta 8
İslam Hukuk Tarihi-IV
Yrd. Doç. Dr. M. Tayyib KILIÇ
1
ÜNİTE8
İslam Hukuk Tarihi-IV
ĐÇĐNDEKĐLER
4.1. DÖRDÜNCÜ DÖNEM
4.1.1. Dönemin Fıkhî Özellikleri
4.1.1.1. Taklit Ruhu ve Zihniyeti
4.1.1.2. Münazara ve Münakaşalar
4.1.1.3. Mezhep Taassubu
4.1.1.4. Đçtihat Kapısının Kapanması
4.1.2. Bu Dönemde Yapılan Fıkhın Tedvini Çalışmaları
4.2. BEŞĐNCĐ DÖNEM
4.2.1. Dönemin Fıkhî Özellikleri
4.3. ALTINCI DÖNEM
4.3.1. Dönemin Fıkhî Özellikleri
4.3.2. Kanunlaştırma Faaliyetleri
4.3.2.1. Batı Hukukundan Esinlenerek Yapılan Çalışmalar
4.3.2.1.1. Ceza Hukuku Alanında Yapılan Çalışmalar
4.3.2.1.2. Ticaret Hukuku Alanında Yapılan Çalışmalar
4.3.2.1.3. Muhakeme Usulü Alanında Yapılan Çalışmalar
4.3.2.2. Özgün Çalışmalar
4.3.2.2.1. Metn-i Metîn
4.3.2.2.2. Arazi Kanunnâmesi
4.3.2.2.3. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye
4.3.2.2.4. Kitâbü’n-Nafakât
4.3.2.2.5. Sultan Mehmed Reşad Döneminde Çıkarılan Đrâde-i Seniyye
4.3.2.2.6. Hukûk-ı Aile Kararnâmesi
2
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
Abbasilerin sonu ve Selçuklular Dönemi Đslam Hukuk Tarihi hakkında bilgi
sahibi olacak,
Đçtihat hukuku olan Đslam Hukukunda içtihat faaliyetinin duraklaması ve
taklit zihniyetinin yerleşmeye başlamasını görecek,
Đslam Hukukunun Uyanış dönemi olarak kabul edilen Mecelleden günümüze
kadar olan dönem hakkında yapılan kanunlaştırma çalışmaları hakkında bilgi
sahibi olacaksınız.
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• Hayreddin Karaman’ın Đslam Hukuk Tarihi adlı eserine
• Osman Şekerci’nin Fıkıh Mezheplerine Giriş adlı eserine
• Ali Bakkal’ın Đslam Fıkıh Mezhepleri adlı eserine bakmanızda fayda
bulunmaktadır.
3
İslam Hukuk Tarihi-IV
4.1. DÖRDÜNCÜ DÖNEM (Đslâm Hukukunun Duraklama Dönemi;
Abbâsîlerin Sonu ve Selçuklular Dönemi)
750 yılında kurulan Abbâsî Devleti Đslâm dünyasında siyasî birliği yaklaşık 1250’li
yıllara kadar temsil etmiştir. Ancak Abbâsî hilafetinin gerçek anlamda siyasî bir güç olarak
varlığı yaklaşık 1100’lü yıllara kadardır. Çünkü bu tarihten itibaren Đslâm dünyasının
çeşitli bölgelerinde çok farklı devlet/devletçikler kurulmuş ve güç dengesi Abbâsî
devletinin aleyhine değişmiştir. Kurulan bu devletler bir anlamda siyasî meşruiyetlerini
Abbâsî hilafetine bağlı olduklarını göstermek suretiyle sağlamışlardır. Bu açıdan şeklî bir
bağlılıktan söz etmek mümkündür. Ancak bir taraftan Đslâm dünyasının sınırlarının
olabildiğince gelişmesi diğer taraftan bu yeni kurulan devletler ve 1095’li yıllarda başlayan
Haçlı Seferleri ile merkezî yönetimin gücü oldukça zayıflamış ve Abbâsî halifeleri siyasî
yönden sadece temsil fonksiyonunu icra etmişlerdir. Muhtemelen bu sebeple olsa gerek
1100’lü yıllardan sonra halifelerin kullandıkları lakaplar da bu durumu ifade etmektedir.
Bu dönemde halifelerin kullandıkları lakaplara dikkat edilirse “Kâim bi-emrillah” “Nâsır
li-dinillah” gibi siyasî yönden zayıflayan halifelerin bu durumu kabullenememeleri ve
kendilerinde olmayan bir gücü kendilerine bu lakaplar vasıtasıyla izafe etmeleri gibi bir
durum söz konusudur.
Đslâm siyasî tarihinde “tavâif-i mülûk” olarak ifade edilen bu küçük devletçiklerin
siyaset sahnesine çıkması siyasî anlamda bir istikrarsızlık getirmiş, bu istikrarsızlık başta
hukukî (fıkhî) olmak üzere sosyal hayatın tüm alanlarına ve bütün Đslâmî ilimlere
yansımıştır.
Hicri 324 yılında görünüşte Abbâsî halifesine bağlı olan ama müstakil bir devlet olarak
ortaya çıkan bu tavâif-i mülûk’lar arasında Đran, Đsfahan, ve Cebel'de hüküm süren
Büveyhîleri, Musul, Diyarbekir, Mısır ve Şam'da hüküm süren Đhşidleri, Afrika'nın Kuzey
kıyılarında yer alan Fâtımîleri, Endülüs bölgesinde Endülüs Emevî Devletini, Horasan'da
hüküm süren Samanoğullarını ve Yemame ile Bahreyn'de hüküm süren Karmatîleri
zikretmek mümkündür. Bu dönemde Đslâm’a ve fıkha katkıları bakımından dikkat çeken
bir diğer devlet de Selçuklu Devleti’dir. 1035 tarihinde siyasî bağımsızlıklarına kavuşan
Selçuklular doğudan batıya doğru birçok Türk ve Fars devletlerini tarih sahnesinden
silerek ilerlemiş, büyük bir Sünnî-Đslâm devleti kurmuşlardır. Özellikle Şii-Büveyhî
hâkimiyetinde olan Bağdat’ı Büveyhîler’in elinden kurtarıp, Abbâsî halifesi Kâim-biemrillah’a
itibarını iade etmeleri Selçukluların Đslâm dünyasındaki popülaritesini
arttırmıştır. Sultan Melikşah’ın 1092’de vefatından sonra Büyük Selçuklu Đmparatorluğu
dağılma sürecine girmiş ve dört devlete bölünmüştür.
4.1.1. Dönemin Fıkhî Özellikleri
Bu dönem ortaya çıkan siyasî karışıklıklar karşısında Müslüman halk çareyi bu
kargaşalardan mümkün mertebe uzak durmakta bulmuş, bunun sonucu olarak da bir
4
mezhebe bağlı kalmayı en güvenilir liman olarak görmüştür. Siyasî istikrarsızlık, sosyal
istikrarsızlığı bu da beraberinde hukukî istikrarsızlığı getirdiğinden Müslüman halk bir
mezhebe bağlı kalmak suretiyle kendisini bu kargaşa ortamında “muhafaza” etmek
istemiştir. Ayrıca, ülkede hukukî güven ve istikrarı sağlamak isteyen yöneticiler, bir
mezhebin ön plana çıkartılmasına ilk günden itibaren sıcak baktıklarından, bu dönemde
kurumsal yapı olarak mezheplerin çok daha kökleştiğini ve adeta bir mezhebe bağlı
kalmanın bir Müslüman için olmazsa olmaz noktasına geldiğini görmekteyiz. Bu durum bir
taraftan uygulamada istikrarı getirirken diğer taraftan da içtihat faaliyetinin körelmesine
yol açmıştır.
Üçüncü dönem olarak ele aldığımız fıkhın olgunluk çağı diğer bir ifadeyle Abbâsîler
döneminden sonra Đslâm hukuku duraklama dönemine girmiştir. Bu dönemde ortaya çıkan
manzarayı şu şekilde tasvir etmek mümkündür.
4.1.1.1. Taklit Ruhu ve Zihniyeti
Yaklaşık olarak 10. yüzyıl hoca-öğrenci ve eser üçgeninde mezheplerin bütünüyle
kuruluşunu tamamlayıp, yerleşik bir kurum hüviyetini aldığı bir tarihtir. Mezhep içinde
temel prensip ve ilkeler belirlenmiş, mezhebin temel doktrini üzerine çeşitli eserler kaleme
alınmıştır. Bu durum artık bir anlamda bağımsız içtihat faaliyetinin de sona ermesine
neden olmuştur. Zira ortaya atılan görüşlerin mezhep içi disiplin çerçevesinde kalmasına
özen gösterilmiştir. Mezheplerin temel de Müslüman toplumun dini hayatını daha rahat
yaşamaları sâikiyle ortaya çıktığı dikkate alındığında, ortalama bir bilgi seviyesine sahip
Müslüman bireyin, amelî hayatta tâbî olacağı bir mezhebe bağlanması onun için tek çıkar
yol olarak gözükmüştür. Bu bağlılık ileriki aşamalarda körü körüne taklide dönüşmüş ve
ortalama bilgi seviyesine sahip bir Müslümanın ötesinde dönemin âlimlerini de kapsamına
almıştır. Yetişkin talebe, kaza ve vakıf menfaatlerinin belli gruplara tahsisi, devlet
adamlarının belirli bir mezhebi öncelemeleri ve fıkhın kapsamına girecek önemli
klasiklerin yazılmış olması gibi sebeplerle taklit ruhu ve zihniyeti yerleşmiştir.
4.1.1.2. Münazara ve Münakaşalar
Dönemin fıkıh tarihi açısından bir diğer özelliği de çok yaygın hale gelen ilmî
münakaşa ve münazaralardır.
Müsâdeme-i efkâr’dan bârikâ-i hakikat’ın doğacağı, bir ilmin inkişâf ve tekemmülünde
âlimler arasında cereyan eden ilmî münakaşaların faydadan hâlî olmadığı bilinen bir
husustur. Ancak bu dönemde yapılan ilmî münazara ve münakaşalar gerçeği arama
yönünde yapılan zihin jimnastiğinden öte nüfuz kazanmak, bilgisini göstermek, mezhebin
propagandasını yapmak, idarecilerin övgüsünü kazanmak gibi bir takım sebeplerle
yapılmıştır. Öyle ki yapılan bu tartışmaların belli bir disiplin kazanması ihtiyacına binaen
yine bu dönemde ilm-u âdâbi’l-bahs ve ilmu’l-cedel tarzında kitaplar kaleme alınmıştır. Bu
lüzumsuz münakaşalar fıkhın gelişimine menfi yönde tesir etmiş, konu ve kapsam
itibariyle fıkha dâhil olmaması gereken farazî birçok mesele ilim adamlarını meşgul
etmiştir.
4.1.1.3. Mezhep Taassubu
5
Bu dönemde ortaya çıkan taklit ruhu ve zihniyetinin doğal sonucu olarak mezhep
taassubu artmış, mezhepler arasında bir ölçüde normal karşılanması gereken fikir ve
düşünce ayrılıkları adeta kan davasına dönüşmüştür. Kişinin kendi mezhebinden olmayan
bir imamın arkasında kıldığı namazın sahih olmayacağı veya farklı mezheplere mensup
kişiler arasındaki nikâhın geçerli bir nikâh olmayacağı gibi Đslâm’ın ruhuyla hiçbir şekilde
uyuşmayacak bir takım tartışmalar gündemi işgal etmiştir. Đş bununla da kalmamış,
Bağdat’ta Şafiilerle Hanbeliler, Merv, Đsfehan ve Rey bölgelerinde Şafiilerle Hanefiler
müteaddit defalar kavga etmiş, yekdiğerinin mahalle ve meskenlerini tahrip etmiş, galip
gelenler mağlup olanları günlerce sokağa çıkarmamıştır. Đmam Taberî, bir konuyla ilgili
olarak Ahmed b. Hanbel’in farklı görüşlerini kendi eserine almadığı için Hanbelîler
tarafından evi taşlanmış, vefat ettiğinde ancak geceleyin defnedilebilmiştir.
Đçtihat faaliyeti, mevcut yerleşik yapıya karşı çıkmak olarak değerlendirilmiş, mezhep
içinde kabul görmüş görüşün dışında içtihatta bulunmak çoğu zaman kınanmaya yol
açmıştır. Bu döneme kadar çok şerefli bir iş olarak telakki edilen içtihat faaliyeti bu
tarihten sonra adeta ayıp sayılacak bir iş olarak görülmüş, bağımsız içtihatta bulunan
müçtehit âlimler kınanma ve ayıplanmaya maruz kalmıştır. Bu dönemde örneğin, Đbn
Teymiyye, Suyûtî gibi âlimler toplumun bir kesimi tarafından acımasızca eleştirilmiştir.
4.1.1.4. Đçtihat Kapısının Kapanması
Bu dönemin özellikleri arasında zikredilen “Seddu babi’l-ictihad” içtihat kapısının
kapanmasından kasıt, müstakil içtihat faaliyetinin sona ermesidir. Zira Đslâm hukuku bir
içtihat hukukudur. Đçtihadî faaliyetin bütünüyle ortadan kalktığını söylemek en azından bu
dönem için mümkün değildir. Mezhep taassubu ve taklidin bir neticesi olarak önceki
dönem müçtehitleri arasında nitelik ve nicelik açısından yaygın olduğu ölçüde bir içtihat
faaliyetinin varlığından söz etmek bu dönem için mümkün olmamakla birlikte mezhepte
müçtehit, meselede müçtehit şeklinde yapılan tasnif, esasen içtihat faaliyetinin Đslâm
dünyasında sona ermediğinin de bir göstergesidir.
4.1.2. Bu Dönemde Yapılan Fıkhın Tedvini Çalışmaları
Mezhep imamlarının müçtehit talebelerinden sonra başlayan bu devirde tedvin
hareketini daha ziyade mezhep hükümlerinin usul ve dayanağını tespit etmek için yazılan
eserler oluşturmuştur.
Đçtihat hareketinin kısmen durakladığı bir dönem olmakla birlikte mezheplerin kurumsal
bir yapı olarak usul ve esaslarıyla oturduğu bir dönem olması hasebiyle özellikle mezhep
literatürü gelişmiştir.
Bu dönemin önemli fakihleri arasında sayılabilecek Kerhî, Dedûsî, Cessâs, Pezdevî,
Serahsî, Cuveynî, Gazzâlî gibi âlimler fıkıh literatürüne önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Müstakil içtihat faaliyetinin duraklamasına rağmen bu dönemde ortaya çıkan tercîh ve
tahrîc çalışmalarını içtihadî bir faaliyet olarak kabul etmek mümkündür. Mezhep
sistematiği içinde kalarak hükmü açıklanmamış yeni meselelere çözüm bulma gayreti
6
(tahrîc) veya mevcut görüşlerden çözüme en uygun olanını seçmeye (tercih) yönelik olan
bu çalışmalar özellikle bu dönemde yoğun bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Dönemin karakteristik özellikleri arasında zikrettiğimiz münazara ve münakaşalar
sadece sözlü olarak yapılmamış yazılı olarak da literatürde yerini almıştır. Hilâf ilmi olarak
ortaya çıkan bu gelenekte kaleme alınan eserler, bir taraftan mezhebin diğer mezheplere
karşı üstünlüğünü savunmuş, diğer taraftan da mukayeseli hukuk olarak ifade
edebileceğimiz mezhepler arasındaki görüş farklılıklarını ele almıştır.
Yaklaşık olarak Miladi 1000-1300 yılları arasındaki üç yüz yıllık süreyi kapsayan bu
devirde dört temel fıkıh ekolünün hemen hemen bütün klasikleri üzerine önemli çalışmalar
yapılmıştır. Bu eserleri üçüncü ünitede müstakil olarak ele aldığımız mezhep konusunu
işlerken, mezheplerin literatürü başlığı altında zikrettiğimizden dolayı tekrara düşmemek
için ayrıca zikretmiyoruz.
4.2. BEŞĐNCĐ DÖNEM (Đslâm Hukukunun Gerileme Dönemi; Moğol
Đstilasından Mecelleye Kadar Süren Dönem)
Bağdat’ın Moğolların eline geçmesiyle başlayan ve Mecelle’nin tedvin edilmesine
kadar süren bu dönemde (1258-1868) Đslâm dünyası siyasî açıdan büyük değişikliklere
sahne olmuştur.
Moğolların dünya tarihinde pek de örneği bulunmayan bir şekilde Đslâm dünyasını
tarumar etmeleri ve bunun neticesinde ortaya çıkan durum döneme damgasını vurmuştur.
Esasen bu dönemi siyasî açıdan iki kısma ayırmak mümkündür. Birinci kısım yaklaşık
1258-1500’lü yıllara tekabül eden dönemdir. Bu dönemde Abbâsî Devleti ortadan kalkmış,
Selçuklular çeşitli devletçiklere bölünerek etkinliklerini yitirmiş, Anadolu’da içlerinde
Osmanlı Devleti’nin doğuşuna öncülük edecek olan Osmanlı Beyliği dâhil olmak üzere
pek çok beylik ortaya çıkmış ve Đslâm dünyasının diğer bir güçlü devleti olan Eyyûbîler
tarih sahnesinden silinmiştir. Đslâm hukukunun gerileme dönemi üst başlığında ele
aldığımız bu dönemin ilk evresi gerçekten Đslâm dünyası için tam bir kaos dönemidir.
Ancak, 1500’lü yıllarda dünya siyaset sahnesinde etkin bir güç olarak ortaya çıkan
Osmanlı Devleti ile birlikte Đslâm’ın bayraktarlığı bu sefer Đmparatorluk düzeyinde temsil
edilmeye başlanmış ve birinci kısımdaki kaos, yerini bir durulmaya terk etmiştir.
4.2.1. Dönemin Fıkhî Özellikleri
Fıkıh ilminin ve mezheplerin gelişiminde devlet desteğinin önemini daha önce ifade
etmiştik. Özellikle ilk evrede Đslâm dünyasında hâkim bir gücün bulunmaması fıkha da
menfi yönde tesir etmiş, Müslüman halk çeşitli fıkıh mezheplerini benimseyerek bunlara
taassupla bağlanmıştır.
Bu dönemin ilk evresinde taklit ruhu ve zihniyeti tam anlamıyla egemen olmuş ve
müstakil içtihat hareketi durmuştur. Önceki dönemlerde âlimler arasında oldukça yoğun bir
şekilde cereyan eden bilgi alış verişi bu dönemde inkıtaya uğramış, selef âlimlerin
kitaplarına karşı bir ilgisizlik doğmuş, yürüyen hayatın ihtiyaçları özgün içtihatlar yerine
hile ve teville karşılanmaya çalışılmıştır. Dönemin ikinci evresi birinci evresine göre fıkıh
7
açısından nispeten daha iyi geçmiştir. Bunda da temel faktör Osmanlı Devleti’nin Hanefi
mezhebini terviç etmesidir. Yarı resmi hukuk kodu olarak mahkemelerde kanun gibi
kullanılan fıkıh kitapları üzerine pek çok şerh ve haşiye çalışması yapılmış, Osmanlı devlet
adamlarının ilme ve âlimlere verdikleri değerden fıkıh da nasibini almıştır.
Bu dönem bir bütün olarak değerlendirildiğinde Đslâm dünyasının çeşitli bölgelerinde
önemli fakihlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu âlimler arasında Đbn Kudâme, Sadru’ş-
şerîa Ubeydullah b. Mesûd, Đbün’l-Kayyim el-Cevziyye, Đbn Teymiyye, Tacüddin Đbnü’sSübkî,
Ekmelüddin el-Bâbertî, Saduddin et-Teftâzânî, Seyyid Şerif Cürcânî, Simavna
Kadısı Şeyh Bedreddin, Molla Fenârî, Đbn Hacer el-Askalânî, Bedrüddin el-Aynî, Đbnü’lHümâm,
Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Süyûtî, Zenbilli Ali Cemâlî Efendi, Đbn Kemâl,
Đbrahim el-Halebî, Ebu’s-Suûd Efendi, Aliyyu’l-Kârî, Çatalcalı Ali Efendi, Şah
Veliyyullah ed-Dihlevî, eş-Şevkânî ve Đbn Abidin’i zikretmek mümkündür.
4.3. ALTINCI DÖNEM (Đslâm Hukukunun Uyanış Dönemi;
Mecelleden Günümüze Kadar Süren Dönem)
1869 tarihinde Mecelle’nin tedvin edilmesiyle ile başlayan bu dönem, günümüze kadar
halen sürmektedir.
Bilindiği üzere 1800’lü yıllardan itibaren dünyada eskisiyle kıyaslanamayacak derecede
çok önemli değişimler meydana gelmiştir. Felsefe, sosyoloji vb. gibi sosyal bilimlerde ve
fizik, kimya, matematik gibi teknik bilimlerde büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Bu
alanlardaki ilerlemeler sosyal hayata da yansımış ve önceki dönemlerle mukayese
edilemeyecek bir değişim rüzgârı esmiştir. Bugünkü batı medeniyetinin temelleri de o
yüzyıllarda atılmıştır. Bu değişim rüzgârı başta Osmanlı Devleti olmak üzere o günkü
Đslâm âlemini de etkisi altına almış ve kimi zaman olumlu kimi zaman olumsuz bir şekilde
etkilemiştir. Bu dönemin “uyanış çağı” olarak adlandırılması, hâkim konumda olan Batı
medeniyetine karşı Đslâm medeniyetinin de alternatif üretmeye yönelik bir takım çalışmalar
yapmasıdır. “Nerede hata ettik” sorusuna bir cevabın arandığı bu dönemde fıkıh
çalışmalarının merkezini “içtihat düşüncesinin yeniden canlandırılması” oluşturmuştur.
4.3.1. Dönemin Fıkhî Özellikleri
Cemalüddin Efgânî, Reşîd Rızâ, Şiblî Numan, Đzmirli Đsmail Hakkı ve Mehmed Âkif
gibi dönemin önde gelen mütefekkirlerinde temel düşünce; Đslâm medeniyetinin dirilişinin
fıkha o eski günlerdeki önemini kazandırmaktan geçtiği, bunun için de içtihat
müessesesinin tekrar işler hale getirilmesi şeklindedir.
Đslâm hukukunda devlet başkanının belirli bir takım esaslar çerçevesinde yasama
faaliyetinde bulunması en geniş şekilde Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkmıştır. Bunun da
muhtemel sebebi Türk devlet idaresinde bu tarz bir faaliyetin çok öncelere dayanması ve
Türklerin Đslâmlaşmasından sonra kurdukları devletlerde de bu yönde bir idarî tasarrufu
kullanmalarıdır. Özellikle örfün, Türk devlet idaresinde hissedilir oranda etkili olması ve
Türklerin kurmuş oldukları devletlerde örfü, yasama kaynağı olarak aktif bir şekilde
kullanmaları bu tasarrufun en önemli sebeplerindendir. Aşağıda ele alacağımız kanunnâme
geleneği de bu düşüncenin bir ürünüdür. Nitekim daha sonraları Tanzimat döneminde
8
yapılan bazı hukukî düzenlemelerde (gerek resepsiyon yoluyla yapılan çalışmalarda
gerekse Mecelle, Arazi Kanunnâmesi ve H.A.K. gibi orijinal mâhiyetteki kanun
çalışmalarında) kamuoyundan esaslı bir tepkinin gelmemesinin en önemli sebebi,
Müslüman Türk kamuoyunun bu çeşit hukukî faaliyetlere yabancı olmaması ve Osmanlı
örfî hukuk uygulamasının, toplumun bilinç altında bu tarz kanun çalışmaları için meşruiyet
oluşturmasıdır.
19. yüzyıl Avrupa’da büyük ve etraflı kanunların yapıldığı “kanunlaştırma çağı”dır. Bu
yüzyılda esen kanunlaştırma rüzgârı Đslâm dünyasındaki en güçlü devlet olan Osmanlı
Devleti’ni de etkilemiştir. Bu dönemde bir taraftan batı hukukundan iktibaslarda bulunarak
diğer taraftan da fıkhın batı hukuku sistematiğinde kanun formatına getirilerek özgün
diyebileceğimiz hukuki çalışmalar yapılmıştır. Bu meyanda yapılan başlıca çalışmalar
şunlardır.
4.3.2. Kanunlaştırma Faaliyetleri
4.3.2.1. Batı Hukukundan Esinlenerek Yapılan Çalışmalar
4.3.2.1.1. Ceza Hukuku Alanında Yapılan Çalışmalar
Bu alanda yapılan en önemli çalışmalar 1840, 1851 ve 1858 tarihli Ceza
Kanunnameleridir.
Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra ilk kanun çalışması ceza hukuku alanında
yapılmış ve Fermanın ilanından yedi ay sonra 3 Mayıs 1840 tarihinde bir ceza kanunu
hazırlanmıştır.
Bu dönemin ilk kanun çalışmaları kamuoyunun muhtemel tepkisi dikkate alınarak ceza
hukuku alanında başlamıştır. Osmanlı Devleti’nde, Đslâm ceza hukukunun boşluk bıraktığı
alanların padişahın örfî yetkisine dayandırılarak doldurulması sebebiyle (ta’zîr), kamuoyu
esasen bu tarz bir faaliyete yabancı değildir. Ayrıca II. Mahmut döneminde, 1838 yılında
ulema ve memurlar için iki ceza kanunnâmesi çıkarılmıştır. Bu kanunnâmelerin en önemli
özelliği, ilk kez belirli bir sınıf vatandaşın bir kanun metninde yazılı suçlardan başkasıyla
itham edilemeyeceğinin ve orada belirlenen cezalardan başkasına da çarptırılamayacağının
belirtilmesidir. Buna göre artık memurların kısas ve hadd cezaları dışında ölümle
cezalandırılmaları sona ermiş, yüzlerce yıl kamu görevlilerinin korkulu rüyası olan
“siyaseten katl” tarihe karışmıştır. Ayrıca, memurların işleyebilecekleri suçlar ve cezalar
ayrı ayrı belirtilmiştir. Bu kanunnâmeler, modern anlamda kanun tekniğine tam olarak
uygun olmamakla birlikte Avrupaî anlamda bir ceza sistemine geçişi sağlamaları açısından
önemli bir adımdır.
3 Mayıs 1840 tarihli Ceza Kanunu, 1838’de memurlar için hazırlanan ceza kanununun
(Tarik-i Đlmiyeye Dair Ceza Kanunnâmesi) uygulanmasından doğan problemleri gidermek
için çıkarılmıştır. Bu kanun, Osmanlı Devleti’nde tüm vatandaşları, ayrıcalıksız olarak
kapsamına alan ilk kanun olup, suçları gruplara ayırmakta, ölüm cezasını gerektirecek
eylemleri sınırlamakta ve bu cezanın infazını padişahın onayına bağlamaktaydı. Kanunda
9
hem şerî hem de örfî cezalar birleştirildiği için ceza hukuku alanında birleşme sağlanmıştı
ki bu da önemli bir adımdır.
1851 yılında ise 1840 tarihli Ceza Kanunu’nun yerine yeni bir ceza kanunu (Kanun-i
Cedîd) yürürlüğe girmiştir. Bir öncekine göre büyük bir yenilik getirmeyen bu kanunun en
önemli özelliği, adam öldürme suçlarında maktulün velilerinin (suçun mağdurlarının)
kısası gerektiren durumlar da suçluyu affetmesinin, devletçe bağlayıcı olmaması ilkesini
getirmesidir. Mağdurun yakınları tarafından suçlu affedilse bile, devletin suçluyu
cezalandırabileceği ifade edilmekle, Đslâm ceza hukukunun, özel hukuka yaklaşan bir ilkesi
kaldırılarak, kamu davası anlayışı Osmanlı hukukuna girmiştir.
Fransız mevzuatından esinlenerek 3 Şubat 1855’de çıkarılan “Rüşvetle Mücadele (Meni
Đrtikâb) Nizamnâmesi” ile bir taraftan Osmanlı ceza hukukunun Batıya açılması
kolaylaşmış diğer taraftan bu nizamnâme, 9 Ağustos 1858 tarihli Ceza Kanunnâmesi’ne de
bir alt yapı işlevi görmüştür. 1810 tarihli Fransız Ceza Kanunu’na dayanan 1858 tarihli
Ceza Kanunnâmesi, ağırlıklı olarak Fransızca metnin aynen çevirisi ile hazırlanmıştır. Bu
yasa ile zina eden kadının recm olunması, sarhoşların kırbaçlanması, hırsızların elinin
kesilmesi gibi cezalar kaldırılmıştır. Hâlbuki bu cezalar, bu suçları işleyenler için Đslâm
hukukunca konulmuş olan cezalardır. Bu yasa ile modern anlamda ceza hukuku Osmanlı
Devleti’ne girmiştir.
4.3.2.1.2. Ticaret Hukuku Alanında Yapılan Çalışmalar
Tanzimat döneminde özel hukuk alanında çıkarılan ilk kanun ise Kanunnâme-i
Ticaret’tir. 1807 tarihli Fransız Ticaret Kanunu, Kanunnâme-i Ticaret adıyla 1849’da
Çamiç Ohannes Efendi tarafından tercüme edilmiştir. Bu kanunun ticaret hukukuna ilişkin
1. ve 3. kitapları 1850 yılında, Đflasa ilişkin hükümleri ihtiva eden 2. kitabı ise Đflas
Kanunnâmesi adıyla 1855’de yayınlanmıştır.
Ticaret Kanunnâmesi’nin yürürlüğe girmesi, ticaret davalarında takip edilecek usûl
konusunda uygulamada çıkan olumsuz sonuçlara cevap vermede yetersiz olduğu için
1861’de yine Fransız Ticaret Usûl Kanunu’nun tercümesi yoluyla, Usûl-u Muhâkeme-i
Ticaret Nizamnâmesi kabul edilmiştir. Bu kanunun önemi, Osmanlıda şerî yargılama
usûlünden ayrılan ilk yasal düzenlemeye örnek oluşturmasıdır. Bu kanunda Đslâm
hukukuna ve Osmanlı uygulamasına uyum meselesi dikkate alınmamış, ticaret hukuku ayrı
bir teknik alan gibi düşünülmüştür. Ceza hukuku alanında yapılan bazı düzenlemelerde
uygulamada Đslâm hukukunun geri plana itilmesine karşın 1850 tarihli Ticaret Kanunu’nda
ise ilk kez dinî hukuka aykırı bir takım hükümler getirilmiştir. Đslâm hukuku tarafından
kesin olarak yasaklanan faiz bu yasa ile ticarî ihtiyaçlar için kabul edilmiştir.
5 Kasım 1850 tarihi itibariyle yürürlüğe giren ve 314 maddeden oluşan Ticaret
Kanunnâmesi’nin Đslâm dünyası için önemi şudur: Bu kanunnâme ile Avrupa hukuku ilk
defa bu kadar şümullü bir şekilde Đslâm ve Osmanlı dünyasına giriş yolu bulmuştur. Çünkü
ticaret hukuku kapsamında değerlendirilebilecek Ticaret Kanunnâmesi, Osmanlı sosyal ve
iktisadî kültüründen kaynaklanan kanunlardan oluşmamış, Fransız ticaret hukukundan
alınarak hazırlanmış kanunlardan teşekkül etmiştir. Dünyanın yeni ekonomik düzenine
10
ayak uydurmak adına liberal nazariyelerden oluşmuş Fransız Ticaret Kanunu’nun
adaptasyonu, çıkarıldığı dönemi ve şartları düşündüğümüzde, Osmanlı Devleti’nin fikrî,
siyasî ve ekonomik liberalleşme ve “laikleşmesi” yolunda atılmış önemli bir adımdır. Bu
Ticaret Kanunu ile Osmanlıda, Batı mevzuatına uygun şirket kurulmasına kapı aralanmış,
faiz kabul edilmiş, ticari davalarda din ve mezhep ayrımı kaldırılmış, ticarî davaların
görülmesi için ticaret mahkemelerinin kurulması esası getirilmiştir.
1863 yılında sadece Fransa değil, Hollanda, Sardunya, Prusya gibi diğer denizci
milletlerin de kanunlarından istifadeyle Ticaret-i Bahriye Kanunnâmesi tercüme edilip
yürürlüğe girmiş ve böylece ticaret kanunu ile ilgili düzenlemeler tamamlanmıştır.
4.3.2.1.3. Muhakeme Usulü Alanında Yapılan Çalışmalar
21 Haziran 1879’da, 1807 tarihli Fransız Hukuk Yargılama Kanunu’na dayanan, Usûl-i
Muhâkemât-ı Hukukîyye Kanûn-i Muvakkatı çıkarılmıştır. Kanun, Fransız örneği ile
Mecelle’deki usûl hükümlerini içeren (karma) bir nitelik taşımaktadır.
Ceza hukuku alanındaki hızlı kanunlaştırmaya karşılık, bu kanunun uygulanmasıyla
doğrudan doğruya ilgili olan yargılama kuralları çok geç kabul edilmiştir. 1808 tarihli
Fransız Ceza Yargılama Kanunu tercüme edilerek 25 Haziran 1879’da Ceza Muhâkemeleri
Usûlü Kanunu kabul edilmiştir.
4.3.2.2. Özgün Çalışmalar
4.3.2.2.1. Metn-i Metîn
Metn-i Metîn, Osmanlı Devleti’nde medenî kanun çalışmaları konusunda atılan ilk
adımdır. 1855 yılında Meclis-i Tanzimât bünyesinde Đslâm hukukuna dayalı bir medenî
kanunun hazırlanması için ilmî bir meclisin kurulmasına karar verilmiştir. Bu cemiyetin
başkanlığına Meclis-i Tanzimât üyesi Rüşdü Molla atanmış, üyeleri arasında da Đstanbul
kadısı Tâhir Efendi, Hüsâm Efendi, Ali Râtip Bey ve Ahmet Cevdet Paşa yer almıştır.
Cemiyet bir süre çalıştıktan ve Metn-i Metin’in ilk kitabı olan Kitabü’l-Buyu’u kaleme
aldıktan sonra görevini tamamlayamadan dağılmıştır. Ahmet Cevdet Paşa’ya göre
komisyon üyeleri içinde Đstanbul kadısı Tâhir Efendi dışında ilm-i fıkhı hakkıyla bilen
kimselerin bulunmaması komisyonun verimli çalışmasını engellemiştir.
4.3.2.2.2. Arazi Kanunnâmesi
23 Şevvâl 1274 (6 Haziran 1858) tarihinde yürürlüğe giren Arazi Kanunnâmesi,
ekonomisi toprağa dayalı bir devlet olan Osmanlı Đmparatorluğu’nda arazi ve toprak
hukuku ile ilgili konuların ele alındığı en kapsamlı kanun çalışmasıdır. Ancak, yaygın
kanaatin aksine Arazi Kanunnâmesi bu alanda yapılan ilk çalışma olmayıp Şeyhülislâm
Ârif Hikmet Bey tarafından 23 Rebilülevvel 1265 (16 Şubat 1849) tarihli bir irâde-i
seniyye üzerine arazi hukukunun yürürlükteki esaslarını bir araya getiren el- Ahkâmü’lmeriyye
fi’l-arâzi’l-emîriyye adlı risale ilk çalışmadır. Klasik fetva mecmuaları tarzında
kaleme alınan bu risale kanun tekniği bakımından kullanım kolaylığı getirmemiş ve
muhtemelen ihtiyacı karşılayamaması sebebiyle Arazi Kanunnâmesi’nin hazırlanmasına
karar verilmiştir.
11
Osmanlı toprak hukuku mülk, mîrî, vakıf, mevât ve metrûk arazi olmak üzere beş ana
başlık altında mütalaa edilmiştir. Bunlardan mülk ve mîrî arazi Đmparatorluk bünyesindeki
en geniş toprakları oluşturmaktadır. Bu beş arazi türünden mîrî arazi hariç diğerleri ile
ilgili hukukî hükümlerin fıkıh kitaplarında ayrıntılı bir şekilde ele alınmasından dolayı
pratikte her hangi bir zorlukla karşılaşılmamıştır. Problem, çıplak mülkiyetin (rakabe)
devlete ait olduğu ama reâyâya belirli esaslar çerçevesinde tasarruf ve kullanım hakkının
devredildiği mîrî arazi’den kaynaklanmıştır. Fetihlerle ele geçirilen topraklar mîrî arazi
kapsamına girdiğinden dolayı bu problem Osmanlı fetihlerinin hız kazandığı 1450- 1600’lü
yıllar arasında kendisini hissettirmiştir. Başta Ebüssuûd Efendi’nin fetvaları olmak üzere
arazi hukuku ve tasarrufuna dair pek çok fetva, kanunnâme ve ferman şeklinde
düzenlemeler getirilmiş ve mîrî arazinin kullanımıyla ilgili geniş bir külliyât oluşmuştur.
Bu düzenlemelerin bölgeden bölgeye farklıklar arz etmesi ve bu geniş külliyâtın zaman
içinde ihtiyacı karşılamaktan uzak düşmesi gibi sebeplerle Osmanlı arazi hukukunun yeni
baştan düzenlenmesine karar verilmiş ve Arazi Kanunnâmesi bu düşünceden hareketle
meydana getirilmiştir.
Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından bir mukaddime, üç bab ve
altı fasıl içerisinde 132 maddeden ve bir hâtime’den meydana gelen Kanunnâme, Osmanlı
toprak hukukunun mîrî araziye ait hükümlerini tek bir kod haline getirmekle o güne kadar
ki en mufassal düzenleme olmuştur. Kanunnâme, çıplak mülkiyeti devlette, yararlanma
hakkı fertlerde olan toprak türünü düzenlemekle özel hukuktan ziyade kamu hukukuna
ilişkin bir yasa kapsamında mütalaa edilmektedir.
Bu kanunnâme önceden hiç mevcut olmayan hükümler koymamış, ferman ve
kanunnâmelerde yer alan dağınık hükümleri bir bütünlük içinde bir araya getirmiştir.
Hazırlanmasında hukukî amaçların yanında siyasî amaçları da bulunan bu kanunnâme ile
toprak hukuku yeni baştan düzenlenmiş böylece bir taraftan hukukî istikrar ve birlik
sağlanmaya çalışılırken diğer taraftan da devletin, büyük toprak sahipleri üzerindeki
nüfuzu arttırılmaya çalışılmakla siyasî birliğin sağlanması hedeflenmiştir. Geçmiş
zamanlarda yaşanan olumsuzlukların yeniden yaşanmaması hedeflenerek, bir taraftan
güçlü toprak sahiplerinin oluşumunun önünü kesmiş diğer taraftan da halkın ezilmesini
önlemeyi amaçlamıştır. Arazi Kanunnâmesi ile merkezî yönetimin çevre üzerindeki
kontrolü amaçlanmış ve böylece devletin merkezî gücü pekiştirilmeye çalışılmıştır.
Arazi kanunnâmesi ile Đslâm hukuku hükümleri modern anlamda kanun tekniğine göre
düzenlenerek toplumun ihtiyacına cevap vermiş ve bu yönde zihinsel bir dönüşümü
başlatmıştır. Bu yönüyle kendisinden sonraki kanunlaştırma çalışmalarına da örneklik
yapmıştır.
4.3.2.2.3. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye
Mecelle, Osmanlı Devleti’nde 1868–1876 yılları arasında hazırlanan borçlar hukukuyla
ilgili bir kanun çalışmasıdır. Đslâm dünyasında ilk defa Müslüman bir devlet -Đslâm
hukukunun sınırlı bir alanını da olsa- merkezî bir yasama faaliyetiyle kanunlaştırma
girişiminde bulunmuş ve bu çalışma kendinden sonraki çalışmalara da öncülük ve örneklik
12
etmiştir. Mecelle ile birlikte ilk defa fıkhî hükümler modern bir kanun formunda
hazırlanmıştır. Mecelle’nin konumuz açısından önemi muhtevasından ziyade, bu yönüyle
zihinlerde bir devrim yapmış olmasıdır. Esasen, Osmanlı Devleti’nde yapılan Arazi
Kanunnâmesi (1858) ile Tunus’ta ceza ve ahvâl-i şahsiyye konularını düzenleyen
Mecelletü’l-cinâyât (1861), kronolojik olarak Mecelle’den (1868–1876) önce meydana
getirilen çalışmalardır. Ancak bunların Mecelle kadar kapsamlı ve teknik olmaması ve
Đslâm dünyasında Mecelle kadar büyük bir etkiye yol açmaması dikkate alındığında
Mecelle’yi bu yönde yapılan ilk çalışma olarak kabul etmek mümkündür.
Đslâm hukukunun devletin resmî hukuk sistemi olarak uygulandığı Osmanlı Devleti’nde
XVIII. yy.a kadar Đslâm hukuku çok ciddi bir takım zorluklarla karşılaşılmadan tatbik
edilmiştir. Çünkü Đslâm dünyasında müçtehit imamlar döneminden modernleşme
dönemine kadar sosyal değişim çok yavaş seyrettiği için mevcut doktrin ve tahrîc metodu
karşılaşılan problemlerin aşılmasında yeterli olmuş, bir hukuk buhranı yaşanmamıştır.
Ancak, XVIII. yüzyıldan itibaren dünya ticaret ve siyasî dengeleri Osmanlı aleyhine
değişmeye başlamış, Osmanlı Devleti hemen her alanda bir gerileme ve çöküş sürecine
girmiştir. Özellikle coğrafî keşiflerle ucuz hammadde ve işgücü sağlayan batılı devletlerin
refah düzeylerinin artması, beraberinde pek çok yeniliği de getirmiş, buharın sanayide
kullanılmaya başlanması ile birlikte ibre tamamen Avrupa’dan yana dönmüştür. Osmanlı
Devleti bu kötü gidişata dur diyebilmek amacıyla devletin yeniden yapılandırılmasını
hedeflemiş ve Tanzimat dönemi dediğimiz bir dizi reform sürecini uygulamaya koymuştur.
Devletin yeniden yapılandığı bu dönemde bir medenî kanun hazırlanması isteği
gündeme gelmiş ve bu yönde iki farklı düşünce ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi, Kıta
Avrupası’nın en derli toplu ilk kanunlaştırması olan Code Civil’in (Fransız Medeni
Kanunu/Code Napoleon) Osmanlı Devleti tarafından iktibası düşüncesidir. Fransızlar Kıta
Avrupası’na hâkim olma düşüncesinin bir sonucu olarak hukuk sistemini farklı ülkelere
ihraç etme gayreti içine girmişlerdir. Bu yönde bir çalışmayı Osmanlı Devleti için de
öngörmüşler ve devletin idarî kadrosu içinde kendilerine taraftar da bulmuşlardır. Başını
Âli Paşa’nın çektiği bu gruba göre, Avrupa’nın yükselen gücü Fransa’nın Medeni
Kanunu’nu almak pratik açıdan büyük yararlar sağlayacaktır. Ayrıca, Fransa’nın Osmanlı
Devleti’nin çok uzun yıllardan beri müttefiki olması Đmparatorluğun dış dünyada elini
güçlendirecek bu da Đmparatorluğun ömrünü uzatacaktır.
Yeni bir medenî kanunun hazırlanması sürecinde ortaya atılan ikinci görüş ise; millî bir
kanunun Đslâm hukukunun ilgili hükümlerinden derlenmesi şeklinde olmuştur. Başını
Ahmet Cevdet Paşa’nın çektiği bu görüş sahiplerinin Fuad Paşa ve Kabûlî Paşa’nın da
desteklerini almaları ile bu görüş ağırlık kazanmış ve Mecelle’nin Osmanlı Devleti’nin
medenî kanunu olarak hazırlanmasına başlanmıştır.
Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye nâzırı Ahmet Cevdet Paşa
başkanlığındaki bir komisyonun eseridir. Meydana getirildiği dönem Osmanlı
Đmparatorluğu’nun en sancılı ve en çalkantılı dönemidir. Bu özellik Mecelle’nin
hazırlanmasına da etki etmiş ve komisyon çalışmalarını dokuz yıllık bir zaman zarfında ve
sürekli değişen üyelerle tamamlamıştır. Hatta Ahmet Cevdet Paşa bir ara komisyon
13
üyeliğinden alınmış, Bursa valiliğine atandıktan sonra tekrar komisyon başkanlığına
getirilmiştir. Cevdet Paşa’nın görevden alınmasında Kitâbü’l-Havâle’nin hazırlanması
sırasında 692. maddeyle ilgili düzenlemede Hanefî mezhebinin râcih görüşlerinin değil
Züfer b. Hüzeyl’in görüşünün esas alınması etkili olmuştur. Bu da bize, Ahmet Cevdet
Paşa’nın Mecelle’yi meydana getirirken ne kadar büyük zorluklarla karşılaştığını
göstermektedir. Batı yanlısı kişilerin muhalefetiyle uğraşmak yetmiyormuş gibi bir de katı
Hanefî mezhep taraftarlarıyla uğraşmak zorunda kalması Ahmet Cevdet Paşa’nın içinde
bulunduğu zor durumu göstermesi bakımından önemlidir.
Mecelle bir mukaddime ve on altı kitap içinde (Kitâbü’l-Buyu, Kitâbü’l-Đcârât,
Kitâbü’l-Kefâle, Kitâbü’l-Havâle, Kitâbü’r-Rehn, Kitâbü’l-Emânât, Kitâbü’l-Hibe,
Kitâbü’l-Gasb ve’l-Đtlâf, Kitâbü’l-Hacr ve’l-Đkrâh ve’ş-şufa, Kitâbü’ş-Şirket, Kitâbü’lVekâle,
Kitâbü’s-Sulh ve’l-Đbrâ, Kitâbü’l-Đkrar, Kitâbü’d-Dava, Kitâbü’l-Beyyinât ve’ttahlîf
ve Kitâbü’l-Kazâ) yer alan toplam 1851 maddeden meydana gelmiştir.
Mukaddime kısmı, hukukun genel ilkeleri mâhiyetinde doksan dokuz küllî kaideyi
içermektedir. Bu kaideler kazuist bir sistemle gelişen Đslâm hukukunun yüzyıllar boyunca
oluşan genel hukuk prensipleri şeklindedir. Mecelle, küllî kaidelerle ilgili ilk eser
olmamakla birlikte bundan sonraki pek çok çalışmada Mecelle’nin bu küllî kaidelerine
atıflar yapılmıştır. Ayrıca Mecelle, klasik fıkıh kitaplarında yer alan sistemin dışına çıkarak
yeni bir sistem ve teknik de getirmiştir. Bu yönüyle de orijinal bir kanunlaştırma
faaliyetidir. Mecelle, fıkıh kitaplarının klasik üçlü tasnifinden sadece muamelâtı ele almış,
muamelât içinde de yalnızca akitlere yer vermiştir. Mecelle, bu tasnifi ile Đslâm hukuk
tarihinde ilk defa ibâdâtı diğer hususlardan ayırmış ve sistemli bir şekilde kamu-özel hukuk
ayrımında tamamen özel hukuk alanına yönelmiştir.
Mecelle, uzun soluklu bir projenin ürünü olarak düşünülmüş, günün ihtiyaç ve şartları
doğrultusunda öncelikle borçlar, kısmen eşya ve yargılama hukuku ile ilgili hükümler
getirilmiştir. Bir medeni kanunda bulunması gereken konular daha sonraki bir zaman
dilimine bırakılmış ancak Đmparatorluğun içinde bulunduğu şartlar bu yöndeki çabaların
netice vermesini engellemiştir.
Mecelle’nin tek mezhepten istifadeyle hazırlanması, kazuist bir metoda göre meydana
getirilmesi ve hukukun sadece sınırlı bir alanını kapsaması gibi bir takım eleştiriler kendi
içinde belirli bir oranda da olsa haklılık payı taşımakla birlikte burada esas önemli olan
Mecelle’nin Đslâm hukuk tarihi için bir ilk olması ve kanunlaştırma ve batılılaşma
rüzgârlarının oldukça güçlü estiği bir zaman diliminde Đslâm dünyasının, hukukî
meselelerini kendi iç dinamiklerinden yola çıkarak çözmeye çalışmasıdır. Mecelle ile
birlikte ilk defa çeşitli fıkıh ve fetva kitaplarında dağınık halde bulunan ahkâm-ı fıkhîyye,
modern anlamda kanun maddeleri halinde hukukî bir kalıba dökülmüştür. Bu yönüyle bile
Mecelle orijinal bir çalışmadır ve Đslâm hukuk tarihinde “devrim” diyebileceğimiz kadar
önemli bir olgudur.
14
Mecelle, Mısır ve Arap yarımadası dışında bütün Osmanlı mahkemelerinde uzun süre
yürürlükte kalmıştır. 4 Ekim 1926 yılında kabul edilen Medenî Kanunla Mecelle mülga
hale gelmiş, yürürlükten kaldırılmıştır.
4.3.2.2.4. Kitâbü’n-Nafakât
Osmanlı Devleti’nde Mecelle’nin daha ziyade borçlar, eşya ve yargılama hukuku ile
ilgili esasları içermesi diğer bir ifadeyle bir medeni kanunda bulunması gereken bütün
konuları kapsamaması sebebiyle nafaka ile ilgili hükümlerin ayrı bir kitap halinde ele
alınması gerekmiş ve Kitabü’n-Nafakât bu amaçla hazırlanmıştır.
Esasen Mecelle cemiyetinin aldığı karar gereğince evlenme, boşanma, nafaka, vasiyet,
vakıf vb. konular ayrıca ele alınacak ve bunlar bir kitap halinde basılacaktır. Mecelle, daha
önce de belirttiğimiz gibi Osmanlı Devleti’nde çok yönlü bir hukuk çalışmasının ilk adımı
olarak ortaya çıkmış, toplumun ihtiyaç ve beklentileri doğrultusunda öncelikle borçlar
hukukunu kapsayan bir çalışma yapılmıştır. Medeni kanun kapsamına giren diğer
konuların da zaman içinde ele alınması hedeflenmiş ancak Đmparatorluğun içinde
bulunduğu durum, bu yöndeki çabaların sonuç vermesini engellemiştir. Gerek Mecelle’nin
tadili çalışmaları gerekse evlenme, boşanma ve nafaka ile ilgili çalışmalar, komisyon
üyeleri daha hayatta iken başlamış ancak Đmparatorluğun en sıkıntılı günlerine gelen bu
girişimler maalesef neticelenememiştir. Kitabü’l-Đstihkâk örneğinde olduğu gibi Mecelle’yi
tadil komisyonun hazırladığı bir takım çalışmalar bulunmakla birlikte bunlar o günün
istikarsız siyasî ortamında tamamlanmadan yarım kalmış çalışmalar şeklindedir.
Ali Haydar Efendi’nin (Küçük) fetva eminliği sırasında Şeyhülislâm Mustafa Hayri
Efendi Mecelle cemiyetini ihya etmek istemiş, bu mümkün olmayınca da şeyhülislâmlıkta
bir Heyet-i Đftâiyye ve bunun içerisinde de Telif-i Mesâil ve Taharri-i Mesâil adıyla iki ayrı
daire kurdurmuştur. Telif-i Mesâil Şubesi’nin görevi, meşîhat makamı tarafından tespit
edilen konular hakkında dört mezhebe ait fıkıh kitaplarındaki muteber bilgileri toplamak,
bu kitaplardaki fetvalardan günün koşullarına uygun bir fetva mecmuası hazırlamak ve
halkın dinî konularla ilgili sorduğu sorulara fetvalar vermektir. Ali Haydar Efendi’nin de
içinde bulunduğu bu heyet, nafaka, nikâh ve talak gibi konular başta olmak üzere bütün
fıkhî meselelerde müftâ-bih görüşlerin el-Ahkamü’ş-şeriyye fi’l-ahvâli’ş-şahsiyye adı
altında toplanıp tercüme ve telif edilmesine ve bunlardan bir fıkıh külliyâtı meydana
getirilmesine karar vermiş ve bu amaçla pek çok fıkhî meselenin Arapça nakillerini
toplamıştır. Bunların tercümesi işi de Ali Haydar Efendi (Küçük) ile Ömer Nasûhi’ye
(Bilmen) verilmiştir. Ancak Mustafa Hayri Efendi’nin şeyhülislâmlıktan ayrılması ile bu
girişim de sonuçsuz kalmıştır.
Đşte Kitabü’n-Nafakât Ali Haydar Efendi’nin bu komisyonda görev yaptığı zaman
içinde (1914–1916) nafaka konusunu derli toplu bir şekilde ele aldığı ve maddeler halinde
yayınladığı bir eserdir. Kitabü’n-Nafakât dönemin şartlarından dolayı kanunlaşıp devlet
tarafından yürürlüğe konulamamıştır.
4.3.2.2.5. Sultan Mehmed Reşad Döneminde Çıkarılan Đrâde-i Seniyye
15
Osmanlı hukukunda fetvaların padişahlık makamına arz edilerek padişahın onayıyla
kanun hükmünde uygulanmasına yönelik çalışmalar Ebüssuûd Efendi’nin Maruzât’ı ile
belirli bir seviyeye ulaşmış, daha sonraları ise bu faaliyet şeyhülislâmlık kurumunun yeni
baştan yapılanmasıyla kurulan Fetvâhâne Dairesi tarafından yerine getirilmiştir. Halk, dinî
meselelerin çözümü için Fetvâhâne Dairesi’ne çeşitli sorular yöneltmiş, kurum da Hanefî
mezhebinin râcih görüşleri çerçevesinde bu sorulara cevaplar vermiştir. Ele alacağımız bu
irâde-i seniyye de Sultan Mehmed Reşad (1844–1918) döneminde (1909–1918) kocası
kaybolan kadının durumuyla ilgili olarak Telif-i Mesâil Şubesi’ne yöneltilen sorulara
verilen cevapların padişahın onayına arzedilerek kanun haline getirilmesi ile ilgilidir.
Tren ve gemi gibi ulaşım imkânlarının gelişmesiyle birlikte Đslâm dünyasının dört bir
tarafından gerek tüccar gerekse turist olarak pek çok Müslüman, hilafetin ve saltanatın
başkenti Đstanbul’a gelmiş, buradan da Anadolu’ya geçerek Osmanlı devletini gezip-görme
imkânını bulmuşlardır. Đslâm dünyasının çeşitli yerlerinden gelen bu insanlar başta Đstanbul
olmak üzere Anadolu’daki Müslüman hanımlarla bir takım evlilikler yapmışlardır. Ancak
bu insanların daha sonraları memleketlerine dönmeleri ve bir daha da kendilerinden haber
alınamaması üzerine bu kişilerle evlenen Müslüman hanımlar perişan olmuşlar ve
durumlarının akıbetiyle ilgili olarak Telif-i Mesâil Şubesi’ne çeşitli sorular yöneltmişlerdir.
Çünkü Hanefî mezhebinde bir kimsenin mefkûd kabul edilmesinde esas alınan yaş, kimi
rivayetlerde 120 olarak kimi rivayetlerde ise akranlarının ölümü olarak belirlenmiştir.
Konunun Hanefî mezhebinin esas alınarak çözümlenmesi durumunda bu hanımların
evliliklerinin adeta hiç bozulmadan devam edeceğine ve bu kadıncağızların bir ömür boyu
boşa beklemelerine hükmedilecektir. Telif-i Mesâil Şubesi toplum içinde artan bu
sıkıntılara bir çözüm bulmak amacıyla uygulamada Hanefî mezhebinin bu konudaki
görüşünü esas almamış ve fıkıh mezhepleri içindeki en makul çözüm olan Hanbelî
mezhebinin dört yıllık bekleme süresini dikkate alarak telfîk metoduna göre bir fetva
yayınlamıştır. Daha sonra bu fetva padişahlık yüce makamına arz edilerek, padişahın
onayıyla 27 Şubat 1916 tarihinde kanun olarak yürürlüğe girmiştir.
Bu düzenleme iki bakımdan önem arz etmektedir. Birincisi; günün gelişen şartları
çerçevesinde Hanefî mezhebi gibi tek bir mezhebe bağlı kalmanın sorunların çözümünde
yeterli olmadığının görülmesi ve çerçevenin genişletilerek Đslâm hukukunun bütün
mezheplerini kapsam içine alan eklektik bir yöntemin takip edilmiş olmasıdır. Bu tarz bir
uygulama Osmanlı hukuku için bir ilk olup muhtemelen 1917 tarihli H.A.K.’nin telfikçi bir
metotla hazırlanmasına da müessir olmuştur. Đkincisi de; Arazi Kanunnâmesi, Mecelle ve
H.A.K. gibi müstakil bazı düzenlemelerin yanında bu tarz münferit çalışmaların da
bulunduğunu göstermesidir.
4.3.2.2.6. Hukûk-ı Aile Kararnâmesi
Osmanlı Devleti’nin 25 Ekim 1917 tarihli Hukûk-ı Aile Kararnâmesi aile hukuku
alanında yapılan ilk kanun çalışmasıdır. Kararnâme, Arazi Kanunnâmesi ve Mecelle ile
birlikte Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yapılan ve yerli olarak kabul
edebileceğimiz diğer bir ifadeyle herhangi bir hukuk sisteminden resepsiyon vb. yolla
etkilenilmeden hazırlanan kanun çalışmalarının da son halkasını oluşturmaktadır.
16
Tanzimat’la birlikte devleti yeniden yapılandırma sürecine giren Osmanlı
Đmparatorluğu, bu manada askerî, siyasî ve hukukî pek çok reformlara girişmiştir. Hukuk
alanında yapılan çalışmalar devletin ve toplumun önceliklerinden yola çıkılarak belirli bir
sistem çerçevesinde ele alınmıştır. Örneğin, ticaret ve vergi ile ilgili reformların gündelik
hayatı daha çok ilgilendirmesi sebebiyle ilk kanun çalışmaları bu alanda başlamıştır. Gerek
umumî hukuk tarihinde gerekse Osmanlı hukuk tarihinde aile hukuku alanında yapılan
kanun düzenlemelerinin kanunlaştırma silsilesinin son halkasını oluşturması da
muhtemelen hayatın öncelikleri ile ilgili bir durumdan kaynaklanmaktadır.
Tanzimat’la birlikte Osmanlı’da mahkemelerin görev yapısı ve şekli de değişmiş,
mahkemeler nizâmiye mahkemeleri ve şeriyye mahkemeleri şeklinde ikiye ayrılmış ve aile
hukuku ile ilgili davalara da şeriyye mahkemeleri bakmıştır. Şeriyye mahkemelerinde
görev yapacak hâkimlerin, medreselerin de bozulması ile birlikte zaman içinde yetersiz
kalmaları ve önlerine gelen davalara bakmakta zorlanmaları aile hukuku ile ilgili bir kanun
yapılmasını zorunlu hale getirmiştir. Ayrıca, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarda girmiş
olduğu savaşlardaki büyük kayıplar toplumun demografik ve sosyo-kültürel yapısını da
derinden etkilemiş, aile hukuku alanında önceleri ortaya çıkmayan bir dizi problem kendini
göstermiştir. Savaşların özellikle nüfusun erkek-kadın oranını derinden sarsması, savaşa
gidip de dönmeyen erkeklerin toplumun işleyiş düzenine etkileri gibi nedenler H.A.K.’nin
ortaya çıkmasının en önemli sebeplerindendir. Resmî rakamlara göre sadece Çanakkale’de
250.000 insanımızın şehit olması, Osmanlı demografik ve sosyo-kültürel yapıya etkisini
göstermesi açısından önemlidir.
Sayıları ciddi bir yekûn tutan Osmanlı gayr-i müslim vatandaşlara aile hukuku ile ilgili
konularda tanınan geniş muhtariyetler, ülkede yargı ikiliğinin de ortaya çıkmasına ve
zaman içinde büyük problemlere neden olmuştur. Artık bütün Osmanlı topraklarında
vatandaşlar arasında herhangi bir hukuk ikiliğine yol açmadan ama gayr-i müslim olmaları
sebebiyle onların da haklarını koruyan bir düzenleme yapmanın zamanı gelmiştir.
Sultan Mehmed Reşad döneminde kocası kaybolan kadınlarla ilgili irâde-i seniyye’de
de belirttiğimiz gibi, Hanefî mezhebinin aile hukuku ile ilgili konularda kimi zaman
yetersiz kalması ve toplumun ciddi sıkıntılarla yüz yüze gelmesi de aile hukuku alanında
bir takım düzenlemeleri gerekli kılmıştır.
Đşte bütün bu sebepler neticesinde aile hukukunun yeni baştan ele alınmasına karar
verilmiş ve Isparta mebusu Mahmud Esad Efendi başkanlığında bir komisyon
oluşturularak H.A.K. meydana getirilmiştir. Komisyon temelde Müslümanların aile
hukuku ile ilgili sorunlarını ele almakla birlikte Osmanlı Devleti’nde yaşayan Hıristiyan ve
Yahudilerin de durumlarıyla ilgili düzenlemeler getirmiş ve tüm ülkede uygulanabilmesi
için ülkenin bütün bireylerini kapsaması hedeflenmiştir.
H.A.K., Đslâm ve Osmanlı hukuk tarihi içinde aile hukukunun kanunlaştırılması
bakımından bir ilktir. Muhammed Kadri Paşa’nın el-Ahkâmü’ş-şeriyye fi’l-ahvâli’ş-
şahsiyye adlı taslağı, aile hukuku ile ilgili ilk çalışma olmakla birlikte gerek yürürlüğe
girmemesi gerekse H.A.K. kadar kapsamlı olmaması sebebiyle kanunlaşamamış ve
17
mahkemelerde başvuru kitabı niteliğinde kalmıştır. H.A.K. her ne kadar yürürlüğe
girdikten çok kısa bir süre (bir buçuk yıl) sonra kaldırılmış olsa da etkileri çok uzun süre
devam etmiştir. Kararnâme’nin hazırlanmasında tek bir mezhebin hükümleriyle
yetinilmemesi, Hanefî dışındaki mezheplerden de istifade edilerek eklektik bir metot takip
edilmesi ve bu yönde bir hukuk sahasını bütünüyle ele alan bir düzenleme olması en
azından zihinlerde bir devrim yaratmış ve kendisinden sonraki çalışmalar için de orijinal
bir örnek olmuştur.
H.A.K iki kitaptan meydana gelmiştir. Birinci kitap altı bab, onbeş fasıl ve yüzbir
maddeden, ikinci kitap ise üç bab, beş fasıl ve elli altı maddeden ibarettir. Böylece
Kararnâme’nin tamamı yüz elli yedi maddeden oluşmaktadır. Eklektik bir yöntemle dört
mezhepten istifadeyle hazırlanan bu kararnâmede örneğin; ergenliğin alt sınırından önce
evlenme, akıl hastalarının evlenmesine getirilen sınırlamalar, velâyet altındakileri
evlendirme yetkisine sahip veliler, nikâh akdi için kullanılacak kelimeler, nikâh
sözleşmesinde ileri sürülebilecek şartlar, baskı altında gerçekleştirilen evlenme ve
boşamaların geçersizliği ve kadına yargı yoluyla boşanma yolunun açılması ile bazı
durumlarda beklenecek azami iddet süresi gibi konularda Hanefî mezhebi dışındaki
mezheplerden de yararlanılmıştır. Kararnâme bu yönüyle kendisinden sonraki pek çok
çalışmaya etki etmiştir. Özellikle Ortadoğu coğrafyasındaki Müslüman ülkelerde 1950’li
yıllardan sonra yapılan kanun çalışmalarına bu manada ilham kaynağı olmuş ve yasamanın
Đslâmî hükümlere göre yapılmasında tek mezhebin dışında Đslâm hukukunun bütün
mezheplerinden istifade yolunu açmıştır.
Kararnâme’nin yargı birliği ilkesini benimsemesinin hukukî imtiyazlarının sonunu
getirmesinden rahatsız olan gayr-i müslim cemaat liderlerince, Kararnâme’nin yürürlükten
kaldırılması için dış devletler nezdinde lobi faaliyetlerine başlanmış, bunun sonucu olarak
da 156. madde yürürlükten kaldırılmıştır. Cemaat mahkemelerinin yargı yetkisini sona
erdiren ve gayr-i müslimleri şeriyye mahkemelerinin kapsamı altına alan bu maddenin
kaldırılmasının cemaat ruhanî liderlerini tatmin etmemesi ve Hanefî mezhebinin dışında
diğer mezheplerden yararlanma yoluna gidilmesinin yüzyıllarca Hanefî mezhebinin katı bir
şekilde uygulandığı bu coğrafyadaki bazı âlimlerin tepkisini çekmesiyle Kararnâme
aleyhine görüşler ortaya çıkmış, bu iki grubun yoğun eleştiri ve muhalefeti ile Şeyhülislâm
ve Sadrazam vekili Mustafa Sabri Efendi’nin imzasıyla 19 Haziran 1919 tarihinde
yayınlanan geçici bir kanunla, kararnâme yürürlükten kaldırılmıştır.
H.A.K. Osmanlı Devleti’nde yaklaşık bir buçuk yıl kadar tatbik edilmesine rağmen
Ortadoğu Đslâm ülkelerinde uzun süre yürürlükte kalmaya devam etmiştir. Örneğin;
kararnâme, 1953 yılına kadar Suriye’de ve 1939’a kadar Đskenderun sancağında yürürlükte
kalmıştır. Ayrıca Kararnâme, 1945 yılında Boşnakça’ya çevrilmiş ve Bosna-Hersek
Müslümanlarının aile hukukunu tanzim etmesinde kaynak olarak kullanılmıştır.
H.A.K.’nin aile hukuku ile ilgili ilk kanun düzenlemesi olması, ilgili konuda hukukî
birliği sağlaması, evlenme ve boşanmada devletin kontrolünü getirmesi, tek eşliliği
temelde benimseyerek, çok eşliliğe bazı şartlarla sınırlamalar getirmesi, belirli şartlar
çerçevesinde kadına da boşanma hakkını tanıması ve hazırlanmasında eklektik bir yol
18
izlenmiş olması gibi özellikleri dikkate alındığında H.A.K.’ni orijinal kanunlaştırma örneği
olarak kabul etmek mümkündür.
1868 yılında Mecelle’nin tedviniyle başlayan ve günümüze kadar süren “Uyanış
Çağı”nda yapılan çalışmalar yukarıda ifade ettiğimiz konularla sınırlı değildir.
Batı medeniyeti karşısında ilk anda bir bocalama içine giren Đslâm medeniyeti ve bu
medeniyetin hukukunu oluşturan fıkıh, bu dönemde bir silkinme ve kendine gelme sürecini
yaşamaktadır. Bu manada Đslâm dünyasının pek çok yerinde araştırma kurumları,
üniversiteler vb. kurumlar bünyesinde Đslâm hukuku ile ilgili önemli çalışmalar yapılmakta
ve fıkıh esasları çerçevesinde sadece müntesiplerine değil bütün insanlığa çözüm getirecek
adımlar atılmaktadır.
4.4. ÖZET
Abbâsîlerin sonu ve Selçuklular dönemi, Đslam Hukuk Tarihinin dördüncü dönemini
oluşturmakta ve fıkhın duraklama dönemi olarak adlandırılmaktadır.
Dönemin karakteristik özelliği olan siyasî istikrarsızlık, sosyal istikrarsızlığı bu da
beraberinde hukukî istikrarsızlığı getirdiğinden Müslüman halk bir mezhebe bağlı kalmak
suretiyle kendisini bu kargaşa ortamında “muhafaza” etmek istemiştir. Ayrıca, ülkede
hukukî güven ve istikrarı sağlamak isteyen yöneticiler, bir mezhebin ön plana
çıkartılmasına ilk günden itibaren sıcak baktıklarından, bu dönemde kurumsal yapı olarak
mezhepler çok daha kökleşmiş ve bir mezhebe bağlı kalmak bir Müslüman için olmazsa
olmaz kabul edilmiştir. Bu durum bir taraftan uygulamada istikrarı getirirken diğer
taraftan da içtihat faaliyetinin körelmesine yol açmış ve taklit ruhu ve zihniyeti döneme
damgasını vurmuştur.
Đslam hukukunun gerileme dönemi olarak adlandırılan beşinci dönemde fıkıh, ilk
dönemlerdeki zengin ve hareketli görüntüsünden oldukça uzaktır.
1869 tarihinde Mecelle’nin tedvin edilmesiyle ile başlayıp günümüze kadar halen süren
dönem Đslam hukukunun uyanış çağıdır. Bu dönemin önde gelen mütefekkirlerindeki temel
düşünce; Đslâm medeniyetinin dirilişinin fıkha o eski günlerdeki önemini kazandırmaktan
geçtiği, bunun için de içtihat müessesesinin tekrar işler hale getirilmesi şeklindedir.
Dolayısıyla dönemin karakteristik özelliği “içtihat düşüncesinin yeniden
canlandırılması”dır.
19. yüzyıl Avrupa’da büyük ve etraflı kanunların yapıldığı “kanunlaştırma çağı”dır. Bu
yüzyılda esen kanunlaştırma rüzgârı Đslâm dünyasındaki en güçlü devlet olan Osmanlı
Devleti’ni de etkilemiştir. Bu dönemde bir taraftan batı hukukundan iktibaslarda
bulunarak diğer taraftan da fıkhın batı hukuku sistematiğinde kanun formatına getirilerek
özgün çalışmalar yapılmıştır. Bu meyanda yapılan başlıca çalışmalar arasında Mecelle-i
Ahkâm-ı Adliyye’yi, Arazi Kanunnâmesini ve Hukuk-ı Aile Kararnâmesini zikretmek
mümkündür.
19
4.5. DEĞERLENDĐRME SORULARI
1. “Đlm-u âdâbi’l-bahs ve ilmu’l-cedel” tarzında kitapların kaleme alınması hangi
dönemin karakteristik özelliğidir?
a) Birinci dönem
b) Đkinci dönem
c) Üçüncü dönem
d) Dördüncü dönem
e) Beşinci dönem
2. Aşağıdaki kanun çalışmalarından hangisi hazırlanmasında ağırlıklı olarak Batı
Hukukundan etkilenerek meydana getirilmemiştir?
a) 3 Mayıs 1840 tarihli Ceza Kanunu
b) 1851 tarihli Ceza Kanunu
c) 1858 tarihli Ceza Kanunu
d) 3 Şubat 1855 tarihli Men-i Đrtikâb Nizamnâmesi
e) Tarik-i Đlmiyeye Dair Ceza Kanunnâmesi
3. Đslam hukukunun duraklama çağı aşağı dönemlerden hangisini ifade etmektedir?
a) Birinci dönem
b) Đkinci dönem
c) Üçüncü dönem
d) Dördüncü dönem
e) Beşinci dönem
4. H.A.K hangi tarihte yürürlükten kaldırılmıştır?
a) 1915
b) 1919
c) 1920
d) 1923
e) 1926
5. Aşağıdaki âlimlerden hangisi Osmanlı fetva literatüründe önem arz eder?
a) Molla Güranî
b) Molla Hüsrev
c) Çatalcalı Ali Efendi
20
d) Đbn Abidin
e) Đbrahim el-Halebî
Cevap Anahtarı: 1) d, 2) e, 3) d, 4) b, 5) c
4.6. KAYNAKLAR
Bakkal, Ali, Đslam Fıkıh Mezhepleri, Đstanbul, 2007
Ekinci, Ekrem Buğra, Đslam Hukuku Tarihi, Đstanbul, 2006
El-Eşkar, Ömer Süleyman, Târîhü’l-fıkhi’l-Đslâmî, Kuveyt, 1982
El-Kattân, Mennâ’, Târîhü’t-teşrîi’l-Đslâmî, Riyad, 2002
Es-Sâyis, Muhammed Ali, Târîhü’l-fıkhi’l-Đslâmî, Dımeşk, 2002
Karaman, Hayrettin, Đslam Hukuk Tarihi, Đstanbul, 1989
Keskioğlu, Osman, Fıkıh Tarihi ve Đslam Hukuku, Ankara, 1990
Kılıç, Muhammed Tayyib, Đslam Hukukunda Kanunlaştırma Olgusu, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008
Şekerci, Osman, Fıkıh Mezheplerine Giriş, Đstanbul, 1999
İSLAM HUKUKU-I
Hafta 9
Nikâha Hazırlık ve Nikâh
Öncesi İlişkiler; Düğün ve
Nikâh Merasimi; Nikâh Akdinin
Tarifi, Mahiyeti, Meşrûiyeti ve
Hükmü
Yrd. Doç. Dr. Aydın TAŞ
ÜNİTE9
Nikâha Hazırlık ve Nikâh
Öncesi İlişkiler; Düğün ve
Nikâh Merasimi; Nikâh
Akdinin Tarifi, Mahiyeti,
Meşrûiyeti ve Hükmü
ĐÇĐNDEKĐLER
5.1. NĐKÂHA HAZIRLIK VE NĐKÂH ÖNCESĐ ĐLĐŞKĐLER: EŞ SEÇĐMĐ,
GÖRÜŞME VE HITBE (NĐŞAN)
5.1.1. Eş Seçimi
5.1.2. Görüşme
5.1.3. Hıtbe
5.1.3.1. Hıtbenin Tarifi
5.1.3.2. Nişanlanma Engelleri
5.1.3.3. Nişanda Dinî Nikâh Kıyılması
5.1.3.4. Nişan Eğlencesi
5.1.3.5. Nişanlanmanın Hukukî Sonuçları
5.1.3.6. Nişanın Bozulmasının Hukukî Sonuçları
5.2. DÜĞÜN VE NĐKÂH MERASĐMĐ
5.2.1. Düğün Merasimi
5.2.1.1. Düğün Eğlencesi
5.2.1.2. Velîme (Düğün Yemeği)
5.2.2. Nikâh Merasimi
2
5.2.2.1. Nikâh Akdinin Yapılış Şekli
5.2.2.2. Nikâhın Kaydedilmesi
5.2.2.3. Resmî Nikâhla Yetinmek
5.2.2.4. Dinî Nikâhla Yetinmek
5.2.2.5. Nikâh Tazelemek
5.3. NĐKÂH AKDĐNĐN TARĐFĐ, MAHĐYETĐ, MEŞRÛĐYETĐ VE HÜKMÜ
5.3.1. Nikâhın Tarifi
5.3.2. Nikâhın Mahiyeti
5.3.3. Nikâhın Meşrûiyeti
5.3.4. Nikâhın Hükmü
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
Hıtbe ve nikah’ı tanımlayabilecek,
Nişanlanma engellerini sayabilecek,
Hıtbe ve nikâh arasındaki farkı gösterebilecek,
Nişan ve düğün eğlencesinin meşru sınırlarını ifade edebilecek,
Nişanın bozulmasının hukukî sonuçlarını açıklayabilecek,
Sadece resmî veya dinî nikâhla yetinmek hakkında bilgi verebilecek,
Toplum ve kişiler açısından nikâhın hükmünü sıralayabileceksiniz.
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• Kütüphane ve internetten yararlanarak ünitede geçen konular hakkında
araştırma yapınız.
• Ünitenin sonunda verilen kaynaklar listesinden de yararlanarak ünitede ele
alınan konularla ilgili daha geniş okumalar yapınız.
• Ünitede geçen kelime ve kavramlar için Mehmet Erdoğan'ın Fıkıh ve Hukuk
Terimleri Sözlüğü’ne, Türkiye Diyanet Đşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan
Dini Kavramlar Sözlüğü’ne, Türkiye Diyanet Vakfı Đslâm Ansiklopedisi'nin ve
Şamil Đslam Ansiklopedisi’nin ilgili maddelerine başvurunuz.
3
Nikâha Hazırlık ve Nikâh
Öncesi İlişkiler; Düğün ve
Nikâh Merasimi; Nikâh
Akdinin Tarifi, Mahiyeti,
Meşrûiyeti ve Hükmü
GĐRĐŞ
Fıkıh (Đslam hukuku) disiplini, konuları itibariyle genel olarak, “Đbâdât (ibadetler)”,
“Muâmelât (hukukî işlemler)” ve “Ukûbât” (cezalar) olmak üzere üçlü bir ayrıma tabi
tutulmuştur. Đbâdât kısmında kul ile Allah arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümler yer
alır. Bunlar temizlik (tahâret), namaz, zekât, oruç, hac, kurban gibi ibadetlerle ilgili
hükümlerdir. Muâmelât kısmında, suç ve cezaya ilişkin düzenlemelerin dışındaki,
kişilerin birbirleriyle ve devletle olan ilişkilerini düzenleyen hükümler işlenir. Ukûbât
kısmında ise, suç ve cezalandırma ile ilgili hükümler ele alınır.
Aile hukuku, klasik dönem fıkıh kitaplarında muâmelât konuları arasında ve her biri,
“Kitâbu’n-Nikâh”, “Kitâbu’t-Talâk” gibi ayrı başlık altında ele alınmıştır. “Nikâh ve talâk”
kelimelerinin yerine “münâkehât ve mufârakât” kelimeleri de kullanılır.
Avrupa'da başlayan kanunlaştırma hareketlerinin Đslâm dünyasında da kabul
görmesiyle birlikte, aile hukuku kapsamına giren konulardaki Đslâm hukuku hükümleri
“el-ahvâlu'ş-şahsiyye” terimiyle ifade edilmeye başlamıştır.
Aile hukuku, pozitif hukukta özel hukuk içerisinde ve medenî hukukun alt
başlıklarından birisi olarak incelenmektedir.
"el-Ahvâlu'ş-Şahsiyye" kapsamında yer alan hükümlerin nikâh ve talâk konularına ait
olan kısmı, Osmanlı Devleti tarafından "Hukûk-ı Aile Kararnâmesi" adıyla 25 Ekim
1917’de yürürlüğe konulmuştur. Genel olarak Hanefî Mezhebini esas alan kararname,
kanunlaştırma sahasında bir ilk olmak üzere, gerekli gördüğü yerlerde diğer
mezheplerden ve içtihatlardan istifade etmekte bir mahzur görmemiştir. Osmanlı
coğrafyasında tatbik edilmeye başlamasının üzerinden yaklaşık bir buçuk yıl geçtikten
sonra 19 Haziran 1919 tarihinde yayınlanan geçici bir kanunla, kararname yürürlükten
kaldırılmış ve ardından Osmanlı Devleti'nin dağılmasıyla bu coğrafyanın kopan her bir
parçası farklı tecrübeler yaşamıştır.
4
Bu tarihten sonra, özgürlüğüne kavuşan diğer Đslam ülkelerinde de benzer
kanunlaştırma çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Aile hukuku alanındaki bu kanunların büyük
çoğunluğu Đslam fıkhını esas almıştır.
Biz, bu ve takip eden üç ünitede Đslam aile hukukunu ana hatlarıyla ele almaya
çalışacağız.
5.1. NĐKÂHA HAZIRLIK VE NĐKÂH ÖNCESĐ ĐLĐŞKĐLER: EŞ
SEÇĐMĐ, GÖRÜŞME VE HITBE (NĐŞAN)
Kur’an-ı Kerim, nikâh (evlenme/evlilik) akdi için “ağır sorumluluklar içeren bir
sözleşme” (mîsâk-ı ğalîz) ifadesini kullanmıştır (en-Nisâ’ 4/21). Bu sorumluluk yükleyen
önemli yükün altına girmeden tarafların iyi düşünmesi, ömür boyu sürecek beraberliğin
mutlu, huzurlu bir şekilde geçmesi ve gereken tedbirleri alması için nikâh akdinden önce
görüşmek ve nişanlanmak Müslümanlar arasında adet haline gelmiştir.
5.1.1. Eş Seçimi
Evlilikte eşler arasındaki uyumun, kurulacak yuvanın mutluluğu üzerinde etkili olacağı
açıktır. Đslâm evliliğin uzun ömürlü olması için eş seçiminde gerekli titizliğin
gösterilmesini istemiştir.
Peygamber Efendimiz (sav)’in, eş seçimiyle ilgili tavsiyelerine göre evlenilecek
kadında bulunması müstehap olan nitelikler şunlardır: 1) Dindarlık, 2) Zenginlik, 3)
Soyluluk, 4) Güzellik, 5) Doğurganlık, 6) Bakire olmak. Bu bir tavsiyedir. Yoksa Đslâm dul
kadınla evlenmeyi yasaklamamıştır. Hz. Peygamber (sav), Hz. Aişe (r.anhâ) dışındaki
bütün eşlerini dul olarak nikâhlamıştır.
Bu sözü edilen hususlar, özellikle de dindarlık ve ahlaklılık aynı zamanda erkekler için
de geçerlidir. Nitekim Hz. Peygamber (sav) “Dininden ve ahlâkından memnun olduğunuz
biri (erkek) evlenme talebiyle size gelirse onu evlendirin. Aksi takdirde yeryüzünde fitne ve
büyük fesat olur” buyurmuştur.
Bu sayılanlar yanında beden ve ruh sağlığı, karakter uyuşması gibi hususlar da
huzurlu bir yuva kurulurken dikkate alınmalı, bu konularda ne kadar fedakârlık
yapılabileceği ve nereye kadar tahammül edilebileceği iyi hesaplanmalıdır. Çoğu kere karşı
tarafı değiştirebileceği varsayımı ile önemsenmeyen bazı ayrıntılar -bilhassa karşı taraf da
aynı beklenti içinde ise- ileride mutsuzluk sebebi olabilmektedir. Alkol veya uyuşturucu
bağımlılığı, sigara alışkanlığı, kumar düşkünlüğü, geç vakitlere kadar kahve vb. yerlerde
vakit geçirme âdeti, hatta ağız veya vücut kokusu, örf ve âdet farklılıkları evlilikleri tehdit
eden hususlar olarak görülmektedir.
Akraba Evliliği
Đslam âlimleri, akraba evliliğini tavsiye etmemişlerdir. Onların bu tavsiyelerinde şu
iki hususun etkili olduğu anlaşılmaktadır:
a) Akraba evliliğinin doğacak çocukların sakat olmasına neden olacağı endişesi
5
Günümüzde ailede görülebilen kimi kalıtım hastalıklarının çocuklarda daha güçlü
olarak ortaya çıkacağı konusu tartışmalıdır. Nelerin kalıtım yoluyla geçeceği ve böyle bir
tehlikenin olup olmadığı günümüzde önceden incelenebilir. Diğer yandan yabancılar
arasındaki evliliklerde de belli oranda sakat doğumlar olabilmektedir.
b) Geçimsizlik ve boşanma durumunun hısımlar arasında sıla-ı rahmin kesilmesine ve
uzun yıllar bitmeyen fitnelerin doğmasına yol açabilmesi
Yaşanan tecrübeler bu ihtimalin yüksek olduğunu ve dikkate alınmasının makul
olacağını göstermektedir.
Tecrübeye dayalı bu gibi sakıncaları dikkate alan Şâfiî mezhebi yakın hısımlarla
evliliğin (tenzihen) mekruh olduğunu söylemiştir.
5.1.2. Görüşme
Ömür boyu beraberlik hedefiyle evlenecek kişilerin birbirlerini görmeden, tanımadan
evlenmeleri, evlenmenin esas maksatlarını gerçekleştiremez.
Evlilik ilişkisini daha sağlam bir zemine oturtmak için evlenecek kişilerin birbirlerini
görmeleri, hatta bir dereceye kadar görüşmeleri önemlidir. Đslam bunu teşvik etmiştir.
Hz. Peygamber (sav) bir kadınla evlenmek isteyen Muğîre b. Şu’be (ra)’a onu görüp
görmediğini sormuş, görmediğini öğrenince, “Git onu gör. Çünkü bu ileride mutlu
olabilmeniz, birbirinize ısınabilmeniz için en iyisidir” buyurmuştur. Başka bir hadislerinde
de daha belirgin bir şekilde “Bir kadınla evlenmek istediğiniz zaman onun kadınsı
niteliklerine bakabilirseniz bakın” ifadesini kullanmıştır. Evlenme niyeti taşımayan karşı
cinslerin birbirlerinin mahrem yerlerine bakmaları naslar ile haram kılınmışken (en-Nûr
24/30-31), samimi evlenme niyeti bulunanlar için belli sınırlamalarla buna izin verilmiştir.
Bu görme olayı karşı tarafa bilgi verilerek veya ondan habersiz de olabilir.
Hadis-i şeriflerde muhatabın erkekler olması, görmenin sadece erkeklere tanınan
bir hak olduğu şeklinde algılanmamalıdır. Evlilik karşılıklı rızaya dayalı bir akit
olduğuna göre kadının da kime razı olduğunu bilmesi tabiidir. Dolayısıyla kadının da
evleneceği erkeğe bakması, onu görmek istemesi aynı kapsamda değerlendirilmelidir.
Hatta onların boşama hakları daha sınırlı olduğu için evleneceği erkeğe bakmaları daha da
önemlidir.
Diğer taraftan sadece bakmakla yetinmeyip makul bir şekilde karşılıklı
konuşmaları da mümkündür. Çünkü Yüce Allah kocası ölen dul bir kadınla ilgili olarak
şöyle buyurmaktadır: “ َ
َم ُ أ
ِس ُكْم َ علِ
فُ
نْ
َ
ْم ِ في أ
تُ
ْكَننْ
َ
َوْ أ
َس ِاء أ
ِه ِ م ِ نْ خ ْطَب ِة الن
ِ
ْم ب
ن ُك َو ْم َ% َ جُن َ اح َ علَ ُيْكْم ِ ف َيم َ ا ع رضْتُ
َو ِ اعُد وھُن
ِك َنْ % تُ
ُك َ رُون ھُن َ ولَ
ْ
َسَتذ
ٌ
ا
ًوْ % َ معْرُوفً
َ وا ق
ُ
َنْ تقُول
َ
% أ
ِ
إ اًرّ سِ / (Đddet bekleyen) kadınlara üstü kapalı
bir şekilde evlenme teklif etmenizde (niyetinizi hissettirmenizde) veya onu içinizde gizli
tutmanızda size bir günah yoktur. Allah sizin onları anacağınızı bilir. Sakın -meşru sözler
dışında- onlarla gizlice sözleşmeyin” (el-Bakara 2/235).
Evlenmek isteyenlerin sadece birbirlerini görmekle yetinmeyip uygun ortamda
yanlarında bir üçüncü şahıs bulunmak kaydıyla konuşmalarında, ilerideki hayatları ve
düşünce dünyaları konusunda birbirlerini bilgilendirmelerinde, ondan sonra evlilik kararı
6
almalarında çok büyük faydalar vardır. Yalnız bütün bunları yaparken onlar henüz
aralarında nikâh bağı olmayan iki kişi olduklarını unutmamalıdırlar.
Evlenme Düşüncesiyle Kadına Bakmanın Ölçüsü ve Sınırı
Çoğunluk müçtehitlere göre, erkek evlenmek istediği kadının yalnız yüz ve ellerine
bakabilir. Çünkü yüz ve ellerin görülmesi kadının güzelliğini ve bedeninin arzu edilene
uygun olup olmadığını anlamak için yeterlidir. Ebû Hanîfe topuktan aşağı ayakları da
görülebilecek yerler kapsamında saymıştır.
Hanbelîlere göre, evlenilmek istenen kadının günlük işleri yaparken açık kalabilen
yerlerine bakmak caizdir. Bunlar altı tane uzuv olup şunlardır: Yüz, boyun, baş, el, ayak ve
bacaktan (topuk diz kapağı arası) ibarettir. Çünkü bir kadının fizik yönünün bilinmesi için
belirtilen bu yerlerin görülmesine ihtiyaç vardır.
el-Evzâî (v. 157/774) "bedenin etli kısımlarına bakar" derken, Dâvud ez-Zâhirî (v.
270/883) evlenilmek istenilen kadına bakmayı emreden hadisinin zahir anlamını dikkate
alarak "vücudunun tamamına bakmak caizdir" demiştir.
Şâfiîlere göre, bakmanın, kızın ve ailesinin haberi olmaksızın yapılması gerekir.
Aksi durumda, kız tercih edilmezse ailesi incinmiş olur.
Mâlikîlere göre ise, erkeğin bakışından kızın ve ailesinin haberli olması gerekir.
Çünkü kızın, kendisine bakıldığından haberli olmaması mekruhtur.
5.1.3. Hıtbe (Nişan)
Evlenmeyi diğer akitlerden ayıran özelliklerden bir tanesi bu akitten önce bir hazırlık
döneminin geçirilmesidir. Bütün toplumlarda taraflar nikâhın kıyılmasından önce
birbirleriyle bir evlenme arzusu ortaya koymakta, bilâhare kısa veya uzun süren bir hazırlık
dönemi geçirmekte ve ardından da evlenip bir araya gelmektedir. Toplumumuzda bu
hazırlık dönemi söz kesme ile başlamakta, bunu nişanlanma izlemekte, evlilik daha sonra
gelmektedir. Taraflar bu süreç içinde birbirlerini daha iyi tanımakta, karşılıklı hediyeler
alınıp verilmektedir.
Esasen toplumların evlilik telakkilerine ve bu yöndeki örf ve âdetlerine göre değişiklik
gösteren nişanlanma uygulaması, evlilik anlayışının farklı olduğu ilk dönem Arap-Đslâm
toplumlarında pek yaygın değildir. Bununla birlikte sosyal bir vâkıa olan bu dönem
özellikle Batı'daki uygulamaların da etkisiyle çağdaş Đslâm hukukçuları tarafından da
dikkate alınmış ve bu döneme ilişkin bazı esaslar belirlenmiştir.
5.1.3.1. Hıtbenin Tarifi
Kur’an’da yer alan “hıtbe” ifadesi (el-Bakara 2/235), Hz. Peygamber'in hadislerinde
de evlilik teklifi anlamında geçmektedir. Đslam hukukçuları bu kelimeyi “nişanlanma”
olarak kavramlaştırmışlardır.
Hıtbe; bir kadına veya ailesine evlenme isteğini bildirmektir. Bu bildirme doğrudan
doğruya evlenecek erkek tarafından yapılabileceği gibi, bu kişinin ailesi veya "dünürcü"
7
denilen üçüncü bir kişi tarafından da yapılabilir. Kızın veya ailesinin olumlu cevap vermesi
durumunda "nişanlanma" meydana gelmiş olur.
Ülkemiz örfünde isteme genellikle erkek tarafınca olur. Halbuki kız tarafının hatta
doğrudan kadının da erkeğe evlenme teklif ettiğini bildiren âyet ve hadisler vardır.
Nitekim Şuayb (as), Hz. Musa'ya sekiz yıl kendi işinde çalışmak şartıyla iki kızından birisi
ile onu evlendirebileceğini bildirmiştir (bkz. el-Kasas 28/25 vd.). Diğer yandan Hz. Ömer
(ra) kızı Hafsa'yı önce Hz. Osman'a, sonra Hz. Ebû Bekr'e teklif etmiş, onların susması
üzerine de aynı teklifi Allah'ın elçisine yapmıştır. Hz. Peygamber (sav) Hafsa (r.anhâ) ile
evlenmiştir.
Hıtbe, iki tarafın evlenme vadinden ibarettir. Evlenme niyetini açıklayan erkeğe
"hâtıb", bunu olumlu karşılayan kadına "mahtûbe" denilir.
Nişanlanma normal olarak tarafların evlenme vadiyle başlar ve evlenme akdinin
yapılışına kadar devam eder. Nişanlanma ile başlayıp evlilik veya diğer sebeplerle
nişanlılığın sona ermesine kadar geçen süreç, hukuk literatüründe “nişanlılık” olarak
isimlendirilir.
Nişanlanma, tarafların, birbirlerine evlenme sözü verdiklerini etrafa duyurmaları ve bu
arada birbirlerini daha yakından tanıyabilmeleri için çoğu kez ihtiyaç duyulan bir törendir.
Ancak dinimize göre mutlaka yapılması gerekli değildir.
5.1.3.2. Nişanlanma Engelleri
Nişan, evliliğe götüren bir yol olduğu için nişanlanacak erkek ile kadın arasında, ileride
açıklanacak olan evlenme engellerinden birinin bulunmaması gerekir. Bu yüzden
aralarında sürekli evlenme engeli bulunan kız kardeş, hala, teyze gibi kan hısımlarıyla,
sütkardeşiyle veya geçici evlenme engeli bulunan baldız, evli kadın gibi kimselerle
nişanlanmak caiz değildir. Geçici evlenme engellerinden biri de kadının boşanma veya
ölümden dolayı iddet beklemekte oluşudur. Şimdi iddet bekleyen kadına evlenmek teklifi
yapmakla ilgili görüşleri görelim.
5.1.3.2.1. Đddet Bekleyen Kadına Evlenme Teklifi Yapmak
Đddet bekleyen kadına evlilik teklifi, açık veya üstü kapalı olabilir.
5.1.3.2.1.1. Đddet Bekleyen Kadına Açık Evlenme Teklifi Yapmak
Kocasının ölümünden dolayı iddet bekleyen bir kadına açıkça evlenme teklifinde
bulunmanın caiz olmadığı konusunda müçtehitler arasında görüş birliği vardır.
Ric’î (dönülebilir) talakla boşanmış olan bir kadına iddet süresi içinde açık evlenme
teklifinin caiz olmadığı konusunda görüş birliği vardır. Çünkü bu durumda kocanın,
kadının iddeti bitmeden yeni bir nikâha ihtiyaç olmadan tek taraflı irade beyanı ile evliliği
sürdürme hakkı vardır. Bu sırada yapılabilecek evlenme teklifi onun bu hakkına saldırı
sayılır.
8
Şafiilere göre kocası irtidat ettiği için iddet bekleyen kadın da ric’î talak sebebiyle
iddet bekleyen kadın gibidir. Zira irtidat eden erkeğin tekrar müslüman olması halinde
karısına dönme imkanı vardır.
Bâin (dönülemez, kesin) talakla boşanmış olan bir kadına iddet süresi içinde açık
evlenme teklifinde bulunmak ise, âlimlerin çoğuna göre caiz değildir. Çünkü iddetin
bitimine kadar eski karısına karşı, bazı görevlerle yükümlü olan kocanın incitilmesi ve
aralarında anlaşmazlığın çıkması söz konusu olur.
Bâin talâkta koca, tek taraflı irade beyanı ile eski nikâhı devam ettiremez. Ancak
taraflar, iddet içinde veya daha sonra karşılıklı rıza ile ve yeni bir akitle evliliklerini
sürdürebilirler. Yapılacak yeni nikâh akdinde mehir de gerekir.
5.1.3.2.1.2. Đddet Bekleyen Kadına Üstü Kapalı Evlenme Teklifi Yapmak
Kocasının ölümünden dolayı iddet bekleyen kadına, üstü kapalı evlenme teklifi
ِه ِ م ِ نْ خ ْطَب ِة ” :yapılabileceği şu ayette belirtilmektedir
ِ
ْم ب
َو ْم ِ في َ% َ جُن َ اح َ علَ ُيْكْم ِ ف َيم َ ا ع رضْتُ
تُ
ْكَننْ
َ
َوْ أ
َس ِاء أ
الن
ًوْ % َ م
َ وا ق
ُ
َنْ تقُول
َ
% أ
ِ
َو ِ اعُد وھُن ِ س ّرًا إ
ِك َنْ % تُ
ُك َ رُون ھُن َ ولَ
ْ
ن ُكْم َ سَتذ
َ
َم ُ أ
ِس ُكْم َ عِل
فُ
نْ
أ َغ َ
ُ
َى يبْل
َ حت
ِ
َدَة الن َكاح
ِمُوا عُقْ
َ ا وَ% َ تعْز
عْرُوفً
َجلَهُ
َ
ِكَتابُ أ
ْ
ال / (Đddet bekleyen) kadınlara üstü kapalı bir şekilde evlenme teklif etmenizde
(niyetinizi hissettirmenizde) veya onu içinizde gizli tutmanızda size bir günah yoktur. Allah
sizin onları anacağınızı bilir. Sakın -meşru sözler dışında- onlarla gizlice sözleşmeyin.
Đddet sona erinceye kadar da nikâh akdine kalkışmayın” (el-Bakara 2/235). Üstü kapalı
veya dolaylı yoldan evlenme teklifi, açıkça söylenmeyen ve sözün gelişinden anlaşılan bir
tekliftir. “Çok güzelsin”, “Senin gibi kadını kim bulabilir?”, “Allah’tan senin gibi saliha bir
kadını bana nasip etmesini dilerim” gibi sözler, üstü kapalı evlenme teklifi niteliğindedir.
Ayetten açıkça anlaşıldığı üzere kocasının ölümü yüzünden iddet beklemekte olan
kadına, bu süre içinde üstü kapalı evlenme teklifi yapılabileceği konusunda müçtehitler
arasında görüş birliği vardır. Bu duruma fıkıhta “ta'rîz-i nikâh” denilmektedir. Kocanın
ölümü nedeniyle karı-kocalık ilişkisi sona ermiş olduğundan artık üstü kapalı evlenme
teklifi, eski kocanın hakkına saldırı sayılmaz.
Ric’î (dönülebilir) talakla boşanmış olan bir kadına iddet süresi içinde üstü kapalı
teklifinin caiz olmadığı konusunda görüş birliği vardır. Nedenini bir üst başlıkta belirttik.
Bâin (dönülemez, kesin) talakta boşanmış olan bir kadına iddet süresinde üstü
kapalı evlenme teklifinin caiz olup-olmadığı konusunda ihtilaf edilmiştir: Çoğunluk
müçtehitlere göre, bâin talakla boşanmış olan bir kadına iddet süresi içinde üstü kapalı
evlenme teklifi yapılması caizdir. Az önce belirttiğimiz Bakara Sûresi 235. âyeti, vefat
sebebiyle iddet bekleyen kadınlarla alakalı olmakla birlikte ayetteki hüküm umumî
olduğundan buna benzeyen durumlarda da üstü kapalı evlenme teklifinde bulunmak
caizdir. Bâin talak sebebiyle iddet beklemek de buna benzemektedir. Ayrıca bâin talak,
ister birinci ve ikinci boşama (beynûnet-i sugrâ), isterse üçüncü boşama (beynûnet-i
kübrâ) tarzında olsun her iki çeşidiyle de karı-koca ilişkisini sona erdirdiğinden boşayan
kocanın hakkına tecavüz söz konusu değildir. Nitekim üç talak sonrası iddet beklemekte
olan Fâtıma binti Kays (r. anhâ)’ya üç kişi evlenme teklifinde bulunmuş ve Hz. Peygamber
(sav)’in tavsiyesi üzerine Üsâme b. Zeyd (ra) ile evlenmiştir. Ancak Hanbelîlere göre
9
kadın, beynûnet-i sugrâ tarzında boşanmışsa üstü kapalı kendisine evlenme teklifinde
bulunmak caiz değildir. Çünkü iki taraf isterse iddet içinde veya daha sonra yeni bir nikâh
ile evliliklerine devam edebilirler.
Bakara Sûresi 235. âyetin vefat sebebiyle iddet bekleyen kadınlarla ilgili olduğunu
söyleyen Hanefîlere göre ise, beynûnet-i sugrâ sebebiyle iddet bekleyen kadına üstü
kapalı evlenme teklifinde bulunmak caiz değildir. Çünkü bu şekilde boşayan erkeğin,
kadının razı olması halinde iddet içinde veya sonunda, yeni bir evlilik akdi ile bu kadınla
yeniden evlenme hakkı vardır. Araya başka bir erkeğin girmesi onun bu hakkına saldırı
sayılır. Hanefîlere göre beynûnet-i kübrâ halinde de üstü kapalı evlenme teklifinde
bulunmak caiz değildir. Çünkü burada her ne kadar artık hülleden yani kadının başka bir
erkekle evlenip ilişkide bulunması, akabinde de evlendiği erkeğin ölmesi veya
boşamasından önce eski koca bu kadınla evlenemezse de, başka bir erkeğin erken evlenme
teklifi halinde, kadının iddet konusunda yalana sapması veya ona bu süre içinde talip olan
erkeğin "karı-koca arasını bozan kişi" durumuna düşmesi muhtemeldir. Ayrıca iddet
süresince kadının nafakasıyla yükümlü bulunan, kadını boşayan erkek, izzeti nefis meselesi
yaparak kavga çıkarabilir.
Bazı Şâfiî ve Hanbelî âlim de, eşlerin anlaşarak yeni bir nikâh yapmalarının mümkün
olması nedeniyle, bâin talakta boşanmış olan bir kadına iddet süresinde üstü kapalı
evlenme teklifini caiz görmemiştir.
5.1.3.2.2. Đddet Bekleyen Kadınla Nişanlanmak ve Evlenmek
Đddet bekleyen bir kadınla nişanlanmanın ve evlenmenin caiz olmadığı konusunda
müçtehitler görüş birliği etmişler, bu şekilde nişanlanıp evlenmenin hukukî sonucu
hakkında ise ihtilaf etmişlerdir. Mezheplerin görüşü şöyledir:
Hanefî ve Şâfiîlere göre nikâh akdi feshedilir. Ancak tarafların iddet bitiminde
yeniden evlenmeleri caizdir. Çünkü Kur'an, sünnet ve icmada iddetten sonraki evliliği
yasaklayan bir delil yoktur.
Mâlikî ve Hanbelîler ise Hz. Ömer’in uygulamasına dayanarak bu kişilerin
nikâhlarının feshedileceğini ve artık ebedî olarak birbirleriyle evlenemeyeceklerini
söylemişlerdir. Çünkü bu kimse helal olmayan bir şeyi kendisine helal kılmış olup, bu
durum katilin, öldürdüğü hısımının mirasından mahrum kalmasına benzer.
5.1.3.2.3. Evlenme Teklif Edilmiş veya Nişanlanmış Kadına Evlenme Teklifinde
Bulunmak ve Evlenmek
Evlenme teklif edilmiş veya nişanlanmış kadına evlenme teklifinde bulunmak caiz
görülmemiştir. Çünkü Hz. Peygamber (sav), “Đçinizden hiç kimse din kardeşinin evlenme
teklifinde bulunduğu kadına, ilk teklifte bulunan vazgeçmedikçe veya kendisine izin
verilmedikçe evlenme teklifinde bulunmasın” buyurmuştur.
Đlk teklif sahibi vazgeçmişse veya ikincisine izin vermişse veya teklif kadın
tarafından reddedilmişse yeni bir teklifin yapılması caizdir.
10
Teklif kadın tarafından kabul edilmişse, başkasının yeni bir teklif yapması hiçbir
şekilde caiz olmaz.
Kadın teklife olumlu veya olumsuz henüz bir cevap verilmemişse; sahabeden
Abdullah b. Ömer, Ukbe b. Âmir (r.anhumâ) ve bazı âlimlere göre, bu durumda da yeni
bir teklifin yapılması caiz değildir. Hanefîlere göre mekruhtur. Şâfiîlere göre ise caizdir.
Nitekim kocası tarafından üç talakla boşanan Fâtıma binti Kays (r. anhâ), iddetini
tamamladıktan sonra Allah’ın elçisine gelerek Muâviye, Ebû Cehm ve Üsâme b. Zeyd’in
(r.anhum) kendisini istediklerini bu konuda istişare yapma ihtiyacı duyduğunu söyleyince
Hz. Peygamber (sav) kendisine “Ebû Cehm sopasını omuzundan indirmez (kadınları çok
döven bir adamdır). Muâviye malî durumu iyi olmayan bir kimsedir. Sen Usâme b. Zeyd ile
evlen” demişti. Bu hadis-i şerif bir kadının evlenme kararı vermeden önce birden fazla kişi
tarafından istenmesinin caiz olduğunu göstermektedir. Ancak Fâtıma bint Kays (r. anhâ)’ı
isteyen sahabîlerin birbirinden habersiz olmaları muhtemeldir. Onun için hadisten, kadını
isteyen kişinin başkalarının da o kadına talip olduğunu bilmemesi durumunda istemesinin
caiz olduğu sonucu çıkarılabilir. Bu da ilk görüşün tercihe şayan olduğunu göstermektedir.
Bazı âlimlere göre ise yeni bir teklif, ancak karşı tarafın kabulü konusunda olumlu ya
da olumsuz hiçbir işaretin bulunmaması durumunda caiz olur.
Yapılan teklif hususunda kadının tereddüdü varsa, Hanefî ve Mâlikîlere göre
ikinci bir teklif caiz değildir. Çünkü evlilik teklifi üzerine yapılan teklifle ilgili hadis-i
şerif, bu durumu da içine almaktadır. Kadının tereddüt etmesi onun teklifi reddetmesi
anlamına gelmemektedir. Bu esnada kadının kendisine evlenme teklifinde bulunan kişi ile
ilgili istişare ve araştırma yaparak onun teklifini kabul etme ihtimali vardır. Đkinci şahıs
ortaya çıktığı takdirde bunda kesinti meydana gelir. Kadının ilk talip olana rağbeti
azalabilir. Bu ise haddi aşmaktır. Allah haddi aşanları sevmez. Ayrıca bu durum nişan
üstüne nişan niteliğinde kabul edilir. Diğer mezheplere göre ise bu durumda kadına
evlenme teklifinde bulunmak caizdir.
Teklife henüz bir cevap verilmemiş olmakla birlikte, kadının teklifi kabul etmeye
meyyal olduğu anlaşılıyorsa Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre yeni bir teklifte
bulunmak caiz değildir. Şâfiîlere göre böyle bir teklifte bulunmak caizdir.
Başkasının evlenme teklifinde bulunduğu kadına talip olmak caiz olmamakla
beraber evlenme teklifi yapıldığı takdirde bu durum Hanefî, Şâfiî, Hanbelî ve
Mâlikîlerin bir görüşüne göre bilahare yapılacak nikâhın hukukî yönden sıhhatine bir
engel teşkil etmez. Akit, her yönüyle sahih olmuş olur. Hâkim, akdin feshine karar
veremez. Sadece yasaklanan bir şey yapıldığından büyük bir günah işlenmiş olur. Günah
işlenmiş olması, akdin sıhhatine tesir etmez. Bunun için Allah’tan af dilenmesi gerekir.
Dolayısıyla böyle bir evlilik hukuken muteberdir. Mâlikîlerin diğer görüşüne göre
hâkim, zifaftan (gerdeğe girmeden) önce böyle bir olaya vakıf olursa evlilik akdini
fesheder. Zâhirîlere ve Mâlikîlerin bir üçüncü görüşüne göre ise zifaf meydana gelsin
veya gelmesin akit feshedilir. Çünkü Hz. Peygamber (sav) evlilik teklifinde bulunulan bir
11
kadına bir başkası tarafından evlilik teklifinde bulunmayı yasaklamıştır. Yapılan bu nehiy
akdin fasit olmasını, dolayısıyla feshedilmesini gerektirir.
5.1.3.3. Nişanda Dinî Nikâh Kıyılması
Nişanlanma esnasında veya ondan hemen sonra "dini nikâh" kıyılması, ülkemizde sıkça
rastlanılan bir uygulamadır. Bu uygulama, nişanlı bayan ve erkeğin evlilik hazırlıkları ve
ziyaretleşmeler esnasında günaha girmeden daha rahat görüşmelerini sağlamak için
yapılmakta ve gençlerin cinsel bakımdan daha serbest davranmalarına yol açmaktadır.
Bir mahzurdan kurtulmak için yapılan bu muamele, birçok sakıncaya ve telafisi çok
güç zararlara sebep olduğundan doğru bir uygulama değildir. Çünkü:
a) Đslam hukukuna göre nişanlılara özel, sadece onların günaha girmeden daha serbest
görüşmelerini temine yönelik bir nikâh akdi yoktur. Tek bir nikah vardır o da çiftleri dinî
açıdan evli konumuna getirir. Nikâh akdini yapanların, nişanlı olmaları ve kendilerince
özel niyetleri bu durumu asla değiştirmez.
b) Đslam hukukuna göre nişanlılık, sadece evlenme vadinden ibarettir ve taraflara
evlenme mecburiyeti getirmemektedir. Onun için her an bozulma ihtimaline açıktır.
Nişanın bozulması özellikle bayanın daha fazla zarar görmesine ve acı çekmesine yol
açmaktadır. Çünkü nikâhlı olarak nişanlılar arasında “halvet” yani üçüncü bir şahsın
muttali olamayacağından emin olunan bir yerde baş başa kalma gerçekleşince, zifaf
(gerdeğe girme) olmasa bile nişan bozulunca kadın mehrin tamamına hak kazanmaktadır.
Ancak çoğu zaman erkek mehri vermediği gibi kimi zaman boşamaya da yanaşmayarak
aylarca, bazen yıllarca kız tarafını peşinden koşturmakta ve bir çeşit onlardan öç
almaktadır.
Ayrıca dinî nikâhlı nişanlıların yanlarında üçüncü kişi olmadan serbestçe gezmeleri ve
yalnız olarak baş başa kalmaları, nişanın adeta evlilik gibi algılanmasına neden olmaktadır.
Bunun bir yansıması olarak, nişan atmış kişilerin özellikle de bayanların yeni bir evlilik
teşebbüsleri zorlaşmakta, bu kişiler "dul" gibi algılanmaktadırlar.
c) Nişanda kıyılan nikâhın kanunî bir yaptırım gücü bulunmadığından, nişanın
bozulması durumunda bu nikâh hiç vuku bulmamış gibi hareket edilebilmekte;
mesela erkeğin rızası olmaksızın kız nişanı atarak başkasıyla evlenebilmektedir. Böylece
sahih olmayan evlilikler meydana gelmektedir.
d) Nikâh akdi, henüz fiilen evlenmemiş olan nişanlıları yarı bekâr ve yarı evli bir
ortama itilmektedir. Bu durum çoğu zaman yarar yerine zarar getirmektedir. Erkek
duygularına yenilerek aceleci olabilir ve bundan da en büyük zararı kadın görür. Nişanın
bozulması ya da bir gebelik durumunun ortaya çıkması özellikle kadını sarsan bir sonuç
olur. Bu durumda kadının şerefi ve saygınlığı lekelenmiş bulunur. Erkeğin isteklerine bir
sınır getirmek isteyen bayanın davranışları yanlış anlaşılmakta ve nişan bozulabilmektedir.
Bütün bu mahzurlar dikkate alınarak, nişanlılık sürecinin bizzat evlilik olmadığı ve
olmaması gerektiği, bilakis tarafların birbirlerini tanıyarak ömür boyu beraber yürüyüp
yürüyemeyeceklerine karar verecekleri bir "deneme süreci" olduğu hatırdan
12
çıkarılmamalıdır. Bu sebeple nişan ve dinî nikâh birbirinden bağımsız düşünülmeli ve dinî
nikâh düğün merasimine kadar ertelenip resmî nikâhtan sonra yapılmalıdır.
Nişanlılık süresince mahremiyet ölçülerine hassas bir şekilde riayet edilerek "halvet"
halinde kalınmamalıdır.
Her şeye rağmen nişanlılık süresi içinde dinî nikâh kıyılacaksa, önce resmî nikâh
kıyılmalı ve kadının da bir boşanma yetkisi alması ciddî bir şekilde düşünülmelidir
(bu konu ileride “Tefvîz-i Talâk” başlığı altında açıklanacaktır).
5.1.3.4. Nişan Eğlencesi
5.1.3.4.1. Đslam’ın Eğlenceye ve Müzikli Eğlenceye Bakışı
Đslâm'ın evrensel mesajı, insan hayatının bütün devrelerini kapsar. Doğum öncesi,
çocukluk, gençlik, nişanlanma, evlenme, aile yuvası içinde sevinçli veya üzüntülü bütün
yaşama devreleri için Đslâm'ın öğretimi ve getirdiği hayat tarzı vardır.
Üzüntülü ve sıkıntılı günlerinde kadere teslim olmakla teselli ve sükûnet bulan mü'min,
sevinç ve neşe günlerinde de bunun dışa yansıması olan nezih eğlenceye meyillidir. Đnsan
hayatında sevincin sembolü olan iki vakit önemlidir. Evlenme merasimi ve bayramlar.
Hz. Peygamber (sav)’in kendi evliliklerinde eğlence yapıldığına dair bir bilgiye sahip
değiliz. Ancak O, “Nikâhı ilân edin. Onu mescitlerde kıyın ve onun üzerine def çalın.”
buyurmuştur. Hz. Âişe, Es'ad Đbni Zürâre (ra)'ın yetim kalan kızı Fâriğa'yı himaye edip
yetiştirmiş ve ensardan bir erkekle evlendirmişti. Gelini götürüp dönünce Allah'ın elçisi
(sav) şöyle buyurdu: “Ey Âişe! Gelinle birlikte def çalıp şarkı söyleyecek bir câriye
göndermediniz mi?”. Nikâhın, def ve ifadeleri meşrû olan bazı şarkılarla ilânının mubah
olduğunu gösteren başka hadis-i şerifler de vardır.
Hz. Peygamber (sav), düğün cemiyetinde olduğu gibi, bayram günlerinde veya bazı
sportif gösteriler sırasında da nezih eğlenceyi müsamaha ile karşılamıştır.
Ashap içinde düğünde ölçülü de olsa eğlenceyi hoş karşılamayanlar vardı. Mesela
Âmir b. Sa’d (ra) bir düğün esnasında Kuraza b. Ka’b ve Ebû Mes’ûd el-Ensârî
(r.anhumâ)’nin bulunduğu yerde cariyelerin şarkı söylediğini görünce onlara “Siz
Resûlullahın sahâbîsisiniz ve Bedir ehlindensiniz. Yanınızda da bu yapılıyor?” diyerek
hayretini ifade etmiş ve “Đstersen otur, bizimle dinle. Đstersen git. Bize düğün sırasında
eğlenme hususunda izin verildi” cevabını almıştı. Ancak ashab-ı kiramın geneli sevinçli
günlerde meşrû bazı eğlencelere izin vermişlerdir.
Bu durum, nişan ve evlilik gibi sevinçli günlerde meşrû bazı eğlencelerin yapılmasının
mubah olduğunu gösterir. Ancak bu gibi eğlenceler, haram veya mekruhlar işlenmeden
yapılmalıdır. Kadınlar ve erkekler kendi aralarında eğlenmeli, Đslâmî edep ve ölçülerin
dışına çıkılmamalıdır.
Đslâm fıkhında, şarkı söylemek ve insanı duygulandıran veya insana hüzün veren bazı
sözleri belirli bir makama uygun biçimde okumak anlamını ifade etmek üzere "teğannî"
terimi kullanılır. Đnsanoğlu fıtratı gereği güzel sesten hoşlanır, sevinç, keder, sıkıntı ve
13
şaşkınlık sırasında ona yönelir. Nitekim küçük çocuk annesinin güzel sesle söylediği ninni
ile sükûnet bulur ve uykuya dalar. Hayvanların kendi cinsleriyle iletişimi teğannîye benzer
seslerle olur. Birçok kuşun sesi gerçek musikî gibidir.
Evrensel bir din olan Đslâm'ın musikîye ve teğannîlî sözlere mutlak olarak karşı çıkması
söz konusu olamazdı. Bu yüzden Đslâm musikî (müzik; kulağa hoş gelen sesler dizisi) ve
teğannî (şarkı, türkü söyleme, makamlı okuma) için bir takım sınırlar belirlemiş, meşrû
olanla olmayanın arasını ayırmıştır.
Şarkıya ve çalgı âletlerine düşkünlüğü kötüleyen çeşitli hadis-i şerifler nakledilmiştir.
Ancak bu hadislerin insanı fuhuş, içki ve zinaya düşürebilen nitelikteki şarkı, türkü ve
eğlenceleri kastetmesi yanında, bir bölümünün de zayıf hadisler olduğunu görülmektedir.
Fakihler, şarkı-türkü söylemenin ve müzik aletlerini kullanmanın hükmü ile ilgili
çeşitli değerlendirmeler yapmışlardır. Genelde, ney, davul, def vb. dışındaki çalgı
aletleri eşliğinde teğannîde bulunmayı uygun görmemişlerdir.
Fakihler, fuhuş, içki ve zinayı teşvik gibi günahı teşvik eden ve çağrıştıran teğannînin
caiz olmadığında müttefiktirler. Günahı teşvik etmeyen ve çağrıştırmayan teğannînin
hükmü konusunda ise farklı yorumlar yapmışlardır.
Büyük Şâfiî fakihi Gazzâlî (v. 505/1111), Đhyâu Ulûmi'd-Dîn adlı eserinde musikî
konusuna geniş yer vermiş, bununla ilgili delilleri karşılaştırarak şu sonuca varmıştır:
Musikî ister insan sesi isterse bir müzik aleti ile icra edilsin, bunu icra edenin veya
dinleyenin durumuna göre haram, mekruh, mubah, hatta müstehap olabilir. Şöyle ki:
Dünya arzusu ve şehvet hisleri ile dolu olan gençler için yalnızca bu duyguları tahrik eden
müzik haramdır. Vakitlerinin çoğunu müziğe harcayan ve bununla uğraşmayı alışkanlık
haline getiren kimse için müzik mekruhtur. Güzel sesten zevk alma dışında bir duyguya
kapılmayan kimse için müzik mubahtır. Allah sevgisi ile dolup taşan, duyduğu güzel ses
kendisinde sadece güzel duyguları harekete geçiren kimse için ise müzik müstehaptır.
Diğer yandan nass ve kıyas şarkı, ney, davul, def vb. müzik âletlerini dinlemenin mubah
olduğunu gösterir.
Sonuç olarak Đslâm bir fıtrat dini olduğu için insanın bütün ihtiyaç ve meyillerini
dikkate almış, müzik ve eğlenceyi mutlak olarak yasaklamamış, fakat bunların meşrûluk
sınırlarını belirlemiştir. Bu da; terennüm edilen sözcüklerin fuhşa özendirici veya insan
vakar ve haysiyetini kırıcı yahut Đslâm'ı ve mü'minleri küçük düşürücü ifadeleri
kapsamaması, her cinsin kendi arasında eğlenmesidir.
Ancak mü'minin özel günlerdeki nezih eğlence dışında günlük hayatta meşrû sözleri
taşısa bile uzun süre şarkı-türkü söylemeye ve dinlemeye vakit ayırması uygun
değildir. Bunun yerine daha çok Kur'an okuma, Yüce Allah'ı zikir ve tesbih etme ve
manevîyatını coşturan ilâhî, kaside vb. ile meşgul olmalıdır. Zira kalpleri huzur ve rahata
kavuşturan en etkili araçlar bunlardır. Şu ayet-i kerime bunu açıkça ortaya koymaktadır: "
ُوبُ
ْ ُقل
ْط َمِئ 7ن ال
َ ت
ِ
ِ
ِذْكر
ِ
َ% ب
َ
ِ أ
ِ
ِذْكر
ِ
ْ وبُھُم ب
ُ
ل
ْط َمِئ 7ن قُ
َ وا وَت
ِذ َ ين َ آمنُ
ال / Đşte onlar (Allah’a yönelenler) inanan ve
Allah'ı anmakla gönülleri huzur bulan kimselerdir. Đyi bilin ki gönüller ancak Allah'ı
anmakla huzur bulur." (er-Ra’d 13/28).
14
5.1.3.4.2. Haramın Đşlendiği Nişan Merasimine Katılmak
Müslüman ailelerin nişan ve düğünlerdeki ikram ve eğlencelerin Đslâm'a uygun olarak
yapılması asıldır.
Bir merasimde haramların işleneceği önceden biliniyorsa, bu tür davetlere
katılmamak gerekir. Hz. Peygamber (sav), “Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse,
içki içilen sofraya oturmasın.” buyurmuştur. Eğer bilmeden katılınmış olur ve sonradan
içki vs. olduğu anlaşılırsa cemiyet sahibinden izin isteyerek ve ortam elverişli ise tepkisini
de belli ederek ayrılmak uygun olur. Çünkü böyle bir yerde bulunan mü'minin eğer gücü
yetiyorsa buna engel olması gerekir, eğer gücü yetmiyorsa orayı terk etmesi gerekir. Çünkü
her mü'minin genel anlamda iyiliği emir ve kötülükten nehiy görevi vardır. Allah'ın elçisi
(sav) şöyle buyurmuştur: “Sizden kim münkeri (haram veya mekruhun işlendiğini) görürse
onu eliyle değiştirsin, buna gücü yetmezse dili ile değiştirsin, buna da gücü yetmezse kalbi
ile buğz etsin. Fakat bu sonuncusu imanın en zayıf durumunu ifade eder.”. Özellikle bu
kimse müftü, vaiz ve ilahiyatçı gibi toplumda örnek alınan kişilerden ise, onun böyle bir
masada oturması başkalarını da yanıltır ve sorumluluğu daha büyük olur.
Bir merasimde haramların işleneceği önceden bilinmiyorsa ve davetlinin bulunduğu
bölümde münkerât yoksa oturulabilir.
5.1.3.5. Nişanlanmanın Hukukî Sonuçları
Evlilik öncesi iki tarafın evlenme vadinden ibaret olan nişanlanma, hukukî bakımdan
bir sözleşme niteliği taşımadığından, evlenme akdi yapılmadıkça kadın ve erkeğin
istedikleri zaman geri alabilecekleri bir irade beyanından ibarettir, bağlayıcı değildir,
taraflara evlenme mecburiyeti yüklemez. Bu nedenle nişanlandıktan sonra evlenmekten
vazgeçen kadın ya da erkeğin evliliğe zorlanması hukuka uygun değildir.
Ancak nişanlı taraflar birbirlerine verdikleri evlenme sözünün sorumluluğunu taşımalı
ve buna sadakat için ellerinden gelen gayreti göstermelidirler. Đslâm, müslümanın vaadine
sâdık olmasını ister. Onun için önemli bir neden olmadıkça verilen sözden
dönülmemelidir. Bu Đslâm ahlâkının gereğidir. Özellikle bir kızın onuru ve ailesinin
mahremliği ile oynamaya kimsenin hakkı yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “ ن
ِ
َع ِھْد إ
ْ
ال
ِ
ُوْ فوا ب
َ
َوأ
َع َ ھْدَ ك َ ان َ مسْ ئُ ًو%
ْ
ال / Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir”
(el-Đsrâ’ 17/34). Hz. Peygamber (sav) de şöyle buyurur: "Bana kendinizle ilgili şu altı şey
konusunda güvence verin, ben de size cennet için güvence vereyim: 1) Konuştuğunuz
zaman doğruyu söyleyin, 2) söz verdiğiniz zaman yerine getirin, 3) emânete hıyânet
etmeyin, 4) cinsel organlarınızı (haramdan) koruyun, 5) gözlerinizi (haramdan) koruyun ve
6) ellerinize sahip olun.".
Fakat nişan evlilik akdi olmayıp, yalnız bir evlilik vadinden ibaret olduğu için
nişanlıların nişandan vazgeçmesi caizdir. Beraberliklerini sürdüremeyeceklerini anlayan
nişanlılar her zaman için nişanı bozma hak ve yetkisine sahiptirler. Bunun için karşılıklı
rıza da gerekmez. Tek yanlı irade beyanıyla da nişan sona ermiş olur. Hukuken
nişandan vazgeçmek için herhangi bir sebep açıklama zorunluluğu da yoktur. Haklı bir
15
sebebe dayanmaksızın tek taraflı olarak nişanı bozmak hukuken mümkün ise de
ahlaken iyi bir davranış değildir, günahı muciptir.
Nişanlanmayı bilfiil evlenme ile yani nikâh akdi ile karıştırmamak gerekir. Zira her ikisi
ayrı hükümlere tabi ayrı süreçlerdir. Bu yüzden birbirleriyle nişanlanan, sözlenen
erkekle kadın birbirine yabancıdır, haramdır. Helallik ancak nikâh akdi ile olur. Onun
için nikâh akdi yapılmadan nişanlıların, aralarındaki sıcak ilgiye ve ileriye mâtuf iyi niyetli
beklentilerine rağmen mahremiyet bakımından âdeta iki yabancı gibi oldukları ve bu
mahremiyet sınırlarına dikkat etmeleri gerektiği gözden uzak tutulmamalıdır. Kimi
çevrelerde konuşulan; "söz kesilip Fâtiha okununca, artık kızla erkek birbirine helal olur"
gibi sözlerin Đslâm'la bir ilişkisi yoktur.
Ancak nişanlıların Đslâmî edeplere uyarak eşya bakmak üzere çarşıda dolaşmaları,
konuşmak ve birbirlerini daha yakından tanımak amacıyla herkese açık mekânlarda
oturmaları, toplumun bu yönde müsamahasının bulunduğu durumlarda nişanlılık hukuku
çerçevesinde makul ve meşrû karşılanabilirse de takvaya en uygun olanı, yanlarında
üçüncü bir şahıs olduğu halde dolaşmaları ve konuşmalarıdır. "Halvet" halinde
kalmaları caiz değildir. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Bir kimse kendisine
helâl olmayan bir kadınla baş başa kalmasın. Aksi durumda üçüncüleri şeytan olur. Ancak
yanlarında bir mahremlerinin bulunması durumu müstesnadır.".
5.1.3.6. Nişanın Bozulmasının Hukukî Sonuçları
Nişanın bozulmasının bazı hukukî sonuçları vardır. Nişanın bozulması halinde gündeme
gelen başlıca hukukî meseleler; peşin verilmiş olan mehrin iadesi, verilen hediyelerin geri
alınıp-alınamayacağı, maddî veya manevî tazminat talep edilip-edilemeyeceğidir.
5.1.3.6.1. Mehrin Đadesi
5.1.3.6.1.1. Dinî Nikahın Yapılmamış Olması Durumunda
Nişanın bozulması durumunda erkeğin kıza mehir olarak verdiklerini geri alabileceği
hususunda mezhepler arasında görüş birliği vardır. Verilen mehrin durması veya
tüketilmiş olması sonucu değiştirmez. Mehir mevcutsa aynen, tüketilmiş ise bedel olarak
mislinin veya kıymetinin geri verilmesi gerekir. Burada nişanı bozmanın sebebine veya
hangi tarafın bozduğuna bakılmaz. Çünkü mehir nikâh akdi ile hak kazanılan bir
değerdir. Nişanlılıkla ilgisi yoktur.
5.1.3.6.1.2. Dinî Nikahın Yapılmış Olması Durumunda
Đslâm'a göre kadın, mücerret nikâh ile mehrin tamamını hak etmez. Kadının mehrin
tamamını almaya hak kazanabilmesi için şu üç durumdan en az birisinin
gerçekleşmesi gerekir: 1) Zifâf (gerdeğe girme, cinsel birleşme), 2) “Sahih halvet” yani
cinsel birleşmeye engel bir durum olmadan üçüncü bir şahsın muttali olamayacağından
emin olunan bir yerde baş başa kalma, 3) eşlerden birisinin ölümü.
Eğer bunlardan en az birisi olmamışsa, nişan ve nikâh bozulduğu takdirde kadın
mehrin yarısına hak kazanır. Çünkü sahih evlilikte mehir miktarı belirlenir ve cinsel
temas veya sahih halvet olmaksızın kocanın fiili ile evlilik sona ererse kadın mehrin
16
yarısına hak kazanır. Âyette şöyle buyurulur: “ نُھ
ْم لَ
َنْ ت َم 7س وھُن َ و َقْد َ ف َرضْتُ
َ
مُوھُن ِ م َنْ ق ِ بْل أ
تُ
قْ
َ نْ طل
ِ
َوإ
َ ف
َ يضةً
ِ
لت
َر ِبُ ل َفر
قْ
َ
َنْ تعْفُوا أ
َ
َ وأ
ِ
َيِدِه عُقْدَةُ الن َكاح
ِ
ِذي ب
َو ال
َوْ يعْفُ
َ
َون أ
َنْ يعْفُ
َ
% أ
ِ
ْم إ
َف َضْل َ ب َيْن ُك ِن َ صْفُ م ْم َ ا ف َرضْتُ
ْ
َسوُ ا ال
َو َى وَ% َ تنْ
قْ
َون َ ب ِص ٌ ير
ُ
َم َ ا ت َعْمل
ِ
ب
ن َ
ِ
إ / Eğer nikah kıydığınız kadınlara mehir tespit eder de kendileriyle
cinsel temasta bulunmadan önce boşarsanız, tespit ettiğiniz mehrin yarısı onlarındır.
Ancak kadınların yahut nikâh bağı elinde bulunan (erkeğin) bağışlaması müstesna (erkek
mehrin tamamını verebilir veya kadın mehrinden vazgeçebilir). Bununla birlikte (ey
erkekler), sizin (mehrin tümünü veya fazlasını) bağışlamanız takvaya daha yakındır.
Aranızda iyilik ve ihsanı unutmayın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (elBakara
2/237).
Sahih evlilik, sahih halvet veya cinsel temastan önce kadının dinden çıkması veya
kocasının usûl veya fürûundan birisiyle hurmet-i musâhareyi (sıhrî hısımlıkla doğan
evlenme yasağını) gerektiren bir fiil işlemesi yani onlarla zina etmesi veya bunlardan
birisiyle yasak aşk yaşaması gibi kadının fiili ile sona ermiş bulunursa kadın mehirden hiç
bir şey alamaz. Đleride, kadının mehrin tamamına veya yarısına hak kazandığı durumlar ile
mehre hiç hak kazanmadığı durumları ele alacağız.
5.1.3.6.2. Hediyelerin Durumu
Nişanın bozulmasından sonra nişanlılık sürecinde tarafların birbirlerine verdikleri
hediyeler ya da ailelerin verdikleri hediyelerle ilgili hükümler mezheplere göre farklılık
arz eder. Mezheplerin bu konudaki görüşleri şöyledir:
Hanefîlere göre nişanlıların veya ailelerin birbirlerine verdikleri hediyeler hibe (bağış)
hükmündedir. Bu yüzden prensip olarak, verilen hediyeler geri alınmamalıdır. Ancak
verilen hediyeler karşı tarafın elinde aynen mevcutsa, yani tüketilmemiş, zayi olmamış
veya başkasına devredilmemişse hoş olmamakla birlikte geri alınabilir. Aksi halde geri
alınamaz. Mesela nişan yüzüğünün kaybolması, kurban bayramında gönderilen koçun
kesilerek tüketilmiş, nişan elbiselerinin giyilip eskitilmesi gibi.
Şâfiîlere göre nişan, kim tarafından sona erdirilir ise erdirilsin hediyeler karşı tarafın
elinde bulunuyorsa aynen, zayi olmuş veya tüketilmişse misli veya kıymeti ile talep
edilebilir.
Hanbelîlere göre ise nişanın bozulması durumunda artık hediyeler geri alınamaz.
Çünkü teslimden sonra hibeden dönmek caiz değildir.
Mâlikîlere göre hediyenin durumu, nişanı bozanın erkek veya kız oluşuna göre
değişiklik göstermektedir. Eğer nişanı erkek bozmuşsa hiçbir hediyeyi geri alamaz.
Hediyenin mevcut oluşu veya tüketilmiş veya zayi olmuş olması sonucu etkilemez. Eğer
nişanı kız bozmuşsa erkek hediyeleri geri alabilir. Hediyeler karşı tarafın elinde
bulunuyorsa aynen, zayi olmuş veya tüketilmişse misli veya kıymeti ile tazmin edilir.
Çünkü Mâlikîler bu tür hediyeleri mutlak olarak yapılan bir hibe değil, evlenme şartıyla
yapılmış şartlı bir hibe olarak kabul ederler. Evliliğin gerçekleşmemesi durumunda şart
gerçekleşmediği için hibenin geri verilmesini benimserler.
17
Günümüz âlimlerinden bazıları bu konuda, nişanı bozan-bozmayan ayrımının yeterli
olmadığını, asıl, nişanın bozulmasına sebep olan tarafın tespit edilmesinin daha önemli
olduğunu ifade etmektedirler. Bunun tespit edilmesi durumunda, haksız yere nişanın
bozulmasına yol açan erkek tarafıysa, bu tarafın hediyelerin iadesini talep etmesi mümkün
olmayacaktır.
Đleride mehir yerine geçmek üzere kıza verilmiş olan hediyelerin iade edilmesi
gerekir. Bu konuda anlaşmazlık çıkarsa örf ve âdete göre çözülür.
5.1.3.6.3. Maddî ve Manevî Zararın Tazmini
Klasik fıkıhta, (dinî nikâh yapılmayan) nişanın bozulması sonucunda tarafların maddî
ve manevî tazminat talep edip-edemeyeceği konusunda herhangi bir hüküm
bulunmamaktadır. Bunun sebepleri şu şekilde izah edilebilir:
i) Nişan bir akit değil, bir söz vermedir. Bu yüzden haksız olarak sözünden dönen kimse
günahkâr olursa da tazmin veya cezaî müeyyide söz konusu olmaz.
ii) Nişanlanma, evliliği daha sağlam temellere oturtmak için yapılan bir ön tedbirdir.
Tazminat talebi hakkı tarafları evliliğe zorlamış olur. Hâlbuki makul bir sebeple nişanın
bozulması ilerideki bir boşanmaya nispetle daha hafif bir hadisedir.
iii) Đslam toplumunda nişanlıların yalnız baş başa kalması veya birlikte yaşaması meşru
sayılmadığı için nişanın bozulması halinde kadının büyük ölçüde zarar göreceği prensip
olarak düşünülmemiştir. Ayrıca o dönemin sosyal ve dinî yapısı gereği nişanlılar
birbirlerini evlenmeden önce ancak bir veya iki defa görebiliyorlardı.
Bununla birlikte çağdaş Đslam hukukçuları bu hususta farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. Bir kısmı, nişanın bozulmasının hukuk düzenince tanınmış bir hak
olduğundan, nişanlılığın taraflara evlenme mecburiyeti yüklemediğinden hareketle maddî
veya manevî tazminat talep edilemeyeceği görüşünü savunmuştur.
Diğer bir kısmı ise Đslâm'da haksız yere verilen zararın tazmininin ilke olarak
benimsendiğinden hareketle maddî veya manevî bir zarara yol açması ve tazminat
talebinde bulunan tarafın kusursuz olması gibi belli şartlar çerçevesinde mağdurun
maddî veya manevî tazminat talebinde bulunmasının Đslam hukukunda da mümkün
olabileceği kanaatindedir. Toplumun yeni değer yargılarına kapılan ve birlikte gezip
dolaşan, hatta birlikte yaşayan nişanlıların ayrılmasından tarafların, çoğunlukla da
kadınların önemli bir maddî ve manevî zarara uğradıkları da bir gerçektir. Mesela kadın
evleneceği için okulundan veya işinden ayrılmış, uzun süre evleneceği ümidi ile beklemiş
ve bu arada kendisine gelen cazip evlilik tekliflerini geri çevirmiş, çeyiz hazırlamak için
masraflara girmiştir veya erkek özel ev tutup tefriş etmiştir. Bu ve benzeri maddî
kayıpların yanında toplumdaki itibarlarının sarsılması, ruh sağlıklarının bozulması gibi
manevî zararlar da söz konusudur. Đslam, hakkın kötüye kullanılmasına ve başkasına
zarar verilmesine karşı olduğuna göre bu gibi durumlarda tazmin talebi hakkı söz
konusu olmalıdır. Maddî tazminata olumlu yaklaşan çağdaş Đslam hukukçularının bir kısmı
manevî tazminata olumsuz yaklaşmışlardır.
18
Nişanı bozmanın haksız bir davranış olup olmadığına, zararın bulunup bulunmadığına,
zarar varsa miktarına karar verecek organ mahkemelerdir.
5.2. DÜĞÜN VE NĐKÂH MERASĐMĐ
5.2.1. Düğün Merasimi
Evliliklerin düğün töreni ile duyurulması, bu vesileyle akraba ve dostların bir araya
gelmesi, onlara ikramda bulunulması, eğlenilmesi âdet olmuştur. Düğünlerin en önemli
işlevi, evliliği duyurma vesilesi oluşudur. Hz. Peygamber (sav), “Nikâhı ilân edin. Onu
mescitlerde kıyın ve onun üzerine def çalın.” buyurmuştur.
5.2.1.1. Düğün Eğlencesi
Düğün eğlenceleri toplumların örfüne göre değişiklik arz eder. Hz. Peygamber (sav)’in
kendi evliliklerinde eğlence yapıldığına dair bir bilgiye sahip değiliz. Ancak Onun ve
ashabının düğünde ölçülü eğlenceye izin verildiğini ifade eden çeşitli rivayetler vardır. Bu
konuya yukarıda “Nişan Eğlencesi” başlığı altında değindiğimiz için burada tekrar
etmeyeceğiz.
5.2.1.2. Velîme (Düğün Yemeği)
Düğün dolayısıyla verilen yemeğe "velîme" denir. Velîmede misafir, eş-dost ve
yöredeki fakirlere yemek ikramı esastır. Düğün yemeği uygulaması cahiliyye dönemine
kadar uzanır. Hz. Peygamber, ilk eşi Hz. Hatice ile evlenirken iki deve kestirerek
davetlilere yemek ikram etmiştir. Amcası Ebû Tâlib de bu münasebetle evinde bir ziyafet
düzenleyerek Hz. Peygamber'i ve Hz. Hatice'yi davet etmişti.
Önceden yalnız örf olan velîme Hz. Peygamber'in uygulaması ile sünnete dönüşmüştür.
Hz. Peygamber, Hz. Zeynep'le evlendiğinde bir koyun kesmiş, Safiyye (r. anhâ) ile
evliliğinde ise hurma ve kavut (sevik) ikram etmiştir. Düğün yemeğinin miktarı ve kalitesi
düğün sahibinin malî gücüne ve cömertlik durumuna göre değişir. Nitekim Allah'ın elçisi
insanların en cömerdi olduğu halde bazı düğünlerde et ve ekmek ikramı yerine daha basit
ikramlarda da bulunmuştur.
Hadis-i şeriflerden anlaşıldığı kadarıyla Hz. Peygamber (sav)’in, evliliklerindeki
ikramları bugünkü düğün yemekleri havasında olmaktan çok, zifafı takip eden günde
kimi zaman birisi ile haber göndererek çevrede bulunan insanları o anda yemeğe davet
etmek şeklinde oluyordu. Bazen sahâbî kadınların bu maksatla yemek hazırlayıp ona
gönderdikleri de görülüyordu.
Hz. Peygamber, ashab-ı kirama da düğün yemeği vermelerini tavsiye etmiştir. Nitekim
Abdurrahman b. Avf (ra)'ın (v. 32/652) evlendiğini duyunca, kendisine; "Bir koyun
keserek de olsa, düğün yemeği ver" buyurmuştur.
Hz. Ali (v. 40/660) Hz. Fâtıma (v. 11/632) ile evlenirken yarım ölçek arpa almak üzere
zırhını bir Yahudiye bırakmış; bir miktar çekirdeği çıkarılmış kuru hurma, un, yağ ve
yoğurt karıştırılarak hazırlanan bir yemek ve arpa ekmeği ikram edilmiştir. O günün
şartlarında bu, iyi bir ziyafet sayılıyordu.
19
Velîmenin hükmü hakkında farklı görüşler olmakla birlikte içlerinde Hanefîlerin de
bulunduğu çoğunluğa göre sünnettir. Şâfiîlere ve Zâhirî mezhebine göre ise vaciptir.
Velîmenin zamanı hakkında da, zifaftan önce, zifaftan sonra, nikâh akdi sırasında veya
sonrasında gibi değişik görüşler ortaya atılmışsa da bu, örfe bağlı olarak değişebilecek bir
durumdur.
Velîme Davetine Katılmanın Hükmü
Çoğunluk mezhep müçtehitlerine göre velîme davetine katılmak vaciptir.
Dayandıkları delil şu hadislerdir: “Kim düğün yemeğine çağrılır ve icabet etmezse Allah'a
ve Rasûlüne âsî olmuş bulunur”, “Sizden biriniz düğün yemeğine çağrılınca gitsin.”.
Ancak makul mazereti olanlardan bu hüküm düşer. Hasta olunması, aynı gün ve saatte
birden fazla davetin bulunması, düğün mahallinin meşakkat doğuracak şekilde uzak olması
gibi.
Düğün yemeklerinde haram olan şeylerin ikram edilmemesi, riya ve gösterişten
sakınılması gerekir. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur: “Velime'yi ilk gün vermek bir
haktır, ikinci gün vermek güzeldir, üçüncü günde yemek vermekte ise şöhret ve gösteriş
(kokusu) vardır.”.
Bu davetlere zenginlerle birlikte fakirlerin de çağrılması gerekir. Hadiste şöyle
buyurulur: “Davetlerin en kötüsü, zenginlerin çağrılıp, fakirlerin mahrum edildiği düğün
yemeğidir.”.
Müslümanın genel hayatında olduğu gibi düğününde de Đslâm’a yakışmayan her şeyden
ve bu arada israftan kaçınılmalıdır. Düğünlerde sadelik özendirilmelidir. Sünnete uygun
düğün yapmak için zannedildiği gibi ihtişamlı salonlara büyük ücretler ödeme, davetlilere
verilmek üzere lüks nikâh hediyeleri ve yemekler hazırlama zorunluluğu yoktur. Maksat
sünnete uygun düğün yapmak ise bu, sade bir nikâh ve sınırlı sayıda kişinin davet edildiği
bir yemek ikramı ile de mümkündür. Bir taraftan maddî imkânsızlık yüzünden
evlenemeyen gençler varken diğer taraftan düğünlerde astronomik harcamalar
yapılmamalı, bunun yerine imkânı olanlar, mutlu yuvaların artması için de fedakârlıkta
bulunmalıdır. Unutulmamalıdır ki toplumun huzuru ve mutluluğu, içindeki huzurlu ve
mutlu ailelerin çokluğu ile mümkündür.
5.2.2. Nikâh Merasimi
5.2.2.1. Nikâh Akdinin Yapılış Şekli
Đlk dönemlerden itibaren Đslâm toplumlarında nikâh akitleri bir taraftan önemi ve
toplum hayatında oynadığı rol sebebiyle diğer taraftan da sünnete ve Đslâmî adaba
uygunluğunu sağlamak amacıyla din görevlileri ve (kadı gibi) meslek adamları
huzurunda yapılagelmiştir. Böylece hem nikâh şartlarının din görevlisi tarafından
kontrolü, dinî bilgilenme, böyle hayırlı ve kalıcı bir insanî ilişkiye dua ve iyi temennilerle
başlama amacı gerçekleşmiş, hem de nikâhın toplum nezdinde aleniyet kazanması, taraflar
üzerinde evliliğin devamı yönünde olumlu bir kamuoyu baskısı oluşması sağlanmış
olmaktaydı.
20
Đslâm hukukunda nikâh akdinin geçerliliği için diğer akitlerden farklı olarak şahitler
huzurunda akdedilmesi şartı aranır. Bunun dışında nikâhın din adamı veya başka
resmî görevlinin huzurunda kıyılması ya da dinî merasim icra edilmesi gibi bir şekil
zorunluluğu bulunmamaktadır. Resmî muamelelere gerek olmaksızın aralarında
evlenme engeli bulunmayan akıllı ve ergin bir erkekle kadının bizzat kendileri veya
vekilleri, iki erkek veya bir erkek iki kadın şahidin bulunduğu bir mecliste evlenme
iradelerini açıklayarak evlenebilirler. Bunların velilerinden izin alarak veya velilerinin de
katılmasıyla böyle bir evlilik akdini yapmaları Hanefî mezhebine göre müstehaptır. Diğer
üç mezhebe göre ise kadın akıllı ve ergin de olsa nikâh akdinde bizzat irade beyanında
bulunamaz. Onu nikâhta velisi temsil eder. Aksi halde nikâh geçerli olmaz.
Evlenecek kadın bâkire olunca, evlenme teklifine karşı susması, sessiz ağlaması veya
alaysız gülmesi kabul sayılmıştır. Böylece kadının haya perdesi zorlanmak istenmemiştir.
Sağır-dilsizler, özel işaretlerle ve yazı biliyorlarsa bunu yazıları ile ifade ederek
evlenirler.
Evlenecek erkek veya kadından birisi uzakta bulunursa, evlenme teklifini mektupla
yapabilir. Bu yazılı teklif, nikâh meclisinde şahitlerin yanında okunur ve karşı taraf da
kabul ettiğini açıklayınca nikâh akdi meydana gelir.
Çoğunluk müçtehitlere göre evlenecek erkeğin veya velisinin nikâhtan önce bir
konuşma (hutbe) yapması müstehaptır.
Bu konuşmanın Allah'a hamt ile başlaması, şehadet kelimelerini, Hz. Peygamber'e salât
ve selâmı, takva ve evlilikle ile ilgili bazı âyetleri kapsaması asıldır. Günümüzde böyle bir
konuşmayı cemiyet sahibi adına dinî nikâhta hazır bulunan din görevlisi yapabilir.
Abdullah b. Mes'ûd (ra)'ın (v. 32/652) Hz. Peygamber (sav)'den naklettiği dua
niteliğindeki konuşma (hutbe) metni şöyledir: "Allah Teâlâ'ya hamdeder, O'ndan yardım
dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüklerinden Allah'a sığınırız. Allah
kime hidayet verirse, onu saptıracak kimse yoktur. Allah kimi saptırırsa da onu doğru yola
iletecek yoktur. Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in onun kulu ve elçisi
olduğuna şehâdet ederim.". Hz. Peygamber (sav)'in hutbesiz evlendirdiğine dair rivayetler
de vardır.
Nikâhtan önce yalnız Allah'a hamt ve Hz. Peygamber'e salâtü selâm getirmekle
yetinmek de mümkündür. Nitekim Abdullah bin Ömer (v. 73/692) bir nikâh akdi yapmaya
çağrıldığı zaman şöyle derdi: "Yüce Allah'a hamt ve efendimiz Muhammed'e salâtü selâm
olsun. Filan sizden filanca kızı istiyor. Eğer onu nikâhlarsanız, Allah'a hamt olsun,
reddederseniz, Allah'ı bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim.".
Nikâh sırasında konuşma vacip değil müstehap olduğu için bir konuşma yapılmadan
doğrudan nikâh akdine geçilmesi de yeterlidir.
Nikâhın mescitte akdedilmesi müstehaptır. Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur:
"Nikâhı ilân edin. Onu mescitlerde kıyın ve onun üzerine def çalınız.".
21
Nikâhın cuma günü akşamı yapılması da Allah Rasûlü (sav)’in tavsiyeleri
arasındadır. Çünkü cuma günü mü'minler için şerefli bir gün olup, onda duaların geri
çevrilmediği bir saatin bulunduğu da bildirilmiştir. Diğer yandan bu icabet saatinin günün
sonlarında olduğu umulur. Ayrıca nikâhın mescitlerde yapılmasının tavsiye edilmesi de bu
gayeye yöneliktir.
Eşlerin nikâhtan sonra tebrik edilmesi sünnettir. Ebû Hüreyre (ra), Nebî (sav)'in
evlenen birisini şu şekilde tebrik ettiğini nakletmiştir: "Allah bu evliliği sana bereketli
kılsın ve ikinizi de hayırda birleştirsin."
5.2.2.2. Nikâhın Kaydedilmesi
5.2.2.2.1. Nikâhın Kaydedilmesi Uygulaması
Đslâm hukuku nazariyatında nikâhın resmî görevlinin huzurunda kıyılması ve resmen
tescil edilmesi şartı (mecburiyeti) yoktur ve Osmanlının son dönemine kadar bu şekilde
uygulanmıştır.
Bununla birlikte evlenmelerin belirli bir disiplin altına alınması, tarafların, varsa veli ve
vekillerinin evlenme veya evlendirme ehliyetine sahip olup olmadıklarının bilinmesi,
tarafların hak ve görevlerinin daha kolay takibi, resmî bir memur tarafından yapılan
evliliklerin ispat kolaylığı taşıması, doğacak çocuklarının nesebinin daha kolay biçimde
sabit olabilmesi, evlenme engelleri varsa bunların bilinmesi ve ortaya çıkması gibi çeşitli
sebeplerle evliliklerin kontrol altında tutulmasına ihtiyaç duyulması, erken
dönemlerden itibaren evlilik akdinin yetkili kişi veya kurum nezaretinde yapılmasını ve
kayıt altına alınmasına özen gösterilmesine neden olmuştur.
Kaynaklarda, ilk dönemlerden itibaren nikâh akitlerinin -doğrudan müdahale biçiminde
olmaksızın- devletin denetimine tâbi tutulup şartlarını taşımayan evliliklere özellikle
kadılar (hâkimler) tarafından müdahale edildiği, isteyenlerin bir tedbir olarak diğer bazı
akitler gibi nikâh akitlerini de kâtib-i adillere (noter) yazı ile tevsik ettirdikleri, hatta bazı
bölgelerde kâtib-i adillerin "akkâdü'n-nikâh" (nikâh kıyıcı) olarak isimlendirildiği
belirtilmekte, velisi olmayan kimsesizlerin evlendirilmesi kadıların görevleri arasında
sayılmakta ve kadı menşurlarında (fermanlarında) XII. yüzyıldan itibaren bazı kadılara
nikâh akdetme görevinin verilmiş olduğu görülmektedir.
Kadıların görevleri arasında nikâh kıymak da daima sayıla gelmiştir. Yıldırım
Bayezid devrinde (1389-1403) mahkemelerde harç alınmaya başlandığında, bu harçlar
listesinde 12 akçe ile nikâh harcı da vardır. Bu en azından Yıldırım Bayezid döneminden
itibaren mahkemelerde nikâh kıyıldığını ve bu nikâhlar karşılığında hâkimlerin belirli bir
harç aldıklarını göstermektedir. Mahkemelerde kıyılan nikâhların yoğunluğu devirden
devire, şehirden şehire değişiklik arz etmektedir. Bazı şer'iyye sicili defterlerinde çok
sayıda nikâh kaydı varken bazı defterlerde bu kayıtlar daha azdır. Gösterilen çabalara
rağmen Osmanlı Devleti'nde bütün nikâhlar mahkemelerde kıyılmış değildir. Ancak
mahkeme dışındaki nikâhlar da öyle zannedildiği gibi rastgele kıyılmamış, bunun için önce
mahkemeden bir izin ve bir izin kâğıdı (izinnâme) almak gerekmiştir. Büyük camilerinin
22
imamları sadece mahkemeden alınan izin üzerine evlenmek isteyen kimseleri
evlendirmişlerdir.
Osmanlı Devleti'nde nikâhın devletin kontrolünde kadılar tarafından veya onların bilgisi
dâhilinde kıyılıp yazılı belgeye bağlanması uygulaması tarihî süreç içerisinde
yaygınlaştırılarak sürdürülmüş ve 1917 tarihli Osmanlı Hukûk-ı nâmesi'yle nikâha
resmî bir devlet memurunun katılması ve nikâhı tescil etmesi esası getirilmiştir (mad.
37). Bu kararnâmenin 33. maddesinde ilk defa, tarafların evlenme isteğinin ilân edilmesi
esası getirilmiş, 37. maddesinde ise, nikâh merasimi sırasında taraflardan birinin
ikametgâhı hâkiminin veya naibinin (vekilinin, tayin ettiği nikâh memurunun) hazır
bulunması zorunluluğu öngörülmüştür. Bu durum, Osmanlılarda 1917 tarihinden itibaren
dinî-resmî nikâh uygulamasının başladığını gösterir.
Osmanlı Devleti uygulamasında 1917 tarihli "Hukûk-ı Aile Kararnamesi"
Hıristiyan veya Musevîler için kısmen dinî ve kısmen de medenî evlenme (devlet
memuru önünde akdedilen evlenme) usulü getirmiştir. Buna göre gayri müslimlerin nikâhı,
dinî âyinler çerçevesinde rûhanî memurlarınca yani papaz veya rahiplerce akdedilir. Ancak
ruhanî memur, en az yirmi dört saat önce mahallî mahkemeye haber verir. Hâkim;
belirtilen saatte nikâh meclisine özel bir memur gönderip kıyılan nikâhı deftere kayıt ve
tescil ettirir (H.A.K., mad. 40-44). Böylece, ayrı dinlere mensup topluluklara, kendi
inançlarına uygun bir şekilde evlenme, boşanma, nafaka, miras ve ticaret yapma serbestliği
tanınmıştır.
Osmanlı’daki bu uygulamanın benzeri günümüz Amerika Birleşik Devletleri'nde,
Đngiltere'de ve Đskandinav ülkelerinde görülmektedir. Bu ülkelerde "ihtiyarî medenî
evlenme usulü" geçerli olup, isteyen dinî, isteyen de medenî nikâh merasimi çerçevesinde
evlenebilmektedir. Aynı nikâh memuru kilise veya havradaki nikâhı tescil ettiği gibi
dışarıda bir salonda dinî niteliği olmayan bir merasimle evlenen kişilerin nikâhını da tescil
etmekte ve belgeler nüfus kütüklerinde birleşmektedir.
Osmanlı Ceza Kanunu 200. maddesinin Hicrî 19 Rabîu'l-evvel 1332/15 Şubat1914
tarihli değişikliğin 2. zeylinde; bu resmî usule uymadan evlenen koca ile mevcut ise iki
taraf vekilleri için bir aydan altı aya kadar, nikâh şahitlerine ise bir haftadan bir aya
kadar hapis cezası getirilmiştir.
Kanunî merasimi ifa etmeden akitnâme düzenleyen ve tescil eden hâkim veya naibi ile,
bunlar bulunmaksızın, yetkisiz olarak nikâh kıyan imamlar için de bir aydan altı aya
kadar hapis cezası öngörülmüştür.
Gayri müslimlerin kilise veya havralarda akdedilecek nikâhları için de, kanunî
usullere uyulmadığı takdirde, hâkim, hâkim naibi veya gayri müslimlerin ruhanî liderleri
için de yine bir aydan altı aya kadar hapis cezası konulmuştur.
Osmanlı’da yukarıda zikrettiğimiz kararname ve cezaî müeyyidelere rağmen bu
konuda tam bir başarı sağlanamamış, mahalle imamları kadı kontrolü olmaksızın nikâh
kıymaya devam etmişler ve bu şekil şartlarına uyulmadan fakat Đslâm'ın belirlediği rükün
ve şartlar gözetilerek akdedilen nikâh geçerli sayılmıştır.
23
Osmanlıların getirdiği bu dinî-resmî nikâh usulü 1915'de Ürdün, 1953'te de Suriye
Ahvâl-i Şahsiyye kanunlarına girmiştir. Evlilik, geleceğe ait mehir, nafaka, miras gibi bir
takım hakları ve sorumlulukları taraflara yüklediği için bunların güvence altına alınması,
diğer yandan kimin kiminle evli durumda bulunduğunun belgelenmesi bakımından
günümüz Đslâm ülkelerinde nikâhın devletin denetimi altında yapılması ve nüfus
kütüklerine tescil edilmesi ilkesi benimsenmiştir.
5.2.2.2.2. Nikâhın Kaydedilmesinin Meşrûiyeti
Nikâhın kaydedilmesi ile ilgili özel naslar yoksa da; vadeli borç ve hakların yazıyla
tespitini ve önemli sözleşmeler yapılırken şahit bulundurulmasını bildiren âyetin (elBakara
2/282) delâleti nikâh akdinin de bir takım şekil şartlarına bağlanmasını gerekli
kılar. Diğer yandan fıkıh usûlünün "istihsan", "istıslah" ve "maslahat" prensipleri
Đslâm devletinin nikâh, talâk, nafaka ve gayrimenkul tapularının tescili ve nüfus kayıtları
gibi konularda toplum yararına olan bir takım düzenlemeler yapılmasına elverişlidir.
Netice olarak devletin evlenecek kimseleri evlenme ehliyeti ve engelleri bakımından
kontrol altında tutması ve geçerli bir evliliği sağlayacak aleniyeti temin edip evliliğin dinî-
hukukî geçerlilik şartlarını bilen bir görevliye nikâhları kıydırması Đslâm'ın ruhuna
uygundur ve nikâh akdiyle eşlere sağlanan hukukî garantileri daha temin edici olmaktadır
5.2.2.3. Resmî Nikâhla Yetinmek
Bir toplumda devletin öngördüğü resmî nikâhta Đslâm'ın nikâh için öngördüğü
rükün ve şartlar dikkate alınmıyorsa, ayrıca Đslâmî hükümleri bilen bir din adamının
katılması ile "dinî bir nikâh" akdinin yapılması, bu konuda karşılaşılabilecek yanlışlıkları
önler.
Türkiye’deki resmi nikâhlara gelince; nikâh memuru, şartlarını taşıyan ve Türk
Medeni Kanununa göre bir evlenme engeli bulunmayan her vatandaşın nikâhını
akdetmekle yükümlüdür. Buna göre T.C. vatandaşı olan bir müslüman hanımla yine T.C.
vatandaşı olan bir Hristiyan veya Yahudi erkeği ya da bir ateist evlenmek istediğinde bunu
geri çevirme imkânı bulunmaz. Halbuki böyle bir evlilik Đslâmî bakımdan geçersizdir. Đki
sütkardeşin resmî nikâhla evlenmesinde de aynı şeyler geçerlidir. Diğer yandan Şâfiîlere
göre, nikâhta kadının velisinin bulunması sıhhat şartı olduğu için, günümüzdeki resmi
nikâhlar her zaman Đslâmî açıdan geçerli olmaz. Belediye nikâhında özellikle rüşt yaşından
sonra veliye yer verilmemektedir. Bu yüzden Şâfiî mezhebi mensuplarının resmi nikâhtan
sonra Đslâm'a uygun yeni bir nikâh kıydırması gerekir.
Durum böyle olunca bütün resmî nikâhların aynı zamanda dinî nikâh sayıldığını
söylemek mümkün olmaz. Bu yüzden evleneceklerde Đslâm'ın belirlediği şartların
bulunup bulunmadığının bir din adamının denetiminde tespit edilmesi ve ayrıca Đslâmî bir
nikâh uygulamasının devam etmesinde yarar vardır. Diğer yandan din adamının evlenecek
olanların inançlarını dikkate alarak onları uyarması, belki eksik olan bilgi ve şartlarını
gidermesi mümkündür.
Kimi batı toplumlarında ve Osmanlıların son döneminde başarıyla uygulandığı gibi dinî
ve resmî nikâhı birleştirip, insanların inandıkları gibi ve tek nikâh akdi ile aile yuvası
24
kurmalarına imkân verilmelidir. Müftülükler de devlet dairesi ve orada çalışanlar da devlet
memuru olduğuna göre, onlara nikâhı kıymak ve resmen tescil etmek için yetki verilmesi,
günümüz şartlarında ülkemizdeki müslümanlar için en ideal çözüm olacaktır.
5.2.2.4. Dinî Nikâhla Yetinmek
Ülkemizde uygulanmakta olan dinî nikâh, yani “dinî nikâh” veya “imam nikâhı” adı
altında yaygın olarak yapılagelen uygulama esasen dinin veya Đslâm hukukunun biri resmî,
diğeri dinî iki nikâhı şart koşmasından ileri gelmemektedir. Tam tersine bu tür uygulama
tarihî ve Cumhuriyet döneminde oluşan hukukî şartlarla ve izlenen politikalarla yakından
ilgilidir. Bir yönüyle de evlenmelerde Đslâm hukukunun aradığı şartların gerçekleşmesi
veya denetlenmesi hedefine yöneliktir.
Resmî nikâh olmaksızın yalnız Đslâmî kurallara göre akdedilen nikâh dinen geçerli
olur. Çünkü Hanefîlere göre; akıllı ve ergin bir erkekle yine akıllı ve ergin bir kız, iki
erkek şahidin yanında evlenseler bu akit geçerli olur. Şâfiîler buna evlenecek kızın
velisinin iznini eklerler. Böyle bir evlilik dinen meşrû sayılır.
Resmî devlet memuru önünde akdedilen nikâha "medenî nikâh" denir. Türkiye’nin de
aralarında bulunduğu bazı ülkelerde medenî evlenme şekli zorunlu hale getirilmiştir. Bu
ülkelerde resmî memur önünde kıyılmayan nikâh yok hükmünde sayılmaktadır.
Ancak resmî nikâhtan sonra dini nikâh ya da dinî merasim serbest bırakılmıştır.
Resmî nikâh yapılmaksızın yalnız dinî nikâhın varlığını günümüz devlet sistemi kabul
etmediği için böyle bir nikâh yaptırımsız kalır. Mehir, nafaka ve çocukların bakımı
kocanın insafına terkedilmiş olur. Çocukların nesebi baba üzerine kayıt yapılamadığı için
babanın ölümü durumunda eşin ve çocukların miras haklarını almaları resmen
mümkün olmaz. Babanın çocukları resmî nikâhlı eşinin üzerine kaydettirdiğinde ise bir
yandan çocuklar kendi öz annelerine mirasçı olmazlar, diğer yandan hakları olmadığı
halde üvey annelerine mirasçı olurlar. Sonuç olarak dinî nikâh yanında resmî nikâh
yapılması karşılıklı hakların güvence altına anlamasını sağlamaktadır. Onun için önce
resmî nikâh, sonra da dinî nikâh yapılmalıdır. TMK 143. maddeye göre dinî nikâh
ancak resmî nikâh kıyıldıktan sonra kıyılabilir, 237. maddenin 3 ve 4. fıkralarına göre ise
resmî nikâh yapmadan sadece dinî nikah yapmak veya resmî nikahtan önce dinî nikah
yapmak suçtur.
En ideal çözüm bir üst başlıkta belirttiğimiz gibi devletin din görevlilerine nikahı
resmen tescil etme yetkisi vermesidir.
5.2.2.5. Nikâh Tazelemek
Halkımız arasında uygulanan şekliyle “nikâh tazeleme” ne ayetlerde, ne hadislerde, ne
ashap tatbikatında yer almaktadır. Bu konuda kaynaklarda geçen açıklama şöyledir:
Nikâh tazeleme insanların ağızlarından bilerek veya bilmeyerek çıkan küfür sözlerinin
insanın iman ve nikâhına zarar vermesi ihtimaline binaen yapılmaktadır. Küfrü
gerektiren söz veya fiiller sahibinin dinden çıkartmasına neden olmaktadır ve şahsın
dinden çıkması nedeniyle gerçekleşen “tebâyün-i din (din farklılığı)” nikâhı da
bozmaktadır. Bunun izalesi; önce iman sonra nikâh tazelemesi ile mümkündür.
25
Kimi camilerde perşembe günü akşamı imamlar rutin olarak topluca tövbe ve istiğfar
yapmakta, ardından iman ve nikah tazelemektedirler. Bu uygulamanın mantığı ve gayesi
şöyledir:
Đnsanların genelinde dinî konularda bilgisizlik vardır. Ayrıca günümüzde insanı inkâra
sevk eden gazete, dergi, kitap ya da radyo ve televizyon programları vs. vardır. Kişiler
bunların etkisinde kalarak inkârcılığa veya Đslâm'ın kesin emir ve yasaklarına karşı
olumsuz tavra yahut duyarsızlığa düşmektedirler. Bundan dolayı bir haftalık süre içinde
kişilerden bilerek veya bilmeyerek küfrü gerektiren bir söz veya fiilin sadır olmuş olma
ihtimali hayli yüksektir. Küfrü gerektiren durumlar ve akide bozukluğu ise, talak sayısında
bir eksilmeye neden olmaksızın nikâhı ortadan kaldırır. Onun için imanın ve evli olanlar
için nikâhın tazelenmesi gerekir.
Böyle bir toplu nikâh yenilemesinin fıkhî açıdan sonuç doğurması için, daha
önceden kocanın eşinden yeni bir nikâh için vekâlet almış olması ve cemaatin de bu
konuda birbirine nikâh şahidi olduğunun bilincinde bulunması gereklidir. Ayrıca Şafiî
mezhebinde kadının sadece velisi veya velinin erkek vekili nikâh sözleşmesi yapabildiği
için Şâfiî bir erkek, karısının velisinden vekâlet almış olmalıdır. Ancak yapılan
uygulamada bu şartlara uyulmadığı görülmektedir. Ayrıca ileride belirtileceği üzere icap
ve kabulün kesin ifadelerle olması gerekir. Hâlbuki nikâh tazelemede “ م ھُ
جددَ
اَلل يدُ اَنْ اُ
ِ
اِني اُر
.Allah’ım nikâhı/nikâhımı tazelemek istiyorum” denilmektedir / / ِا َيم ِان َي وِن َك ِ احي ْا%ِ َيم َ ان َ والن َك َ اح
Đleride karı-kocadan birisinin veya ikisinin irtidat (Đslam’dan çıkma) veya ihtidasının
(Đslam’a girmesinin) nikâha etkisi ele alınacaktır.
5.3. NĐKÂH AKDĐNĐN TARĐFĐ, MAHĐYETĐ, MEŞRÛĐYETĐ VE
HÜKMÜ
5.3.1. Nikâhın Tarifi
Nikâh sözcüğü Arapça "ne-ke-ha" fiilinden bir mastar olup, sözlükte “birleştirme,
evlenme, evlilik, cinsel ilişki” gibi anlamlara gelir. Bu sözcüğün "evlilik akdi" anlamı
mecaz, "cinsel temas" anlamı ise gerçek anlamdır. Arapçada nikâh ile aynı anlamda olmak
üzere zevâc ve aynı kökten türemiş “zevç (koca), zevce (karı), izdivaç (evlilik)”, tezvîc
(evlendirmek), gibi kelimeler de sıkça kullanılmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde “nikâh” kelimesi ve türevleri genellikle “evlenme
akdi” anlamında kullanılmıştır.
Evlilik akdi klasik fıkıh literatüründe “akdu'n-nikâh” ya da “akdu'z-zevâc” tabirleri ile
ifâde edilir.
Đlk dönem fıkıh kitaplarında nikâhın önem ve mahiyetinden, unsur ve şartlarından,
sonuçlardan ve evliliği sona erdiren durumlardan geniş bir şekilde bahsedilmekle birlikte
muhtemelen anlam ve mahiyetinin çok iyi bilinmesi sebebiyle nikâh akdinin tanımı
yapılmamıştır.
XII. yüzyıl sonrasına ait eserlerde ise nikâhın terim anlamına açıklık getirilmiş ve bu
yapılırken hukuk tekniği ve mantığı mülâhazalarına ağırlık verilerek daha çok "eşlerin
26
meşru ölçüler içerisinde birbirinden cinsel bakımdan faydalanmasını helâl kılan akit" veya
"erkeğe kadından cinsel olarak istifade hak ve yetkisini veren akit" şeklinde tanımlar
yapılmıştır. Büyük Hanefî fakih Serahsî (v. 483/1090), cinsel arzuları tatminin nikâhın
öncelikli hedeflerinden olan neslin sürdürülüp korunması gayesine hizmet eden bir vasıta
olduğunu belirterek, fakihlerin nikâh akdinin mahiyetiyle ilgili bakışlarına ışık tutmuştur.
Günümüz Đslâm hukukçularından bazıları fıkıh eserlerindeki yaygın nikâh tanımını
esas alırken, bazısı "neslin sürdürülmesi ve korunması", "hayat ortaklığı", "hayat
arkadaşlığı", "eşlerin karşılıklı hak ve yükümlülükleri" gibi unsurları da içeren nikâh
tanımları yapılmıştır.
Yapılan eski ve yeni nikâh tariflerini dikkate alarak evliliği şöyle tanımlayabiliriz:
“Şer’an evlenmeleri yasak olmayan bir erkekle bir kadın arasında sürekli bir hayat ortaklığı
kurmak üzere yapılan ve birbirinden cinsel yönden yararlanmayı meşrû kılan, karşılıklı
haklar ve sorumluluklar yükleyen, rızaya dayalı bir sözleşmedir”.
5.3.2. Nikâhın Mahiyeti
Fakihlerin çoğunluğuna göre nikâh akdi, hem medenî bir akit, hem de bir ibadettir.
Çünkü:
Nikâhın cüz’î hükümlerinin genellikle akıl tarafından kavranabilir gerekçelere
dayanması ve medenî bir işlemin temel özelliklerini içermesi yönüyle sıradan bir medenî
sözleşme görüntüsü sergilese de, yapılışı, yapılıncaya kadar sürdürülen hazırlıklar, iki
şahidin ve toplum bilgisini gerektirmesi, düğün yemeği (velîme) verilmesi, eğlence tertip
edilmesi, naslarda teşvik edilmesi, mescitte akdedilmesinin ve uygun olursa cuma gününe
rastlatılması müstehap olması gibi yönleri, nikâhın ibadet yönünü güçlendirir ve onun diğer
medenî sözleşmelerden farklı bir mahiyete sahip olduğunu gösterir. Onun için nikâh akdi,
ibadet mahiyetine de sahip medenî bir akit veya medenî ve ibadet yönü bulunan özel
bir akit olarak ifade edilir. Nitekim bunun bir yansıması olmak üzere klasik fıkıh
kitaplarının bir kısmında nikâh konusu, ibâdetler ile muâmelâtın ortasında ele alınmıştır.
Bir grup Şâfiî fakihine göre ise evlilik, alış-veriş gibi dünyaya ait işlerden olup,
ibadet niteliğinde değildir. Dayandıkları delil, gayrimüslimlerin nikâhının da Đslâm
nazarında geçerli sayılmasıdır (el-Kasas 28/9; Tebbet 111/4). Eğer ibadet olsaydı, onların
nikâhlarının geçersiz olması gerekirdi. Müslüman bir erkeğin Ehl-i kitap bir kadınla
evlenmesi câizdir ve gayrimüslim bir kişi müslüman olunca nikâhı geçerli sayılmaktadır.
Evlilikten gaye, kişinin cinsel isteklerini teskinden ibarettir. Đbadet ise Yüce Allah için bir
iş yapmaktır. Şâfiîlerin bu görüşüne çoğunluk fakihler karşı çıkmıştır.
Buna karşılık içlerinde bazı Şâfiîlerin de bulunduğu fukaha çoğunluğuna göre
nikâhın mümin veya gayrimüslim için geçerli olması dünyada toplum düzeni ile ilgilidir.
Nitekim mescit, yol yapımı vb. hayır işleri Müslüman için bir ibadet olduğu halde,
gayrimüslim için bir ibadet sayılmaz. Genel anlamda Allah'ın hoşnut ve razı olduğu her iş
ve davranış Müslüman için bir ibadettir. Bu yüzden Đslâmî esaslara göre kurulan ve buna
göre yürütülen evlilik de ibadet niteliğindedir. Çünkü nikâh akdi ile nefsi haramlardan
korumak ve nesli sürdürmek gibi birçok toplum maslahatları gerçekleşir. Nitekim Hz.
27
Peygamber (sav) "Sizden birinizin nikâhında sadaka sevabı vardır" buyurmuştur.
Evlenmenin sevabı nâfıle ibadetlerle meşgul olmak için bekâr durmanın sevabına nispetle
daha çoktur.
Evliliğin dinî-hukukî mahiyeti çerçevesinde dikkat edilmesi gereken önemli bir husus
da Kur’ân-ı Kerim'de evlenmenin, “ağır sorumluluklar içeren bir sözleşme” (misak-ı ğaliz)
olarak nitelendirilmiş olmasıdır. Böyle bir niteleme başka herhangi bir akit için
حْدَاھُن ِ قنْ َط َ ارًا فَ@ " :yapılmamıştır. Ayette şöyle buyurulur
ِ
ْم إ
َ و َآتيْتُ
ٍ
َ مَك َ ان َ زوْ ج
ٍ
ُم ِ اسْت َ بْدَال َ زوْ ج
َرْدتُ
َ
ِنْ أ
َوإ
ينًا
ِ
ْمًا مُب
ث
ِ
َ ا وإ
َون َ هُ بُھْتانً
ُ
ُخذ
ْ
َتأ
َ
ِ وا منْ َ هُ شيْئًا أ
ُ
ُخذ
ْ
َتأ (20)
َ
َون َ هُ و َقْد أ
ُ
ُخذ
ْ
َن ِ منْ ُك َو ْم َك َ يْف َ تأ
ْ
َخذ
َ
َى ب ٍ عْض َ وأ
لَ
ِ
ْف َمِيث ًاقا َض َى ب ُ عْضُكْم إ
يظاِل ً غَ 21( / ) Eğer eşiniz olan bir kadından ayrılıp başka birisiyle evlenmek isterseniz,
onlardan birine mehir olarak yığınla altın da vermiş olsanız, ondan en küçük bir şey dahi
geri almayın. Siz onu, iftira ederek ve apaçık günah işleyerek mi geri alacaksınız!
Birbirinizle içli dışlı olmuş, üstelik onlar sizinle ağır sorumluluklar içeren bir sözleşme
yapmışken, o mehri nasıl geri alırsınız!" (en-Nisâ’ 4/20-21).
Aslında evlilik akdi, kendine mahsus ve şartlarının büyük çoğunluğu Şâri’ (Allah ve
Peygamber) tarafından tespit edilen, tarafların irade hürriyeti büyük ölçüde dar tutulan özel
bir akit kabul edilmelidir. Taraflar, şartları önceden kendi katkıları olmaksızın tespit
edilmiş olan bir akdi aynen kabul etmekte ve böylece oluşturulan bir müesseseye
girmektedirler.
5.3.3. Nikâhın Meşrûiyeti
Nikâh bütün semâvî dinlerin kabul ettiği bir müessese ve peygamberlerin sünnetidir.
Evliliğin meşrûiyeti Kitap, Sünnet ve Đcmâ ile sabittir.
5.3.3.1. Evliliğin Meşruiyetini Gösteren Ayetler
Nikâhın meşruiyetini gösteren çeşitli ayetler vardır. Mesela:
- " ُ
ِمُ
َنْ ي ُكونُوا فُ َق َر َ اء ْ يُغِنھ
ِ
َم ِائ ُكْم إ
ِ
َي َام ِى منْ ُكْم َ و الصالِ ِح َ ين ِ م ِ نْ عَب ِاد ُكْم َ وإ
ِك ْ حُوا اHَ
نْ
َ
ُ َ وا
/ ِم ِس ٌع َ عِليمٌ َنْ ف ِضْل ِه َ و َوأ
Sizden bekârları ve kölelerinizle cariyelerinizden salih olanları (/ durumu evlenmeye
müsait olanları) evlendirin. Eğer onlar fakir iseler, Allah onları fazlu kereminden
zenginleştirir. Allah her şeye gücü yeten ve her şeyi bilendir." (en-Nûr 24/32),
َ@ َث َ و َرُب َ اع َ ف " -
ُ
َن َى وث
ْ
َس ِاء َ مث
ِك َ حُوا م َ ا ط َ اب لَ ُكْم ِ م َن الن
َيَت َام َى فانْ
ْ
َ% تُْق ِس ُط ِ وا في ال
ْم أ
ِ نْ خْفتُ
ِ
َ وا فَو ِ اح ًدَة َوإ
ُ
َ% َ ت ِعْدل
ْم أ
ِ نْ خْفتُ
ِ
إ
ُوا
َ% َ تعُول
ْدَنى أ
َ
ِل َك أ
َيْمانُ ُكْم ذَ
َ
َ وْ م َ ا ملَ َك ْت أ
َ
أ / Size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer ve dörder tane
nikâhlayın. Bu kadınlar arasında adalet yapamayacağınızdan korkarsanız, o zaman tek
kadınla evlenin veya ellerinizin altında bulunan cariyelerle yetinin. Bu, haksızlığa yol
açmamanız için daha uygundur." (en-Nisâ’ 4/3. Nikâhla ilgili diğer âyetler için bkz. elBakara
2/102, 221, 228, 230, 232, 235; en-Nisâ 4/4-5, 19, 22-26; el-A’râf 7/189-190; enNûr
24/3, 32-33; er-Rûm, 30/21; el-Ahzâb 33/37; el-Mumtehıne 60/10-12).
5.3.3.2. Evliliğin Meşruiyetini Gösteren Hadisler
Nikâhın meşruiyetini gösteren pek çok hadis nakledilmiştir. Mesela:
- "Ey gençler topluluğu! Sizden kimin evlilik yükümlülüklerine gücü yeterse evlensin.
Çünkü evlilik gözü ve ırzı harama karşı daha fazla koruyucudur. Kimin evlenmeye gücü
yetmezse oruca devam etsin. Çünkü oruç onun için (harama karşı) bir kalkandır.".
28
- Ashab-ı kiramdan üç kişi Hz. Peygamber (sav)'in eşlerine onun gece ibadetini
sormuşlardır. Onun ibadet hayatı hakkında bilgi alan bu sahâbîler; günah açısından Hz.
Peygamber ile kendileri arasında bir karşılaştırma yapıp, kendilerinin daha çok ibadet
etmeleri, daha dindar olmaları gerektiği sonucuna varmışlar ve bu maksatla birincisi
"sürekli olarak gece namazı kılmaya", ikincisi "sürekli oruç tutmaya", üçüncüsü ise
"kadınlardan sürekli ayrı kalmaya ve hiç evlenmemeye" karar vermiştir. Onların bu
konuşmalarını haber alan Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Bazı kimselere ne
oluyor ki, şöyle şöyle demişler. Fakat ben hem namaz kılıyorum, hem uyuyorum; oruç
tutuyorum, tutmadığım da oluyor; kadınlarla da evleniyorum. Kim benim sünnetimi terk
ederse benden değildir."
- "Evleniniz, çünkü ben (kıyamet gününde) diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla
övüneceğim.".
5.3.3.3. Đcma
Evlenmenin meşrûluğu üzerinde, bütün ümmet âlimleri görüş birliği içindedir. Ancak
evlenmenin kişiler bazında hükmü, evlenecek kişinin özel durumu dikkate alınarak
değerlendirilir ki bir sonraki başlıkta bunu açıklayacağız.
5.3.4. Nikâhın Hükmü
5.3.4.1. Genel Olarak (Toplum Açısından)
Hanefîlerin içinde yer aldığı cumhura göre genel olarak ve normal şartlarda yani
evliliğin gereklerini yerine getirme imkânı olan ve evlenmediği takdirde zinaya düşme
endişesi bulunmayan için evlenmek sünnet-i müekkededir. Âyet ve hadislerdeki evlenme
ِجُد َون ِ ن َك َ احًا حتى " ile ilgili emirler evliliği teşvik anlamındadır. Kur’ân’da
ِذ َ ين َ % َ ي
َي َسْت ِعْف ِف ال
ْ
َول
ُ ِ م َنْ فضْلِ ِه
ُمُيھَنِغُيْ / Evlenme imkânını bulamayanlar ise Allah lütfu ve keremi ile kendilerini
varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar!" (en-Nûr 24/33) buyrulmuş olması, Hz.
Peygamber (sav)'in evlenmeye malî imkânı bulunmayan gençlere oruç tutmayı tavsiye
etmesi ve sahabeden bazılarının evlenmemiş olmaları evlenmenin farz değil sünnet
olduğunu gösterir.
Şâfiîlere göre evlenmek normal şartlarda mubahtır yani mükellefin yapıp yapmamada
muhayyer olduğu bir fiildir. Đmam Şâfiî (v. 204/819)'ye göre boş vakitleri ibadete ayırmak
ve ilimle uğraşmak evlilikten daha üstündür. Nitekim Allah Teâlâ Kur'an'da Yahya
efendi, nefsine hâkim ve iffetli” olmakla övmüştür (Âli ... / َو َس ًيد َ ا و َحصُورًا” ,Peygamberi
Đmrân 3/39; ayrıca bk. en-Nisâ’ 4/24). Burada Yahya (as)'ın evlenmeye gücü yettiği halde
kadınlardan uzak durması övgüye lâyık görülmüştür. Eğer evlilik daha üstün olsaydı, bunu
terk etmek övülmezdi. Çoğunluk müçtehitler ise bu örneğin daha önceki şeriata ait bir
uygulama olduğunu, Đslâm ümmetini bağlamadığını söylemişlerdir.
Đmam Şâfiî'nin başka bir delili şu âyettir: " كُ لِ
ِح ل لَ ُكْم َ م َ ا و َر َ اء ذَ
ُكْم ِ مُحْ صِن َ ين َ غ َوأ َ يْر ُ
َمْوالِ
َ
أ
ِ
َنْ ت َبْت ُغوا ب
َ
ْم أ
ين َ حِ افِ سُمَ / Haram olanlar dışındaki kadınlar, onları mallarınızdan harcayarak almak,
onlarla evlenmek ve zina etmemek şartıyla size helâl kılındı." (en-Nisâ’ 4/24). Bu ayette
evlenmenin helal kılındığı belirtilmektedir. Bir şeyin helâl olması mubah (caiz) olması
29
demektir. Çünkü helâl ve mubah sözcükleri eş anlamlıdır. Buna göre evlilik; yeme, içme,
alış-veriş gibi mubah olan fiillerdendir.
Zâhirîlere göre konuyla ilgili naslarda yer alan evlenmeyi emreden ifadelerinden
dolayı evlenmek farz-ı ayındır.
Bazı âlimlere göre ise neslin devamını sağlamak toplumsal bir görev olduğu için
evlenmek farz-ı kifâyedir.
5.3.4.2. Özel Olarak (Kişiler Açısından)
Evlenmenin hükmü, tek tek bireyler açısından ele alındığında, evlenecek kişinin özel
durumuna göre farklılık arz eder. Şöyle ki:
a) Eşine zulmetmeksizin evliliğin gereklerini yerine getirme imkânına sahip olan
kişi için:
Evlenmediği takdirde zinaya düşeceği kesin ise evlenmesi farzdır.
Evlenmediği takdirde zinaya düşme tehlikesi kuvvetle muhtemel ise evlenmesi vaciptir.
Evlenmediği takdirde zinaya düşme tehlikesi yoksa evlenmesi sünnettir. Bir toplumda
çoğunluğun bu durumda olması asıldır. Yukarıda zikrettiğimiz, evlenemeyen gençlere oruç
tutmayı tavsiye eden ve daha çok ibadet etmek için "sürekli olarak gece namazı kılmaya",
"sürekli oruç tutmaya", "kadınlardan sürekli ayrı kalmaya ve hiç evlenmemeye" karar
veren üç sahabeyi uyaran hadis-i şerif bunun delilidir. Diğer yandan Hz. Peygamber (sav)
ve ashabın kahır ekseriyeti evlenmişler ve onlara uyanlar da bu sünneti sürdürmüşlerdir.
Tercih edilen görüş budur.
b) Evliliğin gereklerini yerine getirme imkânına sahip olup evlendiğinde eşine
zulmedecek kişi için:
Eşine zulmetmesi kesin ise evlenmesi haramdır.
Eşine zulmetmesi kuvvetle muhtemel ise evlenmesi mekruhtur.
Bunlara oruç tutması tavsiye edilir. Hem zinaya düşme, hem de eşine zulmetme korkusu
bulunan kimse de haramlık yönü tercih edilir. Çünkü bir konuda helâl ve haram birleşince,
prensip olarak haram üstün tutulur ve ondan kaçınmak gerekir.
c) Evliliğin gereklerini yerine getirme imkânına sahip olmayan kişi için de
evlenmesi haramdır.
d) Yaşlılıktan veya bedenî kusur ve hastalıktan dolayı gücünü kaybetmiş kişi için,
evlendiğinde eşine zulmetmeyecek ise evlenmesi mubahtır. Böyle kimseler evlenmekle,
aile kurumunun cinsellik dışında kalan faydalarından istifade ederler.
Bir Ülkeye Đşçi Olarak Gidebilmek Đçin Nikâhlanmak
Bazı kimseler, kendi resmî nikâhlı karısını resmen boşayıp, onunla dinî nikâhını
sürdürürken, sırf yabancı bir ülkeye işçi olarak gidebilmek için o ülkenin vatandaşı olan bir
kadını ile resmî nikâhla evlenmektedirler. Bu durumda eski eşiyle olan dinî nikâhının ve
yeni evlendiği yabancı kadınla olan nikâhının fıkhî açıdan durumu şöyledir:
30
Bir erkek resmi nikâhlı eşinden mahkeme yoluyla boşanınca bu bir ric'î (dönülebilir)
boşanma niteliğindedir. Bu yüzden eşiyle anlaşarak bu boşanma gerçekleşmişse,
boşamadan sonra evlilikleri yeni bir nikâha gerek kalmaksızın devam eder. Ancak bir
boşama hakkı eksilmiş olur. Eğer evlendiği yabancı kadın ehl-i kitaptan ise, müslüman
erkekle ehl-i kitap kadının evliliği geçerlidir. Niyetinin sadece yurt dışına işçi olarak
gidebilme olması nikâh üzerinde etkili değildir. Çünkü evlenme, boşanma ve köle azadında
niyet dikkate alınmaksızın, muamele yapıldığı anda sonuç meydana gelir. Hz. Peygamber
(sav), “Üç şeyin ciddisi de ciddi ve şakası da ciddidir. Nikâh, talak, köle azadı veya ric’î
(dönülebilir) boşamada eşine dönme.” buyurulmuştur. Eğer evlendiği kadın Hristiyan ve
Yahudilik dışında bir dine mensupsa veya dinsizse yapılan nikah hükümsüzdür.
Kur’ân-ı Kerim'de “ağır sorumluluklar içeren bir sözleşme” (misak-ı ğaliz) olarak
nitelendirilmiş olan evlilik kurumunun (en-Nisâ’ 4/21), dünyevî amaçlara alet edilmesi
caiz değildir. Gerçekte evlilik amacı gütmemekle birlikte sırf dünyevî bir amaca
ulaşabilmek için resmen evli gözükme; evlilik hayatını sürdürmekle birlikte bazı maddî
imkânlara sahip olabilmek için resmen boşanma gibi uygulamalar, ağır sorumluluk
gerektiren ve ibadet mahiyeti de taşıyan aile anlayışıyla bağdaşmayan uygulamalardır. Bu
tür formalite evlenme ve boşanmalar sonucu elde edilen maddî değerin dinî açıdan helâl
olduğunu söylemek mümkün değildir.
ÖZET
Aile hukuku, klasik dönem fıkıh kitaplarında muâmelât konuları arasında ele alınmıştır.
Avrupa'da başlayan kanunlaştırma hareketlerinin Đslâm dünyasında da kabul görmesiyle
birlikte, aile hukuku kapsamına giren konulardaki Đslâm hukuku hükümleri “el-ahvâlu'ş-
şahsiyye” terimiyle ifade edilmeye başlamıştır.
Eş seçimi
Evlenilecek kadında bulunması müstehap olan nitelikler, dindarlık, zenginlik, soyluluk,
güzellik, doğurganlık ve bakire olmaktır. Đslam âlimleri, akraba evliliğini tavsiye
etmemişlerdir.
Görüşme
Evlenecek kişilerin birbirlerini görmelerini, hatta bir dereceye kadar görüşmelerini
Đslam teşvik etmiştir. Çoğunluk müçtehitlere göre, erkek evlenmek istediği kadının yalnız
yüz ve ellerine bakabilir.
Hıtbe (nişan)
Hıtbe; bir kadına veya ailesine evlenme isteğini bildirmektir. Nişanlanacak erkek ile
kadın arasında sürekli veya geçici evlenme engellerinden birinin bulunmaması gerekir.
Nişanda dinî nikâh kıyılması
Đslam hukukuna göre nişanlılara özel, sadece onların günaha girmeden daha serbest
görüşmelerini temine yönelik bir nikâh akdi yoktur. Tek bir nikâh vardır o da çiftleri dinî
açıdan evli konumuna getirir.
31
Nişan eğlencesi
Hz. Peygamber (sav), düğün cemiyetinde olduğu gibi, bayram günlerinde veya bazı
sportif gösteriler sırasında da nezih eğlenceyi müsamaha ile karşılamıştır.
Nişanlanmanın hukukî sonuçları
Nişan evlilik akdi olmayıp, yalnız bir evlilik vadinden ibaret olduğu için nişanlıların
nişandan vazgeçmesi caizdir. Bunun için karşılıklı rıza da gerekmez. Tek yanlı irade
beyanıyla da nişan sona ermiş olur. Ancak haklı bir sebebe dayanmaksızın tek taraflı
olarak nişanı bozmak günahı muciptir.
Birbirleriyle nişanlanan, sözlenen erkekle kadın birbirine yabancıdır, haramdır.
Helallik ancak nikâh akdi ile olur.
Nişanın bozulmasının hukukî sonuçları
Nişanın bozulması durumunda erkeğin kıza mehir olarak verdiklerini geri alabileceği
hususunda mezhepler arasında görüş birliği vardır. Çünkü mehir nikâh akdi ile hak
kazanılan bir değerdir.
Đslâm'a göre kadının mehrin tamamını almaya hak kazanabilmesi için, sahih halvet,
cinsel temas ve eşlerden birisinin ölümünden en az birisinin gerçekleşmesi gerekir. Eğer
bunlardan en az birisi olmamışsa, nişan ve nikâh erkeğin fiili ile bozulduğu takdirde kadın
mehrin yarısına hak kazanır. Eğer kadının fiili ile sona ermiş bulunursa kadın mehirden
hiç bir şey alamaz.
Nişanın bozulmasından sonra nişanlılık sürecinde tarafların birbirlerine verdikleri
hediyeler ya da ailelerin verdikleri hediyelerle ilgili hükümler mezheplere göre farklılık
arz eder.
Nişanın bozulması durumunda, ileride mehir yerine geçmek üzere kıza verilmiş olan
hediyelerin iade edilmesi gerekir.
Klasik fıkıhta, (dinî nikâh yapılmayan) nişanın bozulması sonucunda tarafların maddî
ve manevî tazminat talep edip-edemeyeceği konusunda herhangi bir hüküm
bulunmamaktadır. Çağdaş Đslam hukukçuları ise bu hususta farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir.
Düğün merasimi
Hz. Peygamber ve ashabı düğünde ölçülü eğlenceye izin vermiştir. Düğün dolayısıyla
verilen yemeğe “velîme” denir. Hz. Peygamber tavsiye etmiştir.
Nikâh akdinin yapılış şekli
Đslâm hukukunda nikâh akdinin geçerliliği için diğer akitlerden farklı olarak şahitler
huzurunda akdedilmesi şartı aranır. Bunun dışında nikâhın din adamı veya başka resmî
görevlinin huzurunda kıyılması ya da dinî merasim icra edilmesi gibi bir şekil zorunluluğu
bulunmamaktadır.
Nikâhın kaydedilmesi
32
Đslâm hukuku nazariyatında nikâhın resmî görevlinin huzurunda kıyılması ve resmen
tescil edilmesi şartı yoktur ve Osmanlının son dönemine kadar bu şekilde uygulanmıştır.
1917 tarihli Osmanlı Hukûk-ı nâmesi'yle nikâha resmî bir devlet memurunun katılması ve
nikâhı tescil etmesi esası getirilmiştir.
Resmî nikâhla yetinmek
Bir toplumda devletin öngördüğü resmî nikâhta Đslâm'ın nikâh için öngördüğü rükün ve
şartlar dikkate alınmıyorsa, ayrıca Đslâmî hükümleri bilen bir din adamının katılması ile
“dinî bir nikâh” akdinin yapılması, bu konuda karşılaşılabilecek yanlışlıkları önler.
Dinî nikâhla yetinmek
Resmî nikâh olmaksızın yalnız Đslâmî kurallara göre akdedilen nikâh dinen geçerli olur.
Ancak resmî nikâh yapılmaksızın yalnız dinî nikâhın varlığını günümüz devlet sistemi kabul
etmediği için böyle bir nikâh yaptırımsız kalır. Mehir, nafaka ve çocukların bakımı kocanın
insafına terkedilmiş olur.
Nikâhın tarifi
Nikâh; şer’an evlenmeleri yasak olmayan bir erkekle bir kadın arasında sürekli bir
hayat ortaklığı kurmak üzere yapılan ve birbirinden cinsel yönden yararlanmayı meşrû
kılan, karşılıklı haklar ve sorumluluklar yükleyen, rızaya dayalı bir sözleşmedir.
Nikâhın mahiyeti
Fakihlerin çoğunluğuna göre nikâh akdi, hem medenî bir akit, hem de bir ibadettir. Bir
grup Şâfiî fakihine göre ise evlilik, ibadet niteliğinde değildir.
Nikâhın meşrûiyeti
Nikâh bütün semâvî dinlerin kabul ettiği bir müessese ve peygamberlerin sünnetidir.
Evliliğin meşrûiyeti Kitap, Sünnet ve Đcmâ ile sabittir.
Nikâhın hükmü
Genel olarak (toplum açısından): Hanefîlerin içinde yer aldığı cumhura göre evliliğin
gereklerini yerine getirme imkânı olan ve evlenmediği takdirde zinaya düşme endişesi
bulunmayan için evlenmek sünnet-i müekkede, Şâfiîlere göre ise mubahtır.
Özel olarak (kişiler açısından): Evlenecek kişinin özel durumuna göre farklılık arz eder.
Eşine zulmetmeksizin evliliğin gereklerini yerine getirme imkânına sahip olan kişi için:
Evlenmediği takdirde zinaya düşeceği kesin ise evlenmesi farz, kuvvetle muhtemel ise
vacip, zinaya düşme tehlikesi yoksa sünnettir. Evliliğin gereklerini yerine getirme imkânına
sahip olup evlendiğinde eşine zulmedecek kişi için: Eşine zulmetmesi kesin ise evlenmesi
haram, kuvvetle muhtemel ise mekruhtur. Evliliğin gereklerini yerine getirme imkânına
sahip olmayan kişi için de evlenmesi haramdır. Yaşlılıktan veya bedenî kusur ve
hastalıktan dolayı gücünü kaybetmiş kişi için, evlendiğinde eşine zulmetmeyecek ise
evlenmesi mubahtır.
33
5.4. DEĞERLENDĐRME SORULARI
1. Akraba evliliği ile ilgili aşağıdaki cümlelerden hangisi doğrudur?
A) Kur’ân akraba evliliğini tavsiye etmemiştir.
B) Sünnet akraba evliliğini tavsiye etmemiştir.
C) Kur’ân ve Sünnet akraba evliliğini tavsiye etmemiştir.
D) Đslam âlimleri, akraba evliliğini tavsiye etmemişlerdir.
E) Kur’ân ve Sünnette akraba evliliği teşvik edilmiştir.
2. Evlenme düşüncesiyle kadına bakmanın ölçüsü ve sınırı ile ilgili çoğunluk
müçtehitlerin görüşüşü nedir?
A) Erkek evlenmek istediği kadının yalnız yüzüne, ellerine ve topuktan aşağı ayaklarına
bakabilir
B) Erkek evlenmek istediği kadının günlük işleri yaparken açık kalabilen yerlerine
bakabilir.
C) Erkek evlenmek istediği kadının yalnız yüz ve ellerine bakabilir
D) Erkek evlenmek istediği kadının sadece yüzüne bakabilir.
E) Erkek evlenmek istediği kadının vücudunun tamamına bakabilir.
3. Nişanın bozulmasından sonra nişanlılık sürecinde tarafların birbirlerine verdikleri
hediyeler konusunda Şâfiî mezhebinin görüşü nedir?
A) Hediyeler geri alınamaz.
B) Hediyeler hibe (bağış) hükmündedir. Bu yüzden prensip olarak, verilen hediyeler
geri alınmamalıdır.
C) Eğer nişanı erkek bozmuşsa hiçbir hediyeyi geri alamaz.
D) Eğer nişanı kız bozmuşsa erkek hediyeleri geri alabilir.
E) Hediyeler karşı tarafın elinde bulunuyorsa aynen, zayi olmuş veya tüketilmişse misli
veya kıymeti ile talep edilebilir.
4. Osmanlı Devleti'nde nikâha resmî bir devlet memurunun katılması ve nikâhı tescil
etmesi esası hangi kararname ile getirilmiştir?
A) Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye
B) Hukûk-ı nâmesi
C) Nafaka Kanunu
D) Nüfus ve Sicillât Nizamnâmesi
E) Meşîhat Kararnamesi
5. Nikâh akdi ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
A) Sırf ibadettir.
B) Hem medenî bir akit, hem de bir ibadettir.
C) Đbadet mahiyetine de sahip medenî bir akittir.
34
D) Medenî ve ibadet yönü bulunan özel bir akittir.
E) Klasik dönem fıkıh kitaplarında “Muamelât” kısmında ele alınır.
Cevap Anahtarı
1. D
2. C
3. E
4. B
5. A
5.5. KAYNAKLAR
Acar, H. Đbrahim, "Đslam Hukuku Açısından Nişanlanma", Atatürk Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi
Dergisi, Erzurum 2005, sayı 23, ss. 71-94.
Atar, Fahrettin, "Nikâh", DĐA, Đstanbul 2007, XXXIII, ss. 112-117.
Aydın, M. Âkif, “Aile Hayatı”, Đlmihal II Đslam ve Toplum, Diyanet Đşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara
2006, ss. 195-249.
Aydın, Mehmet Âkif, Đslâm - Osmanlı Aile Hukuku, Marmara Đlahiyat Vakfı Yayınları, Đstanbul 1985.
Cin, Halil, Đslâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Ankara
1974.
Çalış, Halit, “Aile Hayatı”, Günümüz Fıkıh Problemleri, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
Yayını, 1. Baskı, Eskişehir 2010, ss. 54-77.
Dağcı, Şamil, “Ahvâl-i Şahsiyye”, Fıkıh, Gözden geçirilmiş 4. baskı, Ankara Üniversitesi Uzaktan
Eğitim Yayınları, Ankara 2009, ss. 137-165.
Döndüren, Hamdi, Delilleriyle Aile Đlmihali, Đstanbul 1416/1995.
Erdoğan, Mehmet, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, 1. Baskı, Rağbet Yayınları, Đstanbul 1998.
Günay, Mehmet, “Aile Hukuku”, Đslam Hukuku I, Sakarya Üniversitesi Uzaktan Eğitim Merkezi,
Sakarya 2010 (Đnternet yayını).
Güneş, Ahmet, "Đslam Hukuku Açısından Nişanlanma", Dinî Araştırmalar, Ankara 2007, cilt X, sayı
29, ss. 161-188.
Has, Şükrü Selim, "Nişanın Bozulmasının Hukukî ve Dinî / Ahlakî Neticeleri (Đslâm Hukuku ve
Modern Hukuk Arasında Bir Mukayese)", Marmara Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi Dergisi,
Đstanbul 2006/1, sayı 30, ss. 113-131.
Yaman, Ahmet, "Evlilik Öncesi Đlişkiler", Mehir, Đlkbahar/1999, ss. 25-28.
Yaman, Ahmet, Đslâm Aile Hukuku, 8. Baskı, Marmara Đlahiyat Vakfı Yayınları, Đstanbul 2011.
Yaran, Rahmi, “Aile Hayatı”, Đslâm Đlmihali, 1. Basım, Marmara Đlahiyat Vakfı Yayınları, Đstanbul 2006,
ss. 599-646.
Yaylalı, Davut, “Aile Hukuku (Ahval-i Şahsiyye)”, Đslam Hukuku I, Atatürk Üniversitesi Uzaktan
Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi, Erzurum 2011 (Đnternet yayını).
İSLAM HUKUKU-I
Hafta 10
Nikâh Akdinin Rükünleri ve
Şartları
Yrd. Doç. Dr. Aydın TAŞ
[Diyarbakır 2013]
1
ÜNİTE10
Nikâh Akdinin Rükünleri ve
Şartları
ĐÇĐNDEKĐLER
GĐRĐŞ
A. Nikâh Akdinin Rükünleri
B. Nikâh Akdinin Şartları
1. Đn’ikâd Şartları
2. Sıhhat Şartları
3. Nefâz Şartları
4. Lüzûm Şartları
6.1. TARAFLAR
6.1.1. Vekil Aracılığı Đle Evlenme
6.1.2. Nikâhta Bir Kişinin Đki Tarafı Birlikte Temsil Etmesi
6.1.3. Fuzûlînin Nikâhı
6.2. ĐCAP VE KABUL
6.2.1. Đcap ve Kabulün Tarifi
6.2.2. Đcap ve Kabulün Geçerli Olmasının Şartları
6.2.2.1. Mümkünse Sözlü Olması
6.2.2.2. Açık Olması ve Taraflarca Đşitilip Anlaşılması
6.2.2.3. Kullanılan Siyganın "Gelecek Zaman" Olmaması
6.2.2.4. Birbirine Uyumlu Olması
6.2.2.5. Aynı Mecliste Olması ve Birbirini Đzlemesi
6.2.2.6. Đkrahla Olmaması
6.2.2.7. Belli Bir Süre Đçin Olmaması
2
6.2.2.8. Müneccez (Şartsız) Olması
6.3. VELĐ
6.3.1. Nikâh Akdinde Velinin Rolü ve Yetki Sınırı
6.3.1.1. Velinin Rolünü Azaltan Görüş
6.3.1.2. Velinin Rolünü Arttıran Görüş
6.3.2. Evlendirme Velâyetinin Çeşitleri
6.3.2.1. Velâyet-i Đcbâr
6.3.2.2. Velâyet-i Đhtiyâr / Velâyet-i Đstihbâb
6.3.3. Velide Aranan Şartlar
6.3.3.1. Tam ehliyetli Olması
6.3.3.2. Reşit Olması
6.3.3.3. Din Birliğinin Bulunması
6.3.3.4. Erkek Olması
6.3.3.5. Adaletli Olması
6.4. ŞÂHĐTLER VE ĐLAN
6.4.1. Şahitlerde Aranan Şartlar
6.4.1.1. Tam Ehliyetli Olması
6.4.1.2. Müslüman Olması
6.4.1.3. Đki Erkek veya Bir Erkek Đki Kadın Olması
6.4.1.4. Görme, Đşitme ve Anlama Yeteneğinin Bulunması
6.4.1.6. Tarafların Usûl ve Fürûundan Olmaması
6.4.1.7. Adaletli Olması
6.4.2. Nikâhın Đlanı ve Gizli Nikâh
6.5. EVLENME EHLĐYETĐ
6.6. EVLENME ENGELLERĐ
6.6.1. Ebedî Evlenme Engelleri
6.6.1.1. Kan Hısımlığı
6.6.1.2. Sıhrî Hısımlık
6.6.1.3. Radâ’ (Süt Hısımlığı)
6.6.2. Nisbî Evlenme Engelleri
6.6.2.1. Din Farkı
3
6.6.2.2. Đki Akraba Đle Birden Evlenme
6.6.2.3. Beşinci Kadın
6.6.2.4. Başkasının Eşi Olma
6.6.2.5. Üç Kere Boşama
6.6.2.6. Đhramlı Olma
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
Nikâh akdinin rükünleri ve şartlarını tanımlayabilecek,
Rükün ile şart arasındaki farkı gösterebilecek
Đcap ve kabulün geçerli olmasının şartları sayabilecek,
Nikâh akdinde velinin rolü ve yetki sınırını, evlendirme velâyetinin
çeşitlerini ve velide aranan şartları ifade edebilecek,
Şahitlerde aranan şartları açıklayabilecek,
Evlenme ehliyeti hakkında bilgi verebilecek,
Evlenme engellerini sıralayabileceksiniz.
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• Kütüphane ve internetten yararlanarak ünitede geçen konular hakkında
araştırma yapınız.
• Ünitenin sonunda verilen kaynaklar listesinden de yararlanarak ünitede ele
alınan konularla ilgili daha geniş okumalar yapınız.
• Ünitede geçen kelime ve kavramlar için Mehmet Erdoğan'ın Fıkıh ve Hukuk
Terimleri Sözlüğü’ne, Türkiye Diyanet Đşleri Başkanlığı tarafından
yayınlanan Dini Kavramlar Sözlüğü’ne, Türkiye Diyanet Vakfı Đslâm
Ansiklopedisi'nin ve Şamil Đslam Ansiklopedisi’nin ilgili maddelerine
başvurunuz.
4
Nikâh Akdinin Rükünleri ve
Şartları
GĐRĐŞ
Nikâh akdinin kurulması ve geçerli sayılması için birtakım rükün ve şartları taşıması
gerekir. Bu rükün ve şartlardan birinin eksik olması evliliğin ya hiç doğmamasına veya
eksik doğmasına yol açmaktadır.
Nikâh akdinin rükünleri (vazgeçilemez unsurları) ve şartları konusunda mezhepler
arasında görüş ayrılığı meydana gelmiştir.
A. Nikâh Akdinin Rükünleri
Akdin rüknü (unsuru) denildiğinde, onu meydana getiren ve yapısına dâhil olan;
bulunmaması durumunda akdin bâtıl (yok) hükmünde sayılmasına yol açan temel öğeler
kastedilir.
Evliliğin rükünleri konusunda mezhepler arasında ihtilaf vardır. Hanefîlere göre; icap
ve kabuldür (irade beyanıdır). Đcap ve kabul zaruretten bu beyanı yapacak tarafları
(evlenecek kadın, erkek ya da bunları temsil eden veli veya vekilleri) da içine almaktadır.
Hanbelîlere göre; icap ve kabul ile taraflardır. Mâlikîlere göre; icap ve kabul, taraflar ve
velidir. Şâfiîlere göre ise; siyga (icap ve kabul), taraflar, veli ve şahitlerdir.
Hanefîlerin dışındaki cumhur nikâh akdinin in'ikâd (kurucu, meydana gelme) ve
sıhhat (cevâz, geçerlilik) şartları arasında bir ayırım yapmamış, bu şartları taşıyan akdi
sahih, bunlardan birini taşımayan akdi bâtıl (fâsit) olarak nitelemiştir. Onun için cumhur,
özellikle de sadece Şâfiîler akitlerin rükünlerinden ve o rükünlerin (sıhhat) şartlarından söz
ederler. Rükünlerin şartlarını, ayrı başlık altında değil, ilgili rükün anlatılırken belirtirler.
Hanefîler ise akitle ilgili rükün dışındaki gereklilikleri, in'ikâd (kuruluş), sıhhat
(geçerlilik), nefâz (yürürlük) ve lüzûm (bağlayıcılık) şartları olmak üzere dört gruba
ayırarak ele almaktadırlar.
B. Nikâh Akdinin Şartları
Evlenme akdinin yukarıdaki unsurlar ile ilgili taşımaları gereken birtakım şartları vardır.
Bu şartlardan bir kısmı, bulunması gerekli (müspet) şartlar, bir kısmı da bulunmaması
gereken (menfî) şartlardır. Diğer yandan akdin varlığına etkileri ve sonuçları bakımından
bu şartların hepsi aynı düzeyde değildir. Hanefîler, bu şartları dört ayrı grupta ele alarak
inceler. Bunlar in‘ikâd, sıhhat, nefâz ve lüzûm şartlarıdır.
1. Đn’ikâd Şartları
Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olmakla birlikte, onun yapısından bir parça teşkil
etmeyen unsura ise "şart" denir. Meselâ; namaz için abdest bir şarttır. Abdestsiz namazın
5
varlığından söz edilemez, fakat bununla birlikte abdest, namazın niteliğinden bir parça
değildir.
Akdin hukuken meydana gelmesini temin eden şartlara “in’ikâd” (kuruluş) şartları
denir. Bu şartlardan birinin yokluğu durumunda akit bâtıl olur. Mezhepler arasında
in’ikâd şartları ile ilgili bazı farklılıklar olmakla birlikte belli başlı kuruluş şartları
şunlardır: a) Tarafların evlenme ehliyeti, b) Meclis birliği, c) Đcap ve kabulün birbirine
uygun olması, d) Evliliğin ta‘lîkî bir şarta bağlanmaması, e) Süreklilik, f) Evlenme
engelinin bulunmaması
2. Sıhhat Şartları
Rükünlerine uyularak akdedilen bir nikâhın, hukuken geçerli olmasını sağlayan şartlara
“sıhhat” (geçerlilik) şartları denir. Bu şartlardan birinin yokluğu durumunda akit, sahih
olmaz. Bu şartlardan birinin yokluğu durumunda akit fâsit olur. Bâtıl akitten farklı
olarak fâsit akde birtakım sonuçlar bağlanır. Mezhepler arasında sıhhat şartları ile ilgili
bazı farklılıklar olmakla birlikte belli başlı sıhhat şartları şunlardır: a) Şahitlerin bulunması,
b) Đkrahın olmaması, c) Evlilikte ileri sürülen takyîdî şartlar
3. Nefâz Şartları
Đn’ikâd ve sıhhat şartlarını taşıması sebebiyle hukuken varlık kazanan bir evlilik akdi,
bazen birtakım eksikliklerden dolayı yürürlüğe girmez, işlerlik kazanmaz. Akdin yürürlük
kazanabilmesi ve sonuçlarını doğurması için gerekli şartlara “nefâz” (yürürlük) şartları
denir. Bu şartları taşıyan akde “nâfiz”, bu şartlardan birini taşımayan akde ise mevkûf
(askıda) denir. Mevkûf akit, hukuken var olmakla birlikte henüz sonuçlarını doğurmaya
hazır değildir.
Tarafların veya velilerinin rızasının (icazetinin, onayının) alınmasının gerekli olduğu
hallerde bu rızanın alınması nefâz şartıdır. Hanefîlere göre ma‘tûh (bunak) ve mümeyyiz
küçükte olduğu gibi taraflar tam ehliyetli değilse bizzat yaptıkları akit, velinin onayına
kadar yürürlüğe girmez. Velisi onay verirse akit yürürlüğe girer, onay vermezse akit
batıldır. Şâfiîlere ve Hanbelîlerde ise tercih edilen görüşe göre bu tür onayı gerektiren
evlilikler geçersizdir ve sonradan onay verilmesi halinde de geçerli olmaz. Mâlikîlerde bu
konuda biri Hanefîlerin diğeri Şâfiîlerin görüşü doğrultusunda iki görüş mevcuttur.
4. Lüzûm Şartları
Feshi (bozulması) mümkün olan birçok akitten farklı olarak evlilik akdi, lâzım
(bağlayıcı) akitlerdendir. Akdin bağlayıcı olmasının anlamı, akit yapıldıktan sonra
taraflardan birinin veya her ikisinin yahut veli ya da vekil gibi temsilcilerin bu akdi
feshetme (bozma) yetkisine sahip olmaması demektir. Lüzum şartlarının bulunduğu bir
akit ancak iki tarafın karşılıklı rızasıyla bozulabilir.
Akdin kesinlik kazanması ve iki taraflı da bağlayıcı olmasını sağlayan şartlara “lüzûm”
(bağlayıcılık) şartları denir. Diğer ifadeyle akdinin geriye döndürülemeyecek şekilde
olmasını gerektiren şartlara, “lüzûm” şartları denir.
Lüzûm şartlarının önemlileri şöyle sıralanabilir:
6
a) Ehliyetsiz (akıl hastası veya bunak gibi) veya eksik ehliyetli (küçük çocuk ve kız
gibi) kimseyi, baba veya dedenin evlendirmesi
Bu durumunda nikâh bağlayıcı olur. Ebû Hanife ve Đmam Muhammed'e göre eğer
bunları evlendiren veli amca veya erkek kardeş gibi baba ve dede dışındaki veli grubundan
olursa, bunların akdedeceği nikâha küçük çocuk ergin olunca, akıl hastası da şifa bulunca
itiraz etme hakkına sahiptir. Bu haklardan birincisine "buluğ muhayyerliği", ikincisine ise
"hıyâru'l-ifâka" (şifa bulma muhayyerliği) denir. Burada evliliğin denk birisi ile ve emsal
mehirle yapılmış olması da evlendirilenden bu hakkı düşürmez. Ebû Yusuf'a göre ise baba
ve dede dışındaki velilerin akdedeceği nikâh da küçük ve akıl hastası hakkında bağlayıcı
olur ve bunların ileride seçme serbestliği bulunmaz. Çünkü veli gerekli araştırmayı yapar
ve maslahata en uygun olanı seçer. Hukûk-ı Aile Kararnâmesi ise 9 yaşından küçük kız
çocukları ile 12 yaşından küçük erkek çocuklarının hiçbir kimse tarafından
evlendirilemeyeceği, erginlik çağından itibaren kızda 17 ve erkekte 18 yaşa kadar ise
hâkimin velilerin iznini alarak evlendirebileceği esasını getirmiştir (mad. 7, 10).
b) Velisinin izni olmaksızın evlenen akıllı ve ergin kadının, dengi olan erkekle ve mehri
misille (emsal mehirle) evlenmiş olması
c) Akıllı ve ergin kadının, mehr-i misille fakat dengi olmayan bir erkekle velisinin
iznini alarak evlenmesi
d) Erkeğin, iktidarsızlık gibi evliliğin yürümesine engel bir bedenî kusurunun olmaması
e) Tarafların birbirini aldatmaması
Lüzûm şartlarını taşıyan evliliğe lâzım evlilik, bu şartlardan birini taşımayan evliliğe
gayr-ı lâzım evlilik denir. Fesihten önce zifaf olmamışsa gayr-ı lâzım evlilik hiçbir sonuç
doğurmaz. Zifaf olmuşsa feshedilinceye kadar sahih nikâhın tüm sonuçlarını doğurur.
Bazı durumlarda ilgili tarafların veya velilerinin akde itiraz ederek feshettirme
(mahkemeye başvurup bozdurma) hakları vardır. Böyle bir hakkın bulunması, ilgili kişi
açısından akdin bağlayıcı hale gelmesini engeller. Akdin bağlayıcı hale gelmesini
engelleyen durum, çoğu kez velinin, itiraz hakkının bulunmasından kaynaklanır. Şöyle ki:
Hanefîlere göre tam ehliyetli (akıllı, ergin ve hür) olan bir kız, velilerinin rızasını
almaksızın evlenme akdini bizzat kendisi yapmış ise evlendiği erkeğin kendisine denk ve
mehrinin de mehr-i misil olması gerekir. Aksi halde velilerin, hâkime müracaat ederek akdi
feshettirme hakları vardır. Bununla birlikte veliler, kefâetin (denkliğin) bulunmamasına ve
mehrin de mehr-i misil olmamasına rağmen yapılan akde razı olurlarsa veya bu haklarını
kullanmaktan vazgeçerlerse artık yapılan evlilik akdi, bağlayıcı hale gelir. Hanefîler tam
ehliyetli kadına bizzat evlilik akdi yapma hakkı tanıdıkları için denkliğin bulunmaması ve
mehrin, mehr-i misil olmaması gibi kadın aleyhine söz konusu olabilecek zararları, veliye
itiraz hakkı vererek telafi yoluna gitmişlerdir. Hanefîlerin dışındakilere göre ise, tam
ehliyetli de olsa kadının bizzat akit yapma hakkı olmadığı için velinin itirazını gerektirecek
bir durum da söz konusu değildir.
7
Kefâet (denklik), evlenecek taraflar arasında dinî, iktisadî ve sosyal konum bakımından
bir denkliğin var olması demektir. Đslam hukukçularının çoğunluğu, denkliğin gözetilmesi
gerektiğinde hem fikirdir. Çünkü yapılan evliliklerin sona ermesinde kadın ve erkek
arasındaki dinî, iktisadî ve sosyal seviye farkının önemli ölçüde etkisi vardır. Evlilik
akdinde aranan denklik, erkeğin kadına denk olması ya da ondan üstün olmasıdır.
Kadının erkeğe denk olması ise umumiyetle aranmaz. Bunun nedeni, erkeğin talak
hakkına sahip olması, kadının ise bu hakka sahip olmamasıdır. Erkek, istemediği bir
evliliğe istediği anda bu hakkı kullanarak son verebilirken, kadının doğrudan bu hakkı
yoktur. Bu yüzden denklik kadın açısından önemlidir ve kendisi açısından ileride
doğabilecek birtakım sakıncaları, daha işin başında önlemeye yöneliktir. Diğer bir neden
ise kızın, kendisine denk olmayan bir erkek ile evlenmesinden ailesinin onur ve şerefinin
zarar görmesini önlemektir. Diğer yandan denklik, evlilikten önce aranır. Evlilikten sonra
denkliğin ortadan kalmasının bir önemi yoktur, dikkate alınmaz.
Denkliğin bulunmasından dolayı eşlerin arasını ayırmak hâkimin hükmüne bağlıdır.
Bu sebeple hâkimin feshine kadar evlilik tüm sonuçlarını doğurur ve evliliğin tüm
hükümleri devam eder. Denkliğin bulunmaması sebebiyle gerçekleşen fesih, talak
sayılmaz.
Denkliğin bulunmadığı bir evliliğe velinin ses çıkarmayıp susması itiraz hakkını
düşürmez. Veli için sabit olan bu fesih hakkı, bazı fakihlere göre kadın bu evlilikten hamile
kalıncaya kadar, bazı fakihlere göre ise doğum yapıncaya kadar devam eder. Bundan sonra
çocuğun yararı sebebiyle itiraz hakkı düşer.
Farklı görüşler bulunmakla birlikte denklik, çoğunluğa göre hem velinin hem de kadının
hakkıdır. Bu yüzden velisi tarafından izni alınmaksızın evlendirilen kadın, denkliğin
bulunmaması sebebiyle muhayyerlik hakkına sahip olur.
Denkliğin bir sıhhat şartı mı yoksa lüzum şartı mı olduğu konusunda farklı görüşler
bulunmakla birlikte ağırlıklı görüş, lüzum şartı olduğu yönündedir. Buna göre denklik
gözetilmeden yapılan evlilik akdi sahihtir, fakat bağlayıcı değildir. Sıhhat şartı olduğu
şeklindeki görüşe göre velisi, bir kadını rızasını almaksızın evlendirse akit fâsit olur. Yine
bu görüşe göre velisi bulunmayan bir kadını hâkim, dengi olmayan bir erkek ile evlendirse
evlilik fasit olur.
Kefâette dikkate alınacak durumlar konusunda mezhepler arasında bazı farklılıklar
vardır. Hanefîlere göre denklik, müslümanlık, dindarlık, soy, hürriyet, servet ve meslekte
olmak üzere altı noktada aranır. Şâfiî ve Hanbelîlere de hemen hemen Hanefîlerle aynı
görüştedirler. Şâfiî mezhebinde yaşta ile bedensel ve zihinsel özürlü olmamak hususlarında
da denklik aranacağı söylenmiştir. Mâlikîler ise sadece müslümanlık, dindarlık ve evliliğin
devamını imkânsız kılan zihinsel ve bedensel özürlerden selâmette denklik aranacağını
söylemişlerdir. 1917 tarihli Hukûk-ı Aile Kararnâmesi'nde Hanefî mezhebinin denklik
konusundaki klasik doktrini terkedilerek sadece zenginlik ve sanat açısından erkeğin
kadına denk veya ondan daha iyi durumda olması şartıyla yetinilmiştir (mad. 45-50).
8
Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre, bir kıza dengi talip olur ve mehr-i misil
vermeyi kabul eder, kız da onunla evlenmek isterse, velisi onu evlendirmekle mükelleftir.
Aksi takdirde evlendirme velayeti bir diğer veliye geçer.
Nikâh akdi ile ilgili rükünleri ve şartları sırası ele alıp açıklamaya çalışacağız.
6.1. TARAFLAR
Đslam hukukunda evlenme akdinin tarafları, doğrudan evlenecek kadın, erkek ya da
kendilerini temsil eden veli veya vekilleridir. Evlenme ehliyetine sahip olan kimseler
bizzat evlenebilecekleri gibi veli ve vekil gibi temsilcileri aracılığıyla da evlilik akdini
gerçekleştirebilirler. Evlenme ehliyetine sahip olmayan kimseler ise velileri aracılığı ile
evlenebilirler.
Evlilik akdinin meydana gelebilmesi için ayrı cinsten iki tarafın bulunması gerekir.
Aynı cinslerin birbiriyle evliliği mümkün değildir. Böyle bir evlilik batıldır.
Erkek veya kadın olduğu belli olmayan veya kendisinde hem erkeklik, hem de dişilik
organları bulunan kimseye hünsâ denir. Organların işlevleri bakımından biri diğerine
tercih edilebilir ise veya buluğ çağına erip de ihtilam olur ya da âdet görür ise, buna göre
erkek veya kadın olarak kabul edilir. Eğer bu uzuvlardan birisinin galebe çalıp da tercihte
bulunma imkânı bulunmaması halinde, böyle kimseye hünsâ-i müşkil (cinsiyeti belirsiz
olan kişi) denir ve bununla evlenmesi caiz değildir. Đnsanların insanüstü varlıklar olan cin,
peri ve meleklerle evlenmesine de imkân yoktur.
Hanefîlere göre aklı tam yetişkin (ergin) kızlar kendi başlarına nikâh akdine taraf
olabilirler. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre ise aklı tam yetişkin kızlar nikâhta
taraf olamaz ancak velileri vasıtasıyla evlenebilirler.
6.1.1. Vekil Aracılığı Đle Evlenme
Diğer akitlerde olduğu gibi evlenme akdinde de vekâletin caiz olduğu bütün fakihler
tarafından kabul edilmiştir.
Hanefîlere göre akıllı ve ergin erkek ve kadın bizzat evlenebileceği gibi vekil aracılığı
ile de evlenebilir. Hanefîlerin dışındaki üç mezhep ise, kadın nikâhta taraf olmasını kabul
etmedikleri için, onun vekil aracılığı ile nikâh akdi yapmasını da kabul etmemişlerdir.
Temyiz gücüne sahip müslüman erkek veya kadın nikâhta vekil olabilir. Vekil sözlü
veya yazılı olarak bu görevi üstlenebilir. Hanefî mezhebine göre vekâleti verme sırasında
şahit bulunması şart değildir. Ancak şahit bulunması inkâr durumunda ispat için gerekli
olabilir. Şâfiî mezhebine göre ise nikâh için iki şahit yanında vekâlet almak lazımdır.
Vekâlet hususî olduğu gibi umumî de olabilir. Bir kişi birine evleneceği kişinin ismini
değil de vasıflarını/niteliklerini belirterek vekâlet verebilir (umumî vekâlet). Böyle bir
durumda vekil, usul ve füru ile müvekkilini evlendiremez. Çünkü temsil yetkisini kötüye
kullanma ihtimali olur. Ancak böyle umumî vekâletle olmasa bile ismen söylenerek özel
vekâlet verilmesi durumunda bu da mümkündür. Nikâhta veli de nikâhta hazır
bulunmayarak kendisini tayin ettiği bir vekile temsil ettirebilir.
9
6.1.2. Nikâhta Bir Kişinin Đki Tarafı Birlikte Temsil Etmesi
Hanefîlere göre evlilik akdi esnasında tek kişinin vekil, veli veya asıl sıfatlarından
ikisini de kendisinde toplayarak iki tarafı birlikte temsilen şahitlerin önünde nikâh akdini
meydana getirmesi mümkün ve caizdir. Kişi, her iki tarafın velisi veya bir tarafın velisi
diğerinin vekili yahut iki tarafın vekili olabileceği gibi asıl ve veli sıfatı da tek kişide
toplanabilir. Mesela, veli durumunda olan amcaoğlu, amcakızını kendisine nikâhlayabilir.
Şâfiîlere göre ise nikâhta bir kişinin iki tarafı temsil etmesi ancak iki tarafın da velisi
olması halinde caizdir.
6.1.3. Fuzulînin Nikâhı
Fuzulînin (yetkisiz temsilcinin yani asıl, veli veya vekil olmayan bir kimsenin)
taraflardan birini temsil ederek yaptığı evlenme akdi, ancak ilgili tarafın icazet
vermeleriyle (onaylamalarıyla, kabul etmeleriyle) sıhhat kazanır. Böyle kıyılan nikâha
“füzûlen nikâh”, bu şekilde başkasını everen kimseye de “fuzulî” denir.
6.2. ĐCAP VE KABUL
6.2.1. Đcap ve Kabulün Tarifi
Evlilik akdi için "icap ve kabul" (irade beyanı) bir rükündür. Çünkü evlenme akdinin
varlığı tarafların bu evliliği karşılıklı olarak kabul etmesine bağlıdır. Çağdaş literatürde
icap ve kabul karşılığında “sîğatü'l-akd” kavramı da kullanılmaktadır.
Nikâh konusunda "icap" aralarında evlenme engeli bulunmayan taraflardan birisinin
veya temsilcilerinin (veli veya vekillerinin) evlenme talebinde/teklifinde bulunması olup
önce söylenen sözdür. "Kabul" ise karşı tarafın bu talebi kabul ettiğine ilişkin sözüdür.
Taraflardan birinin "Benimle evlenmeyi kabul et" demesi, karşı tarafın "kabul ettim"
şeklinde cevap vermesi gibi.
Hanefîlere göre akdi meydana getiren irade beyanlarından ilki icap, diğeri kabul adını
alır. Đlk talebin erkek veya bayan tarafından yapılması sonucu etkilemez. Hanefîlerin
dışındaki çoğunluğa göre ise icap kadının velisi veya vekili tarafından erkeğe yapılan
evlenme teklifi, kabul de erkeğin buna verdiği olumlu cevaptır.
6.2.2. Đcap ve Kabulün Geçerli Olmasının Şartları
6.2.2.1. Mümkünse Sözlü Olması
Nikâh meclisinde hazır bulunan tarafların iradelerini sözlü olarak açıklamaları gerekir.
Aynı akit meclisinde bulunmayanlar (gaipler) arasında evlenme iradesi yazıyla beyan
edilebilir. Evlilik iradesini içeren mektup diğer taraf ve şahitler huzurunda okunur, bu
tarafın kabulü ile nikâh akdi tamamlanır. Burada nikâh meclisi hükmen bir sayılır. Fakat
iki gaip arasında teâti edilen mektuplarla nikâh akdi gerçekleşmez.
Sağır ve dilsizlerin kendi anlaşma usullerini belirten işaretleriyle veya nikâh meclisinde
yazılı beyanlarıyla nikâh akdi yapılabilir.
6.2.2.2. Açık Olması ve Taraflarca Đşitilip Anlaşılması
Akit esnasında kullanılan kelimelerin evlenme iradesini açık ve kesin bir şekilde ortaya
koyacak türden olması gerekir.
Hanefîlere göre icap ve kabul için kullanılan sözler açık veya kinayeli olur. Yalnız
evlilik akdi meydana getirmede kullanılan "nikâh" ve "tezvîc" sözcükleri ile bunların başka
dildeki karşılıkları açık sözlerdir. "Tezevvüc ettim, nikâhladım, nikâh ettim, nikâhla aldım,
nikâhla verdim, tezvic ettim, evlendim, evlendirdim" sözcükleri gibi (en-Nisâ 4/22; elAhzâb
33/37). Mülkiyetin nakli sonucunu doğuran satış, hibe, sadaka ve temlîk gibi
kinayelî sözler de, nikâh konusunda mecâz olarak icap ve kabul için kullanılabilir.
"Kendimi sana şu kadar mehir karşılığında hibe ettim" diye icapta bulunmak gibi. Burada
mehrin zikredilmesi, şahitlerin hazır bulunması, meclisin bir nikâh meclisi olması tarafların
gayelerinin evlenmek olduğunu açıkça gösterir. Buna karşılık mülkiyetin nakli sonucunu
doğurmayan kira, rehin, ibra, vedîa gibi deyimler evlenmede icap ve kabul için
kullanılmaya elverişli değildir. Mâlikîlerin bu konudaki görüşleri Hanefîlerinkine
yakındır.
Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise evlilik akdi yalnız “nikâh” ve “tezvîc” sözcükleri ile
meydana gelir. Delilleri, Kur'an-ı Kerîm'de bu akit için yalnız belirtilen sözcüklerin
kullanılmasıdır (bk. en-Nisâ 4/22; el-Ahzâb 33/37). Şâfiî ve Hanbelîlerin görüşünü
benimseyen Hukûk-ı Aile Kararnâmesi "Nikâhta icap ve kabul, tenkîh ve tezvîc gibi
sarih lafızlarla olur" (mad. 36) hükmüyle kinaye kullanımını devre dışı bırakmıştır.
6.2.2.3. Kullanılan Siyganın "Gelecek Zaman" Olmaması
Nikâh akdinin, evlenme iradesinin, tereddüde meydan bırakmayacak bir kesinlikte
ortaya konduğunun taraflar ve şahitlerce anlaşılmasına imkân veren ifadeler kullanılarak
yapılması gerekir.
Fıkıh âlimleri, kendi dönemlerinde nikâhları kayda geçirme uygulamasının yaygın
olmaması ve Arap dilinin özellikleri gibi âmillerin de etkisiyle, evlenme iradesinin yanlış
anlamaya imkân vermeyecek bir tarzda ortaya konması için icap ve kabulün sîgaları
üzerinde geniş biçimde durmuşlar, her ikisinin mâzi (geçmiş zaman) sîgasıyla olması
halinde nikâh akdinin kurulacağında ittifak etmişlerdir. Kadının "şu kadar mehirle kendimi
sana nikâhladım" icabına, kocanın; "Kabul ettim" diye cevap vermesi gibi. Çünkü bu
siyganın anlamı, akdi o anda meydana getirmektir Bununla akit bir niyet ve karîneye
ihtiyaç olmaksızın o anda meydana gelir.
Fıkıh âlimleri, mâzi dışındaki sîgaları tartışmışlardır. Hanefî ve Mâlikîlere göre
muzârî (şimdiki ve geniş zaman) siygası, akdi o anda meydana getirmeye delâlet eden
mehrin konuşulması ve şahitlerin hazır bulundurulması gibi bir karînenin bulunması
halinde evlilik akdi meydana getirmeye elverişli sayılır. Erkek kadına, "Şu kadar mehirle
seni kendime nikâhlıyorum" dese, kadın da, "Kabul ediyorum" veya "Razı oluyorum" diye
cevap verse, bu geleceğe ait bir vaat olmaması ve bir nikâh meclisi bulunması şartıyla akit
meydana gelir. Ancak nikâh meclisi olmaz ve akdin o anda yapıldığını gösteren bir karîne
de bulunmazsa bu bir nikâh değil, geleceğe ait bir "söz verme" niteliğindedir.
11
Türkçede şimdiki ve geniş zaman için ayrı kipler kullanıldığından böyle bir
karışıklığın olması söz konusu değildir. Mesela Türkçede “Evlenirim, evlenmeyi kabul
ederim” kelimeleri kesinlik ifade eder. Bundan dolayı ülkemizde bir evlilik vaadini değil
de bir evlilik iradesini ortaya koyan şimdiki ve geçmiş zamanla yapılan veya bu kiplerde
muhatap olunan bir soruya aynı kiplerle cevap vererek ya da sadece "evet" diyerek
akdedilen bir evlenme sözleşmesinin geçerli olduğunu kabul etmek gerekecektir.
Evlilik akdinde emir siygası da kullanılabilir. Erkek kadına "Beni kendine nikâhla"
dese ve bununla o anda evlilik akdi yapmayı kastetse; kadın "Sana kendimi nikâhladım"
diye cevap verince akit tamam olur. Hanefîlere göre buradaki emir siygası ile erkek
kadına evlenme için vekâlet vermiş olur. Böylece kadın kendisinden asıl, erkekten vekil
sıfatıyla icap ve kabulde bulunmuş olur. Mâlikîlere göre ise burada emir siygası icap
niteliğindedir.
Soru siygası icap sayılmaz, belki icaba çağrı niteliğindedir.
6.2.2.4. Birbirine Uyumlu Olması
Đcap ve kabul her bakımdan birbirine uygun bulunmalıdır. Đcap ve kabul arasında
yanılma, hile yüzünden bir farklılık oluşursa nikâh akdi gerçekleşmiş olmaz. Meselâ, belli
bir mehir zikredilerek yapılan icap açıklamasına, o miktarın altında bir miktar mehirle
kabul açıklaması yapılması halinde, icap ile kabul arasında uyum olmayacağından akit
meydana gelmez.
Đcabı olduğu gibi kabul etmeyip bazı değişikliklerle kabul ettiğini söylemek yeni bir
icap anlamına gelir ve karşı tarafın kabul etmesi durumunda akit gerçekleşmiş olur.
6.2.2.5. Aynı Mecliste Olması ve Birbirini Đzlemesi
Taraflardan birisi normal konuşma işitilemeyecek şekilde diğerinden uzaklaşmışsa,
nikâh meclisi terkedilmiş sayılır. Ebû Yusuf'a göre bir taraf nikâh meclisinde hazır
değilken, diğer taraf şahitlerin önünde icapta bulunsa, akit, bulunmayan tarafın icazetine
bağlı olarak meydana gelir. Karşı taraf bunu öğrenince olumlu cevap verirse akit
kesinleşir; aksi halde ortadan kalkar.
6.2.2.6. Đkrahla Olmaması
Akitlerin sıhhat şartlarının en önemlilerinden birisi tarafların rızalarının eksiksiz olarak
akde yansımasıdır. Evlilik akdinin, tarafların hür iradeleriyle kurulması gerekir.
Đkrah (zorlama), insanın istemediği bir şeyi yapması için zor kullanılması, tehdit
edilmesi, korkutulmasıdır. Đkrah, müktesep (irâdî) ehliyet arızalarındandır.
Tarafların rızalarının tam olarak bulunmadığı ikrah gibi bir durumda, vuku bulan irâde
beyanlarının akdi gerçekleştirme kabiliyeti tartışmalara yol açmıştır. Bir erkek veya
kadının böyle bir tehdit altında evliliği kabul etmesi ve akit esnasında bu şekilde irade
beyanında bulunması halinde bu akdin hükmünün ne olacağı tartışmalı bir konudur.
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîler, irade beyanının rıza temeline dayalı olmasını sıhhat şartı
olarak kabul ettikleri için cebir ve baskı altında yapılan nikâh akdini geçersiz kabul ederler.
12
Delilleri, Hz. Peygamber (sav)'in, "Allah Teâlâ, ümmetimden yanılma, unutma ve
zorlandıkları şeyin hükmünü kaldırmıştır." hadisidir.
Hanefîler ise ikrah altında yapılan nikâh akdini geçerli kabul ederler. Đkrahın
evlenmeye ve boşanmaya etki etmemesi tarzındaki görüşlerinin delili, "Üç şeyin ciddisi de
ciddi, şakası da ciddidir. Nikâh, talak ve cayılabilir boşamada eşine dönme." hadisidir.
Çünkü Şâri' Teâlâ bu tasarruflarda belirli lafzın kullanılmasını, o lafzın içeriğine ilişkin
iradenin bulunduğuna hükmetmek için yeterli saymıştır. Hanefîler cebir ve şiddete maruz
kalanı şaka yapan kimseye benzetmektirler.
Hanefîlerin açıklaması şöyledir: Đkrah, rızayı (gönüllü olmayı) ortadan kaldıran, ihtiyarı
(tercihi) bozan fakat mükreh (zorlanan) açısından ehliyeti yok etmeyen fiildir. Rıza ile
ihtiyar farklıdır. Đkrah altında irade beyanında bulunan kişinin o akde rızası yoksa da
ihtiyarı vardır. O akdi kendi ihtiyarı ile kabul etmiştir. Yani maruz kaldığı tehdidin
gerçekleşmesi ile evliliğin gerçekleşmesi arasında seçim yapmış ve tercihini evlilik yönünde
kullanmıştır. Mükrehin bu sözlerin anlamını kastetme yönünde olmasa da söylenmesi
yönünde iradesinin bulunduğu açıktır. Öte yandan bu tür tasarrufların zorlayana nispet
edilmesi de mümkün değildir. Onun için yapılan akit sahihtir.
Hanefîlerin bu içtihadı, zaman içinde uygulamada problemler yaşanmasına sebep
olmuş, özellikle kadınların istemedikleri evliliklere zorlanması sonucunu doğurmuştur.
Bunu gören Đslâm hukukçuları Osmanlı Hukûk-ı Aile Kararnâmesi’nde diğer
mezheplerin görüşünü tercih ederek ikrah altında yapılan evlilikleri fasit (geçersiz)
saymışlardır (mad. 57).
6.2.2.7. Belli Bir Süre Đçin Olmaması
Evlilik sırasında icap ve kabul geçici değil, süreklilik bildiren bir üslupla ifade
edilmelidir. Evlilik "bir ay" veya "bir yıl" gibi belirli bir süre ile yapılmışsa, Ca'ferîlerin
dışında Zeydîlerin aralarında bulunduğu fakihlere göre akit veya süre kaydı bâtıl sayılır.
Ebû Hanife'nin müçtehit öğrencilerinden Züfer'e göre muvakkat (geçici) nikâh geçerli
olup, süre şartı geçersizdir. Çünkü bu fâsit bir şart olup, böyle bir şarttan dolayı nikâh akdi
iptal edilemez ve sürekli olarak meydana gelmiş olur.
Đslâm hukukçuları genellikle belli bir süre için yapılan evlilik akdi esnasında “mut’a”
(yararlanma) kelimesi veya bundan türeyen Arapça kelimeler kullanılırsa buna “mut’a
nikâhı”, böyle bir kelime kullanılmadan yapılan süreli evliliğe ise “muvakkat
(süreli/geçici) nikâh” derler. Buna göre, erkek kadına, "Bir ay süre ile senin cinsel
yönlerinden yararlanayım" dese, kadın da bu teklifi kabul etse, bu evliliğe "mut'a nikâhı"
denir. Erkek kadına, "Seni bir ay veya bir yıl süreyle yahut bu beldede oturduğum sürece
kendime nikâhladım" dese, kadın bu teklifi kabul etse, bu evliliğe ise "muvakkat (geçici)
nikâh" denir.
13
6.2.2.8. Müneccez (Şartsız) Olması
Evlilik akdinde taraflar evlenme iradelerini mutlak olarak ortaya koyabilecekleri gibi,
taraflardan birisi, diğerini maddî veya manevî bir yük altına sokacak bir takım kayıt ve
şartlarla mukayyet olarak da ifade edebilirler.
Şer'î hükümlerle çelişmeyen, akdin taraflarından birisine tek yanlı yarar sağlamaya
yönelik bulunmayan ve anlamlı olan şartlara "sahih şart", şer'î hükümlerle çelişen veya
akdin niteliği (gayesi) ile bağdaşmayan şartlara ise "fâsit şart" veya bâtıl şart" denir.
Evliliğin şartsız olmasından asıl maksat evlilik akdinde ta'lîkî (geciktirici) veya
infisâhî (bozucu, sona erdirici) bir şartın mevcut olmamasıdır. Bazı takyîdî (kayıtlandırıcı)
şartlarla evlilik akdinin yapılması mümkündür.
6.2.2.8.1. Nikâh Akdinde Öne Sürülen Şartların Çeşitleri ve Hukukî Sonuçları
Evlenme akdi sırasında ileri sürülen üç çeşit şart vardır:
6.2.2.8.1.1. Ta’lîkî Şartlar
Evlilik akdinin kurulmasını bir olayın veya zamanın gerçekleşmesine bağlayan şartlara
“ta'lîkî” (geciktirici) şart denir. Bu çeşit şartlar, ileri sürüldüğü vakit mevcut ve
gerçekleşmiş ise akit sahihtir. Gerçekleşmemiş ise akit de sahih değildir. Çünkü evlilik
akdi yapıldığı esnada hüküm ifade etmesi gerekir. Đstikbale bağlanamaz. Mesela:
“Fakülteyi bitirince veya bitirmişsen seninle evlendim/evleniyorum” veya “Anne-babamın
razı olması şartıyla seninle evlendim/evleniyorum” gibi. Eğer fakülte de daha önce
bitirilmiş ise akit sahih olur. Bitirme şartı gerçekleşmemiş ise akit sahih değildir.
Gelecek bir tarihten itibaren meselâ “bir sene sonra” geçerli olmak üzere yapılacak akit
de geçerli değildir.
Ta'lîkî şartta akdin yapılması tarafların iradeleri dışında bir iradeye ya da olaya
bağlanmaktadır ve akdin kuruluşunu engellemektedir.
6.2.2.8.1.2. Đnfisâhî Şartlar
Evlilik akdinin kendiliğinden bozulmasını gelecek bir olaya veya zamana bağlayan
şartlara “infisâhî” (bozucu, sona erdirici) şart denir. Diğer ifade ile vukuu anında akdin
feshi sonucunu doğuran şartlardır. Mesela: "Velim razı olmazsa bozulması şartıyla evliliği
kabul ediyorum" gibi. Đnfisâhî şart içeren nikâh akidi geçersizdir. Çünkü evlilik akdi derhal
geçerlilik kazanan ve neticelerini ortaya çıkaran bir akittir.
Đnfisâhî şartta akdin bozulması tarafların iradeleri dışında bir iradeye ya da olaya
bağlanmaktadır ve akdin kuruluşunu bozmaktadır.
6.2.2.8.1.3. Takyîdî Şartlar
Evlilik akdini, “şöyle, böyle olmak üzere veya şartıyla” gibi bir lafızla kayıtlayan
şartlara takyîdî (kayıtlandırıcı, sınırlayıcı; evliliği belirli kayıtlar altına alan) şartlar denir.
Söz gelimi evlenecek kızın veya erkeğin "Annemin de bizimle beraber oturması şartıyla
evlenmeyi kabul ediyorum" demesi gibi. Bu şekildeki şartla hem evlilik akdi gerçekleşir,
14
hem de şartı kabul eden taraf borç altına girmiş olur. Ancak Đslâm hukukçuları hangi tür
takyîdî şartın evlilik sözleşmesine dâhil edilebileceği konusunda farklı kriterler ortaya
koymuşlardır.
Fakihlerin çoğunluğu Kur’an ve sünnetin kabul ettiği şartları uygun görülmüştür.
Hanbelîler ile bazı Mâlikîler ölçüyü biraz daha geniş tutarak Đslam’ın ruhuna ve umumî
kaidelerine uygun olan ve tarafların faydalı gördükleri her şartı mümkün görürler.
"Müslümanlar şartlarına bağlıdır" hadisini delil göstererek Allah ve resulü tarafından
açıkça yasaklanmamış, taraflardan birine yarar sağlayan şartları geçerli kabul ederler.
Hanefîler ise çerçeveyi daha dar tutmuşlardır. Onlara göre evliliğin mahiyetine ve
hedeflerine uygun olup nasların açık hükümleriyle çelişmeyen şartları geçerli, böyle
olmayanları geçersizdir. Mesela, nafaka ile mükellef olmamak veya aile hayatı yaşamamak
şartıyla evlenmek evliliğin mahiyetine ve hedeflerine uygun değildir. Bu gibi şartlarla akit
yapılırsa şartlar fasit, akit sahihtir.
Hanefîler ile Hanbelîler arasında en fazla tartışma konusu olan takyîdî şart;
evlenen kadının kocasının tek eşli olmasını ve ikinci evlilik yaptığı takdirde ikinci kadının
boş olmasını şart koşmasının mümkün olup olmadığıdır. Hanefîler bu şartın geçerli
olmadığını, Allah'ın verdiği bir iznin bu şartla ortadan kaldırmış sayılamayacağını ileri
sürmektedirler. Hanbelîler ise bu şartın geçerli olduğunu, kocayı bağlayıcı olduğunu,
çünkü bu şartın geçerli olmadığını ortaya koyan bir nassın mevcut bulunmadığını ve bu
şartın kadına yarar sağladığını söylemektedirler. Osmanlı Hukûk-ı Aile Kararnâmesi bu
konuda Hanbelî mezhebinin görüşünü kabul etmiş ve bu tür bir şartı geçerli kabul etmiştir.
Koca bu şarta rağmen ikinci defa evlenirse kadın kocasının tek evli kalma şartına riayet
etmemesi sebebiyle kendi evliliğini feshettirme konusunda bir seçim hakkına sahiptir.
Dilerse mahkemeye başvurur ve evliliğini feshettirir. Ancak Hukûk-ı Aile
Kararnâmesi’nde bu konuda Hanbelîlerin görüşünün kabul edilmiş olmasını şiddetle tenkit
eden âlimler olmuştur.
Şâfiîler, evlenme akdinin gereği olan şartların muteber olduğunu, bunların
dışındakilerin batıl bulunduğunu söylerler. Onlara göre batıl olan bu şartlara riayet
gerekmez. Muvakkat (süreli) evlilik dışındaki batıl şartlar, evliliğin sıhhatine mani olmaz.
Mâlikîler, ortada yemin olmadıkça yerine getirilmesi uygun olan şartlara uymak gerekli
olmadığını söylemişlerdir.
Takyîdî Şartların Çeşitleri ve Evlilik Akdine Tesirleri
Takyîdî şartta evlilik tamamen tarafların iradeleriyle belirli kayıtlar altına alınmaktadır.
Takyîdî şartlar, yukarıdaki ölçülere, sahih (geçerli), fâsit (geçersiz) veya bâtıl (boş) olarak
gruplanabilir:
i) Sahih Takyîdî Şart
Şer'î hükümlerle çelişmeyen, nikâh akdinin niteliği ile bağdaşan, başkasının hakkına
zarar vermediği gibi, kocanın da özel ve meşrû işlerindeki hürriyetini kısıtlamayan takyîdî
şartlar sahih şart olup bağlayıcıdır. Meselâ: Kadının, tefvîz-i talâkı (erkeğin kendisine
15
boşama hakkı verilmesini); koca evinde, kocasının ailesi veya kuma olmaksızın oturmayı;
kadının ailesi izin vermedikçe sefer mesafesinden uzak beldeye göç edilmemesini şart
koşması, bu mahiyette olup kocayı bağlar. Sahih şarta riayetsizlik karşı tarafa geriye
yürümeyen bir fesih hakkı sağlar.
ii) Fâsit veya Bâtıl Takyîdî Şart
Şer'î hükümlerle çelişen veya akdin niteliği ile bağdaşmayan şartlar fâsit veya bâtıl şart
olup, nikâh akdinde bu gibi şartlar geçersizdir. Evlilik akdi ise geçerliliğini sürdürür.
Bu tür şartlara örnekler:
- Eşlerden birisi veya her ikisi için belli bir süre içinde, nikâhı feshetme hakkını öne
sürmek nikâh akdinin bağlayıcı niteliği ile bağdaşmaz
- Evli olan bir erkekle, ilk eşini boşamak şartıyla evlenme durumunda bu şart
geçersizdir. Çünkü Hz. Peygamber (sav) "Bir kadın için kumasının boşanmasını istemesi
helâl değildir." buyurmuştur.
- Kadının, erkeğin hısımları ile ömür boyu ilişkiyi kesmeyi şart koşması, "sıla-ı rahmin"
kesilmesi söz konusu olacağı için şer'î hükümle çelişmektedir. Bu şarta uyması gerekmez.
- Evliliğin hükümlerinden olan mehrin verilmeyeceğinin kararlaştırılmış olması da
böyledir. Türkçemizde "berdel" olarak bilinen ve "mehir söz konusu olmaksızın, iki
erkeğin, velâyetleri altındaki kadınları birbirlerine nikâhlamaları" anlamına gelen "şigâr
nikâhı" da bu mahiyettedir.
- Evliliğin gereklerinden ve hükümlerinden olan; eşlerin birbirinin cinsel yönlerinden
yararlanması veya kadının nafaka yahut eşler arasında eşit muamele isteme gibi
vazgeçilmez özlük haklarına aykırı olan şartlar da geçersizdir. Kadının yalnız evde
hizmetçilik yapması veya kadının geçimini kendisi sağlaması şartı ile evlenmek gibi şartlar
bu niteliktedir.
6.3. VELĐ
Başkalarının üzerinde veya onların hakkında tasarruf etme yetkisine sahip kişiye “velî”
denir. Bu yetkiye ise “velâyet” denir. Başkası üzerindeki tasarruf ve söz hakkını ifade
etmekte olup, başkaları adına hukukî işlemde bulunma yetkisi anlamına gelmektedir.
Nikâhta velinin rolü ve yetkisi konusunda cumhur ile Hanefîler arasında görüş ayrılığı
meydana gelmiştir.
6.3.1. Nikâh Akdinde Velinin Rolü ve Yetki Sınırı
6.3.1.1. Velinin Rolünü Azaltan Görüş
Akıllı ve ergin erkek, velisi olmaksızın kendi irade beyanı ile evlenebilir. Onun bir vekil
aracılığı ile evlenmesi de mümkündür. Hanefîlere göre hür, akıllı ve ergin kadın da
evlenme akdinde doğrudan taraf olabilir. Çünkü burada velinin bulunması evliliğin sıhhat
şartlarından değildir. Dayandıkları delil, bazı ayetlerin kadının nikâh akdinde bizzat taraf
olabileceğini göstermesi (el-Ahzâb 33/50; el-Bakara 2/230) ve hadislerdir. Hz. Peygamber
16
(sav), "Bekâr kadın, kendisini evlendirmede velisinden daha fazla hak sahibidir.", "Dul
kadın hakkında velinin yapabileceği bir iş yoktur." buyurmuştur.
6.3.1.2. Velinin Rolünü Arttıran Görüş
Đmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed’e göre, kadın için nikâhta erkek bir velinin bulunması
şarttır. Velî, baba, dede veya oğlu gibi kadının asabesinden (baba tarafından akrabalardan)
en yakın olan erkektir. Kadının nikâhta doğrudan taraf olması caiz değildir. Yaşının küçük
veya büyük olması, kendisinin dul veya bâkire bulunması, sonucu değiştirmez. Bu
müçtehitlere göre kadının kadını evlendirmesi de caiz değildir. Dayandıkları deliller
şunlardır:
Velilerin, boşanan kadının yeniden evlenmesine engel olmaması isteyen ayet (el-Bakara
2/232) ile evlenecek olan kız ve erkeğin dışındakilere hitap edip onlara evlendirme
َي َام ِى منْ ُكْم " ,konusunda velâyet yetkisi veren
ِك ْ حُوا ا
َ
نْ
َ
وأَ / Đçinizden bekârları evlendirin." (enNûr
24/32) ve " ىحت َ ات ِ كَ
ِ
ْ ْمُشر
ِكحُوا ال
ْتن َ َ منِ ؤُيْ وَ / Đslâm'ı kabul etmedikçe (mü'min kadınları)
Allah'a ortak koşan erkeklere nikâhlamayınız." (el-Bakara 2/221) âyetleri ve hadislerdir.
Hz. Peygamber (sav), "Herhangi bir kadın, velisinin izni olmadan evlenirse, onun nikâhı
bâtıldır, bâtıldır, batıldır.", "Kadını kadın evlendiremez. Kadın bizzat kendisini de
evlendiremez.", "Nikâh ancak veli ile olur." buyurmuştur.
Hanefîlere göre bekârları evlendirmeyi emreden âyet yalnız velilere değil, Đslâm
toplumuna hitap etmektedir. Velisiz nikâh olmayacağını bildiren hadisler ise zayıf, hatta
kimisi mürseldir yani sahabe veya tabiîlerden olan ravi atlanarak nakledilen hadistir.
Çoğunluğun delil olarak aldığı hadisleri sağlam kabul edilse bile, bunların tavsiye ifade
etmesi de muhtemeldir.
6.3.2. Evlendirme Velâyetinin Çeşitleri
Velâyet, kişilerin bizzat şahsı ile veya malı ile ilgili olur. Nikâh velâyeti "şahıs üzerinde
velâyet" kapsamına girer ve bununla yaş küçüklüğü veya akıl ya da idrak eksikliği bulunan
kısıtlının doğrudan veya onun iradesine ek bir icazetle (onayla) evlendirilmesi kastedilir.
Bu yüzden akıllı ve ergin kızların rızaları alınarak velileri tarafından evlendirilmesi de bu
konunun kapsamına girer.
Velâyet, evlendirilecek kişinin rızasının alınıp alınmama durumuna göre "velâyet-i
icbâr (zorlayıcı velilik)" ve "velâyet-i ihtiyâr” (zorlayıcı olmayan velilik) veya “velâyet-i
istihbâb (müstehap velilik)" olmak üzere ikiye ayrılır.
6.3.2.1. Velâyet-i Đcbâr
“Velâyet-i icbâr” (zorlayıcı velilik), veliye, velâyeti altındaki kişiyi, rızasını almaksızın
evlendirme yetkisi veren velâyet çeşididir. Bu çeşit velâyet akıl hastası veya mümeyyiz
(yedi yaşını tamamlamış) küçükler hakkında söz konusu olur. Hanefîler dışındaki üç
mezhep, bakire kızı da bu çeşit velâyet kapsamına almışlardır.
Hanefîler izinsiz evlendirme yetkisine sahip olan velilerin sınırını geniş tutmuşlardır.
Ebû Yusuf ve Đmam Muhammed'e göre zorlayıcı velâyet, asabe denilen baba tarafından
erkek hısımlarla sınırlıdır. Bunlar da, mirastaki sıraya göre dört sınıf olup şunlardır: 1)
17
Usül; baba, babanın.... babası, 2) Fürû; oğul, oğlun... oğlu. 3) Kardeşler; öz veya baba bir
erkek kardeşler ve bunların erkek çocukları, 4) Amcalar; öz veya baba yönünden olan
amcalar ve bunların erkek çocukları. Bunlar en yakından başlayarak mirastaki sıraya göre
velâyet yetkisine sahip olurlar. Asabeden kimse bulunmazsa velilik Đslam devlet başkanına
ve onun adına yetkili olan hâkime geçer. Hz. Peygamber (sav), "Velisi olmayanın velisi
sultandır" buyurmuştur. Ebû Hanîfe'ye göre ise, asabe grubundan hiçbir hısım
bulunmadığı takdirde velilik yetkisi anneye, sonra babaanneye, sonra kız çocuklarına, oğul
kızına, kızın kızına ve sırasıyla diğer zevi'l-erhâm denilen hısımlara geçer. Zevi'l-erhâm;
mirasta asabe ve belirli hisse sahibi yani ashab-i ferâiz olmadıkları halde, bunlar
bulunmadığında mirastan pay alan kimselere verilen addır. Bunlar teyze, hala, kızın oğlu,
annenin babası gibi akrabalardır. Eğer bu hısımlardan kimse bulunmazsa velilik Đslam
devlet başkanına ve onun adına yetkili olan hâkime geçer. Ancak hâkimin, velisi
bulunduğu kadını kendisine, usul veya fürûundan bir erkeğe nikâhlaması geçersiz
sayılmıştır. Çünkü böyle bir durum, hakkın kötüye kullanılmasına yol açabilir.
Şâfiîlere göre zorlayıcı velâyet yalnız babaya, onun yokluğunda ise babanın babasına
aittir. Bu veli, küçük olsun büyük olsun bakireyi izinsiz evlendirebilir. Ancak büyük
bakirenin iznini alması müstehaptır. Veli, dul kadını, iznini almaksızın evlendiremez.
Mâlikîlere göre ise bu yetki babaya veya onun sağlığında belirlediği vasiye aittir.
Osmanlı Devleti uygulamasında Ebussuûd Efendi'nin (v. 982/1574) padişaha
951/1544 tarihli arzı üzerine Đmam Muhammed'in görüşü esas alınarak ergin ve akıllı
kızın evlenmesinde ayrıca velisinin icazetine başvurulması da öngörülmüştür. Yine
Osmanlı Devleti uygulamasında uzun süre Ebû Hanîfe'nin görüşü esas alınmışken, 1917
tarihli Hukûk-ı Aile Kararnâmesi bunu asabe ile sınırlamıştır. Diğer yandan aynı
kararname 9 ve 12 yaşından küçük olan kız ve erkek çocukların hiçbir kimse tarafından
evlendirilemeyeceğini ve akıl hastalarının da zorlayıcı velâyet dışında tutulmasını hükme
bağlamıştır (H.A.K. mad., 7, 10).
6.3.2.2. Velâyet-i Đhtiyâr / Velâyet-i Đstihbâb
“Velâyet-i ihtiyâr” (zorlayıcı olmayan velilik) veya “velâyet-i istihbâb” (müstehap
velilik), veliye, velâyeti altındaki kişiyi ancak rızası ile evlendirme yetkisi veren velâyet
çeşididir. Evlenmede bu usule uyulması müstehaptır (iyi ve güzeldir). Kız bu
davranışından ötürü ecir de alır. Ancak bu usule uymadan evlenirse nikâh akdi sahih olur.
Hanefîlere göre akıllı ve ergin kız çocukları bu çeşit velâyetin altına girer. Bunlar Ebû
Hanife ve Ebû Yusuf'a göre kendi başlarına evlenebildiği gibi, veli veya vekil sıfatıyla
başkasını da evlendirebilirler. Evlendiği erkek, dengi ise nikâh kesinleşir. Aksi durumda
velisinin evliliği hâkime feshettirme hakkı doğar. Đmam Muhammed'e göre ise akıllı ve
ergin kızın velisinden habersiz yapacağı evlilik, velisinin icazet vermesi durumunda geçerli
olur. Aksi halde, veli izin vermezse nikâh ortadan kalkar. Diğer yandan böyle bir kızı, tek
başına veli evlendirmek isterse, bu defa da kadının rızası şarttır.
Şâfiîlere göre ise büyük bakire kız bu çeşit velâyetin altına girer ve müstehap velilik
baba, dede diğer “asabe” denilen baba tarafından erkek hısımları kapsar.
18
6.3.3. Velide Aranan Şartlar
Hanefîlere göre velinin şartları, akıl, erginlik, hür olma ve din birliğidir. Adalet ve rüşt
niteliğinin bulunması ise şart değildir. Bu konuda Hanbelîler de Hanefîler gibidir. Bazı
fakihler ise velide adalet niteliğinin bulunmasını da şart koşmuşlardır.
Velide aranan nitelikler hakkında fakihler arasında bazı ihtilaflar vardır.
6.3.3.1. Tam ehliyetli (Akıllı, Ergin ve Hür) Olması
Akıllı, ergin ve hür kimse tam ehliyetlidir. Bu yüzden başkasına veli olması
mümkündür.
6.3.3.2. Reşit Olması
Rüşt (olgunluk), kişinin malî konularla normal seviyede tedbirli ve basiretli davranacak
bir olgunluk seviyesine ulaşmasıdır. Diğer bir ifadeyle, kârını ve zararını hesap edip
akıllıca tasarrufta bulunacak şekilde olgunluğa erişmesi demektir. Bu nitelikleri sahip olan
kişiye “reşit” denir. Rüşt hali erkek ve kadında belli bir eğitim, tecrübe ve toplumu tanıma
sonucu elde edilir.
Genel olarak fakihler buluğa eren kişinin rüşt sahibi olduğunu da kabul ederler. Bazı
çağdaş Đslam hukukçuları ise buluğ (erginlik) ve rüşt dönemini birbirinden ayırırlar.
Onlar göre rüşt buluğdan sonra gelir. Gerçekten rüştün çoğu zaman buluğdan sonra ortaya
çıktığınız görmekteyiz. Buna göre ergen olan ibadet, haram ve helallerden sorumlu olur
ancak rüşte erene kadar malî işlemler yapma konusunda yetkin olmaz.
Hanefî ve Mâlikîlere göre rüşt yalnız mal üzerinde velâyet için gereklidir, evlendirme
konusunda rüşt şart değildir. Bu yüzden kısıtlı olan sefih kimse de nikâh velâyetine
sahiptir. Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise velinin rüşt çağına ulaşması gerekir. Çünkü sefihliği
yüzünden kısıtlı olan kimse, kendisi velisiz evlenemediği gibi, başkasını evlendirmeye de
yetkili değildir. Ancak sefih, kısıtlı değilse Şâfiîlerin sağlam görüşüne göre başkasını
evlendirebilir.
6.3.3.3. Din Birliğinin Bulunması
Đslam’a göre bir gayri müslimin, müslüman üzerinde (en-Nisâ’ 4/141) veya bir
müslümanın gayri müslim üzerinde velâyet yetkisi yoktur. Bu yüzden Hanefî ve
Hanbelîlere göre, müslüman olmayan bir kimse veli sıfatıyla bir müslüman kadını
evlendiremez, bir müslüman da gayri müslim kadını evlendiremez. Şâfiîlere göre ise,
gayri müslim bir erkeğin veli sıfatıyla, gayri müslim bir kadını, müslüman ya da gayri
müslim bir erkekle evlendirmesi caizdir.
Mürtet (dinden çıkan) kimsenin ne müslüman ve ne de bir gayri müslim üzerinde
velâyet yetkisi yoktur.
Veli ile velâyeti altındaki kişi arasında din birliğinin aranması, müslümanın gayri
müslimin velâyeti altında kalıp da zillete ve zayıf duruma düşmesine engel olma hedefine
yöneliktir.
19
6.3.3.4. Erkek Olması
Hanefîlere göre velinin erkek olması şart değildir. Ancak yukarıda belirtildiği gibi
zorlayıcı velâyet, imameyne göre asabe ile sınırlı iken, Ebû Hanîfe'ye göre ise, asabeden
hiç kimse yoksa anne tarafından akrabalara (anneye, babaanneye, kız çocuklarına, oğul
kızına, kızın kızına…) geçer. Şâfiîlerin içinde bulunduğu çoğunluk müçtehitlere göre
ise, kadın kendi başına evlenemediği gibi, başkasını da veli sıfatıyla evlendiremez.
6.3.3.5. Adaletli Olması
Adalet sıfatı, zina, içki, ana-babaya isyan gibi büyük günahlardan kaçınmak ve küçük
günahlarda ısrarlı olmamak ile gerçekleşir. Adaletli olmayana "fâsık" denir.
Şâfiî ve Hanbelîlere göre, velinin adaletli olması şarttır. Aksi durumda bu yetki onun
elinden alınır. Delilleri, "Bir veli ve iki adaletli şahit hazır bulunmadıkça nikâh olmaz."
hadisidir. Fasık, malda velî olamadığı gibi nikâhta da olamaz. Hanefî ve Mâlikîlere göre
ise velinin adalet sıfatına sahip olması şart değildir. Çünkü velinin fâsık oluşu, temsil ettiği
hısımına karşı sevgi, şefkat ve onun yararını gözetmede kusurlu davranacağı anlamına
gelmez. Nitekim ne Hz. Peygamber (sav) ve ne de sonraki dönemlerde, bir velinin fasıklığı
nedeniyle evlendirmeden menedildiği görülmemiştir. Đbni Abbas hadisi ise zayıftır.
6.4. ŞÂHĐTLER VE ĐLAN
Evliliğin geçerli olması için gereken şartlardan birisi de evlilik akdi sırasında iki şahidin
bulunmasıdır. Evlilik geleceğe ait hak ve sorumluluklar doğuran bir müessese olduğu ve
haramı helalden ayırdığı için, bunun topluma açıklanması, gizli kalmaması ve belirli
şahitlerle belgelenmesi gerekli görülmüştür. Bu yüzden veli dışında iki şahit bulunmadıkça
nikâh akdi sahih (geçerli) olmaz. Delili, bu hususu açıkça ifade eden hadisler ve şu ayettir:
ان ِ م ْمن َ ت ْر َضْو َن ِ مَن "
ِ
َت
َ
ِن َ ف َر ٌجُل َ و ْامَرأ
ْي
ْم َ ي ُك َون َ ا رجُلَ
ْن لَ
ِ
َج ِال ُكْم َ فإ
ِ
ِن ِ م ْن ر
َيدْي
ِ
ُد َ وا شھ
ِ
Ey iman) / & الش َو ْ اس َھَد ِ اء َت ْشھ
edenler! Belli bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman bunu yazın…) Erkeklerinizden
iki şahit tutun. Eğer iki erkek olmazsa, o durumda razı olacağınız şahitlerden bir erkekle
iki kadın yeter." (el-Bakara 2/282). Âyet, ticaretle ilgili olmakla birlikte evlilik akdini de
kapsamına alır. Akitlerde şahit, genellikle anlaşmazlık durumunda tarafların haklarını
korumada ispat kolaylığı sağlar. Evlenme akdi de eşlerin lehine ve aleyhine hukukî
sonuçlar meydana getiren bir akittir. Mehir, nafaka yükümlülüğü, nesebin sabit olması,
sıhrî hısımlığın doğması bunlar arasındadır. Diğer yandan evlilik akdinin topluma ilân
edilerek yapılması ve şahitlerin bulunması evlileri zina töhmetinden korur.
Đbni Ebî Leylâ (v. 148/765), Ebû Bekr el-Esam (v. 200/816) ve Ebû Sevr’e (v. 240/854)
göre evlilikte şahit bulundurmak şart değildir. Bu fakihlerin dayandığı delil; " اب َ ط ا َ م واُح َ كِ
َفانْ
َس ِاء
)الن نَم ِ مْكُ َل/ Kadınlardan hoşunuza gidenleri nikâhlayın..." (en-Nisâ’ 4/3) ve " واُكحِ
نْ
َ
َوأ
مْكُ ْمن ىِ امَ يَ
ا َ ْ / Đçinizden bekâr olanları evlendirin" (en-Nûr 24/32) âyetlerinin genel anlamıdır.
Onlar bu konudaki hadisleri, âyetlerin mutlak anlamını sınırlayacak güçte görmemişlerdir.
Ancak çoğunluk müçtehitler bu görüşü reddetmiş ve nikâhta şahitten söz eden hadislerin
meşhur olduğunu ve âyetlerin mutlak anlamını sınırlayacak güçte bulunduğunu
söylemişlerdir.
20
6.4.1. Şahitlerde Aranan Şartlar
Şahitte aranan nitelikler hakkında fakihler arasında bazı ihtilaflar vardır.
6.4.1.1. Tam Ehliyetli Olması
Şahitlerin tam ehliyetli (akıllı, ergin ve hür) Olması gerekir. Akıl hastası veya küçük
çocukların şahitliği yeterli değildir.
Hanbelîler dışındaki çoğunluk, şahitlerin hür olması gerektiğini söyler. Hanbelîlere
göre ise, köle diğer haklar konusunda şahitlik yapabildiği gibi nikâhta da şahit olabilir.
Çünkü bunu yasaklayan bir âyet, hadis veya icmâ yoktur.
6.4.1.2. Müslüman Olması
Đki tarafın müslüman olduğu bir evlenmede her iki şahidin de müslüman olması
gerektiğinde görüş birliği vardır. Çünkü gayri müslimin müslüman üzerinde velâyet hakkı
yoktur (en-Nisâ’ 4/141). Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre, iki taraf veya yalnız kadın ehli
kitaptan olursa şahitler de ehl-i kitaptan olabilir.
6.4.1.3. Đki Erkek veya Bir Erkek Đki Kadın Olması
Tek şahitle nikâh geçerli olmaz. Çünkü hadiste "Bir velî ve iki adaletli şahit olmadıkça
nikâh olmaz" buyurulmuştur. Hanefîlere göre, kadınlar nikâhta taraf oldukları gibi, bir
erkek için iki kadın olmak üzere şahitlik yapabilirler. Bunların şahitlikleri yalnız had ve
kısas davalarında unutma ve gaflet sebebiyle kabul edilmez. Çünkü hadler şüphe ile düşer.
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise, iki erkek veya bir erkek iki kadın şahit tutulmasını
emreden borçlanmayla ilgili âyet (el-Bakara 2/282), nikâh akdini kapsamaz. Kısasta ve
diğer şer'î cezalarda olduğu gibi, nikâhta da her iki şahidin erkek olması şarttır.
6.4.1.4. Görme, Đşitme ve Anlama Yeteneğinin Bulunması
Çoğunluk fakihlere göre, görme yeteneği şart olmayıp, işitme ve anlama yeteneğinin
bulunması şarttır. Bu nedenle şahidin nikâh akdinde konuşulan sözleri anlaması gerekir.
Çünkü şahitliğin amacı budur. Aksi halde şahit, bir söz kesme veya nişan merasimini nikâh
akdi sanabilir. Bu da toplumda yanlış anlamalara neden olur.
6.4.1.6. Tarafların Usûl ve Fürûundan Olmaması
Tarafların anne, baba, dede, nine gibi usullerinin (birinci derecede akrabalarının) ve
oğul, kız, torunları gibi fürularının nikâh akdinde şahit olması, Hanbelîlere ve bazı
müçtehitler göre ise caiz değildir. Hanefî ve Şâfiîlere göre ise caizdir.
Tarafların kardeşleri, amcaları, dayıları, teyzeleri ve halaları gibi ikinci derecede
akrabalarının şahitliği ise bütün mezheplere göre ittifakla caizdir.
Çoğunluğa göre bu hısımlardan birisi veli olarak akde katılıyorsa şahit sayılmaz.
6.4.1.7. Adaletli Olması
Hanefîlere göre, şahitlerin adaletli olması şart değildir. Đki fâsık şahidin şahitliği de
yeterlidir. Çünkü fâsık veli olmaya ehildir. Đmâmiyye Şiâsı da bu görüştedir. Hatta
21
Đmâmiyye mezhebine göre, nikâhta şahit bulundurma, akdin sıhhat şartı değil, menduptur.
Hanefîler dışındaki çoğunluğa göre ise, fâsığın şahitliği ile evlilik akdi sahih olmaz.
Çünkü Hz. Peygamber (sav) "Bir veli ve iki adaletli şahit bulunmadıkça evlilik olmaz"
buyurmuştur. Ancak Đmam Malik'e göre, adaletli şahit bulunmazsa ahlakî durumu
bilinmeyen kimse nikâhta şahitlik yapabilir.
Nikâh Kıyanın, Velinin veya Vekilin Aynı Zamanda Nikâh Şahidi Olması
Nikâhı kıyan, şahit olabilir. Bir din adamının ya da nikâh memurunun hazır bulunması
nikâhın rükün veya şartlarından değildir. Veli, fakihlerin çoğunluğuna göre şahit olamaz.
Vekil ise, kişinin kendi fiiline şahitliği makbul olmadığından, vekil hem âkit (akdi
yapan/kıyan) ve hem şahit olamaz. Ancak vekil ile birlikte vekâlet veren kadın da nikâh
meclisinde bulunursa, vekâlet alan adam şahit olabilir.
6.4.2. Nikâhın Đlanı ve Gizli Nikâh
Şahitlerin önünde yapılıp da, sonradan şahitlere bunu gizlemeleri ve dışarıda
açıklamamaları tavsiye edilen nikâh akdi, Hanîfe ve Şâfiîler göre gizli yapılmış sayılmaz.
Çünkü şahitlere sonradan yapılacak gizli tutma tavsiyeleri nikâh akdine zarar vermez.
Hanbelîlere göre ise gizli tutma tavsiyesi nikâhı geçersiz kılmaz. Evliliği veli, şahitler ve
eşler gizlese de bu geçerli olur. Fakat böyle bir gizleme mekruhtur. Hanbelîlere göre de
gizli tutma tavsiyesi nikâhı geçersiz kılmaz. Evliliği veli, şahitler ve eşler gizlese de bu
geçerli olur. Fakat böyle bir gizleme mekruhtur. Mâlikîlere göre ise, evliliğin topluma
ilânını şart olduğundan, gizli yapılan veya şahitlerden gizlemeleri istenen bir nikâh geçerli
olmaz. Đmam Malik gizli nikâhı (nikâh-ı sırrı) şöyle tarif eder: Kocanın şahitlerden nikâh
akdini, daha önce evli ise önceki karısından veya ev halkı bile olsa diğer insanlardan
gizlemelerini istediği nikâhtır. Böyle bir evlilikte cinsel birleşme olmuşsa, şahitsiz evlilikle
birleşmede olduğu gibi nikâh akdi feshedilir ve bu bir bâin talak (kesin boşama) sayılır.
Eğer eşler cinsel birleşmeyi ikrar eder veya bu durum, zinadaki gibi dört şahitle sabit
olursa her iki eşe de değnek (celde) veya recm cezası uygulanır. Ancak def çalmak veya
düğün yemeği vermek yahut veli dışında tek şahitle de olsa nikâh ilân edilmiş olursa,
şüphe bulunduğu için had cezası düşer.
6.5. EVLENME EHLĐYETĐ
Evlenme ehliyeti, başkalarının izin ve onayına ihtiyaç olmadan evlenebilme ehliyeti
demektir. Bu da tam ehliyetli olmayı, yani akıllı, ergin ve hür olmayı gerektirir. Bu şartlara
sahip olmayan mümeyyiz küçük ve bunak (ma'tûh) gibi eksik ehliyetliler ileride
açıklayacağımız gibi ancak velilerinin izin veya sonradan verecekleri icazetleriyle
evlenebilirler. Hanefîlere göre tam ehliyetli kadınlar da evlenme ehliyetine sahiptir ve
erginlik çağına ulaşma nikâhın meydana gelme veya sıhhat şartlarından olmayıp, nefâz
(yürürlük) şartlarındandır. Hanefîler dışındaki üç mezhebe göre kadın tam ehliyetli de
olsa ancak velisi aracılığı ile evlenebilir.
Ergin sayılmada alt yaş sınırı kızlarda 9, erkeklerde 12; üst yaş sınırı ise Ebû Yûsuf
ve Đmam Muhammed'in de içinde bulunduğu çoğunluğa göre göre her iki cins için 15
yaşının tamamlanmasıdır. Hanefî mezhebinde fetva buna göre verilmiştir. Ebû Hanîfe'ye
22
göre kızlarda 17 yaşının tamamlanması, erkeklerde ise 18 yaşının tamamlanmasıdır.
Mâlikî mezhebindeki meşhur görüşe göre ise 18 yaşının tamamlanmasıdır.
1917 tarihli Osmanlı Hukûk-ı Aile Kararnâmesi evlenme ehliyeti için erkeklerin 18,
kızların 17 yaşını bitirme şartını getirmiştir. Kararname bu yaşa ulaşan erkeğin dilediği
gibi evlenebileceğini hükme bağlarken, kızlar için hâkimin durumu velisine bildirip bir
itirazı olup olmadığını sorma şartını getirmiştir. Velinin itirazı sadece denklik (kefâet)
konusunda olabilir. Diğer yandan 18 yaşına girmemiş olan erkekler ve 17 yaşına
ulaşmamış kızlar hâkimin izni (kazaî rüşt kararı) ile evlenebilecektir. Ancak kızlar için
yine veli izni öngörülmüştür (bk. mad. 4-8). Kararnâmede evlenmeye ait alt sınır erkekler
için 12, kızlar için ise 9 yaşları ile sınırlandırılmış ve bu yaşlardan küçüklerin velileri
tarafından da evlendirilemeyecekleri hükme bağlanmıştır (mad. 7).
Küçüklerin Evlendirilmesi
Fakihlerin çoğunluğu evlilik için en düşük veya en yüksek bir yaş tespiti
yapmamışlardır. Delilleri, “ مْ
َ ْش ٍھُر َ و ال,ِئي لَ
ةُ أ
َ
َ َ,ث
ْم َ فِعدتُھُن ث
ِ ِن ْ ارَتْبتُ
َم ِح ِ يض ِ م ْن ِ ن َس ِائ ُكْم إ
ْ
َو ال,ِئ َي يِئ ْس َن ِ مَن ال
نَ ضْ حِ يَ / Kadınlarınızdan (yaşlılıklarından ötürü) artık hayızdan kesilmiş olanlar ile henüz
hayız görmeyecek kadar küçük olanların iddetinde (iddet bekleme süresinde) tereddüt
ederseniz, (biliniz ki) onların iddet süreleri üç aydır.” (et-Talâk 65/4) ayeti ve başta Hz.
Âişe’nin evliliği olmak üzere bazı uygulamalardır. Ayrıca çocukların da -cinsellik
anlamında olmasa da- evlenmeye ihtiyaçları olabileceğinden, her zaman iyi bir adayın
çıkmaya bileceğinden, bu bakımdan fırsatların değerlendirilmesinden söz ederler.
Osman el-Bettî (v. 143/760), Đbni Şübrüme (v. 144/761) ve Ebû Bekir b. elEsamm’a
(v. 200/816) göre erkek olsun kız olsun çocukların evlendirilmeleri caiz
değildir. Çünkü çocukların evlenme ihtiyacından söz edilemez. Ayrıca en-Nisâ suresinin 6.
ayetinde yetimlerden söz edilirken, “ مْ ِ
ْيھ
لَ
ِ
ْھُم ْ رُشًد َ ا ف ْادَفعُوا إ
ْم ِ منْ
ْن َ آن ْستُ
ِ
َ ا بلَ ُغوا الن( َك َ اح َ فإ
ِذَ
َيَت َام َى حتى إ
ْ
ُوا ال
َو ْابَتل
ْھُم
ْمَوالَ
َ
أ / Yetimleri, nikâha (evlilik çağına) erişinceye kadar deneyin. Eğer onlarda (din ve
dünya işlerinde, malı koruma ve bilerek harcama hususunda) bir rüşt (akılca olgunluk)
görürseniz, mallarını kendilerine veriniz. ...” denmektedir. Buna göre çocukların,
ulaşacakları bir nikâh (evlenme çağı veya yaşı) söz konusudur. Hukûk-ı Aile
Kararnâmesi’nde bunların görüşü tercih edilmiş ve gerekçesi şöyle ifade edilmiştir:
Çocuklar üzerindeki velayet onların menfaatine mebnidir. Çocukları buluğdan önce
evlendirmede ise onlar için bir menfaat yoktur. Bunun için çocukların buluğdan önce
evlendirilmeleri caiz değildir. Erkek 12, kız da 9 yaşını tamamlamış olarak hâkime
başvurur ve biyolojik olarak bulûğa erdiklerini iddia ederlerse hâkim durumu inceleyerek
evlenmelerine izin verebilir (mad. 5-6).
6.6. EVLENME ENGELLERĐ
Evliliğin kurulabilmesi ve geçerli olabilmesi için evlenecek olan bayan ile erkek
arasında sürekli veya geçici bir evlenme engelinin bulunmaması gerekir. Bu yüzden bir
kimse kız, kız kardeş, hala ve teyze gibi evlenilmesi haram olan ve başka bir erkekle evli
bulunan iddet bekleyen kadınla evlenemez. Ayrıca müslüman kadın, gayri müslim erkekle
de evlenemez.
23
Evlilik engelleri ebedî (sürekli) ve nisbî (geçici) engeller olarak ikiye ayrılır. Sürekli
engeller hiçbir zaman ortadan kalkmayacak olan evlilik engelleridir. Geçici engeller ise
zamanla ortadan kalkması muhtemel evlilik engelleridir. Meselâ, evli bir kadınla
evlenilmez. Ama evlilik hali herhangi bir sebeple ortadan kalkar ve iddet de sona ererse
artık evlilik engelinden söz edilmez.
6.6.1. Ebedî Evlenme Engelleri
Hiç bir şekilde ortadan kalkmayan evlenme engellerine, “ebedî (sürekli, mutlak)
evlenme engelleri” denir. Ebedî evlenme engelleri Kur'an’da topluca zikredilmiştir: " تْ مَ رُح)
َخَواتُ ُكْم َ و َعماتُ ُكْم
َ
َمھاتُ ُكْم َ وَبَناتُ ُكْم َ وأ
ُ
ْي ُكْم أ
َخَواتُ ُك َعل ْم ِ مَن َ
َ
ْر َضْعَن ُكْم َ وأ
َ
َمھاتُ ُكُم ال,ِتي أ
ُ
ْخ ِت َ وأ
َ وَبَن ُ ات ْ ا
ُ
ِ
َو َخ َاتُ ُكْم َ وَبَن ُ ات ْ ا
َخ
ِن
ِھ
ْم ب
تُ
ْ
ُكْم ِ م ْن ِ ن َس ِائ ُكُم ال,ِت َي د َخل
ِ
َمھ ُ ات ِ ن َس ِائ ُكْم َ و َرَب ِائ ُبُكُم ال,ِت ِي في حُجُور
ُ
َ الرض َ اع ِة َ وأ ْم
ْن لَ
ِ
َن فَ, َ جُن َ اح َفإ
ِ
ِھ
ْم ب
تُ
ْ
َ وا د َخل
َت ُكونُ
َ م َ ا قْد َ سلَ
ِ
ِن إ
ْخَتْي
ْن َ ت ْج َم َ عُوا بْي َن ْ ا
ُ
َ
ُكْم َ وأ
ِ
ْصَ,ب
َ
ِذ َين ِ م ْن أ
ْبَن ِائ ُكُم ال
َ
ْي ُكْم َ و َحَ,ِئلُ أ
َعل ًور َ ا ر ِح ًيما َ
َ ك َ ان َ غفُ
ن @َ
ِ
/ َف إ
Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşin kızları, kız
kardeşin kızları, sizi emziren sütanalarınız sütkardeşleriniz, karılarınızın anaları,
kendileriyle zifafa girdiğiniz karılarınızdan olup, himayenizde bulunan üvey kızlarınızla
evlenmeniz size haram kılındı." (en-Nisâ’ 4/23). Ayete göre sürekli evlenme engelleri, kan
bağı, sıhriyet (evlilik) bağı ve süt emme sebebiyle olmak üzere üç türe ayrılır.
6.6.1.1. Kan Hısımlığı
Kan/nesep bağından doğan akrabalık sebebiyle haram olanlar, erkek esas alındığında
şu dört gruptur: a) Erkeğin usûlü: Annesi ve yukarı doğru nineleri. b) Erkeğin fürû‘u:
Kızları ve aşağı doğru oğlunun kızları, kızının kızları. c) Erkeğin anne ve babasının
fürû‘u: Kız kardeşleri, aşağı doğru kız kardeşlerinin kızları, erkek kardeşlerinin kızları. d)
Erkeğin dede ve ninelerinin birinci derecedeki fürû’u (çocukları): Halaları ve teyzeleri.
Son grupta birinci derecede olanlar haramdır. Buna göre amcakızları, dayıkızları,
halakızları ve teyzekızları haram değildir.
6.6.1.2. Sıhrî Hısımlık
Sıhrî hısımlıktan maksat evlilik sonucu eşlerden biri ile diğer eşin akrabaları arasında
doğan hısımlıktır. Bunlar da dört gruptur: a) Usûlün eşleri: Bundan maksat, erkeğin
annesinin dışında babasının diğer eşleridir. b) Fürû‘un eşleri: Aşağı doğru oğlunun,
torununun eşleri. c) Hanımının usûlü: Kayınvalide ve kayınvalidesinin anne veya baba
tarafından usûlü. 4) Hanımının fürû‘u: Üvey kızları ve bunların kızları. Đlk üç grupta
haramlığın sabit olması için evlilik akdinin yapılmış olması yeterlidir, zifaf (gerdeğe
girme) şart değildir. Dördüncü grupta haramlığın sabit olması için evlilik akdinin yapılmış
olması yetmez, zifaf olması da şarttır.
Evlilik sebebiyle meydana gelen hısımlıktan dolayı doğan evlenme haramlığına
“hurmet-i musâhere” denir.
Zinanın Sihrî Hısımlık Doğurması
Bu konuda iki görüş vardır:
i) Zina Aynen Evlilik Gibi Sihrî Hısımlık Meydana Getirir
24
Ebû Hanîfe bu görüştedir. Çünkü nikâh, “cinsî temas” anlamına gelir. Bunun meşru
veya gayr-i meşru olması arasında bir fark yoktur. Hatta bir kadını yalnız şehvetle öpmek
veya okşamak, tenasül uzuvlarına bakmak evlenme yasağı doğurmaya yeterli sayılır. Aynı
şey kadın için de geçerlidir. Böylece bir erkek bir kadınla zina edince, bu kadının annesi,
ninesi... ile kızı ve kız torunları zina eden erkeğe haram olur. Aynı şekilde, zina eden kadın
da, zina ettiği erkeğin usûl ve furûu ile evlenemez. Ahmed b. Hanbel ile Đmam Mâlik’ten
bir rivayete göre de zina sıhrî hısımlık meydana getirir.
ii) Zina Sıhrî Hısımlık Doğurmaz
Đmâm Şâfiî ve Đmam Mâlik’ten diğer bir rivayete göre, zina, sıhrî hısımlık doğurmaz
ve dolayısıyla bir evlenme engeli meydana getirmez. Çünkü nikâh, “akit” anlamındadır. Bu
bakımdan, bu husustaki nasların akitle ilgisi olmayan gayri meşru ilişkilerin şümulü
yoktur. Diğer yandan haramın, helâlı haram hale getirmeyeceği hadisle sabittir. Sıhrî
hısımlık eşler için bir nimet ve kolaylıktır. Daha önce hiç görüşüp tanışmayan kimselerin
samimiyetle ve bir ailenin fertleri olarak görüşmelerini sağlar. Onları çeşitli fitnelerden
korur. Zina edenlerin ise bu sıhrî hısımlık nimetinden yararlandırılması düşünülemez.
Bununla birlikte Şâfiîler bu çeşit sıhrî hısımlarla evlenmeyi mekruh sayılmıştır.
6.6.1.3. Radâ’ (Süt Hısımlığı)
Diğer hukuk sistemlerinden farklı olarak Đslam hukukunda süt emme ve emzirme
sürekli evlilik engeli kabul edilmiştir. Çocukla öz annesi dışında onu emziren kadın ve bu
kadının akrabaları arasında süt hısımlığı meydana gelir. Çünkü Kur’ân’da " تيِ,ال مُكُ ُھاتمَ
ُ
َوأ
َخَواتُ ُكْم ِ مَن َ الرض َ اع ِة
َ
ْر َضْعَن ُكْم َ وأ
َ
أ / ... Sizi emziren sütanalarınız ve sütkardeşleriniz (ile evlenmek
size haram kılındı)" (en-Nisâ’ 4/23) buyurulmuştur. Burada kural şudur: Süt emen çocuk,
emziren kadının öz çocuğu gibi kabul edildiğinde yukarıda sayılan kan ve sıhriyet
sebebiyle kimler haramsa onlar, süt emen çocuğa haram olur. Hz. Peygamberin “Nesep
yoluyla haram olanlar, sütten dolayı da haram olur” şeklindeki sözü, bu kuralı ifade eder.
Ancak, süt emen çocuğun kendi aile fertleri ile süt emziren kadının aile fertleri
arasında herhangi bir hısımlık söz konusu olmaz. Çünkü onlar aynı kadından süt
emmedikleri için, fizik ve biyolojik yapılarında ortak cüz söz konusu değildir. Süt
hısımlığının meydana getirdiği evlenme yasağının sınırı şu prensiple ifade edilmiştir. “Süt
emenin nefsi, süt emzirenin nesline haram olur”. Süt emen çocuğun eşi veya fürûu
dışında diğer aile fertleri ile sütannenin hısımları arasında bir evlenme engeli doğmaz. Bir
kadından süt emen iki çocuk da birbirleriyle evlenemezler. Zira anneleri bir olduğu için
birbirlerine kardeştirler.
Anne sütü bankasından alınan sütü çocuğa içirmek de süt hısımlığı doğurur. Bu
yüzden, kan naklinde olduğu gibi, verilen sütün kimden alındığı bilinir ve daha sonra sütü
veren kadına da sütünün kime içirildiği bildirilirse, böyle bir organizenin yapılmasında
Đslâmî açıdan bir sakınca kalmaz.
6.6.1.3.1. Süt Hısımlığının Doğuş Şartları
6.6.1.3.1.1. Emmenin Süresi
25
Süt hısımlığının doğması için sütün emme süresi içinde emilmesi şarttır. Bu süre Ebû
Hanîfe'ye göre iki buçuk yıl (otuz ay)dır. Delili " ُهُ
َ هُ وِف َصال
ُ
ُ م&هُ ك ْر ًھ َ ا وَو َضَعتْ ُ هُ ك ْر ًھ َ ا و َح ْمل
ُ
تْهُ أ
َح َملَ
َون َ ش ْھ ًرا
ُ
َ َ,ث
ث / ... Çocuğun ana karnında taşınması ile sütten kesilmesinin süresi otuz aydır"
(el-Ahkâf 46/15) âyetidir. Ebû Yusuf ve Đmam Muhammed’in içinde bulunduğu
çoğunluğa göre ise iki yıldır. Ona göre, otuz ay, hem gebeliğin hem de sütten ayrılmanın
ayrı ayrı süresidir. Delilleri, "نِ
ْي
ِن َ ك ِاملَ
ْي
ْوََد َ ھُن حْولَ
َ
َوالَِد ُ ات ْ يُر ِضْعَن أ
ْ
والَ / Anneler çocuklarını tam iki
yıl emzirirler." (el-Bakara 2/233) âyeti ile "Süt hısımlığı, ancak iki yaş içinde emzirilen
sütle teşekkül eder." hadisidir.
6.6.1.3.1.2. Emmenin Miktarı
Hanefî ve Mâlikîlere göre süt emme miktarı az olsun çok olsun hısımlık doğar. Çünkü
ْر َضْعَن ُكْم”
َ
َمھاتُ ُكُم ال,ِتي أ
ُ
وأَ / Süt emziren analarınız (size haram kılındı)” (en-Nisâ’ 4/23) âyeti ile
“Nesepçe haram olanlar süt yoluyla da haram olurlar” hadisi mutlak olup, bunlarda emme
sayısı ve miktarı belirtilmemiştir. Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise, beş doyurucu ve fasılalı
emme şarttır. Delilleri, “Beş defa emmekle haramlık doğar” rivayetidir. Hz. Âişe (r.anhâ)
bu rivayeti âyet olarak öne sürmüşse de başka şahit bulamadığı için Kur'an'a alınmamıştır.
6.6.1.3.1.3. Diğer Şartlar
i) Sütün öz anne dışında bir kadından ağız veya burun yoluyla alınması gerekir. Süt
emziren kadının evli veya bekâr olması sonucu değiştirmez.
ii) Sütün, çocuğun midesine ulaşması gerekir. Sütü memeden emmekle bir kap veya
bardaktan içmek arasında fark yoktur.
iii) Sütün başka bir sıvı veya gıda ile karıştırılmaması gerekir. Aksi durumda çok olan
esas alınır. Ebû Hanife'ye göre ise süte başka bir gıda karıştırılırsa çok olsun az olsun
haramlık doğmaz. Çünkü gıda sütün niteliklerinde değişiklik meydana getirir.
6.6.1.3.2. Süt Hısımlığının Hükmü
Süt hısımlığı mutlaka bir evlenme engelidir. Aralarında evlenmeye mani bulunan süt
akrabalar eğer evlenmiş olursa, durum anlaşıldığında birbirlerinden ayrılmaları gerekir.
Bunların nikâhı Đmameyn (Ebû Yusuf ve Đmam Muhammed) ve diğer müçtehitlere göre
bâtıl, Ebû Hanîfe'ye göre fâsittir.
Süt emmekle bir hısımlık doğarsa da, bununla nafaka, miras, şahitliğin reddi, nikâh ve
mal velâyeti gibi diğer nesep hükümleri doğmaz.
Süt hısımlığı, naslarda belirtilen hususlarla sınırlı kalır. Nesebe her bakımdan eşit haklar
sağlamaz. Bu yüzden bir sütana, sütoğlundan nafaka isteyemez, ona mirasçı olamaz ve bu
çocuk üzerinde velâyet iddiasında bulunamaz.
Süt hısımları birbirine yabancı sayılmazlar. Bu yüzden bir fitne tehlikesi yoksa öz
kardeş, öz baba veya amca ya da dayının yanına çıkılabilen örtülerle onların yanına da
çıkılabilir.
6.6.1.3.3. Süt Hısımlığının Đspatı
26
Süt hısımlığı ikrar veya beyyine (delil) ile ispat edilir.
6.6.1.3.3.1. Đkrar
Bu, erkeğin ve kadının birlikte veya bunlardan birisinin, süt hısımlığını itiraf etmesidir.
Bir erkek ve kadın evlenmeden önce süt hısımlığını ikrar etseler, evlenmeleri helal
olmaz. Buna rağmen evlenseler akit fâsit olur ve kadın mehir isteyemez. Evlilikten sonra
süt hısımlığını ikrar etseler, derhal ayrılmaları gerekir. Kendiliğinden ayrılmazlarsa,
hâkim zorla ayırır. Çünkü akdin bozukluğu ortaya çıkmıştır. Burada, kadın, belirlenen
mehirle, emsal mehirden az olana hak kazanır.
Đkrar yalnız erkek tarafından ve evlilikten önce olmuşsa, evlenmesi helal değildir.
Evlilikten sonra olmuşsa derhal ayrılmaları gerekir. Đkrar yalnız kadın tarafından ve
evlilikten önce olmuşsa, kadının bu erkekle evlenmesi helal olmaz. Fakat erkek, kadının
yalan söylediği kanaatinde ise fetvaya esas olan görüşe göre, bu kadınla evlenmesi caizdir.
Kadın evlilikten sonra ikrarda bulunsa, bu ikrar, onu kocası tasdik etmedikçe evliliğin
sıhhati üzerinde etki meydana getirmez.
6.6.1.3.3.2. Delil
Burada delilden (beyyineden) maksat, hâkim önünde süt hısımlığına şahitlik yapmaktır.
Dört mezhep adaletli iki erkek veya bir erkekle iki kadının şahitliği ile süt hısımlığının
sabit olacağı konusunda görüş birliği içindedir. Ancak tek erkek, tek kadın veya dört
kadın şahitle süt hısımlığının sabit olup olmayacağı ihtilaflıdır. Hanefîlere göre, bu
şahitlikler kabul edilmez. Çünkü Hz. Ömer "Süt hısımlığı konusunda iki erkek şahitten
daha az kabul edilmez" demiştir. Sahabîlerden bu uygulamaya karşı çıkan olmadığı için bu
konuda icma oluşmuştur. Đmam Şâfiî ve Ahmed'e göre dört kadının, Đmam Mâlik'e göre
ise bir erkek, bir kadın veya iki kadının şahitliği ile süt hısımlığı sabit olur. Bu mezhepler
süt emzirme konusunda erkek şahit bulma güçlüğünü dikkate almışlardır.
Zina Etmiş Olmanın Evliliğe Engeli Oluşturması
Hasan el-Basrî’nin içlerinde bulunduğu bir grup bilgine göre, zina etmiş olan kimse
ile mümin evlenemez, evlenirse akit feshedilir. Delilleri, şu âyettir: " وْ
َ
ِك حُ إ َ ز ِانَيةً أ
الز ِان َي َ ينْ
ِك
َ و الز ِانَيةُ َ َ ينْ
َكةً
ِ
ْمُؤ ِمِن َين ْمُشر
ْ
لِ َك َ علَى ال
ٌك َ و (حُر َم ذَ
ِ
ْو ْ مُشر
َ
ان أ
َ ز ٍ
ِ
إ ھاُحَ / Zina eden erkek, ancak zina eden
veya müşrik olan bir kadınla evlenir. Zina eden kadınla da, ancak zina eden veya müşrik
olan bir erkek evlenir. Bu (böyle bir evlilik / zina) müminlere haram kılınmıştır." (en-Nûr
24/3). Ayet, tahrîm (haram kılma) ifade etmektedir ve bu hüküm neshedilmemiştir. Hasan
el-Basrî, zinanın nikâhı ifsat edeceğini (bozacağını) da söylemiştir. Cumhura göre ise
böyle bir evlilik câizdir. Ayet, tahrîm değil, zem (kınama) ifade etmektedir. Ayrıca ayetin
َي َام ِ ى منْ ُكْم ") hükmü aynı sûrenin 32. âyeti
ِك ْ حُوا ا
َ
نْ
َ
وأَ / Đçinizden bekârları evlendirin") ile
neshedilmiştir.
6.6.2. Nisbî Evlenme Engelleri
Belirli hallerde ortadan kalkabilen evlenme engellerine, “nisbî (geçici) evlenme
engelleri” denir. Başlıca geçici evlenme engelleri şunlardır:
27
6.6.2.1. Din Farkı
Müslüman bir erkek veya kadının müşrik biri ile evlenmesi yasaktır (Bakara 2/221).
Müşrik kapsamına Allah'tan başka şeylere, yani aya, güneşe, tabiat güçlerine tapanlar
girdiği gibi; ateistler, Bahâiler ve Kâdiyâniler de girer. Allah'ın şeriatını kabul etmeyenler
de aynı hükme bağlıdır.
Müslüman kadın, sadece müslüman erkekle evlenebilir; ehl-i kitap (Yahudi ve
Hıristiyan) da olsa başka dinden bir erkek ile evlenemez.
Buna karşılık müslüman bir erkek ehl-i kitap bir kadın ile evlenebilir. Çünkü ailenin
reisi kocadır ve doğacak çocuklar babanın dininden sayılır. Diğer yandan ehl-i kitap
kadınlarla evlenmek Đslâm'ın yayılmasına yardımcı olur.
Ehl-i kitap kadınla evli bulunan Müslüman bir erkek onu kilise ve havraya gitmekten ve
evde içki içmekten alıkoyabilir ancak hayız, nifas ve cünüplük sebebiyle onu yıkanmaya
zorlayamaz.
Ashab-ı kiramdan yalnız Đbni Ömer (ra) ehl-i kitap kadınla evlenmeyi caiz görmemiştir.
Ona bunun sebebi sorulduğunda "Allah müşrik kadınları mü'min erkeklere haram kılmıştır.
Ben bir kadının "Rabbim Đsa'dır" demesinden daha büyük şirk bilmiyorum" demiştir.
Ancak Đbni Ömer (ra)'in bu sözü haramlığa değil, kerâhete hamledilmiştir.
Bazı âyetlerin (et-Tevbe 9/30; el-Mâide 5/72-73) açık hükümlerine göre, bugünkü
Hristiyan ve Yahudilerin Allah'a ortak koşmaları sebebiyle müşrik sayılmaları ve
Müslümanlarla evlenmemeleri gerektiği öne sürülebilirse de, ehl-i kitap kadınlarla
evlenmeyi serbest bırakan Mâide Sûresi 5. âyet bu hükmü tahsis etmiştir. Đslâm
fakihlerinin çoğunluğu bu görüştedir. Şâfiî ve Mâlikîlere göre ehl-i kitap kadınla evlenmek
mekruhtur.
Evlenilmesi yasak olan bu kimseler, müslüman oldukları takdirde evlenme yasağı
kalkar.
6.6.2.2. Đki Akraba Đle Birden Evlenme
Birisi erkek farz edildiğinde diğeri ona haram olan iki kadını bir nikâh altında
birleştirmek yasaktır. Örneğin iki kız kardeş veya hala ve yeğenini ya da teyze ve yeğenini
birleştirmek yasaklanmıştır. Bu şekilde olan iki kadının ikisi ile evlenemez. Ancak bu
şekilde olan iki kadından evli olduğu kadın ölür ya da onu boşarsa diğeri ile evlenebilir.
Kur'an-ı Kerîm'de "نِ
ْخَتْي
ْن َ ت ْج َم َ عُوا بْي َن ْ ا
ُ
َ
وأَ / iki kız kardeşi birlikte almanız da (size haram
kılındı)" (en-Nisâ’ 4/23) buyrulmuştur. Hz. Peygamber (sav) "Karı ile hala ve teyzesi bir
nikâh altında toplanamaz." buyurarak bu yasağı genişletmiştir.
Bir kimse, aynı zamanda evlenilmesi yasak olan iki kadınla evlendiği takdirde
bakılır: Nikâh tarihleri arasında fark varsa, eski tarihli nikâh muteber olup sonraki tarihli
nikâh fasittir. Zifaf vuku bulmuşsa, nikâhı fasit olan kadın iddete tâbidir ve mehr-i misile
hak kazanır. Đkisinin nikâhı da aynı tarihte akdedilmişse, her iki nikâh da fasittir ve
ayrılmaları gerekir.
28
6.6.2.3. Beşinci Kadın
Đslam’da adaleti gözetmek şartıyla bir erkek en fazla dört kadınla evlenebilir. Dört
hanımı olan birisi, beşinci bir kadınla evlenemez. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: " نْ
ِ
َوإ
ْن ِ خ
ِ
َ, َث َ و َرُب َ اع َ فإ
ُ
َن َى وث
ْ
َس ِاء َ مث
ِك َ حُوا م َ ا ط َ اب لَ ُكْم ِ مَن الن(
َيَت َام َى فانْ
ْ
ِس ُط ِ وا في ال
قْ
َ تُ
ْم أ
تُ
ِخفْ
َ
َ وا فَو ِ احَدًة أ
ُ
َ َ ت ْعِدل
ْم أ
تُ
ف ْو َ ما ْ
ُوا
َ َ تعُول
ْدَنى أ
َ
لِ َك أ
ْي َمانُ ُكْم ذَ
َ
أ تْ كَ َملَ / Eğer yetim kızlar hakkında (adaleti yerine
getiremeyeceğinizden) korkarsanız sizin için helâl olan diğer kadınlardan ikişer, üçer,
dörder olmak üzere nikâh edin. Şayet bu suretle de adalet yapamayacağınızdan endişe
ederseniz o zaman bir tane ile yahut sahip olduğunuz câriye ile yetininiz." (en-Nisâ’ 4/3).
Hz. Peygamber (sav) bu yasağın dışındadır (el-Ahzâb 33/52).
Bir erkeğin beşinci bir kadınla evlenebilmesi için evli olduğu kadınlardan en az
birisinin nikâhının ortadan kalkması gerekir. Bu ise ya kadının ölmesi, ya tefrik (mahkeme
kararı ile boşanma) veya talâk yoluyla gerçekleşebilir. Son iki ihtimalde kadının iddet
süresinin dolması, yeni bir nikâh akdi için şarttır.
6.6.2.4. Başkasının Eşi Olma
Evli olan veya iddet bekleyen bir kadın ile evlenmek yasaktır (bkz. en-Nisâ’ 4/24). Evli
olan kadın, önceki kocasından boşandığı veya kocası öldüğü ve iddetini bitirdiği takdirde
başka bir erkek ile evlenebilir.
Evliliğin ölüm, boşanma veya fesih sebeplerinden biriyle sona ermesi halinde kadının
yeniden evlenebilmek için beklemek zorunda olduğu süreye "iddet" denir. Đslâm'da iddet,
evliliğin sona erme nedenine göre değişik sürelere bağlanmıştır.
Evliliğin kocanın ölümü ile sona ermesi halinde kadının bekleyeceği iddet süresi dört
ay on gündür (el-Bakara 2/234).
Evlilik hangi nedenle sona ererse ersin, kadın gebe ise iddetin süresi doğuma kadardır
(et-Talâk 65/4). Kadın evlilik dışı cinsel birleşme sonucu hamile kalmışsa Ebû Hanîfe
ve Đmam Muhammed'e göre, eğer kadın suç ortağı olan erkekle evlenecekse iddete tabi
olmayıp hemen evlenebilir. Ancak cinsel birleşme doğuma kadar geciktirilir. Hz.
Peygamber (sav) "Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse, suyunu, başkasının çocuğu
üzerine akıtmasın." buyurmuştur. Đmam Züfer'e göre ise, zinadan hamile olan kadınla
evlilik akdi geçerli değildir. Çünkü bu gebelik cinsel temasa engel olup, akde de engeldir.
Nitekim hamilelik zina yoluyla olmasa da evlilik akdine engeldir.
Hayız gören kadının iddeti üç dönemdir. Kur’ân’da şöyle buyrulur: “ نَ صب ْ رَ تَي َ ات ُ قَ
ْ َمُطل
َوال
ٍ رُوء
َ َة قُ
َ َ,ث
ِن ث
ِسھ
فُ
نْ
َ
أ
ِ
ب / Boşanmış kadınlar kendi kendilerine (yeni bir nikâh yapmadan önce) üç
kurû beklerler” (el-Bakara 2/228). Hanefîler ve Hanbelîler ayetindeki “kurû” lafzını hayız
ile, Şâfiî ve Mâlikîler ise tuhur (temizlik) ile tefsir etmişlerdir.
Hayız görmeyen küçüklerle, hayızdan ümit kesen yaşlıların iddeti üç aydır (et-Talâk
65/4).
Diğer üç mezhebin aksine Mâlikîler henüz cinsel birleşmeye tahammül edemeyecek
kadar küçük olan veya kocası cinsel organdan yoksun bulunan kadını bekleme
mecburiyetine tabi tutmazlar.
29
6.6.2.5. Üç Kere Boşama
Bir erkek, üç kere boşadığı kadın ile bu kadın başka bir erkek ile evlenip ondan meşru
bir şekilde ayrılmadığı sürece yeniden evlenemez. Kur'an-ı Kerîm'de dönüş yapılabilecek
boşamanın iki defa olduğu belirtildikten (el-Bakara 2/229) sonra şöyle buyurulur: " ھاَ قَ
ْن َ طل
ِ
َفإ
َ
َما أ
ِ
ْيھ
َق َھ َ ا فَ, َ جُن َ اح َ علَ
ْن َ طل
ِ
ِك َح َ زْو ًج َ ا غْي َر َ هُ فإ
ِ هُ م ْن َ ب ْعُد َ حت َى تنْ
َك َفَ, َ ت ِحل& لَ
ْ
ْن ِ يُق َيم ُ ا حُد َود @ِ َ وِتل
َ
ْن َ ظنا أ
ِ
ْن َ يَت َر َ اجَعا إ
َ مُون
َ ي ْعلَ
ٍ
َھ ِ ا لَقْوم
ُين)بُي َ ِ@ ودُ دُحُ / Yine erkek karısını (üçüncü defa olarak) boşarsa, ondan sonra
kadın başka bir erkekle evleninceye kadar ona helal olmaz. Bununla birlikte, eğer bu yeni
koca da onu boşarsa, onlar Allah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarını zannederlerse (iddet
sonunda) birbirine dönmelerinde her ikisi hakkında bir sakınca yoktur." (el-Bakara 2/230).
Üç (veya daha fazla) boşama ile evliliğin sona erdiği durumlarda kocanın, boşadığı kadın
ile yeniden evlenebilmesi için; a) Kadının iddet beklemesi, b) Başka bir erkek ile fıkha
uygun olarak evlenmesi, c) Evliliğin fiilen gerçekleşmiş olması gerekir. Evlenmenin ca’lî
(yapmacık) olması durumunda bu şartın gerçekleşmediği kabul edilmektedir. d) Bu son
evliliğin kocanın boşaması, vefat etmesi veya evliliği sona erdiren diğer sebeplerden birisi
ile sona ermiş olması ve kadının yeniden iddet beklemesi gerekmektedir.
6.6.2.6. Đhramlı Olma
Hanefîlere göre, ihramlının nişanlanıp evlenmesi caizdir. Ancak bu takdirde zifaf,
hacdan sonraya geciktirilir. Delilleri, Hz. Peygamber (sav)'in ihramlı iken Hz. Meymûne
ile evlenmesidir. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise ihramlının evlilik akdini bâtıldır
(geçersizdir). Delilleri, "Đhramlı kimse evlenemez, kendisi ile evlenilmez ve nişanlanılmaz."
hadisidir. Hz. Peygamber (sav)'in Hz. Meymûne ile evlenmesinin ihramlı değilken vuku
bulmuştur.
ÖZET
Nikâh akdinin rükünleri
Hanefîlere göre; icap ve kabuldür (irade beyanıdır). Hanbelîlere göre; icap ve kabul ile
taraflardır. Mâlikîlere göre; icap ve kabul, taraflar ve velidir. Şâfiîlere göre ise; siyga
(icap ve kabul), taraflar, veli ve şahitlerdir.
Đn’ikâd şartları
Belli başlı Đn’ikâd şartları şunlardır: 1) Tarafların evlenme ehliyeti, 2) Meclis birliği, 3)
Đcap ve kabulün birbirine uygun olması, 4) Evliliğin ta‘lîkî bir şarta bağlanmaması, 5)
Süreklilik, 6) Evlenme engelinin bulunmaması
Sıhhat şartları
Belli başlı sıhhat şartları şunlardır: 1) Şahitlerin bulunması, 2) Đkrahın olmaması, 3)
Evlilikte ileri sürülen takyîdî şartlar
Nefâz şartları
Tarafların veya velilerinin rızasının (icazetinin, onayının) alınmasının gerekli olduğu
hallerde bu rızanın alınması nefâz şartıdır.
30
Lüzûm şartları
Lüzûm şartlarının önemlileri şöyle sıralanabilir: 1) Ehliyetsiz veya eksik ehliyetli
kimseyi, baba veya dedenin evlendirmesi, 2) Velisinin izni olmaksızın evlenen akıllı ve
ergin kadının, dengi olan erkekle ve mehr-i misille evlenmiş olması, 3) Akıllı ve ergin
kadının, mehr-i misille fakat dengi olmayan bir erkekle velisinin iznini alarak evlenmesi, 4)
Erkeğin, iktidarsızlık gibi evliliğin yürümesine engel bir bedenî kusurunun olmaması, 5)
Tarafların birbirini aldatmaması
Taraflar
Evlenme akdinin tarafları, doğrudan evlenecek kadın, erkek ya da kendilerini temsil
eden veli veya vekilleridir.
Vekil aracılığı ile evlenme
Evlenme akdinde de vekâletin caiz olduğu bütün fakihler tarafından kabul edilmiştir.
Nikâhta bir kişinin iki tarafı birlikte temsil etmesi
Evlilik akdi esnasında tek kişinin iki tarafı birlikte temsilen şahitlerin önünde nikâh
akdini meydana getirmesi Hanefîlere göre caizdir. Şâfiîlere göre ise ancak iki tarafın da
velisi olması halinde caizdir.
Fuzûlînin nikâhı
Fuzulînin yaptığı evlenme akdi, ancak ilgili tarafın icazet vermeleriyle sıhhat kazanır.
Đcap ve kabulün geçerli olmasının şartları
Mezhepler arasında bazı farklılıklar bulunmakla birlikte icap ve kabulün geçerli
olmasının şartları şunlardır: 1) Mümkünse sözlü olması, 2) Açık olması ve taraflarca
işitilip anlaşılması, 3) Kullanılan siyganın "gelecek zaman" olmaması, 4) Đcap ve kabulün
uyumlu olması, 5). Aynı mecliste olması ve birbirini izlemesi, 6) Đkrahla olmaması, 7) Belli
bir süre için olmaması, 8) Müneccez (şartsız) olması
Nikâh akdinde öne sürülen şartların çeşitleri ve hukukî sonuçları
1) Ta’lîkî Şartlar: Bu çeşit şartlar, mevcut ve gerçekleşmiş ise akit sahihtir.
Gerçekleşmemiş ise akit de sahih değildir. 2) Đnfisâhî Şartlar: Bu çeşit şartlarla yapılan
nikâh akidi geçersizdir. 3) Takyîdî Şartlar: Bu çeşit şartlarla hem evlilik akdi gerçekleşir,
hem de şartı kabul eden taraf borç altına girmiş olur. Ancak Đslâm hukukçuları hangi tür
takyîdî şartın evlilik sözleşmesine dâhil edilebileceği konusunda farklı kriterler ortaya
koymuşlardır.
Nikâh akdinde velinin rolü ve yetki sınırı
Akıllı ve ergin erkek, velisi olmaksızın kendi irade beyanı ile evlenebilir. Onun bir vekil
aracılığı ile evlenmesi de mümkündür. Hanefîlere göre hür, akıllı ve ergin kadın da
evlenme akdinde doğrudan taraf olabilir. Đmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed’e göre ise, kadının
nikâhta doğrudan taraf olması caiz değildir. Yaşının küçük veya büyük olması, kendisinin
31
dul veya bâkire bulunması, sonucu değiştirmez. Bu müçtehitlere göre kadının kadını
evlendirmesi de caiz değildir.
Evlendirme velâyetinin çeşitleri
Velâyet, evlendirilecek kişinin rızasının alınıp alınmama durumuna göre "velâyet-i
icbâr (zorlayıcı velilik)" ve "velâyet-i ihtiyâr” (zorlayıcı olmayan velilik) veya “velâyet-i
istihbâb (müstehap velilik)" olmak üzere ikiye ayrılır.
Velide aranan şartlar
Fakihler arasında bazı farklılıklar bulunmakla birlikte velide aranan şartlar şunlardır:
1) Tam ehliyetli olması, 2) Reşit olması, 3) Din birliğinin bulunması, 4) Erkek olması, 5)
Adaletli olması
Şahitlerde aranan şartlar
Fakihler arasında bazı farklılıklar bulunmakla birlikte şahitlerde aranan şartlar
şunlardır: 1) Tam ehliyetli olması, 2) Müslüman olması, 3) Đki erkek veya bir erkek iki
kadın olması, 4) Görme, işitme ve anlama yeteneğinin bulunması, 6) Tarafların usûl ve
fürûundan olmaması, 7) Adaletli olması
Nikâhın ilanı ve gizli nikâh
Şahitlerin önünde yapılıp da, sonradan şahitlere bunu gizlemeleri ve dışarıda
açıklamamaları tavsiye edilen nikâh akdi, Hanîfe ve Şâfiîler göre gizli yapılmış sayılmaz.
Mâlikîlere göre ise, evliliğin topluma ilânını şart olduğundan, gizli yapılan veya
şahitlerden gizlemeleri istenen bir nikâh geçerli olmaz.
Evlenme ehliyeti
Evlenme ehliyeti, başkalarının izin ve onayına ihtiyaç olmadan evlenebilme ehliyeti
demektir. Bu da tam ehliyetli olmayı, yani akıllı, ergin ve hür olmayı gerektirir. Hanefîlere
göre tam ehliyetli kadınlar da evlenme ehliyetine sahiptirler. Diğer üç mezhebe göre kadın
tam ehliyetli de olsa ancak velisi aracılığı ile evlenebilir.
Küçüklerin evlendirilmesi
Fakihlerin çoğunluğu evlilik için en düşük veya en yüksek bir yaş tespiti
yapmamışlardır. Osman el-Bettî, Đbni Şübrüme ve Ebû Bekir b. el-Esamm’a göre erkek
olsun kız olsun çocukların evlendirilmeleri caiz değildir.
Evlenme engelleri
Evlilik engelleri, ebedî ve nisbî olarak ikiye ayrılır. 1)Ebedî evlenme engelleri: Sürekli
evlenme engelleri, a) Kan hısımlığı, b) Sıhrî hısımlık, c) Süt emme hısımlığı olmak üzere üç
türe ayrılır. 2) Nisbî evlenme engelleri: Başlıca geçici evlenme engelleri şunlardır: a) Din
farkı, b) Đki Akraba Đle Birden Evlenme, c) Beşinci Kadın, d) Başkasının Eşi Olma, e) Üç
Kere Boşama, f) Đhramlı Olma. Hanefîler dışındaki üç mezhebe göre engeldir.
32
6.7. DEĞERLENDĐRME SORULARI
1. “Nikâhta bir kişinin iki tarafı temsil etmesi ancak iki tarafın da velisi olması halinde
mümkündür” görüşü kime aittir?
A) Şâfiîlere
B) Zâhirîlere
C) Hanefîlere
D) Mâlikîlere
E) Hanbelîlere
2. Bayanın, kocasının ikinci bir evlilik yapmaması koşuluyla evlenmesini caiz gören
mezhep hangisidir?
A) Şâfiî
B) Zâhirî
C) Hanefî
D) Mâlikî
E) Hanbelî
3. “Velâyet-i icbâr yetkisine sadece asabenin sahip olduğu” görüşü kime aittir?
A) Ebû Hanîfe
B) Ebû Yusuf ve Đmam Muhammed
C) Zâhirîler
D) Şâfiîler
E) Mâlikîler
4. Çoğunluğa göre süt hısımlığının doğması için sütün emme süresi ne kadardır?
A) Altı ay
B) Bir yıl
C) Đki yıl
D) Đki buçuk yıl
E) Üç yıl
5. Đkrah (zorlama) altında yapılan nikâh akdini geçerli sayan mezhep hangisidir?
A) Şâfıî
B) Hanefî
C) Mâlikî
D) Hanbelî
E) Yukarıdaki dört mezhebin hepsi
Cevap Anahtarı
1. A
33
2. E
3. B
4. C
5. B
6.8. KAYNAKLAR
Atar, Fahrettin, "Nikâh", DĐA, Đstanbul 2007, XXXIII, ss. 112-117.
Aydın, M. Âkif, “Aile Hayatı”, Đlmihal II Đslam ve Toplum, Diyanet Đşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara
2006, ss. 195-249.
Aydın, Mehmet Âkif, Đslâm - Osmanlı Aile Hukuku, Marmara Đlahiyat Vakfı Yayınları, Đstanbul 1985.
Cin, Halil, Đslâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Ankara
1974.
Çalış, Halit, “Aile Hayatı”, Günümüz Fıkıh Problemleri, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
Yayını, 1. Baskı, Eskişehir 2010, ss. 54-77.
Dağcı, Şamil, “Ahvâl-i Şahsiyye”, Fıkıh, Gözden geçirilmiş 4. baskı, Ankara Üniversitesi Uzaktan
Eğitim Yayınları, Ankara 2009, ss. 137-165.
Döndüren, Hamdi, Delilleriyle Aile Đlmihali, Đstanbul 1416/1995.
Erdoğan, Mehmet, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, 1. Baskı, Rağbet Yayınları, Đstanbul 1998.
Günay, Mehmet, “Aile Hukuku”, Đslam Hukuku I, Sakarya Üniversitesi Uzaktan Eğitim Merkezi,
Sakarya 2010 (Đnternet yayını).
Đltaş, Davut, “Aile Hukuku”, Đslâm Hukukuna Giriş, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
Yayını, 1. Baskı, Eskişehir 2010, ss. 211-238.
Keleş, Ekrem, " 'Dini Nikah' Adı Altında Yapılan Gayr-i Resmi Nikah Akdinin Tahkim Yoluyla
Sona Erdirilmesi", Đslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, Konya 2004, sayı 3 [Prof. Dr.
Hayreddin Karaman’a Armağan], ss. 193-209.
Paçacı, Đbrahim, “Hünsâ”, Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet Đşleri Başkanlığı Yayınları (E-kitap).
Yaman, Ahmet, Đslâm Aile Hukuku, 8. Baskı, Marmara Đlahiyat Vakfı Yayınları, Đstanbul 2011.
Yaran, Rahmi, “Aile Hayatı”, Đslâm Đlmihali, 1. Basım, Marmara Đlahiyat Vakfı Yayınları, Đstanbul 2006,
ss. 599-646.
Yaylalı, Davut, “Aile Hukuku (Ahval-i Şahsiyye)”, “Evlenme Ehliyeti”, “Evlenme Akdinin
Unsurları ve Şartları”, Đslam Hukuku I, Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve
Araştırma Merkezi, Erzurum 2011 (Đnternet yayını).
İSLAM HUKUKU-I
Hafta 11
Muteberlik Bakımından Nikâh
Akdinin Çeşitleri ve Hukukî
Sonuçları
Yrd. Doç. Dr. Aydın TAŞ
[Diyarbakır 2013]
1
ÜNİTE11
Muteberlik Bakımından Nikâh
Akdinin Çeşitleri ve Hukukî
Sonuçları
ĐÇĐNDEKĐLER
GĐRĐŞ
7.1. SAHÎH NĐKÂH
7.1.1. Sahîh Nikâhın Tanımı
7.1.2. Sahîh Nikâhın Hukukî Sonuçları
7.1.2.1. Sahih Nikâhtan Doğan Malî Hak ve Sorumluluklar
7.1.2.1.1. Mehir
7.1.2.1.2. Çeyiz ve Ev Eşyası
7.1.2.1.3. Nafaka
7.1.2.1.4. Eşlerin Miras Hakları
7.1.2.1.5. Çocuğun Nesebinin Sübutu
7.1.2.2. Sahih Nikâhtan Doğan Şahsî Hak ve Sorumluluklar
7.1.2.2.1. Kadının Şahsî Hak ve Sorumlulukları
7.1.2.2.2. Kocanın Şahsî Hak ve Sorumlulukları
7.1.2.2.3. Eşlerin Birbirine Karşı Şahsî Hak ve Sorumlulukları
7.2. MEVKÛF VE GAYR-Đ LÂZIM NĐKÂH
7.2.1. Mevkûf Nikâhın Tanımı ve Mevkûf Sayılan Evlilikler
7.2.2. Gayr-i Lâzım Nikâhın Tanımı ve Gayr-i Lâzım Sayılan Evlilikler
7.2.3. Mevkûf ve Gayr-i Lâzım Nikâhın Hukukî Sonuçları
7.3. FÂSĐT NĐKÂH
2
7.3.1. Fâsit Nikâhın Tanımı ve Fâsit Sayılan Evlilikler
7.3.2. Fâsit Nikâhın Hukukî Sonuçları
7.4. BÂTIL NĐKÂH
7.4.1. Bâtıl Nikâhın Tanımı ve Bâtıl Sayılan Evlilikler
7.4.2. Bâtıl Nikâhın Hukukî Sonuçları
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
Sahîh, fâsit, bâtıl, mevkûf ve gayr-i lâzım nikâhı tanımlayabilecek,
Sahîh, fâsit, bâtıl, mevkûf ve gayr-i lâzım nikâhın birbirinden farkını
gösterebilecek
Sahîh, fâsit, bâtıl, mevkûf ve gayr-i lâzım nikâhın hukukî sonuçlarını
açıklayabileceksiniz.
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• Kütüphane ve internetten yararlanarak ünitede geçen konular hakkında
araştırma yapınız.
• Ünitenin sonunda verilen kaynaklar listesinden de yararlanarak ünitede ele
alınan konularla ilgili daha geniş okumalar yapınız.
• Ünitede geçen kelime ve kavramlar için Mehmet Erdoğan'ın Fıkıh ve Hukuk
Terimleri Sözlüğü’ne, Türkiye Diyanet Đşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan
Dini Kavramlar Sözlüğü’ne, Türkiye Diyanet Vakfı Đslâm Ansiklopedisi'nin ve
Şamil Đslam Ansiklopedisi’nin ilgili maddelerine başvurunuz.
3
Muteberlik Bakımından Nikâh
Akdinin Çeşitleri ve Hukukî
Sonuçları
GĐRĐŞ
Evlenme akdi muteberlik (geçerlilik) yani rükün ve şartlarının bulunup bulunmamasına
göre sahîh, fâsit, bâtıl, mevkûf ve gayr-i lâzım çeşitlerine ayrılır. Her birinin hukukî niteliği
ve sonuçları birbirinden farklıdır.
Hanefîler, rüknü, in’ikâd ve sıhhat şartları tam olarak bulunan nikâh akdini “sahîh”,
bunlar tam olmakla birlikte nefâz şartlarında eksiklik bulunanı “mevkûf”, lüzûm
şartlarında eksiklik bulunanı “gayr-i lâzım”, rüknü ve in’ikâd şartları tam olmakla birlikte
sıhhat şartlarında eksiklik bulunanı “fâsit”, rüknü ve in’ikâd şartlarında bir eksiklik
bulunanı ise "bâtıl" nikâh olarak nitelendirirler. Bunların her biri farklı hükümlere tâbidir.
Hanefîler dışındaki üç mezhep ise rükünleri ve şartları tamam olan nikâha “sahih”,
bunlardan biri eksik olana “bâtıl” veya “fâsit” nikâh adını verir. Onlara göre fâsit ve bâtıl
evlilik arasında bir fark yoktur.
Bu ünitede muteberlik bakımından evlilik çeşitlerini ve hukukî sonuçlarını ele alacağız.
7.1. SAHÎH NĐKÂH
7.1.1. Sahîh Nikâhın Tanımı
Rüknü, in’ikâd ve sıhhat şartları tam olarak bulunan nikâh akdine, “sahîh nikâh” denir.
Sahih evlilik akdi, taraflar için bağlayıcı olur.
7.1.2. Sahîh Nikâhın Hukukî Sonuçları
7.1.2.1. Sahih Nikâhtan Doğan Malî Hak ve Sorumluluklar
Đslam Hukukuna göre evlenen bir erkek eşinin mehir ve nafaka gibi malî haklarını
üstlenmiş olur. Doğacak çocukların geçim masrafları da babanın üzerine vaciptir. Yeme,
içme, giyim ve barınma harcamaları ile ev için gerekli olan eşya ve çeyiz kadının geçim
masrafları arasında sayılabilir. Eşlerden birinin ölümü durumunda diğerinin ona mirasçı
olması da evlilikle doğan malî haklardandır.
7.1.2.1.1. Mehir
7.1.2.1.1.1. Mehrin Tanımı ve Hükmü
Mehir; evlenme sırasında kadına bu adla verilen veya daha sonra verilmesi
kararlaştırılan mal veya paradır. Diğer bir ifadeyle kadının nikâh akdi ile hak kazandığı
mal veya paradır.
4
Evlilikte doğan ilk haklardan olan mehir kitap (en-Nisâ’ 4/4, 20, 24) ve sünnet
delillerine dayanır. Hz. Peygamber (sav) herhangi bir evliliğin mehirsiz olarak
akdedilmesine ruhsat vermemiştir. Eğer mehir vacip olmasaydı, bunu göstermek için arada
bir onu terk ederdi.
Mehrin kadına ait bir hak olduğu konusunda görüş birliği vardır. Ancak mehrin hükmü,
miktarı ve niteliği üzerinde bazı görüş ayrılıkları bulunmaktadır.
Mâlikîler mehri nikâh akdinin rüknü saymışlarsa da onların dışındaki çoğunluk
fakihlere göre nikâh akdinin rüknü veya sıhhat şartı değil nafaka gibi evliliğin malî
sonuçlarındandır. Bu yüzden nafaka hakkı gibi kendiliğinden meydana gelir. Mehir
konuşulmaksızın yapılacak evlilik akdi geçerli olur ve kadın zifaftan sonra mehr-i misile
(emsal mehre) hak kazanır. Kur’ân’da cinsel birleşmeden veya mehir tespitinden önce
kadını boşamanın geçerli olduğu belirlenmektedir (el-Bakara 2/236). Boşama ancak sahih
evlilikte söz konusu olduğuna göre, nikâh sırasında mehrin konuşulmasının bir rükün veya
bir şart olmadığını gösterir.
Mehir evlilik süresinde kadın için bir yedek akçe niteliğindedir. Çünkü onun
beklenmedik bir zamanda kocasını kaybetmesi veya boşanmaları durumunda kendisine
yeni bir hayat programı hazırlayıncaya kadar mehir ona destek sağlar.
7.1.2.1.1.2. Mehir Olabilen Şeyler
Đslâm'da satışı veya kullanılması yasaklanmayan her şey mehir olarak verilebilir.
Menkul ve gayrimenkul mallar, ziynet eşyası, mislî (standart) olan şeyler ve hatta menkul
veya gayrimenkul bir maldan yararlanma hakkı bunlar arasında sayılabilir. Ancak Đslâm'ın
yasakladığı içki, domuz eti veya murdar ölmüş hayvan eti gibi şeyler mehir olamaz. Bu
gibi şeyler mehir olarak belirlense, evlilik akdi mehirsiz yapılmış sayılır ve kadın mehr-i
misile hak kazanır.
Kur'ân, dinî bilgiler öğretimi, hac, umrenin ve diğer dinî hizmetlerin mehir sayılıp
sayılamayacağı müçtehitler arasında ihtilaflıdır. Şafiîlere göre Kur'ân veya dinî bilgileri
öğretme karşılığında ücret almak caiz olduğu için bu tür işler malî değer ifade eder ve
mehir olur. Đlk Hanefî müçtehitlerine göre Kur'an veya dinî bilgiler öğretimi mehir
yerine geçmez. Çünkü Kur'an öğretimi ve benzeri ameller, taat (ibadet) niteliğinde olup,
kişi bunları Allah'a yaklaşmak için yapar. Dolayısıyla onlara göre bu tür işler malî değer
ifade etmediği için mehir olmaz. Sonraki Hanefî fakihleri, şartların değişmesi ve
insanların geçim için çok meşgul olması gibi nedenlerle Kur'an, dinî bilgiler öğretimi ve
diğer dinî hizmetlerin ücret karşılığında yapılabileceğine fetva vermişlerdir.
7.1.2.1.1.3. Mehrin Üst ve Alt Sınırı
Mehrin en çok miktarı için bir sınır getirilmemiştir. Âyette şöyle buyurulur: " مُ
َرْدتُ
َ
ْن أ
ِ
َوإ
َون ْ هُ بُھَت
ُخذُ
ْ
َتأ
َ
ِ وا منْ َ هُ شْيئًا أ
ُخذُ
ْ
ْحَد ِ اھُن قنْ َط ً ار َ ا فَ َ تأ
ِ
ْم إ
َ و َآتْيتُ
ٍ
َ مَك َ ان َ زْوج
ٍ
ْ اسِتْبَد َ ال ا َ زْوج
ينً
ِ
ًما مُب
ْ
ث
ِ
َ ا وإ
ًان / Bir eşinizden
ayrılıp da yerine başka bir eşle evlenmek isterseniz, ayrıldığınız hanıma yüklerle (mehir)
vermiş olsanız bile, içinden bir şey almayın." (en-Nisâ’ 4/20).
5
Hz. Ömer, Hz. Peygamber (sav)'in eşi ve kızları için en çok 480 dirhem gümüş para
mehir uyguladığını dikkate alarak kendi hilafeti sırasında mehri 400 dirhemle sınırlamak
istemişti. O devirde beş dirhem yaklaşık bir kurbanlık koyun bedelidir (480:5= 96 koyun
parası yaklaşık olarak, 96x350= 33.600 TL yaklaşık olarak). Hz. Ömer minberden indikten
sonra Kureyş'li bir kadın, yukarıdaki âyeti (en-Nisâ’ 4/24) okuyarak, Allah Teâlâ'nın mehir
için bir sınır getirmediğini, aksine kadınları yükler dolusu mehre lâyık gördüğünü söyledi.
Bunun üzerine yeniden minbere çıkan Hz. Ömer şöyle demiştir: "Size kadınlarınız için 400
dirhemden fazla mehir vermenizi yasaklamıştım. Đsteyen malından dilediği kadar
verebilir.".
Mehrin en az miktarı ise Ebû Hanîfe'ye göre on dirhem gümüş veya bunun karşılığı
(yaklaşık iki koyun parasıdır), Đmam Malik'e göre üç dirhem gümüştür. Đmam Şâfiî ve
Ahmed b. Hanbel’e göre ise en az miktar için bir sınır yoktur.
7.1.2.1.1.4. Mehrin Çeşitleri
Mehir genel olarak miktarı taraflarca belirlenen (mehr-i müsemmâ) veya miktarı örfe
bırakılan mehir (mehr-i misil, emsal mehir) olmak üzere ikiye ayrılır. Miktarı taraflarca
belirlenen mehir ise peşin (muaccel) ve ödemesi geri bırakılan (müeccel, vadeli) mehir
diye ikiye ayrılır.
7.1.2.1.1.4.1. Mehr-i Müsemmâ
Nikâh akdi sırasında veya daha sonra iki tarafın karşılıklı rıza ile belirledikleri mehre,
“mehr-i müsemmâ” (miktarı taraflarca belirlenen mehir) denir. Mehr-i müsemmâ, peşin
verilip verilmemesi durumuna göre ikiye ayrılır:
1) Nikâh akdi sırasında peşin olarak peşin verilmesi şart koşulan mehre, “mehr-i
muaccel” (peşin mehir) denir. Bu verilmeden kadın, zifafa (gerdeğe, cinsel temasa) izin
vermeyebilir. Eşler mehrin miktarını belirlemekle birlikte, ödeme şeklini tespit etmemiş
olurlarsa, peşin ödenecek miktar örfe göre belirlenir. Kimi fakihler, kadına zifaftan önce
mehrin bir bölümünü vermeyi müstehap sayarlar.
2) Nikâh akdi sırasında tamamını veya bir kısmı peşin olarak verilmeyip daha sonra
verilmesi şart koşulan mehre, "mehr-i müeccel" (vadeli mehir) denir. Bu durumda kadın,
belirlenen vade gelmeden önce mehri isteyemez. Miktarı belirlendiği halde, ödeme
durumundan (vaktinden) söz edilmeyen ve bu konuda örf de bulunmayan mehir; boşanma
veya eşlerden birisinin ölümü halinde peşine dönüşür. Boşamanın kesin (bâin) veya
dönülebilir (ric'î) nitelikte olması, sonucu değiştirmez. Ancak ric'î boşama durumunda
mehir, iddetin sonunda peşine dönüşür.
7.1.2.1.1.4.2. Mehr-i Misil
Bir kadının, kendisine akran ve emsal olan kadınlara verilen mehre, “mehr-i misil”
(emsal mehir, miktarı örfe bırakılan mehir) denir. Mehr-i misilin belirlenmesinde şu
kriterler dikkate alınır: 1) Evlenecek olan kadının babası tarafından en yakın hısımı olan
kız kardeş, yeğen veya hala gibi kadınlardan; akit tarihinde yaş, güzellik, servet, takvâ,
akıl, dine bağlılık, bekârlık, iffet, ilim, edep, güzel ahlâk gibi niteliklerde benzeri olan
6
kadınların daha önce evlenirken aldıkları mehir miktarı ölçü alınarak mehr-i misil
belirlenir. 2) Kadının bu niteliklerde dengi olan bir hısımı bulunmazsa iki tane adaletli
erkek veya bir erkek iki kadının şahitliği ile mehr-i misil belirlenir. 3) Bu da mümkün
olmazsa mehr-i misli belirlemesi için hâkime başvurulur. Kadının bu niteliklerde dengi
olan bir hısımı bulunmadığında, memleketi ahalisinden dengi olan kadın dikkate alınarak
mehrinin belirleneceği görüşünde olan da vardır.
Mehr-i Mislin Gerektiği Durumlar
i) Nikâh akdi sırasında mehrin konuşulmaması
Mehir konuşulmadığı halde koca vefat ederse, karısı mehr-i misilini miras malından
alır. Kadın vefat ettiği takdirde ise onun mirasçıları mehr-i misili kocadan alırlar. Ancak
kadının mirasçıları arasında kocası da olduğu için, koca mehirden kendi miras payı olan
dörtte bir veya ikide bir miktarı düşebilir.
ii) Mehir belirlenmiş olmakla birlikte, mehir hakkında aşırı bilinmezliğin
bulunması veya mütekavvim olmayan bir malın mehir olarak belirlenmesi
Meselâ; mehrin ev, otomobil, hayvan gibi mutlak şekilde belirlenmesi durumunda,
bunların nitelikleri belirsiz olduğu için "aşırı bilinmezlik"ten söz edilir ve bu durumda
mehr-i misil gerekir. Yine Şarap, domuz eti gibi Đslâm'ın yasakladığı mütekavvim olmayan
(alımı-satımı caiz olmayan) şeylerin mehir olarak tespit edilmesi de geçersiz olup, kadın
mehr-i misile hak kazanır.
iii) Tarafların karşılıklı olarak mehirsiz evlenmeyi kararlaştırması
Böyle bir şart geçersiz olup kadın mehr-i misile hak kazanır. “Şıgâr nikâhı” (trampa/
değiş tokuş evliliği, berdel) adı verilen iki aile karşılıklı olarak kızlarını, biri diğerine
mukabil olmak mehirsiz evlendirmeyi kararlaştırırlar. Allah'ın elçisi (sav), "Đslâm'da şiğâr
evliliği yoktur." buyurarak bunu yasaklamıştır. Hanefîlere göre evlilikte şiğâr anlaşması
geçersiz olup, nikâh sahih olarak meydana gelir ve kadın mehr-i misile hak kazanır. Đmam
Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise şiğâr evliliği ise fasittir.
iv) Mehrin konuşulup konuşulmadığı veya miktarı konusunda eşler arasında
anlaşmazlık çıkması
Bu konuda hangisi delil getirirse kabul olunur. Delil getiremezlerse "mehir
konuşulmadı" diyenden (inkâr eden) yemin istenir. O, yeminden kaçınırsa, diğer eşin
iddiası sabit olur. Yemin ederse, kadın mehr-i misil alır.
7.1.2.1.1.5. Mehir ve Başlık Parası
"Mehir", evlenecek olan kadının hakkıdır. Babası veya dedesi mehri kadın adına teslim
alabilir fakat ona sahip olamaz. Kadın razı olmadığı takdirde veliye yapılacak mehir
ödemesi geçerli değildir. Kadın; küçük, akıl hastası veya bunamış olursa mehir onun adına
velisine verilir.
Günümüzde "başlık parası" adıyla velinin koca tarafından aldığı para ile çeyiz alınmış
veya evlenecek kadına harcanmış olursa bunun mehir olarak nitelendirilmesi mümkündür.
7
Ancak böyle bir parayı kızın babası alır ve kendi özel işleri için harcamış olursa bunun
mehir ile ilgisi bulunmaz. Kızın babasının evlenecek erkekten mehir dışında bir şey alması
Ebû Hanîfe ve diğer kimi fakihlere göre caiz değildir. Đmam Ahmed b. Hanbel'e göre
baba, kızını evlendirirken mehir yanında başka bir meblağ alabilir. Delili; Hz. Mûsâ'nın
Hz. Şuayb'ın kızı ile evlenmek için sekiz yıl çobanlık yapmasıdır (el-Kasas 28/27).
Hanbelîler dışındaki diğer mezheplere göre, burada başlık parasından çok babanın kızı
adına almış olduğu mehir söz konusudur.
Đslamî nikâhta mehir gerekliliğine dayanılarak ileri sürülen bunun bir alım-satım akdi
olduğu iddiası da doğru değildir. Nikâh akdinde mehir bir sıhhat şartı değil, akdin bir
neticesidir. Taraflar mehir ödenmemesi hususunda anlaşsalar dahi nikâh geçerlidir ve
mehir yine gereklidir.
7.1.2.1.1.6. Mehrin Verilmesinin Gerektiği ve Gerekmediği Durumlar
7.1.2.1.1.6.1. Mehrin Tamamının Verilmesi
Kadın, mücerret nikâh ile mehrin tamamını hak etmez. Kadının mehrin tamamını
almaya hak kazanabilmesi için şu üç durumdan en az birisinin gerçekleşmesi gerekir:
1) Zifâf (gerdeğe girme, cinsel birleşme)
Evliliğin sahih veya fâsit olması sonucu değiştirmez. Hatta kadınla cinsel temasın hayız,
nifâs, ihrâm, oruç veya itikâf durumlarında olması da sonucu etkilemez. Çünkü koca cinsel
temasla hakkını aldığı için, buna karşılık kadının da mehir üzerindeki hakkı kesinleşir.
2) Sahih halvet
Sahih bir nikâhla evli bulunan eşlerin, kimsenin görmediği ve istekleri dışında kimsenin
giremeyeceği kapalı veya kapalı sayılan bir yerde yalnız olarak kalmalarına "sahih halvet"
denir. Baş başa kalmaya engel sayılan durumların da bulunmaması gerekir. Eşlerin yanında
üçüncü bir kişinin bulunması, karı-kocada cinsel birleşmeye engel bir durumun olması,
hastalık, küçüklük, ay hali, farz oruçlu olmak, farz veya nâfile hac için ihramda bulunmak
baş başa kalsa bile eşler için cinsel temas engeli sayılan haller arasındadır. Eşlerin bu
engellerle birlikte baş başa kalmasına ise "fâsit halvet" denir. Meselâ; düğünden önce
trafik kazası geçiren nikâhlısının başında hizmet için hastanede kalan kadının bu baş başa
kalışı fasit halvet niteliğinde olup mehre hak kazandırmaz.
Sahih halvette cinsel temas olmamış olsa da kadın mehrin tamamına hak kazanır.
Cinsel temas için engel olmaması ve aksinin nadir olması, sahih halvetin zifâf hükmünde
sayılmasına neden olmuştur.
3) Eşlerden birisinin ölümü
Sahih evlilikte, cinsel temastan önce eşlerden birisinin ölümü durumunda, kadının
önceden miktarı belirlenen mehrin tamamına hak kazandığı konusunda görüş birliği vardır.
Çünkü ölümle nikâh akdi feshedilmiş olmaz, belki malî sonuçlarını doğurarak sona erer.
Mehir de bunlar arasındadır. Kadın vefat ettiği takdirde ise onun mirasçıları mehr-i misili
8
kocadan alırlar. Ancak kadının mirasçıları arasında kocası da olduğu için, koca mehirden
kendi miras payı olan dörtte bir veya ikide bir miktarı düşebilir.
Kadının Kocasının Evinde Bir Yıldan Çok Kalması
Mâlikîlere göre, kocasının evinde cinsel temas olmaksızın en az bir yıl kalan kadın
mehrin tamamına hak kazanır. Hanefî ve Hanbelîlere göre ise bu süre içinde sahih halvet
olmamışsa mehre hak kazanmaz.
7.1.2.1.1.6.2. Mehrin Yarısının Verilmesi
Sahih evlilik cinsel temas veya sahih halvetten önce kocanın fiili ile sona ermişse
kadın daha önceden miktarı belirlenmiş olan mehrin yarısını alabilir. Eğer mehrin tamamı
daha önceden peşin olarak ödenmişse, kadın bunun yarısını kocasına geri vermek zorunda
bulunur (el-Bakara 2/237).
Evliliğin kocanın fiili ile sona erdiği durumlar: 1) Boşama, 2) Fesih (irade ile veya
meşrû sebeplere binaen hüküm ile nikâhın ortadan kaldırılması), 3) Îlâ (eşine
yaklaşmamaya yemin etme yoluyla boşanma), 4) Liân / Mulâane” (kocanın eşine zina
isnadı sebebiyle yeminleşme ve lanetleşme sonucu boşanma), 5) Kocanın iktidarsızlığı, 5)
Kocanın irtidadı (Đslâm dinini terk etmesi), 6) Kadının ihtidası (müslüman olması)
halinde kocanı Đslâm'a girmekten kaçınması, 7) Kadının usûl ve fürûuna hurmet-i
müsâhareyi (sıhrî hısımlıkla doğan evlenme yasağını) gerektiren bir fiil işlemesi
Mut'a
Mut'a, kocanın; mal, giysi veya yiyecek olarak boşanmış eşine verdiği şeyler demektir.
Hanefî ve Hanbelîlere göre ayrılmanın cinsel temastan yahut sahih halvetten önce
olduğu durumda; mehir miktarı nikâh akdi sırasında belirlenmemiş veya eşler mehirsiz
evlenme konusunda anlaşmış yahut belirleme geçersiz sayılmış veyahut ayrılık eşlerin
rızası veya hâkimin kararıyla gerçekleşmişse, kadına mehir gerekmez. Ancak böyle bir
kadın “mut'a” denilen bir miktar mala hak kazanır (el-Bakara 2/236). Âyette mut'anın
miktarı belirlenmemiş ve bu husus içtihada bırakılmıştır. Fukaha bunu örf ve âdete bakarak
takdir etmişlerdir. Ebû Hanife'ye göre, mut'anın en azı bir giysi, başörtüsü ve bir yorgan
olup mehr-i mislin yarısından çok olamaz. Kimi fakihlere göre ise iç ve dışıyla bir takım
elbisedir (mesela, başörtüsü, elbise, çorap, mantodur).
7.1.2.1.1.6.3. Mehrin Verilmemesi
Şu iki durumda kadına mehir vermek gerekmez:
1) Evlenme akdi fâsit olur ve koca karısını cinsel temastan önce boşarsa
Burada evliliğin karşılıklı rıza ile veya hâkimin hükmü ile sona ermesi sonucu
değiştirmez.
2) Evlilik akdi sahih olur, fakat cinsel temas veya sahih halvetten önce kadının fiili
ile sona ermiş bulunursa
9
Evliliğin kadının fiili ile sona erdiği durumlar: 1) Kadının dinden çıkması veya
kocası Đslâm'a giren ve ehli kitaptan olmayan kadının, müslüman olmaktan kaçınması, 2)
Kadının kocasının usûl veya fürûundan birisiyle hurmet-i musahareyi (sıhrî hısımlıkla
doğan evlenme yasağını) gerektiren bir fiil işlemesi meselâ; zina etmesi veya bunlardan
birisiyle yasak aşk yapması
7.1.2.1.2. Çeyiz ve Ev Eşyası
Bir fıkıh terimi olarak çeyiz; evlenecek kız çocukları için hazırlanan her türlü şahsî eşya
veya ev eşyasını ifade eder. Günümüzde özellikle kadının evlenirken koca evine götürdüğü
eşyaya bu ad verilmektedir.
Đslâm'da evlenecek kıza ana-baba veya koca tarafından çeyiz hazırlanması, aile
yuvasının kurulmasında önemli malî haklar arasındadır.
7.1.2.1.2.1. Çeyizi Hazırlama Sorumluluğu
Hanefîlere göre kadın kendisine verilen mehirle veya şahsına ait malla çeyiz yapmaya
zorlanamaz. Kadının babası da kendi malından çeyiz yapmak zorunda değildir. Bununla
birlikte kızın ana-babası örfen böyle bir çeyiz hazırlamışlarsa, bunlar kızlarına ait şahsî
mülk sayılır. Bir kadın evlendikten sonra onun geçimini sağlamak kocasının üzerine
vaciptir. Ev temin etmek ve bu eve gerekli olan eşyayı almak da bu görev kapsamına girer.
Diğer yandan mehir, hazırlanacak çeyizin karşılığı değildir. O, kocanın eşine bir armağanı
veya kadının cinsel yönlerinden yararlanmasının helal olmasının karşılığıdır.
Mâlikîlere göre ise kadının, teslim aldığı mehir karşılığı kadar çeyiz hazırlaması
gerekir. Evlilikten önce mehri teslim almamış olursa, kocanın nikâh sırasında şart koşması
veya bu konuda örf bulunması durumunda çeyiz hazırlamakla yükümlü tutulabilir.
Dayandıkları delil örftür. Çünkü toplum örfünde çeyizi hazırlamak kadın tarafına gerektiği
gibi, erkek de mehri bu gayeyle vermektedir.
7.1.2.1.2.2. Çeyizde Đsraftan Kaçınmak
Çeyiz eşyasının hazırlanmasında gerçek ihtiyaçlar dikkate alınmalı bu konuda israf ve
savurganlıktan sakınılmalıdır. Günümüzde pek çok müslüman aile, daha küçük yaştaki
çocuklarına büyük masraflarla çeyiz hazırlamakta, bu konuda israf ve ifrata düşmektedir.
Dinimiz israfı şiddetle yasaklamıştır (el-Đsrâ’ 17/26-27; (el-A’râf 7/31). Çocuğun en büyük
çeyiz ve süsünün ona öğretilen ilim, edep, ahlak ve fazilet olduğu unutulmamalıdır.
Burada Hz. Peygamber (sav)'in kızı Hz. Fâtıma için hazırlanan çeyizi örnek olarak
vereceğiz. Hz. Ali'nin mehir olarak verdiği paradan 63 dirhemle (o devirde beş dirhem
yaklaşık bir koyun bedelidir, 63 dirhem yaklaşık 13 koyun bedeli eder) çarşıdan alınan
çeyiz eşyası şunlardı: 3 adet minder, 1 adet seccade, 1 adet içi hurma lifiyle dolu yüz
yastığı, 2 adet el değirmeni, 1 adet su tulumu, 1 adet su testisi, 1 adet meşin su bardağı, 1
adet elek, 1 adet havlu, 1 adet koç postu, 1 adet alaca kilim, 1 adet divan, 2 adet yemen işi
alaca elbise, 1 adet kadife yorgan.
7.1.2.1.3. Nafaka
10
Nafaka (aile fertlerinin geçiminin sağlanması), evliliğin kendisine bağlı olduğu bir
rükün değil; mehir gibi evliliğin malî hükümlerindendir.
7.1.2.1.3.1. Nafakanın Tarifi
Nafaka sözlükte; azık, yiyecek, infak edilen şey ve ev reisinin sağlamak zorunda olduğu
yiyecek, giyecek, mesken ve benzeri şeyleri ifade eder. Bir fıkıh terimi olarak; yiyecek,
giyecek ve meskenden kişiye yetecek miktarı ifade etmek üzere kullanılır. Çoğulu
"nafakât"tır. Türkçede nafaka yerine "geçim masrafı" veya "geçim harcamaları" gibi
ifadeler kullanılır.
Nafaka genel olarak ikiye ayrılır: 1) Kişinin kendisine gerekli olan geçim harcaması.
Bu, başkasına vereceği nafakadan önde gelir. 2) Kişinin, başkasının geçim harcamalarını
karşılaması. Bu çeşit nafaka üç nedenden birisine dayanır. Evlilik, nesep hısımlığı veya
mülkiyet (kölelik-efendilik) bağı.
Đslâm'da koca, eşinin ve belirli yaşa ya da iş ve meslek sahibi oluncaya kadar
çocuklarının geçim masraflarını karşılamakla yükümlü tutulmuştur. Anne-baba ve diğer
yakın nesep hısımları da fakir düşerlerse geçim masraflarını karşılamakla yükümlü
tutulmuştur.
7.1.2.1.3.2. Nafakanın Çeşitleri
Nafaka, evlilik nafakası, iddet nafakası, çocukların nafakası ve hısımlık nafakası olmak
üzere dört çeşittir.
7.1.2.1.3.2.1. Evlilik Nafakası
Bir kadın evlenip kocasının evine yerleştikten sonra onun yiyecek, içecek, giysi ve
mesken masrafları kocaya aittir (bkz. el-Bakara 2/233). Bunlar israfa kaçmadan ve cimrilik
de etmeden örf ve âdetler dikkate alınarak eşlerin sosyal seviyelerine ve maddî imkânlarına
göre sağlanır (bkz. et-Talâk 65/7). Eşlerin her ikisi de zenginse buna uygun harcama
yapılır, ikisi de fakirse, kadın kocasından, zenginler seviyesinde bir harcama isteyemez.
Birisi zengin diğeri fakirse, ortalama yol izlenir. Diğer yandan bazı bilginler nafakanın
miktarı konusunda yalnız kocanın durumunun dikkate alınacağını söylemişlerdir.
Kadın kocasının hısımları ile birlikte oturmaya zorlanamaz. Ancak koca, bir başka
evliliğinden olan ve henüz erginlik çağına ulaşmamış bulunan küçük çocuklarını karısı ile
birlikte oturtmak hakkına sahiptir. Buna karşılık kadın, kendi hısımlarından hiçbirini, hatta
başka kocadan olma kendi küçük çocuklarını kocasının izni olmadan onun evinde
barındıramaz. Çünkü bir erkeğin, eşinin hısımlarına karşı bakım ve nafaka yükümlülüğü
bulunmaz. Eşinin hısımlarına yardımcı olursa bu, onun güzel ahlâkındandır.
Kadın, sosyal seviye bakımından emsali kadınların hizmetçisi bulunduğu veya kendisi
bakıma muhtaç olduğu takdirde hizmetçi tutmak da nafaka kapsamına girer.
Karıya nafaka vermenin sebebi "ihtiyaç" değil, onun kocanın bir hakkı olarak evde
"tutulması"dır.
1) Nafakanın Takdiri
11
Koca nafaka teminini yerine getirmezse kadın mahkemeye müracaat ederek nafaka
takdir ettirebilir. Nafaka takdir edilirken karı-kocanın durumu birlikte dikkate alınır. Yalnız
kocanın durumu dikkate alınır diyenler de vardır.
Nafaka takdirinden sonra piyasa fiyatları değişince veya önceden takdir edilen
nafaka miktarının yetersizliği anlaşılınca koca kendiliğinden nafaka miktarını
ayarlamazsa kadın hâkime müracaat ederek gereken ayarlamayı yaptırabilir (Hukûk-ı Aile
Kararnâmesi, mad. 92).
Kocasının izniyle bir işte çalışan kadının nafakası yine kocasına aittir. Kadının nafaka
harcamalarına ortak olması söz konusu değildir.
2) Nafaka Hakkını Düşüren Durumlar
Şu durumlarda kadının nafaka hakkı düşer:
i) Nafaka vacip olup, hâkimin kararı veya karşılıklı rıza ile zimmette borç halini
almadıkça, geçen süreye ait nafaka düşer. Mâlikîlere göre geçen süreye ait nafaka düşmez.
Kadın kocasına geçmiş günlere ait nafaka için de rücû edebilir.
ii) Geçmiş günlere ait ibra (aklama; davada ve hak talebinde bulunmaktan vazgeçme),
nafakayı düşürür. Ancak Hanefîlere göre geleceğe ait nafakadan ibra veya hibe geçerli
değildir. Çünkü kadının nafakası evde tutulma karşılığı olarak zaman geçtikçe parça parça
gerekli olur. Geleceğe ait ibra, henüz vacip olmadan düşürme anlamına gelir ki geçerli
olmaz.
iii) Eşlerden birisinin ölümü. Koca nafakayı vermeden ölse, kadın bunu onun
malından alamaz. Kadın ölürse, mirasçılar da bunu talep edemez.
iv) Kadının itaatsizliği. Kadının kocasının meşrû isteklerine itaat etmemesi ve özürsüz
yere evi terk etmesi halinde kocanın nafaka yükümlülüğü düşer.
v) Kadının izinsiz bir işte çalışması
vi) Kadının ma'siyet (günah işleme) yoluyla sebep olduğu ayrılık, nafaka hakkını
düşürür. Meselâ; onun irtidadı veya kocası Đslâm'a girdiği halde onun küfürde devam
etmesi veya üvey oğlu ile cinsel ilişki kurması gibi. Bütün bu durumlarda onun nafaka
hakkı düşer. Çünkü günah işleme yoluyla evlilikteki "cinsel yararlanma" esasını
kaldırmıştır. Bu yüzden "itaatsiz" (nâşize) duruma düşer. Ancak onun sadece evde oturma
hakkı devam eder. Çünkü bu hak günah işlemekle düşmez. Đrtidât eden kadın yeniden
Đslâm'a dönerse nafaka hakkı doğar
Ayrılık günah işleme yoluyla olmamışsa nafaka hakkı düşmez. “Buluğ muhayyerliği”
(babası veya onun olmaması durumunda babasının babası tarafından evlendirilmiş Bir
küçüğün, ergen olduğunda bu nikâhı devam ettirmekte veya mahkemenin onayıyla sona
erdirmede serbest olması), kefâetin (denkliğin) yokluğu ve üvey oğlu ile zorlama sonucu
cinsel ilişki kurma gibi. Çünkü o, bu konularda şer'an özürlü sayılır.
Kocanın sebep olduğu ayrılık, ma'siyet yoluyla olsun veya olmasın nafaka hakkını
düşürmez.
12
3) Haram Yoldan Kazanç Sağlayan Kocanın Verdiği Nafakayı Kullanmak
Bir mü'min hanım, kocasının haram yoldan gelir elde ettiğini biliyorsa, önce onu
bundan vazgeçirmeğe çalışması gerekir. Bütün çabalardan bir sonuç alınmaz ve erkek
haram kazanç elde etmeye devam ederse, eğer kadının başka bir geliri varsa geçici
olarak kendisine ve çocuklarına bundan sarf etmeye çalışmalıdır. Bu da olmazsa ve başka
bir kurtuluş yolu da yoksa kocasının gelirinden yiyebilir ve sorumluluk kocaya ait
bulunur.
7.1.2.1.3.2.2. Đddet Nafakası
Đddet, kocanın ölümü veya eşini boşaması halinde söz konusu olur. Vefat iddeti
bekleyen kadına nafaka gerekmez. Çünkü koca vefat edince tüm malı mirasçılara geçer.
Karısı da dörtte bir veya sekizde bir oranında mirasçı olur.
Ric'î olsun, bâin olsun boşanma hâlinde iddet süresince kocanın nafaka yükümlülüğü
devam eder. Boşamanın iki veya üç defa olması sonucu değiştirmez. Ancak üçüncü
boşamada Đmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre yalnız mesken temin edilir;
diğer giyim, yiyecek vb. gerekmez.
7.1.2.1.3.2.3. Çocukların Nafakası
Kız ve erkek çocukların nafakaları babalarına aittir. Nafakanın kapsamına bu çocukların
yiyecek, giyecek ve mesken ihtiyaçları girer.
Evli kadın çocuğunu emzirmek istemezse, eğer çocuk başka kadının sütünü alırsa,
annesi emzirmeye zorlanamaz.
Çocuğun Nafakasını Sağlama Yükümlülüğünün Şartları
i) Fakir olmalıdır. Çocuğun kendine ait malı varsa, masraflar ondan yapılabilir.
ii) Baba, nafakayı temine muktedir olmalıdır. Bu, babanın ya zengin ya da
çalışabilecek durumda olmasıyla gerçekleşir.
iii) Babanın ve çocuk hür olmalıdır.
vi) Erkek çocuk buluğ çağına gelmemiş olmalıdır. Ancak çocuk buluğ çağına geldiği
halde sakat, kötürüm, felçli ve müzmin şekilde hasta olur ve kazanmaktan aciz bulunursa
yine babanın nafaka yükümlülüğü devam eder. Kızda buluğ ve yaş aranmaz. Evleninceye
kadar kız çocuklarının geçimi babaya aittir. Evlendikten sonra bu yükümlülük kocasına
geçer. Kocası ölür veya boşanırlarsa kadın yine babasının evine döner. Kadın çalışıp
kazanmaya zorlanamaz. Fakat Đslâmî ölçüler içinde bir iş veya meslekte çalışıp kazanmak
isterse bu da câizdir.
7.1.2.1.3.2.4. Hısımlık Nafakası
Ana-baba fakir düşer veya yaşlanıp çalışamaz olursa, ilgi ve bakım yükümlülüğü
çocuklara aittir (bkz. el-Đsrâ’ 17/23; Lokmân 31/14-15). Hz. Peygamber (sav) "Sen ve
malın babana aittir." buyurmuştur. Ancak ana-babaların çocukların malı üzerindeki bu
mülkiyet hakkı, yorumlanarak onların fakir ve muhtaç olmalarıyla sınırlandırılmıştır.
13
Çünkü miras âyetleri (en-Nisâ’ 4/11-12) nâzil olunca ana ve babanın, ölen çocuklarının
malı üzerindeki hakları belirlenmiştir.
Hısımlık Nafakasını Sağlama Yükümlülüğünün Şartları
i) Hısım fakir olmalıdır. Bu da ya malı olmamakla veya çalışmaya gücü yetmemekle
meydana gelir. Ancak ana-baba (ve eş) bundan müstesnadır. Çünkü bunlar sağlıklı ve
güçlü olup çalışmaya güçleri yetse de kendilerine nafaka desteği sağlanır. Mâlikîlerce
tercih edilen görüşe göre ana-baba çalışmaya gücü yetince çocuklarından nafaka talep
edemez.
ii) Nafaka yükümlüsü, nafakayı temine muktedir olmalıdır. Bu, ya zengin ya da
çalışabilecek durumda olmasıyla gerçekleşir. Ancak anne-baba (ve eş), bunun
istisnasıdır. Bir erkek fakir de olsa ebeveynine ve eşine bakmakla yükümlüdür.
Mâlikîlere göre fakir çocuk, çalışıp kazanmaya gücü yetse bile ana babasına nafaka
vermesi gerekmez.
iii) Geçimi sağlanacak kimsenin nesep hısımı olması gerekir. Ancak sıhrî hısımlar bu
kuralın dışındadır. Hanefîlere göre nafaka yükümlüsünün, nafaka vereceği kimseye
mirasçı olacak derecede nesep hısımı olması gerekir.
7.1.2.1.3.3. Din Ayrılığının Nafakaya Etkisi
Kadın itaatsiz veya mürtet olmadığı sürece eşler arasındaki din ayrılığı kadının
nafaka alma hakkına engel olmaz. Diğer hısımlar arasındaki nafaka yükümlülüğüne
gelince: Hanefîlere göre, usûlün, fürûun ve eşin nafakasında din birliği şart değildir.
Ancak bu hısımlar harbî (müslümanlarla aralarında anlaşma bulunmayan gayri müslim
ülke vatandaşı) durumunda olurlarsa pasaportlu yabancı bile olsalar, bunların nafakası
müslümana vacip olmaz. Çünkü mü'minler, din konusunda kendileriyle savaş halinde
olanlara iyilik yapmaktan nehyolunmuşlardır. Bu üç sınıfın dışındakiler için ise din birliği
şarttır. Çünkü müslümanla gayri müslim arasında miras cereyan etmez. Buna göre, karı,
ana, baba, dedeler, nineler, çocuk ve torunlar dışındaki hısımlara din ayrılığı bulununca
nafaka gerekmez.
7.1.2.1.3.4. Nafaka Đçin Hâkim Kararı Almak
Usûl ve fürûun nafakası hâkimin kararına bağlı olmaksızın vacip olur. Usûl ve fürû
dışındaki hısımların nafakası ancak hâkim kararı veya karşılıklı rıza ile sabit olur. Bunun
sebebi, bu hısımların nafakası konusunda müçtehitler arasında görüş ayrılığının
bulunmasıdır.
7.1.2.1.4. Eşlerin Miras Hakları
Đslâm miras hukukuna göre mirasçı olmanın sebepleri üçtür: Nesep hısımlığı, evlilik ve
velâ (köleyi azat eden efendinin azat ettiği köleye mirasçı olması).
Geçerli bir nikâh akdi eşler arasında miras hakkı doğurur. Cinsel temasın olup olmaması
sonucu etkilemez. Bu yüzden, zifaftan önce eşlerden birisinin ölümü halinde, diğeri ona
mirasçı olur. Eşlerin miras haklarını belirleyen ayetin genel anlamı (bkz. en-Nisâ’ 4/12) ile
14
Hz. Peygamber (sav)'in, cinsel temastan önce kocası ölen Berva' binti Vaşık'ı ölen kocasına
mirasçı yapması bunun delilidir.
Ric'î (dönülebilir) talaktan dolayı iddet bekleyen kadın, iddetli iken, ölen kocasına
mirasçı olur. Çünkü ric'î boşamada evlilik iddet süresince devam eder. Sağlam kocası
tarafından bâin talakla (kesin ayrıcı boşama) boşanan kadın, iddet beklerken kocası
ölse, ona mirasçı olamaz. Çünkü bu durumda o, karısını mirastan mahrum etmek için
boşamakla itham edilemez. Eğer ölüm hastası olan bir erkek karısını bâin talakla boşar
ve kadın iddet beklerken de ölürse, kadın ona mirasçı olur. Burada mirastan mahrum
etmek gayesiyle boşama ithamı söz konusudur.
7.1.2.1.5. Çocuğun Nesebinin Sübutu
7.1.2.1.5.1. Nesebin Tanımı
Nesep sözlükte; soy, hısımlık, bir kimsenin kan bağı olan kişilerle soy bağlantısı
demektir. Bir fıkıh terimi olarak, çocuğu ana-babasına ve ailesine bağlayan kan ve soy
bağını ifade eder.
Nesep, aynı soydan gelen aile fertlerini birbirine bağlayan önemli bir ortak değerdir.
Aile fertleri bununla biri diğerinin cüz'ü ve parçası olacak şekilde bağlanır. Çocuk
babasının bir parçası, baba da onun bir bölümü olur. Bir çocuğun anne ve babası belirli
olarak dünyaya gelmesi ve bir aile yuvasının sıcaklığını, hısımlarının sevgi ve yakınlığını
duyarak yetişmesi Cenab-ı Hakk’ın önemli bir nimetidir (el-Furkân 25/54).
Đslâm, babalara çocukların nesebini inkâr etmeyi, kadınlara çocuğun nesebini gerçek
babadan başkasına nispet etmeyi, çocuklara da kendi babalarından başkasına nesep iddia
etmesi yasaklanmış ve bunları cennetten mahrum kalma nedeni olarak bildirmiştir.
7.1.2.1.5.2. Çocuğun Nesebinin Sabit Olma Yolları
Çocuğun ana tarafından nesebi, onu doğuran kadındır. Doğan çocuğun meşrû veya
gayri meşrû bir cinsel birleşmeden olması, nesebin anaya bağlanmasında etkili olmaz.
Çocuğun baba tarafından nesebi ise şu durumlarda söz konusu olabilir: Sahih veya fâsit
evlilik, şüpheye dayalı cinsel birleşme, babanın çocuğun nesebini tanıması (ikrar) ya da
beyyine (delil).
Đslâm, zina ürünü çocuğun nesebini erkeğe bağlamayı kabul etmemiştir. Hz.
Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Çocuk yatak sahibi olan erkeğe aittir. Zina eden için
ise mahrumluk vardır.". Zina Đslâm'ın yasakladığı bir fiil olup, nesep nimetine bir dayanak
yapılamaz.
Evli çiftlere ait embriyonun taşıyıcı yabancı bir kadının rahmine yerleştirilmesi
sonucu dünyaya gelen bebeğin durumu
Böyle bir uygulama dinimize göre asla caiz değildir. Kur'ân-ı Kerîm'e göre hakikî anne
- الِئ َي ولَْدَن ْھُم" :çocuğu doğuran kadındır. Bir ayette şöyle buyurulur
ِ
ْھُم إ
َم ھاتُ
ُ
ْن أ
ِ
Onların... / إ
anneleri ancak kendilerini doğuran kadınlardır" (el-Mücâdele 58/2). Gebeliğin
güçlüklerine katlanan, bunun için bedeninde birçok fizyolojik değişikliklere maruz kalan,
15
bebeği kanıyla ve canıyla besleyen taşıyıcı annedir. Buna karşılık yumurtasını veren
kadın da bebeğin genetik annesidir. Çünkü çocuk onun genlerini taşımaktadır. Böylece
ortaya çıkan çift annelik durumu çıkmaktadır. Bu durum hem çocuk hem de ilgili
kadınlar için psikolojik ve sosyal pek çok problemi beraberinde getirecektir.
7.1.2.1.5.2.1. Sahih Evlilikte Nesebin Sabit Olmasının Şartları
Sahih evlilik içinde doğan çocuğun nesebinin, babaya bağlanması gerektiğinde, Đslâm
fakihleri görüş birliği içindedir. Delilleri; "Çocuk yatak sahibi olan erkeğe aittir" hadisidir.
Burada yatak sahibinden maksat, doğan çocuğun annesi ile evli bulunan erkektir. Ancak
çocuğun nesebinin babaya bağlanabilmesi için, aşağıdaki şartların gerçekleşmesi gerekir.
Aksi durumda baba çocuğun nesebini reddedebilir.
1) Kocanın Baba Olabilecek Nitelikleri Taşıması
Evli erkek ergin olmalı veya kendisine cinsel istek duyulan bir fizik olgunluğa
(murâhik) ulaşmış bulunmalıdır. Hanefîlere göre on iki, Hanbelîlere göre on yaşına
ulaşan, fakat henüz ergin olmamış bulunan erkek çocuğu "murâhik" (buluğ çağına
yaklaşmış) sayılır. Buna göre, evli olup, ergin olmayan veya murâhik sayılacak fizik
olgunluğa ulaşmamış bulunan erkekten nesep sabit olmaz. Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise,
kendisinden nesep sabit olması için evli erkeğin ergin olması şarttır.
2) Evlilikle Doğum Arasında En Az Altı Ay Geçmesi
En kısa gebelik süresi altı aydır (el-Ahkâf 46/15; Lokmân 31/14; el-Bakara 2/233). Altı
ay geçtikten sonra çocuk dünyaya gelirse nesebi erkekten sabit olur. Altı aylık en kısa
gebelik süresi Ebû Hanîfe'ye göre nikâh akdinden çoğunluk müçtehitlere göre ise cinsel
birleşmeden veya cinsel birleşmenin mümkün olduğu tarihten itibaren hesaplanır.
3) Doğumun, Evlilikten Đtibaren Altı Ayla Gebeliğin En Uzun Süresi Arasında
Gerçekleşmesi
Doğum genellikle dokuz ay sonra gerçekleşir. Çoğunluk müçtehitlere göre, gebeliğin
en kısa süresi altı ay, en uzun süresi ise dört yıldır. Delil örftür. Nitekim tecrübelere göre
gebeliği dört yıl süren kadınlar vardır. Mâlikîlerden meşhur görüşe göre en uzun gebelik
süresi beş yıl, Hz. Ömer ve Đbni Hazm’a göre dokuz aydır. Bazı fakihlere göre gebeliğin
en uzun süresi ise iki yıldır. Delilleri, Hz. Âişe'nin "Çocuk, annesinin karnında iki yıldan
fazla kalmaz." sözüdür. Bu konuda açık bir nass bulunmadığı için tecrübelere dayanarak
içtihat yapılmıştır. Günümüzde tıp biliminin verilerine göre, gebelik süresi bir yılı
geçmez. Bu durum, çoğunlukla karşılaşılan doğum vakalarına dayanır.
Bir kadın kocasının ölümü veya boşandığı tarihten itibaren yeniden evlenmediği,
herhangi bir erkekle cinsel temasta bulunmadığı, doğum yapmadığı veya iddet beklerken
hayız görmediği takdirde belirtilen süre içinde doğum yaparsa çocuğun nesebi bu ölen
veya boşayan kocaya bağlanır. Đddeti de bu doğumla sona erer.
Altı aydan önce doğum olduğunda, koca zinadan söz etmeyerek çocuğun kendisinden
olduğunu söylerse, yine nesep bu ikrar nedeniyle sabit olur. Burada daha önceki bir nikâh
16
akdinin varlığı veya şüpheye dayalı bir cinsel birleşmenin vuku bulduğu düşünülür. Çünkü
müslümanın prensip olarak iyi olduğu kabul edilir ve kötü olabilecek hali örtülür.
4) Nikâh Akdinden Sonra Eşlerin Bir Araya Gelme Đmkânlarının Bulunması
Hanefîlere göre eşlerin nikâhtan sonra fiilen birleşmesi veya aklen ya da tasavvur
olarak birleşme imkânlarının bulunması çocuğun nesebini babaya bağlamak için yeterlidir.
Başka bir deyimle koca, nikâhlı eşinin doğurduğu çocukların nesebini reddetmedikçe, bu
çocukların nesebi ona bağlanmış olur. Eğer koca, eşi ile cinsel temas olmadığı halde
çocuğun dünyaya geldiğini iddia ediyorsa, "liân / mülâane" yolu ile çocuğun nesebini
reddedebilir. Bir sonraki ünitede "liân / mulâane" konusunda bilgi verilecektir.
Çoğunluğa göre ise eşlerin fiilen ve âdetlere göre bir araya gelmiş olmalarını şarttır.
Koca, fiilen birleşme olmadığını ispat ederse, doğacak çocuğun nesebini de reddetmiş
sayılır.
7.1.2.1.5.2.2. Fâsit Evlilikte Nesebin Sabit Olması
Fâsit nikâh, nesebin sabit olması bakımından sahih nikâh gibidir. Bununla çocuğun
korunması hedeflenmiş ana-babanın nikâh konusunda yaptıkları yanlışlıktan dolayı
çocuğun zarar görmesi önlenmek istenmiştir.
Fâsit Evlilikte Nesebin Sabit Olmasının Şartları
Fâsit evlilikte nesebin sabit olması için, sahih evlilikte de öngörülen şu üç şartın
gerçekleşmesi gerekir:
i) Kocanın baba olabilecek nitelikleri taşıması. Hanefî ve Hanbelîlere göre ise ergin
veya murâhik bulunmakla, Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise ergin olmakla, gerçekleşir.
ii) Cinsel birleşmenin gerçekleşmesi. Fasit nikâhta, sahih halvet (eşlerin yalnız baş
başa kalması) nesebin sabit olması için yeterli sayılmaz. Çünkü nikâh fasit olunca böyle bir
baş başa kalmada cinsel temas helal değildir.
iii) Cinsel birleşmeden sonra eşlerin birbirini terk ettiği veya hâkimin ayrılık
kararı verdiği tarihten itibaren kadının gebeliğin en kısa ve en uzun süresi içinde
doğum yapması. En uzun gebelik süresi geçtikten sonra doğacak çocuğun nesebi, fâsit
nikâhlı eski kocaya bağlanamaz.
Burada Hanefîlere göre çocuğun nesebi “liân / mulâane” yolu ile reddedilemez. Çünkü
mulâane'ye yalnız sahih evlilikte başvurulabilir. Çoğunluk müçtehitlere göre ise fâsit
evlilikte de mulâane yoluyla nesep reddedilebilir.
7.1.2.1.5.2.3. Şüpheye Dayalı Cinsel Birleşmede Nesebin Sabit Olması
Şüpheye dayalı birleşmede ne sahih ve ne de fâsit nikâh bulunmaz. Sadece nikâh
şüphesi söz konusu olur. Erkeğin daha önce görmeyip vekil aracılığı ile evlendiği bir kadın
yerine yanlışlıkla başka bir kadınla; yine yatağında bulunan kadınla karanlıkta eşi sanarak
veya üç defa boşadığı eşiyle iddet içinde helal olduğunu sanarak cinsel temasta bulunması,
şüpheye dayalı birleşmelerdir. Bunlarda nikâh yoktur, fakat bilmemekten veya yanlışlıktan
kaynaklanan bir özür vardır. Zina sayılmayan ve şüpheye dayalı olan cinsel birleşmede iyi
17
niyet bulunduğu için taraflar korunduğu gibi, doğacak çocuk da nesep bakımından
korunmuştur.
7.1.2.1.5.2.4. Đkrar ve Beyyine ile Nesebin Sabit Olması
1) Đkrar ile Nesebin Sabit Olması
Nesep ikrarı (kabul ve tasdiki) ikiye ayrılır: Đkrarda bulunan, nesebi ya kendisine veya
başkasına bağlamış olur.
Đkrarla Nesebin Sabit Olmasının Şartları
Bir erkeğin; "Bu çocuk benimdir" veya "Bu benim babamdır" diye ikrarda bulunması
durumunda aşağıdaki şartlar gerçekleşirse nesep sabit olur.
a) Đkrarda bulunanın nesebi, başkasından sabit olmamalıdır.
b) Aradaki yaş farkının baba-çocuk olmaya elverişli olmalıdır. Meselâ; ikrarda
bulunan erkek otuz, nesebi tanınan çocuk yirmi beş yaşında olsa, yaş farkı bu ikrara uygun
değildir. Çünkü beş yaşında evlenip çocuk sahibi olmak mümkün değildir.
c) Đkrarda bulunanın, Hanefîlere göre temyiz gücüne sahip (akıllı) olması,
Çoğunluk fakihlere göre ise ayrıca erginlik çağına ulaşmış olması da gereklidir.
d) Nesep üçüncü bir kişiye yükletilmemelidir. Bir kimse; "Bu benim kardeşimdir"
diye bir kişi hakkında ikrarda bulunsa, aslında o kimsenin nesebini babasına bağlamış olur.
Diğer hısımların karşı çıkması durumunda, bu tanıma yalnız tanıyanı bağlar.
e) Hanefîlere göre nesebi tanınan çocuk ayrıca sağ olmalıdır.
2) Beyyine ile Nesebin Sabit Olması
“Beyyine” denilen sağlam bir delille ispat edilmesi de nesebi sabit kılar. Beyyine ile
ispat ikrardan daha kuvvetlidir. Çünkü beyyine delillerin en güçlüsüdür. Beyyine sayılan
deliller; Ebû Hanîfe ve Muhammed'e göre iki erkek veya bir erkek iki kadının;
Mâlikîlere göre yalnız iki erkeğin; Şâfiî, Hanbelî ve Ebû Yusuf'a göre ise bütün
mirasçıların şahitlik etmesidir ve şahitlik görme veya işitmeye dayanmalıdır.
Fizikî Benzerlikler ile Nesebin Sabit Olması
Nesebin fizikî benzerlikler yolu ile belirlenmesi de mümkündür. Đddet beklemekte
olan bir kadın evlense, iddeti içinde doğum yapsa, eski koca ve yeni evli bulunduğu
koca her ikisi de çocuğun kendilerine ait olduğunu iddia etse çocuk hangisine ait
olacaktır? Yine buluntu bir çocuğu iki veya üç erkek "Benim çocuğumdur" diye
tanımak istese, çocuk hangisine verilecektir?
Bir çocuk üzerinde iki erkek birden nesep iddiasında bulunsa Hanefîlere göre,
bunlardan birisi sahih veya fâsit nikâhla yatağın sahibi ise çocuk ona ait olur. Bunlardan
her ikisinin de yatak hakkı olmaz veya ikisi birlikte yatak hakkında ortak bulunursa
çocuk her ikisine ait sayılır. Bu konuda soy bilgininin (ayak izlerini inceleyerek kişinin
babasına veya kardeşine benzerliğini tespit eden kimsenin) görüşü ile amel edilmez. Şâfiî,
Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise fizikî benzerliklere dayanarak soy belirlenebilir.
18
Günümüz tıp biliminde de fizik ve biyolojik benzerliklerden yararlanılarak çocuğun
soyunu belirleme çalışmaları yapılmaktadır. Özellikle kan grupları dikkate alınarak,
çocuğun babalık iddia edilen erkekten olamayacağını tıp söyleyebilirken, kan özelliklerinin
benzemesi durumunda, çocuğun bu erkekten veya aynı kan özelliklerini taşıyan benzer bir
erkekten de olabileceğini söylemektedir. Diğer yandan "DNA" testi yoluyla çocukla, anne
veya babası olduğu iddia edilen kişinin "kalıtım özellikleri" arasındaki uyum durumuna
göre nesep tespiti yapılabilmektedir.
7.1.2.1.5.2.5. Evlat Edinme ve Nesep Bağı Đlişkisi
Bir çocuğu doğuran kadın annesi, nikâhlı koca da babası olur. Bu yüzden “evlâtlık”
anlamına gelen Arapça "da'y" sözcüğü, nesebi başkasına ait olan çocuğu bir başkasına
nispet etmek anlamına gelir. Da'y'in çoğulu "ed'iyâ"dır.
Đslâm'dan önce Arap toplumu arasında evlât edinme vardı. Cahiliye devrinde evlâtlık
nesep, evlenme, boşanma, miras, sıhrî hısımlık gibi konularda öz çocuk gibi sonuçlar
doğururdu. Bu yüzden evlatlığın dul kalan eşi ile de evlenilmezdi. Çünkü o, evlât edinenin
gelini sayılırdı. Bizzat Allah Rasûlü de hizmetçisi Zeyd b. Hârise'yi evlât edinmişti. Ancak
cahiliye döneminden gelen bu evlâtlık uygulaması, Hicret'in 5. yılından sonra inen
âyetlerle kaldırılmıştır (el-Ahzâb 33/4-5, 37; en-Nisâ’ 4/23).
Đslam’a göre, başkasına ait bir çocuğu evlât edinmekle, öz çocuk gibi hak ve görevler
meydana gelmez. Evlât edinenin bakım yükümlülüğü doğmaz. Aralarında bir hısımlık
doğmadığı için evlenme engeli de meydana gelmez. Miras cereyan etmez. Ancak nesebi
bilinmeyen bir çocuğu, bir kimse, "bu benim oğlum veya kızımdır" diye ikrarda bulunsa,
aşağıda “lakît” kısmında açıklayacağımız şartlar gerçekleşirse, bu çocuk onu tasdik etsin
veya etmesin, nesebi ondan sabit olur ve aralarında miras cereyan eder.
Hangi neden ve gayeyle olursa olsun, başkasına ait bir çocuğu kendi üzerine tescil
ettirmek, dinimiz açısından caiz değildir. Ayrıca bir takım sakıncalara ve haksızlıklara yol
açmaktadır. Şöyle ki:
i) Günümüz kanunlarına göre evlatlık, evlat edinene mirasçı olmaktadır. Dinimize
göre mirasçı olmayanı mirasçı yapmak gerçek mirasçının payının eksilmesine yol açarak
haksızlığa neden olmaktadır.
ii) Günümüz evlatlıklar ekseriyetle küçük yaşta alınmakta ve gerçek anne-babaları
gizlenmektedir. Bunun ağır bir insan hakkı ihlali, dolayısıyla büyük bir günah olduğunda
kuşku yoktur. Bu durumun ileride ortaya çıkması durumunda ise bu kişiler ağır psikolojik
sorunlar yaşamaktadırlar. Hiç kimsenin kendi mutluluğu için başkalarının nesebini
gizlemeye hakkı yoktur.
iii) Genellikle evlatlıklar öz evlat gibi kabul edilip büyütüldükleri için, bunlar yetişkin
olduklarında Đslam’ın koyduğu mahremiyet ölçülerine riayet edilmemektedir.
Đslâm'ın evlâtlık müessesini kaldırması yetim, öksüz, yoksul, kimsesiz veya buluntu
çocuklarla ilgilenilmeyeceği anlamına gelmez. Bu gibi çocuklar aileler nezdinde veya
çocuk yuvalarında himâye altına alınır. Bakılır, eğitilir, sanat veya meslek sahibi kılınır,
19
evlendirilir. Bir mü'min bu çeşit amellerden dolayı büyük ecir kazanır. Sadece çocuğu
kendi nesep hısımı yapamaz ve erginlik çağından sonraki görüşmeler Đslâmî ölçüler içinde
olur.
Kimsesiz bir çocuğu himaye eden kimse ona sağlığında iken bağış yoluyla dilediği
kadar, vasiyet yoluyla ise malının üçte biri kadarını bırakabilir.
7.1.2.1.5.2.6. Dinî Nikâhlı Eşten Olan Çocukları, Resmî Nikâhlı Olan Eşinin
Üzerine Tescil Ettirmek
Toplumun değer yargıları ile kanunlar arasında çelişkiler olunca sıkıntı ve haksızlıklar
ortaya çıkmaktadır. Nitekim dinî nikâhlı eş ve çocukları için de böyle bir durum söz
konusu olmaktadır. Türkiye’de resmî nikâh yapılmaksızın yalnız dinî nikâhın varlığını
günümüz devlet sistemi kabul etmediği için böyle bir nikâh yaptırımsız kalmaktadır.
Ayrıca ikinci evliliği de devlet tanımadığı için nafaka ve çocukların bakımı kocanın
insafına terkedilmiş olmaktadır. Çocukların nesebi baba üzerine kayıt yapılamadığı için
babanın ölümü durumunda eşin ve çocukların miras haklarını almaları resmen mümkün
olmamaktadır. Babanın ikinci eşinden olan çocukları resmî nikâhlı eşinin üzerine
kaydettirmesi durumunda ise bir yandan çocuklar kendi öz annelerine mirasçı
olmamakta, diğer yandan da hakları olmadığı halde üvey annelerine mirasçı olmaktadırlar.
Đki durum da dinimiz açısından sakıncalıdır.
7.1.2.1.5.3. Lakît (Buluntu Çocuk)
7.1.2.1.5.3.1. Lakîtin Tanımı
Lakît sözlükte; yerden kaldırıp alınan şey demektir. Bir fıkıh terimi olarak “lakît”; ailesi
tarafından yoksulluk korkusu veya zina töhmeti gibi bir nedenle sokağa atılmış yahut
kaybolmuş çocuğu ifade eder. Hanefîlere göre göre lakît, doğumun peşinden sokağa
atılmış çocuk veya henüz temyiz gücüne ulaşmamış küçük çocuktur. Şâfiîlere göre ise
korunmaya muhtaç oldukları için, mümeyyiz küçük ile akıl hastaları da bu kapsama girer.
Terkedilmiş olarak bulunan çocuğun alınması normal şartlarda Hanefîlere göre
müstehap, çoğunluğa göre ise farz-ı kifâyedir. Alınmadığı takdirde helâk olmasından
korkulan çocuğun alınması Hanefîlere göre farz-ı kifâye, çoğunluğa göre ise farz-ı
ayndır. Hanefîlere göre çocuğun yerini bulandan başkası bilmiyorsa, alınması farz-ı ayndır.
Bırakılmış bir çocuğu bulup alan kimsenin akıllı, ergin, çocuğu korumaya muktedir,
fısktan uzak ve iyi ahlâklı müslüman olması gerekir. Bu yüzden sefih, fâsık ve gayri
müslimlerin alacağı buluntu çocuklar onların ellerinden alınır.
Bırakılmış çocuğu birden çok kimseler bulmuşsa, çocuk kendisi için daha yararlı
olana verilir. Eşitlik durumunda tercih hakkı hâkimindir. Şâfiî ve Hanbelîlere göre böyle
bir durumda kuraya başvurulur.
7.1.2.1.5.3.2. Lakîtin Toplumdaki Yeri ve Hakları
1) Lakîtin Hür ve Müslüman Sayılması
20
Đnsanda asıl olan hür olmaktır. Bu yüzden bir Đslâm beldesinde bulunan çocuk hür ve
müslüman sayılır. Ölünce yıkanır, cenaze namazı kılınır ve müslüman mezarlığına
gömülür. Çocuğu bir zimmî (gayri müslim tebaa) veya bir müslüman, kilise veya havrada
yahut hiçbir müslümanın bulunmadığı bir köyde bulmuşsa, dış görünüşe bakarak çocuk
zimmet ehlinden sayılır. Ancak onu bir zimmî, Đslâm beldesinde bulsa, bulunma yeri
dikkate alınarak müslüman sayılır.
2) Lakîtin Nesebi
Buluntu çocuğun nesebi meçhuldür. Bir kimse bu çocuğun kendisine ait olduğunu
iddia ederse, delilsiz kabul edilir ve çocuğun nesebi ona bağlanır. Đki hür müslüman
birlikte bu çocuğun kendisine ait olduğunu iddia ederse, bunlardan birisi çocuğun
beden veya giysisindeki bir alâmeti delil olarak nitelendirse Hanefîlere göre öncelik
hakkına sahip olur. Çünkü bu belirti çocuğun daha önce onun yanında olduğunu gösterir.
Eğer ikisi de bir delil getiremezse, çocuk ikisine birlikte ait sayılır. Şâfiîlere göre ise, iki
kişiden hiçbirisi beyyine (delil) getiremezse çocuk soy bilginine gösterilir ve onun tespitine
uyulur.
Bir kadın buluntu çocuğun kendisine ait olduğunu iddia ederse: Kadın evli değilse
isteği kabul edilmez. Eğer kocası olur ve kadının iddiasını tasdik ederse veya ebe yahut iki
kişi, kadın lehine şahitlik ederlerse çocuğun nesebi bu kadın yönünden sabit olur.
3) Lakîtin Bakım Masrafları
Buluntu çocuğun yeme, içme, giyim ve eğitim gibi bakım harcamaları eğer kendi malı
veya parası varsa ondan yapılır. Eğer çocuğun malı olmaz ve bulan kişi hâkimden izin
alarak kendi malından ona harcamada bulunmuş olursa, erginlik çağından sonra
bunlar için buluntu çocuğa rucû edebilir. Buluntu çocuğun malı yoksa ve kişi kendi
malından harcamak istemiyorsa, masrafları bu gibi çocuklar için kurulmuş yardım
vakıfları varsa oradan karşılanır. Bu da yoksa çocuğun masrafları beytülmalden
(hazineden) karşılanır. Kişi buluntu çocuğa yaptığı harcamaları hâkimden izinsiz
yapmışsa, bunlar teberru olarak (sadaka ecri almak gayesiyle) yapılmış sayılır. Bu yüzden
de artık erginlik çağından sonra buluntu çocuğa rucû edemez.
4) Lakîtin Malı ve Mirası
Buluntu çocuğun üzerindeki giysiler, cebinden çıkan para vb. değerli şeyler kendisine
aittir. Buluntu çocuk nesebi belirsiz olarak yaşar ve o şekilde vefat ederse mal varlığı
beytülmale kalır.
5) Lakît Üzerinde Velâyet
Lakîtin şahsı ve malı üzerindeki “velâyet” (velilik, şahsı veya malı üzerinde, onun adına
tasarruf yetkisi) yetkisi hâkime aittir. Yani onu korumak, eğitimini gerçekleştirmek,
evlendirmek ve malında tasarruf etmek gibi konularda hâkim yetkilidir. Çocuğu bulanın
evlendirme ve malda tasarruf hakkı yoktur. Malı olmayan buluntu bir çocuğu hâkim
evlendirirse mehri, yeme, içme, giyim ve sağlıkla ilgili masrafları beytülmalden karşılanır.
Çocuğu bulan kimse sahibi çıkıncaya veya nesep iddiasında olan birisi onu isteyinceye
21
kadar çocuğa başkalarından daha fazla hak sahibi olduğu için, hâkim çocuğun velâyetini
ona da verebilir.
7.1.2.2. Sahih Nikâhtan Doğan Şahsî Hak ve Sorumluluklar
Evli olan eşlerden birisi için hak olan bir şey, diğeri için bir görevdir. Bu yüzden eşlerin
hak ve sorumlulukları çoğu kez birbirinin karşıtı olarak var olur. Şimdi de eşlerin sahih
evlilikle sahip oldukları şahsa bağlı haklarını görelim.
7.1.2.2.1. Kadının Şahsî Hak ve Sorumlulukları
7.1.2.2.1.1. Kadının Koca Evine Yerleşmesi
Peşin konuşulan mehrini teslim alan ve geçim masrafları karşılanan kadının,
kocası ile oturması gerekir. Peşin mehrini alamayan kadın cinsel temastan kaçınabilir.
Đkametgâhı belirleme hakkı kocaya aittir. Ancak eşlerin oturacağı mesken sağlığa
elverişli olmalı, oturulan bir yörede bulunmalı, iyi komşuluk olmalı, bir ev için gerekli
mutat eşyaya sahip bulunmalı, diğer yandan kocanın hısımları aynı meskende
oturmamalıdır. Ancak kadın, onlarla birlikte oturmayı kabul eder ve hizmetlerini görürse,
bu onun ahlâkının güzelliğindendir.
Evli kadının, kendi babasının evinde oturma şartının öne sürülmesi geçersizdir.
Koca, böyle bir şartı kabul etse bile, buna uymak zorunda değildir. Eşini alıp, kendi
belirleyeceği meskene yerleşebilir.
7.1.2.2.1.2. Kadının Başka Beldeye Götürülmesi
Bir erkek eşini sefer mesafesinden (90 km.den) yakın olan bir beldeye, şehirden köye
veya köyden şehire götürebilir. Çünkü yakın yerlerde kadın yabancılık çekmez. Ancak
bunun için koca güvenilir olmalıdır. Kadının sefer mesafesinden uzak olan beldeye
yerleşmek gayesiyle götürülmesi konusunda görüş ayrılıkları vardır. Hanefîlerin temel
görüşüne göre; kadın kocasına bağlı olarak, onun gittiği beldeye gider ve onu izlemek
zorundadır. Ancak bu hak kötüye kullanılırsa, müteahhırûn (sonraki) fakihler, kadının
evlendiği beldeden başka yere, rızası olmaksızın götürülemeyeceğini söylemişlerdir. 1917
tarihli Osmanlı Hukûk-ı Aile Kararnâmesi'nde, bu konuda yeniden temel görüşe
dönüldüğü görülür (mad. 71).
7.1.2.2.1.3. Kadının Kocasından Đzinsiz Olarak Evden Çıkması
Bir koca, eşine izinsiz olarak evden çıkmayı yasaklayabilir. Ancak şu durumlarda kadın
izinsiz çıkabilir:
i) Kadın, yanında mahrem (evlenilmesi haram olan) bir hısımı olunca farz hacca
gidebilir. Kocasının izin vermemesi sonucu değiştirmez. Çünkü burada kocanın hakkı aynî
farzın önüne geçemez.
ii) Kadın, başkalarında olan hak ve alacaklarını gidip alabilir.
22
iii) Koca, dinî meseleleri öğrenme ve fetva alma konusunda eşine yardımcı
olmazsa, kadın izinsiz olarak ara sıra ilim meclislerine katılabileceği gibi, ehlinden fetva
da sorabilir.
iv) Kadın haftada bir önceki kocasından olan çocuklarını gidip ziyaret edebilir.
v) Koca, eşinin en az haftada bir kere ana-babasını, yılda bir kere de kardeş, dayı,
amca, hala ve teyze gibi mahrem hısımlarını ziyaret etmesine engel olamaz. Hısımları
ziyaret etmeyi engellemek "sıla-i rahm"in kesilmesine yol açabileceğinden caiz
görülmemiştir. Ancak kadın, kocasından izinsiz geceyi dışarıda geçiremez.
vi) Kadının ana-babası ağır hastalığa yakalanmış olur ve bakacak kimseleri de
bulunmazsa, kadın kocası izin vermese bile, babasının evinde kalıp, onlara hizmet
edebilir. Ancak bu durumda kocanın nafaka yükümlülüğü düşer. Koca, karısının anababasını,
gece yatıya kalmamak üzere haftada bir gelmekten men edemez.
7.1.2.2.1.4. Kadının Eşinden Adaletli Davranmasını Đsteme Hakkı
“Adalet”, her şeyi yerli yerinde yapmak ve hakkı olana hakkını vermek demektir.
Evlilik hayatında kocanın adaletli davranması özellikle eşini diğer hısımları karşısında
ezdirmeme, yeme, içme, giyim ve barınmada, ailenin sosyal seviyesine uygun bir
standarda (ma'rûfa) göre davranma ve özellikle birden çok evlilikte, eşler arasında karı-
koca hayatının gerektirdiği tüm haklarda eşitliği gözetme adalet kapsamına girer.
Kur'an-ı Kerîm'de birden çok eşle evli olan erkeğin, eşleri arasında adaleti
sağlamasının güçlüğüne şöyle işaret edilir: " وَ َف َ مْ
ْو َ ح َر ْصتُ
َس ِاء َ ولَ
َ وا بْي َن الن0
ُ
ْن َ ت ْعِدل
َ
ْن َ ت ْسَت ِطيعُوا أ
لَ
ًور َ ا ر ِح ًيما
َ ك َ ان َ غفُ
ن 4َ
ِ
قُ َ وا فإ
ْصلِ َ حُوا وَتت
ْن تُ
ِ
َق ِة َ وإ
َمُعل
ْ
َ رُوھ َ ا كال
ِل َ فَتذَ
َمْي
ْ
ُ ُ وا كل ال
ميلِ تَ / Ne kadar isteseniz de
kadınlar arasında adaleti sağlamaya gücünüz yetmez. Öyleyse birisine tam olarak
meyledip de diğerini (ne evli ne de bekâr gibi) askıda bırakmayın." (en-Nisâ’ 4/129). Koca
belki yeme, içme, giyim ve barındırma gibi konularda tam eşitlik sağlayabilir. Çünkü onun
buna gücü yeter. Âyette sözü edilen güçlük daha çok sevgi konusu ile ilgili olabilir.
Çünkü sevgi iç duygularla ilgili olup, davranışlara yansımadıkça dışarıdan belli olmaz.
Koca, çok evli olup, eşlerinden birisini üstün tuttuğunu hissettirirse aile düzenini
sürdürmesi zorlaşır. Bu yüzden Đslâm fıkhında "kasm" adı verilen "gecelerin eşler arasında
paylaşımı" konusuna özel önem verilmiştir.
Şâfiîlerin dışındaki çoğunluğa göre erkeğin eşleri arasında gece paylaşımında da
adaletli davranması vaciptir. Eşler arasında yaş, güzellik, zenginlik-yoksulluk, önce veya
sonra evlenme, hasta, hayızlı veya nifaslı olma, ihramlı veya ehl-i kitaptan bulunma gibi
durumlar dikkate alınmaksızın kocanın gün ve geceleri adaletli bir tarzda paylaştırması
gerekir.
Hanefîlerin dışındaki çoğunluğa göre erkeğin ilk evlenmede bakire için yedi gün, dul
olan eş için ise üç gün ek süre hakkı vardır. Normal süre paylaşımı bundan sonra yapılır.
Koca hasta olunca hangi eşin yanında kalacağı, ya karşılıklı rıza ile ya da kura ile
belirlenir. Bununla birlikte hasta koca, eşlerinden ayrı bir mekânda da kalabilir. Çünkü
hastalık bir özür olup, bu durumda kocadan adaletli davranması beklenemez.
23
7.1.2.2.2. Kocanın Şahsî Hak ve Sorumlulukları
7.1.2.2.2.1. Kadının Kocasına Đtaat Etmesi ve Bunun Sınırı
Evli kadının kocasının evinde oturması, mutat ev işlerini yapması ve çocuklarının
eğitim ve bakımıyla uğraşması, itaat kapsamına girer. Peşin konuşulan mehrini teslim
eden koca, eşinin cinsel yönlerinden yararlanma hakkına sahip olur. Kadın önemli bir
özrü bulunmadıkça, kocasının cinsel isteklerini geri çeviremez.
Koca, eşinin görüşüp görüşemeyeceği kişi veya aileleri belirleme hakkına sahiptir.
Yukarıda belirttiğimiz, kocasından izinsiz çıkabileceği durumlar dışında kadın izinsiz
olarak evden çıkmamalıdır.
Kadın nafile oruç için kocasından izin almalıdır. Çünkü kocanın eşi üzerindeki cinsel
hakları nafile oruçtan önde gelir.
7.1.2.2.2.2. Kadının Evlilikle Üstlendiği Emanetleri Koruması
Kadın kendi iffetini (namusunu) koruduğu gibi, kocasının bulunmadığı zamanda onun
şeref ve namusunu, evini, malını ve çocuklarını da koruması gerekir.
7.1.2.2.2.3. Kadını Terbiye Etme Hakkı
Hayırlı ve Đslâm'a uygun olan bir işte, kadın kocasına karşı gelirse, kocanın onu
eğitme ve cezalandırma hakkı söz konusu olur.
Kur'an-ı Kerim'de kadının itaatsizliği "nüşûz" terimi ile ifade edilir. Nüşûz Arapça
mastar olup sözlükte; geçimsizlik çıkarma, serkeşlik yapma (kafa tutma, başkaldırma),
kocaya karşı itaatsizlik etme, kocanın karısına karşı buğz edip âsi olması gibi anlamlara
gelir. Günümüz âlimlerinin bazısına göre “nüşûz”, kadının kocasına karşı saldırganlığı,
ölçü dışı davranışlarda ve fiili tecavüzde bulunmasıdır. Đtaatsiz kadına "nâşize" denir.
Nüşûz teriminde kadının kocasına kafa tutup başkaldırması ve kendisini üstün sayıp
itaatini ortadan kaldırması anlamı vardır. Müfessirlerin tespit ettiklerine göre kadının
itaatsiz halleri arasında; kadının kocasına isyan etmesi, koku sürünmemesi, kocasını
cinsel birleşmekten men etmesi, kocasına daha önceleri yaptığı güzel muâmeleyi
değiştirmesi, kocasından hoşlanmaması, kocasının şer'î mesken olarak belirlediği evde
onunla birlikte oturmayıp, onun istemediği bir yerde oturması sayılabilir (bk. en-Nisâ 4/4;
el-Mücadele, 58/11). Kadının evden izinsiz ve habersiz çıkıp gitmesi de buna eklenebilir.
Kadının kocasına itaatsizliği durumunda izlenecek yol Kur'an-ı Kerîm'de şöyle
َو َون الِت َي ت " :belirlenir
ُن ُش َوز ُھ ن َخافُ
ِ
اجع
َم َض ِ
ْ
ُب ُوھ ن َف ِع ُظ َ وھُن و ْ اھجُرُوھُن فِي ال
ِ
َو ْ اضر ن
ِ
ْيھ
َ َطْعَن ُكْم َ فَ َ تْب ُغ َ وا علَ
ْن أ
ِ
َفإ
ً يرا
ِ
ً َ ا كب
َ ك َ ان َ علِيّ
ن 4َ
ِ
ًي إ
ِ
سبَ / Şerlerinden, serkeşliklerinden yıldığınız kadınlara gelince; önce
onlara öğüt verin, vazgeçmezlerse yataklarında yalnız bırakın, yine yarar sağlamazsa
dövün. Eğer size itaat ederlerse, kendilerini incitmek için başka bahane aramayın." (enNisâ’
4/34). Âyet kocaya aşağıdaki sıraya göre te'dip hakkı vermektedir:
i) Öğüt Verme
Đtaatsiz olan kadına önce yumuşak bir dille âyet ve hadislerdeki hak ve sorumluluklar
hatırlatılır. Yüce Allah'ın iyi geçim istediği ve kocanın meşrû istekleri konusunda üstün bir
24
hakka sahip olduğu bildirilir (bk. el-Bakara 2/228; en-Nisâ 4/19). Eğer güzellikle söyleme
ve uyarma bir sonuç vermezse, ikinci tedbire başvurulabilir. Bu da kadını yatağında yalnız
bırakmadır.
ii) Yatağında Yalnız Bırakma
Kocası istediği süre kadar onu yatağında yalnız bırakabilir. Nitekim Hz. Peygamber
(sav), eşlerinin fazla dünyalık istemeleri üzerine onlardan ayrı kalmış ve bir ay süreyle
yanlarına girmemiştir. Ancak eşler arasındaki konuşma ve selâmlaşmanın kesilmesi üç
günü aşmamalıdır. Yatakta yalnız bırakmanın kapsamına; kocanın eşiyle birlikte
yatmaması veya eşine sırtını dönüp yatması ve onunla cinsel temasta bulunmaktan
kaçınması gibi davranışlar girer.
iii) Kocanın Eşini Te'dip Gayesiyle Dövmesi
Kadının yatakta yalnız bırakılması da bir yarar sağlamazsa o, bir çeşit disiplin ve eğitim
amacıyla, bedeninde iz bırakmayacak biçimde dövülebilecektir. Atâ b. Ebî Rabah, Đbni
Abbas (ra)'a "iz bırakmayan dövme"nin (darb gayru'l-muberrih’in) ne olduğunu sorunca o,
"kadına misvak gibi bir şeyle vurmak"tan ibaret olduğunu söylemiştir.
Đslâm'da prensip olarak insanın dövülmesi yoktur. Hz. Peygamber (sav)'in dövmeyi
yasaklayan çeşitli hadisleri nakledilmiştir. Mesela, Hz. Âişe'den şöyle dediği
nakledilmiştir: "Rasûlullah (sav) kendi ailesinden hiçbir kadını dövmediği gibi hiç bir
hizmetçiyi de dövmemiştir. Yine O, Allah yolunda olma veya Allah'ın yasaklarına
saygısızlık gösterilme yahut Allah için intikam alma dışında hiçbir şeye eliyle
vurmamıştır.". Kadına vurmanın çirkinliğini göstermek üzere Allah'ın Rasûlü (sav) şöyle
buyurmuştur: "Sizden biriniz eşini köleye vurur gibi dövüp de, sonra akşam olunca da
onunla cinsel temasta bulunmasın.".
Đslâm'da kimi suçların cezası değnek vurma (celde) olarak belirlenmiştir.
Bekârların zinasında yüz (en-Nûr 24/3), namuslu kadına zina iftirası atana seksen (en-Nûr
24/3), ve içki içene seksen değnek cezası örnek olarak verilebilir. Suçu işleyen köle olursa
bu cezalar yarı sayıda uygulanır.
Önce güzel öğüt verme, bundan sonuç alınamazsa, yatağında yalnız bırakma ve sonunda
kadın isyanına devam ederse korkutma ve eğitme gayesiyle hafifçe dövme esasının
getirildiği görülür. Bütün bu tedbirler kendisini kocasından üstün tutan ve onun otoritesini
hiçe sayarak isyan eden kadınlara karşı alınmıştır. Özellikle üçüncü aşamada, kadına
vurma bir kalemle veya eldeki bir misvak çubuğu ile vurarak onu uyarmayı da kapsamına
almaktadır.
Üçüncü ve son aşama olan "dövme" kapsamına, kocasına fiilen saldıran, onu
dövmek veya yaralamak üzere harekete geçen bir kadına karşı, erkeğin kendini savunması
eylemleri de girer. Önce nasihat, akabinde yatağında yalnız bırakılma gibi psikolojik
tedbirlere rağmen ölçü dışı davranışlara son vermeyen kadınların tecavüzlerinin karşılıksız
bırakılmamasına izin verilmiştir. Çünkü bu davranış aile yuvasının yıkılması ve
dağılmasına sebep olan boşamaktan daha az zararlıdır. Küçük zararlar, daha büyük
25
zararlarla karşılaştırıldığında, en hafif olanı tercih etmek yerinde bir hareket tarzı olur.
Nasihatten anlamayan ve diğer çarelerin fayda vermediği geçimsiz kadınlar için faydalı
olacağı umulur. Kısaca dövme aile birliğinin devamını sağlamak üzere başvurulacak bir
yöntem olarak tanınmış bir ruhsattır. Eğer aile birliğinin devamına hizmet yerine bu
birliğin dağılmasına neden olacaksa dövme yanlış olur ve ruhsat kapsamı dışında kalır.
Hiç bir neden olmaksızın eşine keyfi olarak dayak atan bir kocanın buradaki
tedbirlerle bir ilgisi düşünülemez. Böyle bir durumda kadının ilgili yerlere şikâyet ederek,
zulme engel olma hakkı vardır.
Kocanın karısını te'dip hakkı, yalnız Đslâm'a özgü bir hak da değildir. Klâsik kilise
hukuku, haklı bir neden bulununca kocanın karısını hafifçe dövebileceğini kabul etmiştir.
12 ve 13. yüzyıllarda Fransa'da koca, karısını yaralamamak şartıyla dövebilirdi. 18
Ağustos 1882 tarihli kanundan önce Đngiltere'de de kocanın karısını te'dip hakkı vardı.
Günümüz batı toplumlarında da bu konuda çeşitli düşünceler vardır. Nitekim yakın bir
tarihte bir Fransız mahkemesi, kocası tarafından dövülen bir Fransız kadının açtığı
boşanma davasını "hırçınlık edip kocasını öfkelendiren bir kadının, yediği dayaktan dolayı
boşanma davası açmağa hakkı bulunmadığı" gerekçesiyle reddetmiştir.
7.1.2.2.3. Eşlerin Birbirine Karşı Şahsî Hak ve Sorumlulukları
7.1.2.2.3.1. Eşlerin Birbiriyle Đyi Geçinmesi
“Muâşeret” (iyi geçim), eşlerin karşılıklı sevgi, saygı, sadâkat ve samimi davranışları
َمْع ِ رُوف" ile gerçekleşir. Allah Teâlâ
ْ
ال
ِ
‘Kadınlarınızla iyi geçinin." (en-Nisâ / َو َع ِ اشرُوھُن ب
4/19) buyurur. Hz. Peygamber (sav) çeşitli hadislerde, kadınlara iyi muâmelede
bulunulmasını istemiş ve eşine karşı iyi davranan koca, "hayırlı kişi" olarak
nitelendirilmiştir.
7.1.2.2.3.2. Eşlerin Birbirinden Cinsel Yönlerinden Yararlanması
Eşlerin meşrû şekilde birbirinin cinsel yönlerinden yararlanma hakları vardır (el-Bakara
2/187, 222; ).
Hanefî ve Şâfiîlere göre kocanın iktidarsızlığı durumunda, kadının belli bir süre
sonra evliliği feshettirme hakkı doğar. Evlilik süresince eşlerin cinsel hayatı, evliliğin
devamını sağlayacağı ve iyi geçime yardımcı olacağı için, dinî bakımdan vacip
görülmüştür.
Hz. Ömer, kızı Hafsa annemize genç bir kadının kocasından ne kadar süreyle ayrı
kalmasının uygun olacağını sormuş ve "beş veya altı ay" diye cevap almıştır. Onun için
hilafeti sırasında, savaşa katılan mücahitlerin eşlerinden altı aydan fazla ayrı kalmamaları
için emir vermiştir. Bu sürenin bir ayı gidiş, bir ayı dönüş ve dört ayı da savaşta geçirilecek
süredir.
Sonuç olarak ilim tahsili, savaş, hac veya rızık temini için çalışmak gibi bir özür
bulunmadıkça, koca uzun süre eşinden ayrı kalmamalıdır. Đslâm’a göre yıllarca evden
ayrılan ve önemli bir neden olmaksızın eve dönmeyen kocaya, hâkim dönmesi için çağrı
yapar, eğer yine dönmezse evliliği feshedebilir. Bir sonraki ünitede bu konuyu işleyeceğiz.
26
Eşler Arasında Cinsel Temasın Yasak Olduğu Durumlar
Đslâm kocanın eşine ayhali (el-Bakara 2/222) veya lohusalık süresince cinsel
birleşmesini yasaklamıştır. Bunun nedeni, eşlerin cinsel sağlığını korumak ve neslin
devamını sağlamaktır. Allah'ın elçisi (sav), ay halindeki eşi ile temas eden kimsenin, bu
temas ilk günlerde olmuşsa bir dinar (yaklaşık 4 gr. 22 ayar altın), sonuna doğru olmuşsa
yarım dinar altın parayı tasadduk etmesini bildirmiştir.
Hz. Peygamber (sav)'den, eşine arkadan yaklaşanı kınayan ve lânetleyen çeşitli hadisler
nakledilmiştir. Homoseksüelliğe, Hz. Lût Peygamberin kavmi arasında yaygın olarak
görüldüğü için, onun adına izafetle "livâta" denilmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de Hz. Lût'un bu
konuda kavmi ile mücadelesi ve sonunda kavminin nasıl helâk edildiği açıklanır (bkz. elA’râf
7/80, 81; eş-Şuarâ’ 26/160-167; el-Ankebût 29/29).
Eşiyle sapık ilişkiye giren kimseye zina eden uygulanan “had cezası” (bizzat Şâri'
tarafından belirlenmiş miktarı belli ceza) değil, “ta'zîr cezası” (Đslâm Devleti’nin koyacağı
uygun bir ceza) uygulanır. Hanbelîlere göre sapık ilişkiye giren eşlerin arası ayrılır.
7.2. MEVKÛF VE GAYR-Đ LÂZIM NĐKÂH
7.2.1. Mevkûf Nikâhın Tanımı ve Mevkûf Sayılan Evlilikler
Rüknü, in’ikâd ve sıhhat şartları tamam olmakla birlikte nefâz şartlarında eksiklik
bulunan nikâh akdine, “mevkûf nikâh” (yürürlük kazanması başkasının icazetine bağı
olan evlilik) denir.
Burada akdin tamamlanması kendi icazetine bağlı olan kimse, icazet verinceye kadar
nikâh akdi mevkûf olur (askıda kalır) ve yürürlük kazanamaz.
Mevkûf sayılan evlilikler şunlardır:
1) Velinin izni gerektiği halde bu izin alınmadan yapılan evlenme
Hanefîlere göre temyiz gücüne sahip fakat henüz erginlik çağına gelmemiş bulunan bir
erkek veya kız çocuğunun velisinden izinsiz evlenmesi durumunda, veli icazet (onay)
verinceye kadar evlilik yürürlük kazanamaz. Đcazet verilmezse evlilik ortadan kalkar.
Đcazetten önce cinsel birleşme olursa fâsit nikâh hükümleri uygulanır.
2) Fuzûlî (yetkisiz temsilci) tarafından akdedilen evlenme
Velâyet veya vekâlet gibi bir yetkiye dayanmaksızın, başkasını evlendiren kimseye
"fuzûlî" denir. Fuzûlînin evlendirdiği kişi, bu evliliği öğrenince, kabul ederse nikâh akdi
yürürlük kazanır. Aksi durumda ortadan kalkar.
3) Vekilin yetkisini aşarak akdettiği evlenme
Vekil, temsil ettiği kimseyi belli bir kadınla evlendirme görevini üstlenmişken, bundan
başkası ile evlendirse evlendirilen kişi icazet verirse akit yürürlük kazanır. Aksi durumda
ortadan kalkar.
27
7.2.2. Gayr-i Lâzım Nikâhın Tanımı ve Gayr-i Lâzım Sayılan Evlilikler
Rüknü, in’ikâd ve sıhhat şartları tamam olmakla birlikte lüzûm (bağlayıcılık) şartlarında
eksiklik bulunan nikâh akdine, “gayri lâzım nikâh” (bağlayıcı olmayan evlilik) denir.
Gayr-i lâzım sayılan evlilikler şunlardır:
1) Baba ve dede dışında bir velinin küçükler için akdettiği evlenme
Küçükler, baba veya babanın babası dışındaki veliler tarafından (erkek kardeş veya
amca gibi) evlendirilmişlerse, bu nikâh, akdedildiği tarihten erginlik çağına kadar
bağlayıcılık niteliği olmayan (gayr-i lâzım) bir nikâhtır. Küçükler, ergen olduklarında bu
nikâhı devam ettirmekte veya mahkemenin onayıyla sona erdirmede serbesttirler. Buna,
“hıyârü’l-bülûğ” (buluğ/ergenlik muhayyerliği) denir. Nikâhın bu işlemle sona
erdirilmesi boşanma sayılmaz. Küçüğü baba veya babanın babası evlendirmişse,
bunların onun yararını gözetmede isabetli karar verecekleri kabul edildiğinden onlara
"bülûğ muhayyerliği" hakkı tanınmamıştır. Ancak baba veya dede isabetsiz karar
vermesiyle tanınmış olur ve küçüğü dengi olmayan birisi ile yahut önemli ölçüde düşük
mehirle evlendirmiş bulunursa, böyle bir nikâh akdi geçerli sayılmamıştır.
2) Akıllı ve ergin bir kadının velisinden izinsiz olarak, dengi olmayan bir erkekle
veya mehr-i misilden önemli ölçüde düşük olan mehirle yaptığı evlenme
Bir ergen kız veya kadın, velisinin izni olmadan dengi olmayan birisi ile evlendiği
takdirde velisi icazet verinceye kadar nikâh akdi gayr-i lâzımdır. Buna “kefâet (denklik)
şartına uyulmayışından doğan muhayyerlik” denir. Velinin bu evliliğe itiraz etme ve
mahkemeye müracaat ederek akdin feshini isteme hakkı vardır. Veliye tanınan kefâet
(denklik) şartına uymamazlık sebebiyle akdi feshettirme yetkisi, bazı fakihlere göre
kadın bu evlilikten hamile kalıncaya kadar, bazı fakihlere göre ise doğum yapıncaya kadar
devam eder. Bundan sonra çocuğun yararı sebebiyle itiraz hakkı düşer.
Bir kız veya kadın, velisinin izni olmadan mehr-i misilden (emsallerinin mehrinden)
az bir mehirle evlendiği takdirde velisi icazet verinceye kadar nikâh akdi gayr-i lâzımdır.
Buna “mehr-i misil (emsal mehir) şartına uyulmayışından doğan muhayyerlik” denir.
Böyle bir durumda eksik mehri tamamlaması kocadan istenir, tamamlamazsa velinin bu
evliliğe itiraz etme ve mahkemeye müracaat ederek feshini isteme hakkı vardır.
7.2.3. Mevkûf ve Gayr-i Lâzım Nikâhın Hukukî Sonuçları
Bu çeşit evlilikler icazet yetkisine sahip olan kimsenin icazet vermesinden önce fâsit
nikâh gibidir. Böyle bir evliliğe icazet verilmez ve ayrılık meydana gelirse şu sonuçlar
ortaya çıkar:
1) Cinsî birleşmeden önce fesih hakkı kullanılmışsa, nikâh hiçbir sonuç doğurmaz.
2) Cinsî birleşmeden sonra feshedildiği takdirde boşama iddeti, hurmet-i musâhare
(sıhrî hısımlıkla doğan evlenme yasağı), mehir-i misil ve doğacak çocuğun nesebi sabit
olur.
28
3) Kadın hamile ise evlilik feshedilemez. Burada doğacak çocuğun yararı gözetilmiştir.
Ancak fâsit evlilikte gebelik veya çocuğun bulunması ayrılmaya engel teşkil etmez.
4) Sahih evliliğe ait olan, “boşama, muhâlea, zıhâr, ilâ, nafaka ve miras” gibi
sonuçlar mevkûf ve gayri lâzım evliliklerde sabit olmaz.
7.3. FÂSĐT NĐKÂH
7.3.1. Fâsit Nikâhın Tanımı ve Fâsit Sayılan Evlilikler
Rüknü ve in’ikâd şartları tam olmakla birlikte sıhhat şartlarında eksiklik bulunan nikâh
akdine, “fâsit nikâh” denir.
Đbadetler konusunda “fâsit” ve “bâtıl” terimleri bütün mezheplerce eş anlamda
kullanılır. Namazın fâsit veya bâtıl olması aynı anlamı ifade eder. Burada ibadetin, ibadet
olmaktan çıkması ve bozulması kastedilir. Muamelât konusunda ise, Hanefîlerin
dışındaki cumhur, ibadetler konusunda olduğu “fâsit” ve “bâtıl” terimleri eş anlamda
kullanılırlar. Hanefîler ise fâsit ve bâtıl ayırımı ilkesini benimsemişlerdir. Bâtıl nikâh
tamamen hükümsüz iken fâsit nikâh, özellikle kadın ve doğacak çocuklar lehine bir takım
kolaylık ve haklar getirir. Hanefîler, müçtehitler arasında durumu ihtilaflı olan bir takım
evlilikleri fâsit çeşidine sokulmuşlardır. Bununla birlikte nikâh çeşitlerinin hangisinin fâsit,
hangisinin de bâtıl kapsamına girdiği kesin çizgilerle ayrılmış değildir. Bu konuda Hanefî
müçtehitleri arasında da görüş ayrılıkları vardır.
Fâsit sayılan evlilikler ana hatlarıyla şunlardır:
1) Şahitsiz olarak akdedilen evlenme
2) Đki akraba ile birden evlenme
Kur'an-ı Kerîm'de iki kız kardeşle birlikte evlenmek yasaklanmıştır (en-Nisâ’ 4/23). Bu
yasak, hadis-i şeriflerle genişletilerek, karının halası ve teyzesi de yasak kapsamına
alınmıştır.
Bir kimse, aynı zamanda evlenilmesi yasak olan iki kadınla evlendiği takdirde
bakılır: Nikâh tarihleri arasında fark varsa, eski tarihli nikâh muteber olup sonraki tarihli
nikâh fasittir. Zifaf vuku bulmuşsa, nikâhı fasit olan kadın iddete tâbidir ve mehr-i misile
hak kazanır. Đkisinin nikâhı da aynı tarihte akdedilmişse, her iki nikâh da fasittir ve
ayrılmaları gerekir. Sütkız kardeş, süt hala ve süt teyzelerin durumu da böyledir.
3) Evli bir kadınla, evli olduğunu bilmeksizin yapılacak evlenme
Evli bir kadının boşanıp veya kocası vefat edip de iddetini tamamlamadıkça evlenmesi
caiz değildir (bkz. en-Nisâ’ 4/24). Meselâ; kocası uzun süredir kayıp olan bir kadın onun
vefat ettiğini veya kendisini boşadığını haber alıp da, başka bir erkekle evlense, ancak daha
sonra eski kocasının sağ olduğu ve kendisini boşamadığı sabit olsa, ikinci erkek bu durumu
bilmeden evlenmişse ikinci evlilik fâsit olur.
4) Bir kimsenin üç talakla boşadığı karısı ile hulle'den önce yeniden evlenmesi
29
“Hulle”; üç talakla boşanan kadının, başka bir erkekle evlenip, fiilen karı-koca olduktan
sonra ölüm veya boşanma ile bu evliliğin sona ermesidir.
Ebû Hanîfe'ye göre burada tarafların evlenme yasağını bilip bilmemeleri sonucu
değiştirmez. Ebû Yusuf ve Đmam Muhammed'e göre, evlenme yasağını bildikleri takdirde
nikâh bâtıl olur.
5) Evlenmeleri ebedî olarak yasak bulunan kan, sıhrî veya süt hısımlarından birisi
ile bilerek veya bilmeyerek evlenme
Ebû Hanife'ye göre fâsit; Ebû Yusuf ve Đmam Muhammed'e göre ise bâtıldır. Ancak
böyle bir evlilik yanlışlıkla yapılmışsa taraflara şüpheden dolayı had cezası uygulanmaz.
Küçük yaşta ayrılıp birbirinden habersiz yaşayan iki öz veya sütkardeşin bir gün karşılaşıp,
akraba olduklarını bilmeksizin evlenmesi gibi. Böyle bir durumda hısımlık ortaya çıkınca
derhal ayrılmaları gerekir.
7.3.2. Fâsit Nikâhın Hukukî Sonuçları
1) Fâsit evlilikte, eşlerin evliliği sürdürmeleri caiz değildir.
Derhal ayrılmaları gerekir. Aksi halde hâkim tarafından zorla ayrılırlar. Hâkim
ayırdıktan sonra cinsel birleşme olursa zina cezası uygulanır.
Kimi fâsit evlilik çeşitlerinde yeniden geçerli nikâh akdetmek sûretiyle eksikliği
gidermek mümkündür. Meselâ; şahitsiz nikâh akdinde, yeniden şahitlerin önünde nikâh
akdedilebilir. Yine muvakkat (geçici) nikâh, yeniden süresiz olarak kıyılabilir. Ancak kan,
sıhrî veya süt hısımlığı gibi mutlak evlenme engeli olan durumlarda eksikliği tamamlama
imkânı bulunmaz.
2) Fâsit evlilik, cinsel birleşmeden önce hiçbir sonuç doğurmaz.
Burada gerçek bir evlilik söz konusu olmadığı için "halvet-i sahîha" cinsel birleşme
hükmünde değildir. Eşlerin kimsenin göremeyeceği ve ansızın gelemeyeceği bir yerde baş
başa kalmalarına "halvet-i sahîha" denir.
3) Cinsel birleşme olmuşsa şu sonuçlar doğar:
a) Kadın mehr-i misil (emsal mehir) ile mehr-i müsemmâdan (miktarı belirlenmiş
olan mehirden) az olanına hak kazanır. Mehir miktarı önceden belirlenmemişse mehr-i
misil alır.
b) Doğacak çocuğun, baba bakımından nesebi sabit olur. Ancak bunun için çocuk,
evlilikten en az altı ay sonra ve en geç bir yılın içinde doğmuş bulunmalıdır.
c) Sıhrî hısımlık doğar, iddet ve iddet süresince nafaka gerekir. Đddet dışında,
nafaka ile miras sahih nikâha ait olup, fasit nikâh bunlara hak kazandırmaz.
d) Bu ayrılık boşama sayılmaz ve bu nedenle boşama sayısında bir eksilme olmaz.
e) Mâlikîlere göre evlenme engeli bulunan yakın hısımı ile bilmeyerek evlenme
durumunda, şüphe yüzünden had cezası düşer, nesep sabit olur, doğacak çocuğun malı
30
yoksa bakımını baba üstlenir ve aralarında babalık-çocukluk yönüyle miras da cereyan
eder.
7.4. BÂTIL NĐKÂH
7.4.1. Bâtıl Nikâhın Tanımı ve Bâtıl Sayılan Evlilikler
Rüknü ve in’ikâd şartlarında bir eksiklik bulunan nikâh akdine, "bâtıl nikâh" denir.
Bâtıl sayılan evlilikler şunlardır:
1) Đcap ve kabul olmaksızın yapılan evlenme
2) Temyiz gücüne sahip olmayan çocuğun veya akıl hastası bulunan kimsenin bizzat
evlenmesi
3) Gelecek zaman siygası ile evlilik akdi yapmak
4) Tercih edilen görüşe göre kız kardeş, hala, veya teyze gibi mahrem hısımlarla
evlenmek
5) Başkası ile evli olan bir kadınla bu evliliği bilerek evlenmek
6) Müslüman bir kadının gayri müslim bir erkekle evlenmesi
7) Müslüman erkeğin Allah'a ortak koşan bir kadınla evlenmesi
8) Belli bir süre için yapılan nikâh
Evlilik sırasında icap ve kabul geçici değil, süreklilik bildiren bir üslupla ifade
edilmelidir. Evlilik "bir ay" veya "bir yıl" gibi belirli bir süre ile yapılmışsa, Ca'ferîlerin
dışında Zeydîlerin aralarında bulunduğu fakihlere göre akit veya süre kaydı bâtıl sayılır.
Ebû Hanife'nin müçtehit öğrencilerinden Züfer'e göre muvakkat (geçici) nikâh geçerli
olup, süre şartı geçersizdir. Çünkü bu fâsit bir şart olup, böyle bir şarttan dolayı nikâh akdi
iptal edilemez ve sürekli olarak meydana gelmiş olur.
Đslâm hukukçuları genellikle belli bir süre için yapılan evlilik akdi esnasında “mut’a”
(yararlanma) kelimesi veya bundan türeyen Arapça kelimeler kullanılırsa buna “mut’a
nikâhı”, böyle bir kelime kullanılmadan yapılan süreli evliliğe ise “muvakkat
(süreli/geçici) nikâh” derler. Buna göre, erkek kadına, "Bir ay süre ile senin cinsel
yönlerinden yararlanayım" dese, kadın da bu teklifi kabul etse, bu evliliğe "mut'a nikâhı"
denir. Erkek kadına, "Seni bir ay veya bir yıl süreyle yahut bu beldede oturduğum sürece
kendime nikâhladım" dese, kadın bu teklifi kabul etse, bu evliliğe ise "muvakkat (geçici)
nikâh" denir.
7.4.2. Bâtıl Nikâhın Hukukî Sonuçları
1) Cinsel birleşme olsun veya olmasın evliliğe ait bir sonuç doğurmaz, kadına mehir,
nafaka gerekmez, eşler arasında miras cereyan etmez, sıhrî hısımlık doğmaz, cinsel
birleşme helal olmaz.
2) Eşler kendiliğinden ayrılmazlarsa, hâkim zorla ayırır.
31
3) Kadına iddet gerekmez. Ancak kadının bir hayız süresince beklemesi uygun olur.
Buna "istibrâ" denir.
3) Ebû Hanîfe doğacak çocuğun babasız kalmaması için evlenme yasağı bulunan bir
kadınla evlenmeyi, cinsel birleşme olmuşsa, bâtıl değil, fâsit olarak nitelemiştir. Ebû
Yusuf ve Đmam Muhammed ise evlenme yasağı bulunan kadınlarla evlenmeyi de bâtıl
saymıştır. Osmanlı Devleti uygulamasında bu görüş tercih edilmekle birlikte 1917 tarihli
Hukûk-ı Aile Kararnâmesi Ebû Hanîfe'nin görüşünü esas alarak bu çeşit evlilikleri fâsit
saymıştır.
ÖZET
Evlenme akdi muteberlik yani rükün ve şartlarının bulunup bulunmamasına göre sahîh,
fâsit, bâtıl, mevkûf ve gayr-i lâzım çeşitlerine ayrılır. Her birinin hukukî niteliği ve
sonuçları birbirinden farklıdır.
Sahîh nikâh
Rüknü, in’ikâd ve sıhhat şartları tam olarak bulunan nikâh akdine, “sahîh nikâh” denir.
Sahîh nikâhın hukukî sonuçları
Sahih nikâhtan doğan malî hak ve sorumluluklar; mehir, çeyiz ve eşyası, nafaka, eşlerin
miras hakları ve çocuğun nesebinin sübutudur.
Mehir; evlenme sırasında kadına bu adla verilen veya daha sonra verilmesi
kararlaştırılan mal veya paradır. Çoğunluk fakihlere göre nikâh akdinin rüknü veya sıhhat
şartı değil nafaka gibi evliliğin malî sonuçlarındandır.
Đslâm'da satışı veya kullanılması yasaklanmayan her şey mehir olarak verilebilir.
Kur'ân, dinî bilgiler öğretimi, hac, umrenin ve diğer dinî hizmetlerin mehir sayılıp
sayılamayacağı müçtehitler arasında ihtilaflıdır.
Mehrin en çok miktarı için bir sınır getirilmemiştir. Mehrin en az miktarı ise Ebû
Hanîfe'ye göre on dirhem gümüş veya bunun karşılığı, Đmam Malik'e göre üç dirhem
gümüştür. Đmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre ise en az miktar için bir sınır yoktur.
Mehir genel olarak miktarı taraflarca belirlenen (mehr-i müsemmâ) veya miktarı örfe
bırakılan mehir (mehr-i misil, emsal mehir) olmak üzere ikiye ayrılır. Miktarı taraflarca
belirlenen mehir ise peşin (muaccel) ve ödemesi geri bırakılan (müeccel, vadeli) mehir
diye ikiye ayrılır.
Kadın, mücerret nikâh ile mehrin tamamını hak etmez. Kadının mehrin tamamını
almaya hak kazanabilmesi için, zifaf, sahih halvet ve eşlerden birinin ölümünden en az
birisinin gerçekleşmesi gerekir:
Sahih evlilik cinsel temas veya sahih halvetten önce kocanın fiili ile sona ermişse kadın
daha önceden miktarı belirlenmiş olan mehrin yarısını alabilir.
32
Şu iki durumda kadına mehir vermek gerekmez: 1) Evlenme akdi fâsit olur ve koca
karısını cinsel temastan önce boşarsa 2) Evlilik akdi sahih olur, fakat cinsel temas veya
sahih halvetten önce kadının fiili ile sona ermiş bulunursa
Fakihlerin genel kabulüne göre çeyiz hazırlama sorumluluğu erkeğe aittir. Mâlikîlere
göre ise kadının, teslim aldığı mehir karşılığı kadar çeyiz hazırlaması gerekir.
Nafaka; yiyecek, giyecek ve meskenden kişiye yetecek miktarı ifade eder. Evliliğin
kendisine bağlı olduğu bir rükün değil; mehir gibi evliliğin malî hükümlerindendir.
Đslâm'da koca, eşinin ve belirli yaşa ya da iş ve meslek sahibi oluncaya kadar
çocuklarının geçim masraflarını karşılamakla yükümlü tutulmuştur. Nafaka, evlilik
nafakası, iddet nafakası, çocukların nafakası ve hısımlık nafakası olmak üzere dört çeşittir.
Đslâm miras hukukuna göre mirasçı olmanın sebeplerinden birisi evliliktir. Onun için
Geçerli bir nikâh akdi eşler arasında miras hakkı doğurur.
Ric'î talaktan dolayı iddet bekleyen kadın, iddetli iken, ölen kocasına mirasçı olur.
Sağlam kocası tarafından bâin talakla (kesin ayrıcı boşama) boşanan kadın, iddet
beklerken kocası ölse, ona mirasçı olamaz. Eğer ölüm hastası olan bir erkek eşini bâin
talakla boşarsa ve kadın iddet beklerken ölürse, kadın ona mirasçı olur.
Nesep; çocuğu ana-babasına ve ailesine bağlayan kan ve soy bağını ifade eder.
Çocuğun ana tarafından nesebi, onu doğuran kadındır. Baba tarafından nesebi ise sahih
veya fâsit evlilik, şüpheye dayalı cinsel birleşme, babanın çocuğun nesebini tanıması ya da
beyyine ile sabit olur. Đslâm, zina ürünü çocuğun nesebini erkeğe bağlamayı kabul
etmemiştir.
Đslam’a göre, başkasına ait bir çocuğu evlât edinmekle, öz çocuk gibi hak ve görevler
meydana gelmez.
Lakit; ailesi tarafından yoksulluk korkusu veya zina töhmeti gibi bir nedenle sokağa
atılmış yahut kaybolmuş çocuğu ifade eder. Buluntu çocuğun nesebi meçhuldür. Bir kimse
bu çocuğun kendisine ait olduğunu iddia ederse, delilsiz kabul edilir ve çocuğun nesebi
ona bağlanır.
Sahih nikâhtan doğan kadının şahsî hak ve sorumlulukları; kadının koca evine
yerleşmesi, kadının başka beldeye götürülmesi, kadının kocasından izinsiz olarak evden
çıkması ve kadının eşinden adaletli davranmasını isteme hakkıdır.
Sahih nikâhtan doğan kocanın şahsî hak ve sorumlulukları; kadının kocasına itaat
etmesi, kadının evlilikle üstlendiği emanetleri koruması ve kadını terbiye etme hakkıdır.
Sahih nikâhtan doğan eşlerin birbirine karşı şahsî hak ve sorumlulukları ise; eşlerin
birbiriyle iyi geçinmesi ve birbirinden cinsel yönlerinden yararlanmasıdır.
Mevkûf ve gayr-i lâzım nikâh
Rüknü, in’ikâd ve sıhhat şartları tamam olmakla birlikte nefâz şartlarında eksiklik
bulunan nikâh akdine, “mevkûf nikâh” denir. Burada akdin tamamlanması kendi icazetine
33
bağlı olan kimse, icazet verinceye kadar nikâh akdi mevkûf olur (askıda kalır) ve yürürlük
kazanamaz.
Rüknü, in’ikâd ve sıhhat şartları tamam olmakla birlikte lüzûm (bağlayıcılık)
şartlarında eksiklik bulunan nikâh akdine, “gayri lâzım nikâh” denir.
Mevkûf ve gayr-i lâzım nikâhın hukukî sonuçları
Bu çeşit evlilikler icazet yetkisine sahip olan kimsenin icazet vermesinden önce fâsit
nikâh gibidir. Böyle bir evliliğe icazet verilmez ve ayrılık meydana gelirse bunun sonuçları
ortaya çıkar.
Fâsit nikâh
Rüknü ve in’ikâd şartları tam olmakla birlikte sıhhat şartlarında eksiklik bulunan nikâh
akdine, “fâsit nikâh” denir.
Fâsit nikâhın hukukî sonuçları
Fâsit evlilikte, eşlerin evliliği sürdürmeleri caiz değildir, cinsel birleşmeden önce hiçbir
sonuç doğurmaz, cinsel birleşme olmuşsa çeşitli sonuçlar doğurur.
Bâtıl Nikâh
Rüknü ve in’ikâd şartlarında bir eksiklik bulunan nikâh akdine, "bâtıl nikâh" denir.
Bâtıl nikâhın hukukî sonuçları
Cinsel birleşme olsun veya olmasın evliliğe ait bir sonuç doğurmaz, kadına mehir,
nafaka gerekmez, eşler arasında miras cereyan etmez, sıhrî hısımlık doğmaz, cinsel
birleşme helal olmaz. Eşler kendiliğinden ayrılmazlarsa, hâkim zorla ayırır. Kadına iddet
gerekmez. Ancak kadının bir hayız süresince beklemesi uygun olur ki buna “istibrâ” denir.
7.5. DEĞERLENDĐRME SORULARI
1. “Rüknü ve in’ikâd şartları tam olmakla birlikte sıhhat şartlarında eksiklik bulunan
nikâh akdine, …….. nikâh denir”. Boş bırakılan yere hangi kelime/kelimeler
getirilmelidir?
A) Sahih
B) Mevkûf
C) Gayri Lâzım
D) Fâsit
E) Bâtıl
2. Mehrin alt sınırı ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi Đmam Şâfiî’ye aittir?
A) On dirhem gümüş veya bunun karşılığıdır.
B) Üç dirhem gümüştür.
C) Bir dinardır.
D) Beş dinardır.
34
E) Mehrin en az miktar için bir sınır koymamıştır.
3. Aşağıdakilerden hangisi, kadının mehrin tamamına hak kazandığı durumlardan
değildir?
A) Sahih evliliğin, cinsel temas veya sahih halvetten önce kocanın fiili ile sona ermesi
B) Kadının kocasının evinde bir yıldan çok kalması
C) Zifâf
D) Eşlerden birisinin ölümü
E) Sahih halvet
4. Aşağıdaki cümlelerden hangisi doğrudur?
A) Çoğunluk müçtehitlere göre, gebeliğin en uzun süresi ise iki yıldır.
B) Kadının kocasının meşrû isteklerine itaat etmemesi, nafaka hakkını düşürmez,
sadece kadın bu davranışından dolayı günah kazanır.
C) Nesebin beyyine ile ispatı, ikrardan daha kuvvetlidir.
D) Buluntu çocuk, nesebi belirsiz olarak yaşar ve o şekilde vefat ederse mal varlığı
kendisini bulana kalır.
E) Müslüman erkeğin Allah'a ortak koşan bir kadınla evlenmesi, "fâsit evlilik"tir.
5. "Bulûğ muhayyerliği" ne demektir?
A) Buluğa erenin, meslek ve mesken seçiminde serbest olmasıdır.
B) Baba veya babanın babası dışındaki veliler tarafından evlendirilen küçüklerin,
buluğa erdiklerinde bu nikâhı devam ettirmekte veya mahkemenin onayıyla sona
erdirmede serbest olmalarıdır.
C) Buluğa erenin, istediği kişiye vekâlet vermede serbest olmasıdır.
D) Buluğa erenin, şahsı ve malı ile ilgili konularda istediği tasarrufta bulunabilmesidir.
E) Buluğa erenin, sadece malı ile ilgili konularda istediği tasarrufta bulunabilmesidir.
Cevap Anahtarı
1. D
2. E
3. A
4. C
5. B
7.6. KAYNAKLAR
Atar, Fahrettin, "Nikâh", DĐA, Đstanbul 2007, XXXIII, ss. 112-117.
Aydın, M. Âkif, “Aile Hayatı”, Đlmihal II Đslam ve Toplum, Diyanet Đşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara
2006, ss. 195-249.
Aydın, Mehmet Âkif, Đslâm - Osmanlı Aile Hukuku, Marmara Đlahiyat Vakfı Yayınları, Đstanbul 1985.
Cin, Halil, Đslâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Ankara
1974.
35
Çalış, Halit, “Aile Hayatı”, Günümüz Fıkıh Problemleri, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
Yayını, 1. Baskı, Eskişehir 2010, ss. 54-77.
Dağcı, Şamil, “Ahvâl-i Şahsiyye”, Fıkıh, Gözden geçirilmiş 4. baskı, Ankara Üniversitesi Uzaktan
Eğitim Yayınları, Ankara 2009, ss. 137-165.
Döndüren, Hamdi, Delilleriyle Aile Đlmihali, Đstanbul 1416/1995.
Erdoğan, Mehmet, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, 1. Baskı, Rağbet Yayınları, Đstanbul 1998.
Günay, Hacı Mehmet, “Aile Hukuku”, “Evliliğin Çeşitleri, Hükümleri ve Sonuçları”, Đslam Hukuku I,
Sakarya Üniversitesi Uzaktan Eğitim Merkezi, Sakarya 2010 (Đnternet yayını).
……, Hacı Mehmet, “Tıbbî Uygulamalar”, Günümüz Fıkıh Problemleri, Anadolu Üniversitesi
Açıköğretim Fakültesi Yayını, 1. Baskı, Eskişehir 2010, ss. 104-129.
Yaman, Ahmet, Đslâm Aile Hukuku, 8. Baskı, Marmara Đlahiyat Vakfı Yayınları, Đstanbul 2011.
Yaran, Rahmi, “Aile Hayatı”, Đslâm Đlmihali, 1. Basım, Marmara Đlahiyat Vakfı Yayınları, Đstanbul 2006,
ss. 599-646.
Yaylalı, Davut, “Aile Hukuku (Ahval-i Şahsiyye)”, “Evlenme Ehliyeti”, “Evlenme Akdinin
Unsurları ve Şartları”, “Muteberlik Bakımından Evliliğin Çeşitleri ve Sonuçları”; Đslam
Hukuku I, Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi, Erzurum
2011 (Đnternet yayını).
İSLAM HUKUKU-I
Hafta 12
Nikâhın Sona Ermesi ve
Hukukî Sonuçları
Yrd. Doç. Dr. Aydın TAŞ
[Diyarbakır 2013]
1
ÜNİTE11
Nikâhın Sona Ermesi ve
Hukukî Sonuçları
ĐÇĐNDEKĐLER
8.1. NĐKÂHIN SONA ERMESĐ
8.1.1. Fesih
8.1.1.1. Feshin Tanımı
8.1.1.2. Hâkim Kararını Gerektirmeyen Fesihler
8.1.1.3. Hâkim Kararını Gerektiren Fesihler
8.1.2. Talâk
8.1.2.1. Talâkın Tanımı
8.1.2.2. Talâkın Meşruiyeti
8.1.2.3. Talâkın Rükün ve Şartları
8.1.2.4. Talâkın Hükmü
8.1.2.5. Talâkın Geçerli Olması Đçin Gereken Şartlar
8.1.2.5.3. Talak Ehliyeti ile Đlgili Bazı Özel Durumlar
8.1.2.5.3.1. Hâzilin (Ciddi Olmayanın) Talâkı
8.1.2.5.3.2. Mükrehin (Zorlananın) Talâkı
8.1.2.5.3.3. Öfkeli ve Gazaplının Talâkı
8.1.2.5.3.4. Sarhoşun Talâkı
8.1.2.5.3.5. Bilinçsizce ve Hata ile Meydana Gelen Talâk
8.1.2.5.3.6. Hastanın Talâkı
8.1.2.5.4. Talakta Şahit Bulundurma
8.1.2.6. Talâk Sözleri
8.1.2.7. Vekil veya Elçi Aracılığı ile Talâk
2
8.1.2.8. Talâkın Zamana veya Şarta Bağlanması
8.1.2.9. Talâkın Sayısı
8.1.2.10. Talâkın Çeşitleri
8.1.2.10.1. Dönüşlü Olup Olmamasına Göre
8.1.2.10.1.1. Ric’î Talâk
8.1.2.10.1.2. Bâin Talâk
8.1.2.10.2. Sünnete Uygun Olup Olmamasına Göre
8.1.2.10.2.1. Sünnî Talâk
8.1.2.10.2.2. Bid‘î Talâk
8.1.2.11. Talâk Đle Fesih Arasındaki Fark
8.1.3. Hul’ / Muhâlea
8.1.4. Tefrîk (Kazâî Boşama)
8.1.4.1. Tefrîkin Tanımı ve Niteliği
8.1.4.2. Tefrîk Sebepleri
8.1.4.2.1. Hastalık ve Bedensel Kusurlar
8.1.4.2.2. Nafakayı Kesme veya Temin Edememe
8.1.4.2.3. Şiddetli Geçimsizlik ve Kötü Muamele
8.1.4.2.4. Kocanın Kaybolması
8.1.4.2.5. Kocanın Hapsedilmesi
8.1.4.2.6. Liân / Mülâane
8.1.4.2.7. Îlâ
8.1.4.2.8. Zıhâr
8.1.5. Tahkîm
8.1.6. Đrtidât
8.1.7. Đhtidâ
8.1.8. Ölüm
8.1.9. Nikâhın Süresiz veya Süreli Olarak Sona Ermesi
8.2. NĐKÂHIN SONA ERMESĐNĐN HUKUKÎ SONUÇLARI
8.2.1. Đddet Bekleme
8.2.1.1. Đddet Süreleri
8.2.1.2. Đddette Özel Durumlar
3
8.2.1.3. Đddetin Hukukî Sonuçları
8.2.1.3.1. Nişanlanma ve Evlenme Yasağı
8.2.1.3.2. Đhdâd / Hıdâd (Yas Tutma)
8.2.1.3.3. Đddet Đçinde Doğan Çocuğun Nesebi
8.2.1.3.4. Đddet Süresi Đçinde Ölümün Mirasçılığa Etkisi
8.2.1.3.5. Đddet Nafakası
8.2.2. Çocuğun Emzirilmesi
8.2.3. Çocuğun Bakım ve Terbiyesi
8.2.4. Ev Eşyasının Taksimi
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
Fesih, talâk, hul’, tefrîk, liân, îlâ, zıhâr, tahkîm, irtidat ve ihtida, iddet ve
ihdât kavramlarını tanımlayabilecek,
Nikâhın sona erme şekillerini sayabilecek,
Talâkın rükün ve şartları, sayısı ve çeşitleri hakkında bilgi verebilecek,
Talâk ile fesih arasındaki farkı gösterebilecek,
Tefrîk sebeplerini açıklayabilecek,
Nikâhın sona ermesinin hukukî sonuçlarını belirtebileceksiniz.
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• Kütüphane ve internetten yararlanarak ünitede geçen konular hakkında
araştırma yapınız.
• Ünitenin sonunda verilen kaynaklar listesinden de yararlanarak ünitede ele
alınan konularla ilgili daha geniş okumalar yapınız.
• Ünitede geçen kelime ve kavramlar için Mehmet Erdoğan'ın Fıkıh ve Hukuk
Terimleri Sözlüğü’ne, Türkiye Diyanet Đşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan
Dini Kavramlar Sözlüğü’ne, Türkiye Diyanet Vakfı Đslâm Ansiklopedisi'nin ve
Şamil Đslam Ansiklopedisi’nin ilgili maddelerine başvurunuz.
4
Nikâhın Sona Ermesi ve
Hukukî Sonuçları
GĐRĐŞ
Evliliğin ömür boyu devam etmesi kural olmakla birlikte, çeşitli sebeplerle sonlanması
veya sonlandırılması, insanlık tarihi kadar eski bir sosyal gerçekliktir. Evlilik gibi ayrılık
da, sadece nikâhın taraflarıyla sınırlı kalmayan, başta aile bireyleriyle ilgili olmak üzere
sosyal yansımaları da bulunan bir işlemdir.
Boşamada öteden beri görülen sistemleri dört grup içinde toplamak mümkündür:
1) Boşanmayı yasaklayan sistem
Hıristiyanlığın Katolik mezhebinde, evlenen kişilerin artık boşanamayacakları ilkesi
benimsenmiştir. Hıristiyanlığın ve kilise hukukunun ilk dönemlerinde boşanmaya cevaz
verildiği halde, onuncu yüzyıldan itibaren, Đncil'deki; "Allah'ın birleştirdiğini insan
ayırmamalıdır" sözüne dayanılarak boşanma imkânsız duruma getirilmiştir. Ancak bu
görüş hayat gerçekleri ile bağdaşmadığı için, Hristiyanlığın kendi içinde de tartışmalara
neden olmuştur.
2) Serbest boşanma sistemi
Bu sistem, eşlerden her ikisine de boşanma hakkı tanıyan veya karşılıklı rıza ile
boşanmaya cevaz veren sistemdir. 1789 Fransız devrimi ile Hristiyanlıktaki katı tutum
gevşetilmiş ve Avrupa'da boşanma serbestliği sistemi gelişmeye başlamıştır. Sovyet
Rusya'da ve komünist ülkelerde de karşılıklı rıza veya tek yanlı irade beyanı ile evliliği
sona erdirmek mümkündü.
3) Boşanmanın hâkim kararına bağlandığı sistem
Bugün dünyanın hür ve demokratik ülkelerinde genellikle belirli sebepler bulununca
boşanma hâkim kararına bağlanmıştır. Katolik hukukuna bir reaksiyon olarak doğan
Protestan hukuku, boşanmanın ancak belirli sebeplerin varlığı halinde mümkün
olabileceğini kabul etmiş ve batı dünyasının birçok devletleri bu usulü benimsemiştir.
Đsviçre ve Türkiye Medenî Kanunlarındaki boşanma sebepleri, diğer hükümler gibi
Hristiyanlığın Protestan mezhebi hukukundan mülhemdir. Boşamanın ancak hâkim kararı
ile mümkün olduğu sistemlerde, eşler belli boşanma sebeplerine dayanarak hâkime
başvurma hakkına sahip olurlar. Hâkim boşamaya karar verirse evlilik sona ermekte, aksi
durumda ise eşler birlikte yaşamayı istemeseler bile evlilik sürmektedir.
4) Đslâm'ın getirdiği kendine özgü boşama sistemi
Đslâm'ın benimsediği boşama sisteminde, evliliğin sona ermesi değişik şekillerde
olmaktadır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz: 1) Fesih, 2) Talâk (Boşama), 3) Hul’ /
Muhâlea (bedel karşılığında boşanma) 4) Tefrîk (Kazâî boşanma), 5) Tahkîm, 6) Đrtidat
5
(Đslam’dan çıkma), 7) Đhtida (Đslam’a girme), 8) Ölüm. Bunları sırası ele alıp açıklamaya
çalışacağız.
8.1. NĐKÂHIN SONA ERMESĐ
Đslâm'da nikâhın sona erme şekilleri şöyledir:
8.1.1. Fesih
8.1.1.1. Feshin Tanımı
“Fesih” (bozma); hukukî bir muamelenin irade ile veya meşrû sebeplere binaen ortadan
kaldırılması durumudur. Bağlayıcı olmayan akitlerde tek taraflı irade beyanı ile, bağlayıcı
akitlerde ise ancak iki tarafın karşılıklı rızaları veya mahkeme kararı ile feshedilebilir. Bir
akit, ya muhayyerlik, ikrah, fesât, yetkisizlik gibi arızî bir sebeple bağlayıcı olmaz, ya da
emânet sözleşmesi gibi doğasından bağlayıcı olmaz.
Fâsit akitlerde, taraflar akdi feshetmekle yükümlüdürler. Bunun yanında ortada feshi
mümkün kılan haklı ve geçerli sebep bulunması halinde, ilgili taraf akdi fesih imkânına
sahiptir. Borcun ifa edilmemesi, muhayyerlikler, kiralanan şeyin arızalı çıkması gibi
mazeretler akdin feshine imkân sağlayan sebeplerdendir. Akdin devam etmesinin
maddeten ve hukuken mümkün olmaması halinde “akdin infisâhı”, yani kendiliğinden
bozulması söz konusudur.
Nikâhın feshi; nikâh akdinden önce veya sonra meydana gelen bir eksiklik yahut
bozukluk nedeniyle evlilik akdini bozmaktır. Onun için evliliğin fesih sebeplerinden birisi
yüzünden sona erdirilmesi, talak (boşama) niteliğinde değildir.
Nikâhın feshi, ya kendiliğinden ya eşlerin rızası ile yahut da mahkeme kararı ile
meydana gelir.
8.1.1.2. Hâkim Kararını Gerektirmeyen Fesihler
Fesih sebepleri herkesin aynı şekilde anlayıp değerlendireceği açıklıkta ortaya çıkarsa,
ayrıca hâkimin değerlendirmesine ihtiyaç olmadığından eşlerin evliliği derhal feshetmeleri
gerekir. Eğer evliliği kendiliğinden feshetmezlerse, bunu öğrenen her Müslümanın Đslâm
hâkimine durumu haber vermesi gerekir. Çünkü bir Đslâm toplumunda şer'î hakların
korunmasında her Müslümanın âmme velâyeti yetkisi vardır.
Hâkimin hükmünü gerektirmeyen açık fesih sebepleri şunlardır:
a) Evlenme akdi sırasında, kadının o erkekle evlenmeye ehil olmadığının ortaya
çıkması
Kadının nesep veya süt yönünden kardeş olduğunun anlaşılması, başka bir erkekle evli
bulunması veya boşanma ya da kocasının ölümü nedeniyle iddet beklemekte olması sabit
bulununca evlilik feshedilir ve eşlerin birbirinden ayrılması gerekir.
b) Eşlerden birisinin diğerinin usûl veya fürûundan birisiyle hurmet-i musâharayı
(sıhrî hısımlıkla doğan evlenme yasağını) gerektiren bir fiil işlemesi
6
Bunun ikrar (kabul ve tasdik), şahit vb. bir yolla sabit olması halinde evlilik
kendiliğinden münfesih olur.
c) Kocanın irtidadı (Đslam’dan çıkması)
Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre kocanın irtidadı yüzünden evliliğin feshi, hâkim
kararını gerektirmez.
8.1.1.3. Hâkim Kararını Gerektiren Fesihler
Takdir ve araştırmaya muhtaç olan bir nedene dayalı durumlarda, evliliğin feshi
hâkimin kararını gerektirir.
Aşağıdaki fesihler hâkim kararını gerektiren niteliktedir:
a) Denkliğin yokluğu yüzünden evliliğin feshi
Eşler arasında denklik konusu çeşitli niteliklerle ilgili olan ve değerlendirmesi takdir ve
araştırmayı gerektiren bir husustur. Bu yüzden hâkim kararını gerektirir.
b) Mehrin, mehr-i misilden (emsal mehirden) az olması nedeniyle evliliğin feshi
Burada da emsal mehrin belirlenmesi araştırmayı gerektirir.
c) Eşler arasında din ayrılığının meydana gelmesi nedeniyle evliliğin feshi
Kadının Đslâm'ı kabul etmemesi yüzünden evliliğin sona ermesi fesih sayıldığı
konusunda görüş birliği vardır. Kocanın Đslâm'ı kabul etmemesi yüzünden evliliğin
sona ermesi ise, Ebû Hanîfe ile Đmam Muhammed'e göre "talak", Ebû Yusuf'a göre ise
fesih niteliğindedir.
d) Buluğ muhayyerliği sebebiyle evliliğin feshi
Baba ve dede dışındaki bir velinin, küçük erkek veya kız için akdettiği nikâhı,
bunların erginlik çağına girince kabul etmeme haklarının bulunduğunu daha önce
belirtmiştik. Burada velinin çocuklar üzerinde gerekli şefkat ve titizliği göstermediği
ithamı vardır. Bu durum araştırmaya bağlı olduğu için hâkim kararını gerektirir.
e) Velisi tarafından evlendirilen akıl hastasının iyileşince evliliği feshettirmesi
Baba, dede veya oğul dışında bir veli tarafından evlendirilen akıl hastasının
iyileştikten sonra bu evliliğe karşı çıkması durumunda, özellikle hastalığı sırasında onunla
evliliği ve ona bakıp hizmet etmeyi üstlenen kadının hakkını korumak bakımından takdir
ve araştırmayı gerektirir. Bu da hâkim kararı ile gerçekleşebilir.
8.1.2. Talâk
8.1.2.1. Talâkın Tanımı
“Talâk” (boşama), nikâh bağını çözmek, eşinden ayrılmak, boşanmak, "talak" ve
benzeri sözcüklerle nikâh akdini sona erdirmek veya o anda ya da gelecekte sonuç
doğurmak üzere özel bir sözcükle nikâh bağını kaldırmak demektir.
7
Đslam’da evliliği sona erdirmede son söz prensipte kocaya verilmiştir. Âyet ve
hadislerde kullanılan üslup da bunu göstermektedir. Boşama yetkisinin esas olarak
kocaya verilmesini iki nedene bağlamak mümkündür. a) Kadın, erkekten daha
duygusaldır. Bu yüzden ona tam boşama yetkisi verilirse basit bir sebepten ötürü aile
yuvası yıkılabilir. b) Ailenin malî yükü kocanın üzerinde bulunduğu için o, boşama
konusunda daha bilinçli adım atmak zorundadır. Bu durum, onu daha sakin olmaya sevk
eder ve aile yuvası yıkımları azalır.
Bununla birlikte, gerek nikâh sırasında ve gerekse daha sonra kocanın eşine boşama
yetkisi vermesi mümkün ve caizdir. Buna "tefvîz-i talâk", karısına da "mufavvada" denir.
Bu vekâletten farklı bir tasarruf olup, bundan kocanın rücu etmesi geçerli değildir. Kadın
böyle bir yetki alınca, boşanma konusunda kocası ile eşit haklara sahip kılınmış bulunur.
8.1.2.2. Talâkın Meşruiyeti
Boşanmanın meşru oluşu Kitap, Sünnet ve Đcmâ delillerine dayanır. Akıl da bunu
gerektirir. Çünkü birbirinden nefret eden, kin ve intikam duygularıyla yanıp tutuşan ve
şiddetli geçimsizlik yüzünden evi cehenneme çeviren eşlerin bir çatı altında ömür boyu
birlikte hayat sürmesini istemek akılla bağdaşmaz. Bunda toplum için bir yarar da
bulunmaz. Böyle bir evliliğe son verilmesi eşlerin de yararına olur. Çünkü özellikle dinî
yaşantısı zarar görmekte olan eşin böyle bir evlilikten kurtulma hakkı vardır.
8.1.2.3. Talâkın Rükün ve Şartları
Rükün; bir şeyin aslını oluşturan temel unsurdur. Hanefîlere göre talâkın (boşamanın)
rüknü eşini boşarken kullanılan özel sözcük ve üsluptan ibarettir. Bu da "boşama"
anlamına gelen "yol verme, serbest bırakma ve bağı kaldırma" gibi doğrudan ve açık
anlamlı sözcüklerle olabileceği gibi "çık git, evi terk et" gibi dolaylı (kinayeli)
sözcüklerle de olabilir. Yine evliliği derhal veya belli bir süre sonra sona erdiren "ilâ"
veya "liân / mülâane" gibi yöntemlerde kullanılan sözcükler de bu niteliktedir. Şâfiî ve
Hanbelîlere göre talakın rüknü beştir: 1) Talakı veren, 2) boşamada kullanılan sözcük ve
siyga, 3) boşamaya mahal olmak, 4) velâyet, 5) boşama kastının bulunması. Mâlikîler ise
velâyeti ilk madde ile birleştirmiş olup, diğer noktalarda Şâfiî ve Hanbelîlerle aynı görüşü
paylaşırlar.
Şart; bir şeyi oluşturan temel parçaların dışında kalan fakat aslın meydana gelmesini
sağlayan diğer unsurlardır. Namazın sahih olması için abdestli olarak kılınmış olmasının
şart koşulması gibi. Boşama muamelesinin de geçerli olarak meydana gelmesi için şu
şartların gerçekleşmesi gerekir: Boşayacak olan kocanın akıllı, ergin ve uyanık olması;
boşanacak olan kadının da onun nikâhlısı veya iddet beklemekte olan eşi bulunmasıdır.
8.1.2.4. Talâkın Hükmü
Boşamanın hükmü, geçimsizliğin şiddetine veya boşanma sebebinin önemine göre
mubahlık ile haram, mendupluk ile farz arasında değişiklik gösterir.
8.1.2.4.1. Talâkın Mubah Oluşu
8
Hanefîlere göre, prensip olarak boşanma mubah bir muameledir. Delilleri; şu âyetlerin
mutlak anlam ifade etmesidir: "
ِذَ َ ا طل
ِي
إ
ب
َي
ھا الن
َ
َياأ ن
ِ
قُوھُن لِ ِعدِتھ
َس َاء َ ف َطل
ُم الن
تُ
ْق / Ey Peygamber!
Eşlerinizi boşayacağınız vakit onları iddetleri içinde boşayın..." (et-Talâk 65/1), " اح َ نُج َ #َ
َس َاء
ُم الن
تُ
قْ
ْن َ طل
ِ
ْي ُكْم إ
َعلَ / Kadınları boşadığınız zaman ... size hiçbir günah yoktur." (el-Bakara
2/236). Diğer yandan Allah'ın Rasulü, eşi Hz. Hafsa'yı bir kötülük veya yaşlılık söz konusu
olmaksızın boşamış ancak daha sonra yine kendisine dönmüştür. Hz. Ali'nin oğlu Hz.
Hasan'ın (v. 50/670) çokça evlenip boşandığı nakledilmiştir. Hz. Peygamber (sav)'in
"Allah'a, helalin en sevimsizi boşamadır." hadisindeki "helâl"; yapılması gerekmeyen fiil
demektir. Bu sözcük; mubah, mendup, vacip veya mekruh anlamlarını da kapsar.
Çoğunluk müçtehitlere göre ise; boşama caizdir. Ancak bu fiili işlememek daha
uygundur. Çünkü boşama ülfet ve sevginin kesilmesine; vacip, mendup, haram ve mekruh
gibi bir takım hükümlerin çiğnenmesine yol açmaktadır ki, bu "daha uygun (evlâ) olan"'nın
aksini yapmak demektir.
8.1.2.4.2. Talâkın Haram Oluşu
Eşini boşayınca, ona olan sevgisi veya başka bir kadınla evlenmeye gücünün yetmemesi
gibi nedenlerle zinaya düşme korkusu varsa, boşama haram olur. Diğer yandan eşini hayız,
nifas (lohusalık) veya içinde cinsel temas olan temizlik günlerinde boşamak da haramdır.
Ancak bununla birlikte bu gibi boşamalar geçerli olup, sonuçlarını doğurur.
Dünyevî Bir Menfaat Elde Edebilmek Đçin Formaliteden Boşanmak (veya
Evlenmek)
Kur’ân-ı Kerim'de evlenme, ağır sorumluluklar içeren bir sözleşme olarak
nitelendirilmektedir ve böyle bir niteleme başka herhangi bir akit için yapılmamıştır (enNisâ’
4/20-21). Böyle bir mahiyet arz eden evlilik kurumunun, dünyevî amaçlara alet
edilmesi caiz değildir. Gerçekte evlilik amacı gütmemekle birlikte sırf dünyevî bir amaca
ulaşabilmek için resmen evli gözükme; evlilik hayatını sürdürmekle birlikte bazı maddî
imkânlara sahip olabilmek için resmen boşanma gibi uygulamalar, ağır sorumluluk
gerektiren ve ibadet mahiyeti de taşıyan aile anlayışıyla bağdaşmayan uygulamalardır.
Günümüzde kadının sırf vefat etmiş olan anne veya babanın emeklilik maaşını
alabilmek için kâğıt üzerinde eşten boşanılmaktadır. Bu konu, Diyanet Đşleri Başkanlığı’na
fetvası en çok sorulan konulardan birisidir. Bu durum bu uygulamanın yaygın ve ciddî
boyutta olduğunu göstermektedir. Ayrıca Avrupa’da oturma ve çalışma izni alabilmek için
sadece kâğıt üzerinde eşten boşanılmakta ve Avrupalı bir kadınla evlenilmektedir.
Bu tür formalite evlenme ve boşanmalar sonucu elde edilen maddî gelirin dinî açıdan
helâl olduğunu söylemek de mümkün değildir.
Hz. Peygamber (sav) “Üç şey vardır ki, onların ciddisi de ciddi, şakası da ciddidir.
Nikâh, talâk, ric’at (ric’î talakta iddet içinde eşe dönme)” buyurmuştur.
8.1.2.4.3. Talâkın Mekruh Oluşu
Bir kimse evli kalmayı ister veya neslinin çoğalmasını arzu ederse ve evli oluşu onu
farz ibadetleri yapmaktan alıkoymuyorsa; ayrıca eşinden ayrılırsa zinaya düşme korkusu da
9
yoksa böyle bir kimsenin boşanması mekruhtur. Diğer yandan "boşanmanın Allah
nezdinde en sevimsiz helal" olduğunu bildiren hadise göre, hiçbir sebep yok iken eşini
boşamak da mekruh hükmündedir. Çünkü haklı bir neden olmaksızın aile yuvasını yıkmak
ona verilen önemi azaltır.
8.1.2.4.4. Talâkın Farz Oluşu
Evli kaldığı takdirde harama düşeceğini veya bir takım farzları terk etmek zorunda
kalacağını kesin olarak bilen kimsenin boşanması vacip olur. Çünkü eşiyle geçimsizlik
yüzünden dininin zarar görmesinden korktuğunu bildiren bir sahabîye, Allah'ın Rasûlü
boşanma izni vermiştir.
8.1.2.4.5. Talâkın Mendup / Müstehap Oluşu
Kadının ağzı bozuk olur, küfür ve hakaret sözlerinden kendisini kurtaramazsa, kocası bu
yüzden harama düşeceğinden korkarsa boşaması mendup olur. Yine kadının namaz, oruç
gibi kesin farzları ifa etmemesi veya içki, kumar gibi haramları işlemesi durumunda,
kocası onu Đslâmî esaslara uyması için uyarır, fakat zorlayamaz. Eğer bu ihmalkârlığında
devam ederse, kocanın onu boşaması müstehap olur. Đffetsiz olan kadını boşamak da bunun
gibidir.
Diğer yandan koca, karısını farzları terke veya haramları işlemeye zorluyorsa, bu eşlerin
boşanması da müstehap olur. Boşamanın bir defa yapılması, ayrıca kadının temizlik
günlerine rastlatılması da müstehaptır. Bir anda üç defa boşamak yerine, üç temizlik süresi
içinde birer defa boşamak suretiyle sünnete uyulmalıdır. Çünkü üç talakı bir defada
kullanmak genellikle pişmanlığa yol açar.
8.1.2.5. Talâkın Geçerli Olması Đçin Gereken Şartlar
Boşayanda veya boşanacak kadında bulunması gereken ehliyet şartları şöyledir:
8.1.2.5.1. Boşayan Kocaya Ait Şartlar
Boşayanın koca veya onun yetki verdiği kimse olması, ayrıca akıllı ve ergin olması
gerekir. Akıl hastası veya bunamış kimsenin yahut ergin olmayan küçüğün boşaması
geçerli değildir. Diğer yandan boşama, çocukların tamamen zararına bir tasarruf olduğu
için, ne kendisi ve ne de velisi tarafından onun adına yapılamaz. Hanbelîlere göre ise,
boşamanın niteliğini anlayan ve boşanmakla eşinin kendisine haram olacağını kavrayan
mümeyyiz küçüğün (yedi yaşla erginlik arasındaki çocuğun) boşaması geçerlidir. Böyle bir
çocuğun boşama için başkasını vekil tayin etmesi veya kendisinin boşama için başkasına
vekil olması mümkün ve caizdir. Zor altında bulunma, sarhoş, hasta veya dehşet içinde
olma gibi iradeyi sakatlayan durumları aşağıda ayrı bir başlık altında inceleyeceğiz.
8.1.2.5.2. Boşanan Kadına Ait Şartlar
Boşamanın kadın üzerinde sonuç doğurması için, cinsel birleşmeden önce de olsa
bilfiil mevcut olan sahih bir evliliğin bulunması veya kadının ric’î (yeni bir nikâha gerek
kalmadan iddet içinde dönülebilir) boşamadan dolayı iddet beklemekte olması şarttır.
Çünkü evliliğe yeniden dönüş, mümkün olan boşamada iddet sona ermedikçe evlilik bağı
devam eder.
10
Eğer kadın bir veya iki defa bâin talakla boşanma nedeniyle iddet bekliyorsa,
Hanefîlere göre evlilik bağı iddet süresince hükmen var sayıldığından kocası onu iddet
içinde yeniden boşayabilir. Çoğunluk fakihlere göre ise bu durumda kadını yeniden
boşamak geçerli değildir. Çünkü bâin talakla evlilik bağı kopmuştur.
Eğer kadın üç bâin talakla boşanma nedeniyle (beynûnet-i kübrâ) iddet bekliyorsa,
onun üzerinde yeni bir boşama söz konusu olmaz. Çünkü koca, bir kadın üzerinde en çok
üç defa boşama hakkına sahip olup, bu hakkını da kullanmıştır.
Evlilik fâsit olur veya kadın hangi çeşit boşama olursa olsun iddetini bitirmiş
bulunursa, artık onun üzerinde başka bir boşama cereyan etmez.
Henüz nikâh akdedilmezden önce yapılacak boşama bir hüküm ifade etmez. Bir
erkeğin nişanlısına "Seni boşadım" demesi gibi. Çünkü Allah'ın Rasûlü (sav) "Nikâhtan
önce talak yoktur." buyurmuştur.
Nikâh akdini kökten sona erdiren fesih durumunda da kadın boşanmaya mahal
olmaktan çıkar. Kocanın, kadına denk olmaması veya emsal mehirden az bir mehirle
evlenmesi veyahut sıhhat şartlarından birisinin bulunmaması nedeniyle evliliğin feshi
durumları bu niteliktedir. Burada mücerret fesih ile eşler birbirinin yabancısı olur, bunun
için ayrıca iddetin sona ermesi gerekmez. Bu yüzden de artık kadın üzerinde boşama
cereyan etmez.
Sonuç olarak boşanacak kadın, erkeğin gerçek veya hüküm bakımından eşi
olmalıdır.
8.1.2.5.3. Talak Ehliyeti ile Đlgili Bazı Özel Durumlar
8.1.2.5.3.1. Hâzilin (Ciddi Olmayanın) Talâkı
Boşamada kullanılan söz kadar, bu sözün anlamını ve sonuçlarını kastederek kullanmak
da önemli bir unsurdur. Bu yüzden söz, yazı veya işaret olmaksızın mücerret boşama
niyetinin kalpten geçirilmesi, ya da boşamaya niyet edilmesi yeterli değildir. Çoğunluk
müçtehitlere göre boşamanın, bu anlama gelen sözcüklerle yapılması gerekir. Bu yüzden
koca, kalbiyle boşamaya niyet etse, bunu dil veya yazı ile ifade etmedikçe boşama
meydana gelmez.
Boşama niyeti olmaksızın, şaka ile, sözün anlamını değil de sadece lafzını kasteden
kişiye "hâzil" (ciddi olmayanın) denir Meselâ; bir kadının, şaka olsun diye veya alay
etmek üzere kocasına "beni boşa" demesi, kocasının da aynı şekilde "boşadım" diye cevap
vermesi böyledir. Ebû Hanife ve Đmam Şâfiî'ye göre hâzilin boşaması geçerlidir. Çünkü
şakacı kimse boşamanın sonuç doğurmasına razı değilse de, bu sözü bilerek ve isteyerek
söylemiştir. Hz. Peygamber (sav), : "Üç şey vardır ki, bunların ciddisi de ciddi, şakası da
ciddidir. Evlenme, boşanma ve ric'î boşamada eşine dönme" buyurmuştur. Hanefîlere göre
niyet insanın iç âlemi ile ilgili olup, amellerin ahiretteki durumunu belirlemede esas
kriterdir. Bu yüzden dış görünüşe bakılarak hüküm verilecek konularda niyete bakılmaz.
Đmam Malik'e göre ise hâzilin boşaması geçerli değildir. Boşamada niyet gerekir. Söz tek
başına, sahibinin kasıt ve iradesini ifade etmek için yeterli olmaz. Allah'ın Rasûlü (sav)
11
"Ameller ancak niyetlere göredir" buyurmuştur. Buradaki niyet genel olup, "boşama"yı da
kapsamına alır.
8.1.2.5.3.2. Mükrehin (Zorlananın) Talâkı
Can, uzuv veya mal telefine yönelik bir saldırı korkusu altında mükrehin yapılacağı
boşama konusunda görüş ayrılığı vardır. Ebû Hanîfe'ye göre zorlanan ve tehdit altında
bulunan kimsenin boşaması geçerlidir. Çünkü zorlanan kişi iki şeyden birisini seçerek
irade ve tercihini belirtmiş olur. Çoğunluk müçtehitlere göre ise zorlananın boşaması
geçerli değildir. Delilleri, “Şüphesiz Allah, ümmetimden yanılma, unutma ve yapmaya
zorlandıkları şeyin (hükmünü) kaldırmıştır.” hadisidir.
8.1.2.5.3.3. Öfkeli ve Gazaplının Talâkı
Hanbelî müçtehit âlim Đbni Teymiyye (v. 728/1327) ve öğrencisi Đbni Kayyim elCevziyye’nin
(v. 751/1350) yaptığı üçlü taksimata göre: 1) Aklı ve şuuru gideren, ne
dediğini bilemez hale getiren öfke neticesinde vaki olan talâkın muteber olmadığında
ittifak vardır. 2) Akıl ve şuuru gidermeyen öfke veya sözün mahiyetini idrak etmeye
mani olmayan öfke neticesinde vaki olan talâkın muteber olduğunda ittifak vardır. 3) Aklı
ve şuuru gideren ancak bilinci tamamen yok etmeyen öfke neticesinde vaki olan ve
öfkenin nihayete ermesinden sonra pişman olunan talâkın muteber olup olmadığında ihtilaf
vardır. Bu tarzda gazap halinde vaki olan şuursuz ve iradesiz talâk (boşama), Đmam Mâlik,
Đmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre geçersiz, Ebû Hanife ve ashabına göre ise
geçerlidir.
8.1.2.5.3.4. Sarhoşun Talâkı
Bir kimse hasta olur veya sarhoşluk veren ilaçtan başka bir ilaç bulamadığı için onu içer
yahut kendisine zorla içki içirilir ve bunun sonucunda (yani mubah yoldan) sarhoş olur ve
karısını boşarsa, bu boşaması geçersizdir. Ancak bir özrü olmaksızın içeceği içki ile (yani
haram yoldan) sarhoş olduktan sonra karısını boşarsa, Hanefîlere, Şâfiîlerin yeni
görüşüne, kendi içinde görüş ayrılığı olmakla birlikte Mâlikîlere ve sağlam görüşlerinde
Hanbelîlere göre eşi boşanmış sayılır. Delilleri, boşamadan söz eden âyetlerde genel
anlamın bulunması ve sarhoş olan ile olmayanın arasının ayrılmamasıdır. Hanefîlerden
Züfer, Tahâvî ve Kerhî’ye, Đmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'den gelen birer rivayete,
Zâhirî, Ca'ferî ve Zeydîlere göre ise sarhoşun boşaması geçerli değildir. 1917 tarihli
Hukukî Aile Karanâmesi’nde sarhoşun boşamasının geçerli olmadığı belirtilmiştir (mad.
104). Bu görüş sahiplerinin dayandıkları deliller şunlardır: 1) Sarhoşluk akıl ve iradeyi yok
eder. Bu yüzden o, akıl hastasına benzer. Akıl hastasının, küçüklerin, mubah bir yolla
sarhoş olanın boşamasının geçerli sayılmaması "temyiz gücünün yok olması" yüzündendir.
Sarhoşluk da bu niteliktedir. 2) Sarhoşun dinden çıkması geçerli sayılmadığına göre,
boşaması da geçerli sayılmamalıdır. 3) Mâiz (ra), Nebî (sav)'in huzurunda zina ikrarında
bulununca, Allah'ın Rasûlü onun sarhoş olup olmadığını araştırmıştır. Eğer sarhoş olsaydı,
yaptığı ikrar sözlerinden kendisini sorumlu tutmayacak, sarhoş olmadığı anlaşılırsa
sorumlu tutacaktı.
8.1.2.5.3.5. Bilinçsizce ve Hata ile Meydana Gelen Talâk
12
Cahil, manasını bilmediği halde talâk lafızlarını kullanan, hata eden ise, boşama kastı
olmadığı halde başka bir söz söylemek isterken yanlışlıkla farkında olmadan talâk
lafızlarını kullanan kimsedir. Zikredilen durumlardan her birisiyle meydana gelebilecek
olan boşama, Hanefî ve Hanbelîlere göre diyâneten (kul ile Rabbi arasında) değil kazâen
(hukuken) vaki olur. Zira hâkimler niyete göre değil, lafızlara göre hüküm verirler.
Boşama, bilinçsiz ve hata ile de meydana gelse, söz sarih olduğundan niyete ihtiyaç yoktur.
Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise talâk diyâneten ve kazâen geçerli olmaz. Ancak boşama
lafzının hataen kullanıldığının delillerle sabit olması halinde kazâen boşamanın vuku
bulduğu kabul edilir.
8.1.2.5.3.6. Hastanın Talâkı
Hastanın aklı başında olduğu sürece boşaması geçerlidir. Çünkü mücerret hastalık
boşama ehliyetini etkilemez. Ancak hastalığı sırasında karısını boşayan ve aynı
hastalıktan ölen kimsenin hakkını kötüye kullanarak eşini mirastan mahrum etmeyi
kastetmiş olması muhtemeldir. Bu durumdaki bir kadının mirasçı olup olamayacağı
müçtehitler arasında tartışılmıştır. Ebû Hanîfe'ye göre ölümcül hastalığa yakalanan koca,
eşini boşar ve eşi iddet beklerken de kendisi vefat ederse, eşi ona mirasçı olur. Boşamanın
ric'î veya bâin olması sonucu değiştirmez. "Sedd-i zerîa" (kötülüğe giden yolu kapama)
prensibi ile Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın uygulamalarına dayanırlar. Đmam Şâfiî'ye göre
boşama gerçekleştiği için kadın artık kocasına mirasçı olamaz. Şâfiî'nin başka görüşüne
göre ise bu kadın başka bir erkekle evlenmediği sürece, eski kocasına mirasçı olur.
8.1.2.5.4. Talakta Şahit Bulundurma
Đslam hukukçularının büyük çoğunluğuna göre boşamanın gerçekleşmesi için
şahitler huzurunda olması şart değildir. Bu hukukçular, Kur’an’da boşamadan bahseden
قُوھُن ”
ِ
ْو َ فار
َ
َمْعرُوفٍ أ
ِ
ْم ِس ُكوھُن ب
َ
َجلَ َ ھُن فأ
َ
َ ا بلَ ْغَن أ
ِذَ
َو ْي َ عْدٍل ْ مِن ُكْم َفإ
ْش ِھُدوا ذَ
َ
َمْعُر َ وفٍ وأ
ِ
ب ِ
ُ قِيم وا الش َھ َادَة ِ
َ
ُكْم َ يُوع ُظ َوأ
لِ
ذَ
َ هُ م ْخ َر ًجا
َ ي ْجَع ْل لَ
ِق 3َ
َ و َم ْن َ يت
ِ
ْ ا5 ِخر
ِ
َيْوم
ْ
ا6ِ َ وال
ِ
ِه َ م ْن َ ك َ ان ْ يُؤ ِمنُ ب
ِ
ب / (Boşadığınız kadınlar iddet) Bekleme
sürelerinin sonuna yaklaştıkları zaman, onları ya güzelce (evinizde) alıkoyun (ric’at
yaparak evliliği devam ettirin), yahut güzellikle ayrılın ve bu boşanmaya sizden iki âdil
kimseyi şahit tutun ve şahitliği de Allah için dosdoğru yapın. Đşte sizden Allah’a ve
âhirete iman edenlere verilen talimat, yapılan tavsiye budur. Kim Allah’a karşı gelmekten
sakınırsa, Allah ona (sıkıntıdan, darlıktan genişliğe) çıkış kapıları açar.” (et-Talâk 65/2)
ayetindeki şahit bulundurma emrini, Peygamber ve sahâbe dönemindeki uygulamaya
bakarak vacipliğe değil, mendubluğa hamletmişler ve ayrıca şahit bulundurma emrini talak
iradesinin açıklandığı ana değil, boşamanın gerçekleşmesinden sonraki sürece ilişkin
görmüşlerdir. Buna karşılık bazı Şiî hukukçular ise ayetindeki şahit bulundurma emrini
vacipliğe hamletmişler ve şahitsiz yapılan boşamayı geçersiz saymışlardır.
8.1.2.6. Talâk Sözleri
Evlilik akdine son vermeyi ifade eden her çeşit sözle boşama meydana gelebilir. Sağırdilsizlerin
özel işaretle, uzakta bulunan eşlerin ise yazıyla boşanması da mümkündür.
Talâk sözleri, sarih ve kinayeli olarak iki kısma ayrılır. Kullanıldığında boşama anlamı
açık olarak anlaşılan ve insanlar arasında örfen çoğunlukla karı-kocanın boşanmasında
13
kullanılan sözcüklere "sarih (açık) sözcük" denir. Sarih sözlerle yapılan boşama,
bunların başka bir anlamda kullanılması adet olmadığı için bir niyet ve karineye de ihtiyaç
duyulmaksızın geçerli olur. “Talâk” (boşama) sözcüğü ve türevleri ile boşama bu
niteliktedir. "Sen boşsun, seni boşadım, seni boşamam üzerime borç oldu" gibi sözler
boşamada kullanılan açık (sarih) kelimelerdir. Şâfiî, Hanbelî ve Zâhirîlere göre
boşamada kullanılan sarih (açık) lafızlar üç tane olup bunlar Kur'an'da zikredilmiştir.
Bunlar "talâk", "firâk" ve "sirâh" sözcükleridir. Sırasıyla "boşama, ayrılma ve salıverme"
anlamlarına gelirler ki, her biri evliliğin sona ermesi anlamını kapsar. Mâlikîlere göre
anlaşılır kinayelî sözler de sarih hükmünde olup, bunlar sözlükte veya dinde boşama
anlamında kullanılması âdet haline gelen sözcüklerdir. Meselâ; "Serbest bırakmak,
ayrılmak" gibi. Bu yüzden "Sen ayrısın, kopmuşsun" gibi sözler de sarih hükmündedir.
Hem boşama hem de başka bir anlam ifade eden sözcüklere "kinâyelî sözcük" denir.
"Sen bana haramsın, seni kendime haram kıldım veya sen haram kılınmış birisin" gibi
sözler böyledir. Kinâyeli sözlerle yapılan boşama, ya boşama niyetinin bulunması, ya da
içinde bulunulan durumun boşamaya delâlet etmesiyle (karineyle) geçerli olur.
8.1.2.7. Vekil veya Elçi Aracılığı ile Talâk
Koca, eşini bir vekil aracılığı ile boşayabilir. "Eşimi boşamak üzere seni vekil tayin
ettim" demesi ile vekâlet akdi meydana gelir. Artık vekilin boşaması ile boşama
gerçekleşir. Elçi ise, kocadan aldığı boşama ile ilgili sözü, değiştirmeden aynen eşine
aktaran kimsedir. Koca elçiye; "Karıma git, onu bir ric'î talakla boşadığımı söyle" dese,
elçi bu haberi tebliğ eder ve boşama gerçekleşir. Boşama işinin kadına bırakılması, başka
bir deyimle kadına boşama yetkisi verilmesi de mümkündür. Buna “havâle” veya “tefvîz-i
talâk” denir.
8.1.2.8. Talâkın Zamana veya Şarta Bağlanması
Boşama, köle azadı veya borçtan ibra gibi hakkı düşürücü niteliği olan bir tasarruftur.
Bu nitelikteki tasarrufların bir şarta veya zamana bağlanması mümkün ve caizdir. Meselâ;
bir kimse borçlusuna; "Bu yılın ramazan ayı girince, seni bana olan borcundan ibra ettim"
veya "Okulunu doksanın üstünde not ortalaması ile bitirdiğin takdirde, seni bana olan
borcundan ibra ettim" dese, bu şartlar geçerli olur ve gerçekleşince de borç düşer. Đşte
boşamanın da bir şarta veya zamana bağlanması durumunda, şart gerçekleşir veya
belirlenen tarih gelirse boşama sonuçlarını doğurur.
Boşamanın şarta bağlanmasında eş, unutarak veya ikrah altında (zorlanarak) o işi
yapsa Hanefîlere göre yine boşama gerçekleşir. Şâfiîlere göre ise bir şey gerekmez. Ancak
eş şartı bilerek yaparsa boşamanın meydana geleceği konusunda açıklık vardır.
Hanbelî müçtehit âlim Đbni Teymiye ve öğrencisi Đbni Kayyım'a göre şarta bağlama,
sözünü güçlendirmek için yemin tarzında olmuşsa, şart gerçekleşince boşama meydana
gelmez. Böyle bir durumda (yemini bozmadan dolayı) keffâret vermekle yetinilir. Çünkü
genellikle şarta bağlamalarda asıl gaye boşama değil sözünü güçlendirmektir (bk. etTahrîm
66/2; el-Mâide 5/89).
Şartlı Talâkta, Şartı Etkisiz Kılmanın Yolu
14
Bazı şartlar etkisiz hale getirilebilir. Mesela, koca kızgınlık sırasında eşine, “babanın
evine gidersen üç talâkla boşsun” dese, daha sonra pişmanlık duyarsa, bu şartı şu şekilde
etkisiz kılabilir: Kadın babasının evine gitmeden önce koca onu bir bâin talâkla boşar.
Kadın iddet içinde iken veya iddetten sonra babasının evine gider. Bundan sonra, boşayan
kocası ile yeniden evlenirse bu şarttan kurtulmuş olurlar. Bu takdirde eşlerin iki boşama
hakkı kalmış bulunur. Yukarıda geçtiği üzere çoğunluk fakihlere göre bâin talakla boşanan
kadını yeniden boşamak geçerli değildir. Çünkü bâin talakla evlilik bağı kopmuştur.
8.1.2.9. Talâkın Sayısı
Đslâm'dan önceki Arap toplumunda boşamanın sayısı belli değildi. Đslam, evli bir
erkeğin eşi üzerindeki dönülebilen boşama hakkını iki ile, toplamını ise üç ile sınırladı:
ِ وا م َ ما آتْيتُمُ ”
ُخذُ
ْ
ْن َ تأ
َ
ان َ وَ# َ ي ِحل
لَ ُكْم أ
ْح َس ٍ
ِ
إ
ِ
ٌ يح ب
ِ
ْو َ ت ْسر
َ
َمْعرُوفٍ أ
ِ
ْم َس ٌ اك ب
ِ
ان َ فإ
ِ
َ= ُق َ م َرت
الط َ
# أ
ِ
َ# ِ يُق َيم َ وھُن ش ا ْيئًا إ
ْن َ ي َخ َافا أ
َك ُ حُد ُود
ْ
ِه ِ تل
ِ
َم ِ ا ف َيما افَْتَد ْت ب
ِ
ْيھ
َ فَ= َ جُن َ اح َ علَ
َ# ِ يُق َيم ُ ا حُد َود 3ِ
ْم أ
تُ
ْن ِ خفْ
ِ
َ فإ
ِ3
َ فَ= َ ت ْعَتُد َوھ َ ا و َم ْن َ يَتَعد ُ حُد َود 3 ُحُد َود ِ
ِ3
ِئ َك ُ ھُم الظالِ َ مُون
ُولَ
َفأ (229 )
ِ
ْن َفإ
َ
َما أ
ِ
ْيھ
َق َھ َ ا فَ= َ جُن َ اح َ علَ
ْن َ طل
ِ
ِك َح َ زْو ًج َ ا غْي َر َ هُ فإ
ِ هُ م ْن َ ب ْعُد َ حت َى تنْ
َق َھ َ ا فَ= َ ت ِحل
لَ
ْن َ طل
َ مُون
َ ي ْعلَ
ٍ
َھا لَِقْوم
َك ُ حُد ُود 3ِ َ يُبينُ
ْ
ْن ِ يُق َيم ُ ا حُد َود 3ِ َ وِتل
َ
ْن َ ظنا أ
ِ
Dönüş yapılabilecek) boşama) / َي (230) َت َر َ اجَعا إ
iki defadır. Sonrası, ya iyilikle geçinmek, ya da güzellikle ayrılmaktır. (Evlilikte) tarafların
Allah’ın belirlediği ölçüleri koruyamama endişeleri dışında kadınlara (örf ve âdete uygun)
verdiğiniz mehirlerden (boşanma esnasında) bir şeyi geri almanız, sizin için helâl olmaz.
Eğer onlar Allah’ın belirlediği ölçüleri gözetmeyecekler diye endişe ederseniz, o zaman
kadının (boşanmak için) bedel vermesinde ikisine de günah yoktur. Bunlar Allah’ın
koyduğu sınırlardır. Sakın bunları aşmayın. Allah’ın koyduğu sınırları kim aşarsa, onlar
zalimlerin ta kendileridir. Yine erkek karısını (üçüncü defa olarak) boşarsa, ondan sonra
kadın (kendinden) başka bir erkeğe nikâhlanıp varıncaya kadar ona helâl olmaz. Bununla
beraber, eğer bu yeni koca da onu boşarsa onlar (birinci koca ile aynı kadın) Allah'ın
sınırlarını ayakta tutacaklarını zannederlerse, (iddet bittikten sonra tekrar) birbirine
dönmelerinde her ikisi hakkında bir sakınca yoktur. Đşte bu, bilen bir topluluk için Allah'ın
açıkladığı sınırlardır.” (el-Bakara 2/229-230).
Bir veya iki defa boşanan bir kadın, başka bir erkekle evlenip, ondan da ayrıldıktan
sonra yeniden eski kocası ile evlense, Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre, önceki boşamalar
yok sayılır ve eski koca yeniden üç defa boşama hakkına sahip bulunur. Đmam
Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise ikinci koca, önceki kocaya ait bir
veya iki boşamayı yok edemez.
Bir veya iki defa boşanan bir kadın, ric’î talakla boşanmışsa iddeti içinde yeni bir
nikâha gerek kalmadan, bâin talakla boşanmışsa yeni bir nikâh ile boşayan kocası ile
evlilik hayatına devam edebilir. Aşağıda bu konuda bilgi vereceğiz.
Üçten fazla yapılan boşamalarla yalnız üç boşama meydana gelir, fazlası lağv
(hükümsüz) kabul edilir. Üç boşama gerçekleşince artık kadın başka bir erkekle evlenip
karı-koca hayatı yaşadıktan sonra ayrılmadıkça eski kocası ile yeniden evlenemez (elBakara
2/230). “Hülle / Tahlîl” adı verilen ikinci evlilikten sonra kadın eski kocasına
dönerse, koca bu kadın üzerinde yeniden üç boşama hakkına sahip olur. Đslâm'a uygun bir
hüllenin şartları şunlardır: a) Üç kez boşanan kadın iddetini tamamlayacak, b) Kadın
15
başka bir erkekle sahih nikâhla evlenecek, c) Bu ikinci evlilikte cinsel birleşme olacak, d)
Ölüm, boşanma veya fesih yoluyla bu evlilik sona ermiş bulunacak, e) Kadın, ikinci
kocadan olan iddetini de tamamlamış olacak.
Boşama şartıyla (anlaşmalı) yapılan hülle evliliği, Hanefî ve kimi Şâfiîlere göre
tahrîmen mekruh olmakla birlikte geçerlidir. Ancak anlaşmalı evlilikte konuşulan şart yok
sayılır. Eğer ikinci koca onunla cinsel temasta bulunduktan sonra boşar ve kadın iddetini
de tamamlamış olursa eski kocasına helâl olur. Çünkü evlilik sırasında öne sürülen boşama
şartı, fasit bir şart olup, böyle bir şart lağıv (hükümsüz) kabul edilir ve nikâh akdi geçerli
olur. Anlaşmalı evliliğin mekruh olması evliliğin maksatları ile çelişmesi yüzündendir.
Đmam Mâlik, Ahmed b. Hanbel ve Şâfiîlerin çoğunluğuna göre ise, anlaşmalı hülle
evliliği batıldır. Dayandıkları delil; Hz. Peygamber (sav)'in hülle yapana ve yaptırana lânet
etmesi ve geçici evliliği üstlenen erkeğe ise “kiralık teke” ifadesini kullanmasıdır.
Aynı Anda Gerçekleşen Üç Talâk
Aynı anda gerçekleştirilen üç boşamanın sünnete aykırılığı hususunda fıkıh bilginleri
arasında ittifak bulunmaktadır. Fakat böyle bir boşamanın hukuken geçerli kabul edilip
edilmeyeceği, şayet geçerli ise bir boşama mı, yoksa eşleri birbirinden kesin olarak ayıran
üç boşama mı sayılması gerektiği hususlarında farklı görüşler ortaya çıkmıştır.
Bazı fıkıh bilginleri Kitap ve Sünnet'in irşadına aykırı olan boşamaların geçerli
olmadığı, dolayısıyla hiçbir hukukî sonuç doğurmadığı görüşündedirler. Hanefî, Mâlikî,
Şâfiî, Hanbelî fıkıh bilginlerinin çoğunluğu ile çağdaş dönem Đslâm hukukçularının
genelinin kanaatine göre ise bu tür boşamalar bidat ve haram olmakla birlikte,
gerçekleşmesi halinde hukuken geçerlidir. Dolayısıyla bid'î boşama, tıpkı sünnete uygun
şekilde meydana gelen boşama gibi sonuç doğurur. Aynı anda gerçekleşen üç boşamanın
hukuken geçerli olduğu görüşünde olanlar, bunun “üç boşama” mı, yoksa “bir boşama”
mı sayılacağı hususunda iki farklı görüş ortaya koymuşlardır:
a) Aralarında sahabe ve tâbiûn neslinin önde gelen simalarıyla, Hanefî, Mâlikî,
Şâfiî ve Hanbelî mezhebi fakihlerinin de bulunduğu çoğunluk, sünnete aykırı biçimde
aynı anda gerçekleşen birden fazla boşamalarda, kullanılan boşama yetkisinin tamamının
geçerli olacağı görüşündedirler. Buna göre aynı anda üç boşama hakkı birden
kullanılmışsa, bir evlilikte tanınan boşama yetkisinin tamamı kullanıldığından, taraflar
arasında kesin ayrılık meydana gelmiş olmaktadır. Çoğunluk görüşü Hz. Ömer'in bu
konudaki uygulamasına dayanmaktadır. Hz. Ömer bu tür boşamaları üç boşama olarak
geçerli kabul etmiş ve sahabe de buna karşı çıkmamıştır. Dolayısıyla söz konusu hüküm
hakkında sahabe arasında icmâ meydana gelmiştir.
b) Sahabe, tâbiûn ve ilk müçtehit imamlardan bazılarına, Đbni Teymiyye, Đbni
Kayyım el-Cevziyye, Şevkânî gibi fıkıh bilginleriyle günümüz Đslâm hukukçularının
çoğunluğuna göre ise, bu şekildeki boşamalar sadece bir boşama olarak geçerlik kazanır.
Bu görüşü benimseyenlerin dayanağı ise Hz. Peygamber (sav) ve Hz. Ebu Bekir dönemi
uygulamalarıyla, Rasul-i Ekrem (sav)'in, bu şekilde meydana gelen bazı boşamalar üzerine
takındığı tavır ve yaptığı açıklamalardır.
16
8.1.2.10. Talâkın Çeşitleri
Talâk (boşama), evliliği derhal sana erdirip erdirmemesi veya sünnete uygun olarak
yapılıp yapılmaması bakımlarından kısımlara ayrılır.
8.1.2.10.1. Dönüşlü Olup Olmamasına Göre
8.1.2.10.1.1. Ric’î Talâk
Kocaya boşadığı eşine, iddet süresi sonuna kadar, yeni bir evlilik akdine ve yeni bir
mehir verilmesine gerek olmaksızın tek yanlı iradeyle dönüş hakkı veren boşamaya "ric'î
talâk" (dönülebilir boşama) denir. Kocanın dönmesi, yeni bir sözlü irade beyanı ile
olabileceği gibi evlilik hayatına fiilen dönmesi (öpme, sarılma, ilişki vb.) suretiyle de olur.
Bir boşanmanın ric’î talâk olabilmesi için, boşanmanın zifaftan sonra meydana
gelmesi, şiddet veya mübalağa ifade etmeyen bir tarzda delâleti açık (sarih) olan kelimeler
kullanılarak yapılmış olması, bir bedel karşılığı (muhâlaa) olmaması ve bu talâkın üçüncü
boşanma olmaması gerekir. Ayrıca mahkeme kararı ile boşanmayı bir ric’î talak sayanlar
olduğu gibi, bir bâin talak sayanlar da vardır.
Ric'î Talâkın Hukukî Sonuçları
i) Boşama sayısı eksilmiş olur. Koca, eşini bir ric'î talakla boşamışsa, geride iki boşama,
eğer iki ric'î talakla boşamışsa tek boşama hakkı kalır.
ii) Boşanan kadın razı olsun veya olmasın, kocanın iddet içinde yeni bir nikâh akdine ve
yeniden mehir tespitine gerek olmaksızın eşine dönme hakkı bulunur. Ric'î boşamada
dönüş ancak birinci veya ikinci boşamadan sonra henüz iddet bitmeden önce mümkündür.
Çünkü iddet sonunda ric'î boşama, “bâin talâk”a (kesin boşamaya) dönüşür. Artık bundan
sonra yeni bir evlilik akdi olmadıkça eşlerin bir araya gelmesi mümkün olmaz.
iii) Đddet süresince koca eşini başka bir talakla boşayabileceği gibi “îlâ” (eşine
yaklaşmamaya yemin etme yoluyla boşanma), “zıhâr” (eşini mahrem hısımına benzetme
yoluyla haram kılma), “liân / mülâane” (kocanın eşine zina isnadı sebebiyle yeminleşme
ve lanetleşme sonucu boşanma), ve “hul’ / muhâlea” (bir bedel karşılığı boşama) gibi
evliliği sona erdiren diğer yöntemlere de başvurabilir. Çünkü boşamaya ehil olan, bunlara
da ehil sayılır. Đmam Şâfiî'ye göre ric'î talakla boşanmış olan kadına iddet sırasında
“muhâlea” yapmak geçerli değildir. Çünkü muhâleanın sonucu, kadının haram olmasıdır,
hâlbuki kadın, boşama ile haram olmuş durumdadır. Hanefîlere göre ise, kadın, kocasının
iddet içinde dönüşünü engellemek için bir bedel karşılığında ayrılma yolunu seçebilir, bu
onun hakkıdır.
iv) Đddet süresi içinde eşlerden birisi ölürse diğeri ona mirasçı olur.
v) Boşama durumunda mehrin peşine dönüşeceği kararlaştırılmışsa, ric'î boşamada
ancak iddet sonunda mehir peşine dönüşür.
8.1.2.10.1.2. Bâin Talâk
Boşama sırasında evliliği sona erdiren ve yeni bir nikâh akdi olmadıkça evliliğin devam
etmesine imkân vermeyen boşamaya "bâin talâk" (dönülemez, kesin, ayırıcı boşama) denir.
17
Bir boşanmanın bâin talâk olabilmesi için, boşanmanın zifaftan önce meydana
gelmesi, bir bedel karşılığı (muhâlaa) olması veya bu boşamanın üçüncü boşanma olması
gerekir. Bunun dışında kinayeli sözlerle veya şiddet ifade eden lafızlarla yapılan
boşama da Hanefîlere göre bâin talâk kabul edilmiştir. Ric’î talâk, iddetin bitmesi ile bâin
hâle gelir. Ayrıca liân ve îlâ sonucu gerçekleşen boşanmalar da bir bâin talak sayılır.
Mahkeme kararı ile boşanmayı bir bâin talak sayanlar olduğu gibi, bir ric’î talak sayanlar
da vardır. Bâin talâk ile meydana gelen ayrılığa “beynûnet” denmiştir. Bâin talak,
"beynûnet-i suğrâ (küçük ayrılık)" ve "beynûnet-i kübrâ (büyük ayrılık)" diye ikiye ayrılır:
“Beynûnet-i suğrâ”; bir veya iki bâin talak ile meydana gelen ayrılık olup kocaya,
boşadığı eşine iddet içinde veya daha sonra iki tarafın rızası ile iki şâhit huzurunda yeni bir
nikâhla ve yeni bir mehir belirleyerek dönme imkânı veren boşamadır.
“Beynûnet-i kübrâ” ise; üç bâin talak ile meydana gelen ayrılık olup kocaya, boşadığı
eşine “hülle” olmaksızın yeniden evlenme imkânı bulunmayan boşama çeşididir. Kocanın
eşini bir defada veya ayrı zamanlarda üç kere boşaması durumunda kesin ve büyük ayrılık
meydana gelir.
Bâin Talâkın Hukukî Sonuçları
Beynûnet-i Suğrâ Durumunda
i) Boşama ile derhal nikâh ortadan kalkar fakat yeniden evlenme helalliği devam eder.
ii) Kullanılan boşama, sayıyı eksiltmiş olur. Meselâ; koca, eşini zifaftan sonra bir bâin
talakla boşamışsa, bu kadınla ileride yeniden evlenmesi durumunda yalnız iki boşama
hakkına, eğer daha önce iki defa boşamışsa tek boşama hakkına sahip bulunur.
iii) Kadın iddet sonuna kadar koca evinin bir bölümünde kalabilir ve kocanın nafaka
yükümlülüğü devam eder (ancak cinsel birleşmeden önce boşanan kadın iddet
beklemeyeceği için nafaka da alamaz. bkz. el-Ahzâb 33/49).
iv) Ölüm veya boşanma zamanına ertelenmiş olan mehir, peşine dönüşür ve derhal
ödenmesi gerekir.
v) Đddet içinde, boşanan karı-kocadan biri ölürse, diğeri ona mirasçı olamaz. Ancak bu
boşama ölüm hastası olan koca tarafından yapılır ve sırf eşini mirastan mahrum etmek
için yapıldığı karine ile sabit olursa, çoğunluğa göre koca, kadın iddet içinde iken ölürse
karısı ona mirasçı olur. Mâlikîlere göre ise iddetten sonra ölse de mirasçı olur.
vi) Kocanın, iddet içinde eşini yeniden boşaması, prensip olarak bâin boşama
niteliğinde sayılır.
Beynûnet-i Kübrâ Durumunda
i) Kocanın bu kadın üzerindeki boşama hakkı bitmiş olur.
ii) Evlilik akdine derhal son verir. Üç talakla boşanan eşler yeniden evlenmek isterlerse,
şu şartların gerçekleşmesi gerekir:
18
Kadın, boşandığı kocasından olan iddetini tamamladıktan sonra başka bir erkekle
evlenerek zifafa girmiş olacak, bu ikinci evlilik kocanın ölümü veya boşanma gibi bir
nedenle sona ererse, kadın ölüm veya boşanma iddetini tamamlayacak. Bundan sonra
isterse daha önce kendisini üç talakla boşamış olan eski kocasına yeni bir nikâh akdi ile
dönebilir ve koca yeniden üç boşama hakkına sahip bulunur. Bu ikinci evlilik işlemlerine
"hülle" adı verilir.
iii) Kadın iddet sonuna kadar koca evinin bir bölümünde kalabilir ve kocanın nafaka
yükümlülüğü devam eder.
iv) Eşler arasında miras cereyan etmez. Ancak Şâfiîler dışında çoğunluğa göre, koca
ölüm hastası iken eşini mirastan mahrum etmek gayesiyle üç talakla boşamışsa iddet
süresince ona mirasçı olabilir.
v) Ödenmesi geri bırakılan mehir peşine dönüşür ve hemen ödenmesi gerekir.
vi) Bâin boşamalarda kadın, kocasının yanına tesettürsüz çıkamaz. Eğer kocasının
evinde iddetini geçirecekse, ev dar olur ve kocası da fâsık bulunursa, kocasının evi eşine
bırakarak başka bir yere çıkması daha uygundur.
8.1.2.10.2. Sünnete Uygun Olup Olmamasına Göre
8.1.2.10.2.1. Sünnî Talâk
Sünnete uygun olarak yapılan boşamaya "sünnî talâk" (sünnete uygun boşama) denir.
Hanefîler, sünnî boşamayı “hasen” (iyi) ve “ahsen” (daha iyi) diye ikiye ayırırlar:
“Ahsen talâk”; erkeğin karısını ay halinde değilken ve o dönemde hiç ilişkide
bulunmadan bir ric’î talâk ile boşayıp iddeti bitene kadar onunla ilişkiyi kesmesi ve bu
arada yeni bir boşamada bulunmamasıdır.
“Hasen talâk” ise; erkeğin karısını ay halinde değilken ve o dönemde hiç ilişkide
bulunmadan bir ric’î talâk ile boşayıp ikinci ve üçüncü temizlik dönemlerinde yeniden
birer ric’î talâkla boşamasıdır. Böylece üç temizlik döneminde üç boşama gerçekleştirmiş
olur. Hanefîlerin “hasen” dedikleri ve sünnete uygun buldukları bu şekil boşamayı diğer
mezhepler “bid’î” sayarlar.
8.1.2.10.2.2. Bid‘î Talâk
Sünnete uygun olmayan boşamaya “bid’î talâk” (sünnete aykırı boşama) denir. Sünnî
talâk ölçülerine uymayan talâktır. Buna göre; kadını ay halinde iken boşamak, ilişkide
bulunulan temizlik halinde iken boşamak, bir temizlik halinde birden fazla boşamak veya
bâin talâkla boşamak bid’î talaktır. Hanefî, Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî fıkıh bilginlerinin
çoğunluğuna göre bu tür boşamalar bidat ve haram olmakla birlikte, gerçekleşmesi
halinde hukuken geçerlidir. Dolayısıyla bid'î boşama, tıpkı sünnete uygun şekilde meydana
gelen boşama gibi sonuç doğurur.
8.1.2.11. Talâk Đle Fesih Arasındaki Fark
Talâk ile fesih arasında iki temel fark vardır:
19
a) Talâk (boşama) evliliği sona erdirmekle birlikte, eş üzerindeki haramlık ancak
üçüncü boşama ile ortaya çıkar. Fesih ise hem evliliği sona erdirir, hem de eş üzerindeki
helal olma derhal ortadan kalkar.
b) Talâk veya feshi gerektiren nedenler çoğu zaman birbirinden ayrıdır. Boşama, geçerli
ve bağlayıcı bir nikâhtan sonra kocanın bir hakkı olarak ortaya çıkarken; fesih, çoğu zaman
evliliğin devam etmesine engel teşkil eden bir eksiklik yüzünden söz konusu olur.
8.1.3. Hul’ / Muhâlea
“Hul’ / muhâlea”; kadının vermeyi kabul ettiği bir bedel karşılığında evliliğe son
vermek, başka bir deyimle eşlerin karşılıklı anlaşma yoluyla evliliğe son vermeleri
anlamına gelir. Hanefîlerin de dâhil bulunduğu çoğunluğa göre muhâlea yoluyla
boşama, bir bâin (kesin) talâk sayılır. Đmam Şâfiî’ye göre ise muhâlea boşama değil,
fesihtir. Đslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, eşler karşılıklı anlaşınca evlilik muhâlea
yoluyla kendiliğinden sona erer. Ayrıca hâkimin hükmüne ihtiyaç bulunmaz.
8.1.4. Tefrîk (Kazâî Boşama)
Erkek boşama hususunda belli bir kurumun onayına ihtiyaç duymaksızın boşama
hakkına sahip olduğundan Hanefîler erkeğin mahkeme yoluyla boşanma talebini kabul
etmemişlerdir. Fakihlerin çoğunluğu ise boşanmak için mahkemeye müracaat hakkının
her iki eşe ait olduğunu benimsemişlerdir. Ancak boşanmada hâkimin devreye girmesi
daha çok kadının başvurusu üzerine olmaktadır. Çünkü kocanın her zaman doğrudan
boşama yetkisi bulunduğu için ekseriyetle mahkemeye başvurma gereği duymamaktadır.
8.1.4.1. Tefrîkin Tanımı ve Niteliği
Evliliğin bir sebebe binaen hâkim tarafından sona erdirilmesine "tefrîk" (mahkemenin
ayırması) denir. Bazı boşanma sebepleri ortaya çıkınca, kadının mahkemeye başvurarak
evliliğe son verdirmesi mümkündür.
Đslâm hâkiminin ayırması "talâk" niteliğinde olabileceği gibi, evliliği temelden yok
sayan "fesih" niteliğinde de olabilir. Nitekim hastalık ve kusur, nafakayı sağlamama,
kayıplık, şiddetli geçimsizlik veya hapis gibi bir nedenle ayrılma "talâk" sayılırken;
eşlerden birisinin dinden çıkması (irtidat) veya yalnız kadının Đslâm'a girmesi, kocanın eski
dininde kalması gibi bir nedenle Đslâm hâkiminin ayırması bir fesih niteliğindedir.
Đmam Mâlik'e göre ise “talak” ve “fesih” ayırımında, boşanma sebebi esas alınır.
Eşlerin ayrılması kendi istekleriyle olmayıp da, dinin emri gereği ise ayrılık bir fesih
sayılır. Eşlerin süt hısımı olması gibi. Eğer eşler bir özür ya da hastalık yüzünden hâkim
aracılığı ile ayrılmışlarsa, bu da bir talak niteliğindedir.
Talak sayılan mahkeme kararı ile üç boşama hakkından birisi eksilir; fesih sayılan
mahkeme kararı ile ise fesih evlilik akdini temelden yok sayma anlamına geldiği için,
boşama sayısında bir eksiklik meydana getirmez. Fesih genellikle fâsit, bâtıl veya
başlangıçta bağlayıcı olmayan (gayri lâzım) evliliklerde söz konusu olur.
20
8.1.4.2. Tefrîk Sebepleri
8.1.4.2.1. Hastalık ve Bedensel Kusurlar
Evlilik akdi sırasında mevcut olan veya evlilik sırasında meydana gelen bazı özür veya
hastalıklar yüzünden, kadının boşanmak üzere Đslâm hâkimine başvurma hakkı vardır.
Hanefîlere göre kocanın mahkemeye başvurmadan, eşini boşama imkânı her zaman
bulunduğu için herhangi bir kusur veya hastalık nedeniyle dava açma hakkı ona
tanınmamıştır. Hanefîler dışındaki çoğunluğa göre ise eşlerden her birinin özür
sebebiyle ayrılma talebinde bulunması caizdir. Çünkü özür veya hastalık yüzünden eşlerin
her ikisi de zarar görebilir. Kocanın boşama yerine hâkime ayrılık için başvurması onu
mehir borcundan kurtarır. Diğer yandan koca, eşinde bulunan kusur yüzünden aldatıldığını
öne sürerek iddet nafakası veya eşini iddet süresince evinde barındırma gibi malî
yükümlülüklerden kurtulmak isteyebilir.
Ebû Hanife ve Ebû Yusuf'a göre kadının Đslâm hâkimine başvurarak evliliğe son
verdirebileceği kusurlar beş tane olup şunlardır: i) Kocanın iktidarsızlığı (‘innet), ii)
Erkeğin cinsiyet uzvunun kesik olması (mecbûb), iii) Hadım edilmiş olması (hasîy), iv)
Erkeğin büyü, sihir vb. bir etki ile bağlı olması, v) Kocanın cinsiyetinin belirsiz olması
(hunsâ). Đmam Muhammed'e göre ise kadın, kocasıyla birlikte yaşadığı takdirde zarar
göreceği her kusur ve hastalıktan dolayı Đslâm hâkimine başvurulabilir. Đmam Şâfiî ve
Mâlik'e göre eşlerden her biri diğerinde bulunan ve cinsel teması engelleyen bir
kusurdan veya akıl hastalığı, cüzzam ve alaca hastalığı (baras) gibi tiksindirici özürlerden
dolayı hâkime başvurabilir.
Yukarıda belirtilen kusur ve hastalıklar bilinerek evlenilmişse, artık bunlara dayanarak
tefrik istenemeyeceği konusunda görüş birliği vardır.
Bir özür veya hastalık nedeniyle hâkimin eşleri ayırması Hanefî ve Mâlikîlere göre
talâk, Đmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise fesih niteliğindedir.
8.1.4.2.2. Nafakayı Kesme veya Temin Edememe
Erkeğin fakirlik yüzünden eşinin geçimini sağlayamaması Hanefîlere göre bir boşanma
nedeni sayılmamıştır. Delilleri şu âyettir: " نْ
ِ
َم ِائ ُكْم إ
ِ
َي َام ِى منْ ُكْم َ والصالِ ِح َين ِ م ْن ِ عَب ِاد ُكْم َ وإ
ِك ْ حُوا اGَ
نْ
َ
َوأ
ِ ُم 3ُ ِ م ْن َ ف ْضلِ ِه َ و 3ُ َ و ِ اس ٌع َ علِ ٌيم
Eğer evlenecek kişiler fakir iseler Allah onları fazlu / َي ُكونُوا فَُق َر َ اء ْ يُغِنھ
keremiyle zengin yapar." (en-Nûr 24/32). Burada, fakirlik bir evlenme engeli sayılmadığı
gibi, evliliğin teşvik edildiği de görülür. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise koca, eşinin
nafakasını sağlamadığı takdirde, kadının mahkemeye başvurarak boşanma talebinde
ْم ِس ُك ِ وھُن ض َر ً ار ِ ا لَت ْعَتُدوا" .bulunması mümkündür
ُت #َوَ / Boşadığınız eşlerinizi haklarına tecavüz
ederek zarar vermek için onları yanınızda tutmayın" (el-Bakara 2/231) ayetini delil
getirmişlerdir.
8.1.4.2.3. Şiddetli Geçimsizlik ve Kötü Muamele
Eşlerin birbirinin izzet, şeref ve haysiyetine yönelik ithamları sonucunda çıkan şiddetli
tartışmalara "şikâk" (şiddetli geçimsizlik) denir. “Kötü muamele” ise kocanın eşini, söz
veya fiille rahatsız etmesidir. Ağır küfürlerle sövmesi, onur kırıcı bir şekilde eşini küçük
21
düşürmesi, iz bırakacak şekilde dövmesi, Yüce Allah'ın haram kıldığı bir fiili işlemeye onu
zorlaması veya önemli bir sebep olmaksızın onu terk edip ilgi göstermemesi kötü
muameleler arasında sayılabilir.
Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlere göre şiddetli geçimsizlik ve kötü muamele doğrudan bir
boşanma sebebi sayılmaz. Çünkü erkeğin eşini boşama yetkisi bulunduğu için, evliliğin
yürümeyeceği kanaatine varınca doğrudan eşini boşaması mümkündür. Kadın ise her
zaman mahkemeye başvurup kocasının kötü söz ve fiillerini engelleme imkânına sahiptir.
Hâkim bu konuda gerekli önlemleri alır. Bu yüzden hemen boşama yoluna gitmesi
gerekmez. Diğer yandan kadının bir bedel üzerinde anlaşarak boşamayı sulh yoluyla
sağlaması da mümkündür. Mâlikîlere göre ise şiddetli geçimsizlik durumunda hâkimin
kadının başvurusu üzerine eşleri ayırması caizdir. Delilleri; "Zarar verme ve zarara
karşılık zarar verme yoktur." hadisidir.
8.1.4.2.4. Kocanın Kaybolması
Kayıplıkta iki durum söz konusudur. Birincisi, kocanın kaybolup kendisinden haber
alınamaması, ölü mü diri mi olduğunun bilinmemesidir. Bu şekilde olan kimseye
“mefkûd” denir. Đkincisi, hayatta olduğu bilinmekle birlikte evine gelmeyen kimsedir.
Buna da “gâib” denir.
Hanefîlere ve Şâfiîlere göre kocası ister mefkûd olsun, ister gâib olsun kadının tefrik
için mahkemeye başvurma hakkı yoktur. Çünkü bunlar kimse kesin olarak öldüğü
bilinmedikçe sağ kabul edilir. Mefkûdun ölümüne hükmedilebilmesi için, yaşıtlarının
hayatta kalmamış olması gerekir. Bunun tespitinin mümkün olmaması halinde, 90 yaşına
ulaşmış da hala dönmemiş ise, ölümüne hükmedilir. Delilleri; kesin olarak bilinen hayatta
oluş, aksi ispat edilene kadar var kabul edilir (istihbâb). Hz. Ali'nin uygulaması da bu
şekilde olmuştur. Mahkemece ölümüne hükmedilince, ölüm hükmen gerçekleşmiş ve
şahsiyeti sona ermiş olur. Malı mirasçılarına taksim edilir, eşi iddetini bekledikten sonra
başkasıyla evlenebilir. Mâlikîlere ve ölümü kuvvetli bir ihtimal ise Hanbelîlere göre
kadın, mefkûd kocası için 4 yıl bekler ve bu süreden sonra tefrik için mahkemeye
başvurabilir. Hâkim, eşleri ayırırsa kadın dört ay on gün ölüm iddeti bekler. Hz. Ömer'in
uygulaması bu şekilde olmuştur. Ancak kaybolan kişi yetmiş yaşına ulaşmadıkça malları
üzerinde miras cereyan etmez. Osmanlı Aile Hukuku Kararnamesi’nde, Hanefîlerin
içtihadına göre mefkûdun eşinin çok uzun müddet beklemesi gerektiği ve bunun kadın
aleyhine katlanılması güç bir durum olduğundan, Malikî mezhebinin görüşü kabul
edilmiştir. Yine Mâlikîlere ve Hanbelîlere göre kocanın gâibliği uzar ve kadın da bundan
zarar görürse tefrik için mahkemeye başvurabilir. Gâibin yeri belli değilse kadın, bir yıl
veya daha fazla bekledikten sonra tefrik talebiyle mahkemeye başvurabilir. Hanbelîlere
göre ise gâibliğin tefrik sebebi olabilmesi için bir özre dayanmaması gerekir. Mahkemenin
ayırması Mâlikîlere göre bir bâin talak, Hanbelîlere göre ise fesihtir.
Kaybolma savaşta olur, savaşa katılan asker ve esirlerin dönüşünden itibaren bir yıl
süreyle dönmezse eşinin başvurusu üzerine Đslâm hâkimi evliliğe son verir. Kadın ölüm
iddetini bekleyip başkası ile evlenebilir. Bu evlilikten sonra, kaybolan kişi çıkar gelirse
ikinci evlilik feshedilemez. Fakat kadın Đslâm hâkiminden ayrılık kararı almadan evlenir ve
22
bundan sonra eski kocası ortaya çıkarsa ikinci evlilik münfesih olur (bkz. Aile Hukuku
Kararnamesi, mad. 128-129).
8.1.4.2.5. Kocanın Hapsedilmesi
Mâlikîlerin dışında çoğunluk müçtehitlere göre kocanın hapsedilmesi veya
tutuklanması yahut düşmana esir düşmesi bir boşanma sebebi değildir. Çünkü bu konuda
bir nas (âyet hadis) yoktur. Mâlikîlere göre ise koca, özürlü veya özürsüz olarak eşinden
bir yıl ve daha fazla ayrı kalırsa, karısının mahkemeden boşanma talebinde bulunma hakkı
doğar. Đslâm hâkimi bir yılın üstünde ayrı kalmanın gerçekleştiğini tespit edince eşleri
ayırır. Bu ayırma bir bâin talak sayılır.
8.1.4.2.6. Liân / Mülâane
Kocanın karısını zina ile suçlaması ve bunu dört şahitle ispat edememesi durumunda,
hâkim önünde, özel şekilde ve karşılıklı olarak yeminleşmeye “liân” veya “mülâane”
denir. Bu yeminleşme Đslâm hâkimi önünde yapılır ve koca için zina iftirası cezasını (kazf),
kadın için ise zina cezasını (recm) düşürür. Bu yeminleşmeden sonra hâkim eşlerin arasını
ayırır. Burada, hâkimin ayırma hükmü, Ebu Hanîfe ve Đmam Muhammed'e göre "bâin
talâk" niteliğindedir. Çünkü prensip olarak hâkim kararı ile gerçekleşen boşama bâin talak
sayılır. Hanefîlerden Ebû Yusuf ve diğer üç mezhebe göre ise "nikâh akdini fesih"
niteliğindedir
Liân usulü ayette şu şekilde belirtilmiştir: " #
ِ
ْھُم ُ ش َھَداءُ إ
ْم َ ي ُك ْن لَ
َ ْزَو َ اج ْھُم َ ولَ
ِذ َ ين َ ي ْر َ مُون أ
َوال ْسُھُم
فُ
نْ
َ
أ
ِمَن ِ الصادِق َين
نهُ لَ
ِ
ا6ِ إ
ِ
ْرَب َ عُ ش َھ َاداتٍ ب
َ
َحِد ِھ ْم أ
َ
َين َف َش 6( ) َھ َادةُ أ
ِ
َك ِاذب
ْ
ْن َ ك َ ان ِ مَن ال
ِ
ْي ِه إ
ْعَن َة 3ِ َ علَ
َن لَ
َخ ِام َسةُ أ
ْ
َوال 7( )
ُ
َوَيْد َرأ
ا6ِ
ِ
ْرَب َع َ ش َھ َاداتٍ ب
َ
ْن َ ت ْش َھَد أ
َ
َ اب أ
َعذَ
ْ
َھا ال
َعن َين ْ
ِ
َك ِاذب
ْ
ِمَن ال
نهُ لَ
إ 8( ) ْن َ ك َ ان ِ مَن ِ الصادِق َين ِ
ِ
ْي َھا إ
َ ن غ َض َب 3ِ َ علَ
َ
َخ ِام َسَة أ
َوال )9( ْ
/ Hanımlarına zina isnat edip de, kendilerinden başka şahitleri olmayanların şâhitliği,
doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah'ı şahit tutup yemin etmesiyle olur.
Beşinci defasında, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın lânetinin kendi üzerine olmasını
diler. Kadının da kocasının yalancılardan olduğuna dair, Allah'ı dört defa şahit tutup
yemin etmesi, cezayı kendisinden kaldırır. Beşinci defasında; kocası doğru söyleyenlerden
ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını diler." (en-Nûr 24/6-9).
Liân'ın sebebi ikidir: 1) Bir erkeğin karısına, zina isnadında bulunması, 2) Babanın
henüz doğmamış olan veya doğmuş bulunan çocuğun nesebini reddetmesi. Ebu Hanîfe'ye
göre çocuğun nesebini reddetmek, hemen doğumun arkasından veya normal olarak en
geç bir hafta içinde olmalıdır. Koca, karısının doğurduğu çocuğun nesebini kabul
etmemekle, ona zina isnadında bulunmuş olur ve mulâane yoluna gidilir. Bu süre geçtikten
sonra, çocuğun nesebi, susma sebebiyle sabit olur. Ebû Yûsuf ve Đmam Muhammed'e
göre ise, lohusalığın sonuna kadar, çocuğun nesebini reddetmek mümkündür. Bunun süresi
ise doğumdan itibaren kırk gündür. Doğan veya doğacak olan çocuğun nesebi baba
yönünden reddedilince artık bu koca ile çocuk arasında miras ve nafaka hukuku cereyan
etmez.
Mulâane sırasında yeminden kaçınma veya liân'dan dönme hâlinde; Hanefîlere
göre liân'dan kaçınan koca ise, yemin edinceye veya yalan söylediğini itiraf edinceye
kadar hapsedilir. Hapis cezasının bir yarar sağlamayacağı belli olursa, kazif cezası
23
uygulanır. Yeminden kaçınan kadınsa, mulâane yapması veya kocasını tasdik etmesi için
hapsedilir. Kocasını doğrularsa serbest bırakılır. Hanefîler dışındaki çoğunluk Đslâm
hukukçularına göre, liândan kaçınanlara zina cezası uygulanır. Çünkü liân, zina cezasının
yerine geçmiştir (en-Nûr 24/8).
Koca, hâkim önünde yapılan liân işleminden sonra, yemininden dönerse kendisine kazif
cezası verilir.
Koca, daha sonra, yalan söylediğini ikrar eder veya şahitlik yapma ehliyetini
kaybederse, Ebu Hanîfe ve Đmam Muhammed'e göre karısı kendisine helal, Hanefîlerden
Ebû Yusuf ve diğer üç mezhebe göre ise, liân sonucu gerçekleşen ayrılık, süt hısımlığı
yüzünden ayrılıkta olduğu gibi "nikâh akdini fesih" niteliğindedir; ebedî haramlığı
gerektirir ve artık bu iki eşin yeniden evlenmesi mümkün olmaz.
8.1.4.2.7. Îlâ
“Îlâ”, kocanın eşiyle cinsel teması yemin, adak veya bir şarta bağlayarak, belirli veya
belirsiz bir süre kendisini bundan menetmesini ifade eder. Yemin ederken süre
belirlenirse bunun en az dört ay olması da gereklidir. Dört aydan kısa süreli ilâ, evlilikle
ilgili bir sonuç doğurmaz. Bu durumda koca, süre dolmazdan önce eşine dönerse, yeminini
bozmuş sayılacağı için sadece yemin keffâreti gerekir.
Đslâm'dan önce, Hicaz yöresi Arapları îlâ işlemini, bir boşama yöntemi olarak
uyguluyorlardı. Ancak süresi geniş bir zamana yayıldığı için bu daha çok kadını baskı
altına almak, ona zarar ve sıkıntı vermek için kullanılmaktaydı. Çünkü koca bir, iki yıl
veya daha uzun süreyle eşine karşı kocalık görevini yapmıyor, yeni yeminle süreyi
uzatıyordu. Đlâ sonuna kadar evlilik akdi devam ettiği için, eşi yeni bir evlilik yapma
imkânı bulamaz ve gönlü incinmiş olarak günlerini geçirirdi. Ancak Đslâm, eşiyle bu
anlamda ilişki kesmeyi dört aylık süre ile sınırladı: " رُھٍ شْ َ
ْرَبَعِة أ
َ
ِ ْم َ ت َرب
صُ أ
َون ِ م ْن ِ ن َس ِائھ
ُ
ِذ َين ْ يُؤل
لِل
ٌور َ ر ِح ٌيم
َ غفُ
ن 3َ
ِ
ْن َ ف َ اءُوا فإ
ِ
َ س ِم ٌيع َ ع َفإ (226)
ن 3َ
ِ
ْن َ ع َز مُوا الطَ= َق َ فإ
ِ
Kadınlarına / َوإ ِل ٌيم (227)
yaklaşmamaya yemin edenler dört ay beklerler. Eğer bu süre içinde, yeminlerinden
dönerlerse, şüphesiz ki Allah, her şeyi çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Eğer
boşamayı kastederlerse, şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir" (elBakara
2/226-227). Koca bu süre içinde her an yemininden dönüp, eşiyle barışabilecek
ve yemin keffâreti vererek uhrevî sorumluluktan kurtulabilecektir. Kocanın eşine dönmesi
cinsel temasta bulunmakla veya bunun mümkün olmaması halinde sözlü olarak
gerçekleşir.
Koca eşine dönmez de dört aylık süre dolarsa; Hanefîlere göre, bu durumda hâkime
başvurmaya gerek olmaksızın, mücerret olarak sürenin geçmesiyle "bâin talâk" meydana
gelir. Hanefîlerin bu görüşü, ashâb-ı kiramdan Hz. Osman, Ali, Abdullah b. Mes'ûd,
Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer ve Zeyd b. Sâbit'e dayanır. Şâfiî, Mâlikî ve
Hanbelîlere göre ise, îlâ'da dört ay tamamlanınca, evlilik kendiliğinden sonra ermez. Bu
durumda koca eşine döner veya onu boşar. Her ikisini de yapmazsa, kadın hâkime
başvurarak boşanma isteğinde bulunur ve hâkim eşleri boşar. Her iki durumda da bir "ric'î
24
talâk" meydana gelir. Dayandıkları delil; ilâ âyetlerinde kocanın eşine dönmesiyle boşama
arasında muhayyer bırakılmış olmasıdır.
Boşama ister bâin, isterse ric'î sayılsın, sonuçta erkeğin bir boşama hakkı
eksilmektedir. Bu eşlerin, Hanefîlere göre yeni bir nikâh akdiyle, çoğunluk Đslâm
hukukçularına göre ise, iddet içinde, eşine dönme yoluyla yeniden evliliklerini
sürdürmeleri mümkündür.
8.1.4.2.8. Zıhâr
8.1.4.2.8.1. Zıhârın Tarifi
“Zıhâr”, "sırt" anlamına gelen "zahr" kökünden bir mastar olup, kocanın eşine "Sen
bana annemin sırtı gibisin" yani "haramsın" diyerek onu kendisine haram kılmasını ifade
eder. Zıhâr ve îlâ her ikisi de cinsel temasa engel olan bir yemin niteliğinde olması ve
keffâret verildiği takdirde yasağın kalkması bakımından birbirine benzer.
Đslâm'dan önce Arap toplumunda bir erkek, eşinin bir davranışına kızınca "Sen bana
anamın sırtı gibisin" derdi. Bununla karısı ona haram olur fakat boşanmış da sayılmazdı.
Böylece kadın ne evli ve ne de bekâr olmaksızın yalnızlığa terkedilirdi. Đslâm bu
uygulamayı kaldırdı. Ancak keffâret verinceye kadar eşleri birbirine geçici bir haram kabul
etti. Âyette şöyle buyrulur: : " نْ
َ
ِل أ
َ يرُ رَقَب ِ ةٍ م ْن َ قْب
ِ
َ وا فَت ْحر
ُ
م َ ي ُ عُود َون لِ َم َ ا قال
ُ
ِ ْم ث
ِذ َين َ يُظ ِ اھ َ رُون ِ م ْن ِ ن َس ِائھ
َوال
ِل ُكْم تُ
َي ٌ ير َت َماسا ذَ
ِ
َون َ خب
ُ
َم َ ا ت ْعَمل
ِ
ِه َ و 3ُ ب
ِ
َوع 3( ) ْم ُظ َون ب
ْن َ يَت َم َ اسا ف َم ْن لَ
َ
ِل أ
ِن ِ م ْن َ قْب
َعْي
ِ
ِن َ مُتَتاب
ِجْد َ ف ِصَي ُام َ ش ْھَرْي
ْم َ ي
َف َم ْن لَ
َك ُ حُد ُود 3ِ
ْ
ا6ِ َ و َرسُولِ ِه َ وِتل
ِ
ْؤ ِمنُوا ب
ِل َك لِتُ
َين ِ م ْس ِكينًا ذَ
ْطَع ُام ِ ست
ِ
َي ْس ِل ٌيم َت ِط ْع َ فإ
َ
ٌ اب أ
َين َ عذَ
ِ
َك ِافر
Kadınlarına / َ ولِل )4( ْ
zıhâr yapıp sonra söylediklerinden dönenler, eşleriyle cinsel temastan önce bir köleyi
hürriyetine kavuşturmalıdırlar. Size öğütlenen budur. Allah yaptıklarınızı haber
almaktadır. Buna imkân bulamayan, temaslarından önce aralıksız olarak iki ay oruç
tutmalıdır. Buna da gücü yetmeyen, altmış yoksulu doyurmalıdır. Allah'a ve elçisine
inanmanız için bu hükümler konmuştur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Đnkâr edenler için acı
bir azap vardır." (el-Mücâdele 58/3-4). Bu duruma göre, zıhârın meydana getirdiği
haramlığın kalkması için kocanın keffâret olarak bir köle azat etmesi, bu mümkün
olmayınca iki ay süreyle oruç tutması, buna da gücü yetmezse altmış fakiri doyurması
gerekir. Hanefîlere göre kölenin kâfir, müslüman, erkek, kadın, büyük küçük olması
önemli değildir. Ancak akıllı ve azalarının tam olması gerekir. Şâfiî ve Malikilere göre ise
azat edilecek kölenin mü'min olması şarttır.
Zıhâr yapan kocanın keffâret verinceye kadar eşine yaklaşması caiz değildir. Ancak
koca pişman olup eşini geri almak isterse, keffâreti yerine getirmesi gerekir. Çoğunluk
müçtehitlere göre keffâret vermeden önce cinsel temas yasak olduğu gibi, öpme ve
sarılma gibi davranışlar da caiz değildir. Đmam Şâfiî'ye göre ise âyette yalnız cinsel
temastan söz edildiği için, bunun dışında kalan fiiller haram kapsamına girmez.
Zıhârda koca keffâret vermekten kaçındığı takdirde mahkeme eşleri ayırma yoluna
gider. Çünkü keffâret vermedikçe eşler birbirine helal olmaz.
8.1.4.2.8.2. Zıhârın Meydana Gelme Şartları
8.1.4.2.8.2.1. Zıhâr Konusu Kadında Aranan Nitelikler
25
i) Zıhâr yapanın karısı olmalıdır. Çünkü zıhâr âyetinde "hanımlarına" buyurulmuştur.
Çoğunluğa göre kadın, kocasına karşı zıhâr yapamaz. Çünkü âyet, boşamada olduğu
gibi bu yetkiyi kocaya tanımıştır. Yalnız Ahmed b. Hanbel'den tercih edilen bir görüşe
göre ise kadın da zıhâr yapabilir.
ii) Nikâh mülkiyetinin her yönüyle tam olarak bulunması gerekir. Bu yüzden ric'î
boşama durumunda iddet süresince de zıhâr yapılsa geçerli olur. Fakat bâin boşama
veya muhâlea durumunda iddet süresince zıhâr geçerli olmaz. Çünkü bu çeşit
boşamalarla haramlık sabit olur, artık zıhâr gibi ikinci bir haramlık anlamsız kalır.
iii) Zıhârın, eşin bedenine veya bedenin bütününü temsil eden bir uzvuna yahut
yaygın bir parçasına izafe edilmesi gerekir. Sırt, baş, yüz, boyun veya cinsiyet uzvu
bedeni temsil edebilen parçalardır. Üçte bir, dörtte bir gibi yaygın bir cüz'e zıhâr yapmak
da bu niteliktedir.
8.1.4.2.8.2.2. Kendisine Benzetilende Aranan Nitelikler
i) Benzetilenin, kocaya ebedî olarak evlenme yasağı bulunan bir kadın olması
gerekir. Bu; nesep, süt veya evlenme yoluyla oluşan bir hısımlık olabilir. Anne, kız
kardeş, sütanne veya kayın valide bu niteliktedir.
ii) Benzettiği şey sırt, karın, uyluk, cinsel organ gibi bakması kendisine helal olmayan
bir uzuv olmalıdır. Bu duruma göre karısını, meselâ; annesinin yüzüne, başına veya
ellerine benzetmesi eşi üzerinde bir haramlık meydana getirmez. Çünkü bir erkeğin bu
yerlere bakması caizdir.
iii) Benzetilen, kadın cinsinden olmalıdır. Koca, eşine "Sen bana babamın" veya
"oğlumun sırtı gibisin" dese zıhâr meydana gelmiş olmaz.
8.1.5. Tahkîm
Anlaşmazlığa düşen kimselerin arasını bulmak üzere görevlendirilen kimseye "hakem",
hakem tayin etmeye veya anlaşmazlığın hakemler eliyle çözümlenmesine ise “tahkîm”
denir.
Hakem kararlarının uygulanması genellikle tarafların rızasına bağlıdır. Hâkim kararı ise
zorla uygulanır. Hakem usûlü, Đslâm aile hukukunda daha çok eşlerin birbiriyle
anlaşamaması halinde başvurulan bir yoldur. Geçimsizlik halinde hakeme başvurulması,
geçimsizlik nedenlerinin temeline inilerek eşleri barıştırma gayesine yöneliktir. Hakem
tayini ile ilgili âyette şöyle buyurulur: " كَ ح وا َ
ُ
َم َ ا ف ْابَعث
ِ
ْم ِ شَق َ اق َ بْيِنھ
تُ
ْن ِ خفْ
َوإ ْن ِ
ِ
ْھِل َھا إ
َ
ْھِل ِه َ و َح َكًم ِ ا م ْن أ
َ
ًم ِ ا م ْن أ
ً يرا
ِ
َ ك َ ان َ علِ ًيم َ ا خب
ن 3َ
ِ
ِق 3ُ َ بْيَن َھُما إ
ْصَ= ًح َ ا يُوف
ِ
َيدا إ
ِ
رُي / Eğer karı ile kocanın aralarının açılmasından
korkarsanız, o vakit kendilerine erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir
hakem gönderin. Bunlar, barıştırmak isterlerse, Allah aralarındaki dargınlık yerine
geçime, onları uyuşmaya muvaffak buyurur." (en-Nisâ’ 4/35). Bu âyette hitap
hâkimleredir. Koca, geçimi sağlamaya muvaffak olamamışsa, eşlerden birinin hâkime
başvurarak hakem tayinini talep etmek hakkı doğar.
26
Hakemlerin eşlerin hısımlarından olması daha uygundur. Çünkü eşleri iyi tanır,
geçimsizlik sebeplerini bilir ve ara bulmaları daha kolay olur. Fakat hâkimin, hakemleri
yabancı kişilerden seçmesi de mümkündür.
Fakihler geçimsizlik halinde eşlerin hakeme başvurabilecekleri konusunda görüş birliği
içindedir. Ancak hakemlerin vereceği kararın niteliği üzerinde bazı görüş ayrılıkları
olmuştur. Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel'in Hanbel’in iki görüşünden birine göre,
eşler özel yetki vermedikçe hakemler boşamaya karar veremez. Çünkü onlar vekil
durumunda olup verilen yetki dışına çıkamazlar. Âyette hakemlerin yetkisi ise "ıslâh"tan
ibarettir. Ancak eşler hakemlere özel yetki vermişse, bu takdirde boşamaları mümkündür.
Đmam Şâfiî'nin bu konuda iki görüşü vardır. Đlk görüşü Hanefîler gibidir. Đkinci
görüşüne göre ise, âyetteki hakem, hâkim demektir. Hâkim kendine gelen davayı
tarafların rızası olmasa da hükme bağlama yetkisine sahiptir. Đmam Mâlik de bu
görüştedir. Hakemler, eşlerin arasını ıslah edemezlerse ve geçimsizliğin kadından
kaynaklandığı kanaatine varırlarsa, hâkimin emri bulunmadan mehrin tamamı veya bir
kısmı karşılığında muhâlaaya hükmederler, erkekten kaynaklandığı kanaatine
varırlarsa eşleri birbirinden ayırırlar, her ikisinden kaynaklandığı kanaatine varırlarsa
mihrin bir kısmı karşılığında aralarının tefrik ederler. Hakemlerin verecekleri ayrılık
hükmü, eşlerin rızalarına bağlı olmaksızın geçerli olur ve bu ayrılıkla bâin talak meydana
gelir. Osmanlı Aile Hukuku Kararnamesi’nde Hanefî mezhebinin görüşü değil de
cumhurun görüşü tercih edilerek kanunlaştırılmıştır (mad. 130).
8.1.6. Đrtidât
“Đrtidât”, Đslam’dan çıkmak demektir.
Eşlerden birisi irtidat ederse; Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve Mâlik'e göre nikâh akdi
kendiliğinden ortadan kalkar. Bu konuda mahkeme kararına gerek olmaz. Şâfiî ve
Hanbelîlere göre ise böyle bir durumda evliliğin feshi, iddet süresi sonunda gerçekleşir.
Bu yüzden irtidat eden eş iddet süresi içinde Đslâm'a dönerse evlilikleri önceki hal üzere
devam eder. Eşlerden birinin irtidat etmesi yoluyla evlilik ortadan kalkınca kadının
mehir hakkı şu şekilde belirlenir: Dinden çıkan koca olur ve irtidadı cinsel temastan
önce gerçekleşmiş olursa kadın mehrin yarısını alır. Çünkü bu, cinsel temastan önce
erkeğin sebep olduğu bir ayrılma mehri yarıya indirir. Eğer cinsel temastan sonra dinden
çıkmışsa mehrin tamamını alır. Çünkü cinsel temasla mehir kesinlik kazanır. Eğer dinden
çıkan kadın olur ve irtidadı cinsel temastan önce gerçekleşmiş olursa mehir alamaz.
Çünkü o, dinden çıkmakla akit konusuna engel olmuştur. Burada, sattığı malı alıcıya teslim
etmeden önce telef eden satıcıya kıyas yapılmıştır. Eğer cinsel temastan sonra dinden
çıkmışsa mehrin tamamını alır. Çünkü dâru'l-Đslâm'da (Đslam yurdunda) yapılan bir cinsel
birleşmenin sonucu ya cezadır veya mehirdir.
Eşlerin ikisi de irtidat ederse; Đslâm'dan çıkan erkeğin ne Müslüman kadınla ne de
kâfir veya mürtet kadınla evlenmesi caiz değildir. Đslâm'dan çıkan kadının ise ehl-i kitap
olmadığı takdirde Müslüman erkekle evlenmesi caiz değildir.
27
8.1.7. Đhtidâ
“Đhtidâ”, Đslam’a girme demektir.
Kadın ihtida eder, kocası etmezse; Đslâm hâkimi ona da Müslüman olmasını teklif
eder. Eğer o da Đslâm'ı kabul ederse, evliliklerinin devam etmesine engel bir durum
kalmadığı için kadın onun eşi olur. Koca Đslâm'ı kabul etmezse hâkim aralarını ayırır.
Çünkü Müslüman bir kadının, kâfir bir erkeğin nikâhı altında kalması caiz değildir. Erkek
daha sonra Đslâm’a girerse ancak yeni bir nikâhla evlenmeleri mümkün olur. Hâkimin bu
ayırması Ebû Hanîfe ve Đmam Muhammed'e göre bir bâin talak, Ebû Yûsuf'a göre ise
boşama sayısına girmeyen bir ayırmadır.
Koca ihtida eder, kadın etmezse ve ehli kitaptan olmasa; kadına Đslâm'a girmesi
teklif edilir, kabul ederse onun eşi olarak kalır, kabul etmezse Đslam hâkimi aralarını ayırır.
Çünkü Müslüman bir erkeğin müşrik veya ilâh tanımayan ateist bir kadınla evlenmesi
geçerli değildir. Bu ayrılık talak niteliğinde değildir. Çünkü ayrılmaya kadın neden
olmuştur ve kadın da talaka ehil değildir. Bu durumda eşler ayrılınca, eğer cinsel birleşme
olmuşsa kadın mehrin tamamını alır, cinsel birleşme olmamışsa mehir alamaz. Çünkü
zifaftan önce ayrılık kadın tarafından meydana getirilmiştir.
Kadın dâru'l-harpte (küfür ülkesinde) ihtida etse, kocası etmese, iddet süresi
sonuna kadar ayrılık meydana gelmez. Çünkü kocasının bu süre içinde Müslüman olması
mümkündür. Burada düşman ülkesinin niteliği gereği, kocaya Đslâm hâkimi tarafından
Đslâm'a girmesini telkin etmek imkânı bulunmadığı için, kadının Đslâm'a girişi bir ric'î talak
yerinde sayılmıştır. Bu yüzden kadın ancak iddet sonunda kocasından kesin olarak ayrılmış
olur.
Eşlerden birisi Müslüman olarak dâru'l-harpten dâru'l Đslâm'a gelirse, Hanefîlere
göre, hakikaten ve hüküm olarak ülke ayrılığı bulunduğu için ayrılık meydana gelir.
Çoğunluğa göre ise burada ülke ayrılığı, eşlerin ayrılığı sonucunu doğurmaz. Çünkü ülke
ayrılığı yalnız şahıs ve mal üzerindeki velâyetin kesilmesine yol açar, eşlerin ayrılmasını
gerektirmez. Bu durum dâru'l-Đslâm'a eman alarak (vizeli pasaportla) giren müste'men
harbîye (pasaportlu yabancı) ve yine eman alarak dâru'l-harbe giren müste'men Müslümana
benzer. Bu ise onların evliliklerini etkilemez.
Koca ihtida etse, kadın etmese ancak ehli kitaptan olsa; bunlar nikâhları üzere
kalırlar. Çünkü ehl-i kitap bir kadınla Müslüman bir erkeğin evlenmesi baştan geçerli
olduğu olduğuna göre mevcut evliliğin devamı öncelikle geçerli olur.
Karı-koca beraber ihtida etseler, aralarında Đslâm'a göre bir evlenme engeli
bulunmadıkça eski nikâhları üzere kalırlar ve yeni bir nikâh gerekmez.
8.1.8. Ölüm
Ölüm durumunda evlilik sona erer.
28
8.1.9. Nikâhın Süresiz veya Süreli Olarak Sona Ermesi
8.1.9.1. Evliliği Süresiz Olarak Sona Erdiren Durumlar
Şu iki durumunda, ayrılan eşlerin artık ebedî olarak yeniden evlenmeleri caiz olmaz:
a) Evliliğin, eşler arasında nesep veya süt hısımlığının bulunması yüzünden sona ermesi
b) Eşlerden birinin, diğerinin usûl veya fürûundan birisine karşı hurmet-i müsâharayı
(sıhrî hısımlıkla doğan evlenme yasağını) gerektiren bir fiil işlemesi yüzünden evliliğin
sona ermesi.
8.1.9.2. Evliliği Süreli (Geçici) Olarak Sona Erdiren Durumlar
Eşlerin ayrılmazdan önceki bazı niteliklerinin devamı süresince yeniden evlenmeye
engel olan durumlar şunlardır:
a) Evlilik bağı “liân / mulâane” (zinadan dolayı lanetleşme) yoluyla çözüldükten sonra,
kocanın şahitliğe ehil sayılma sıfatı düşerse olursa yeniden evlenebilirler. Meselâ; eşine
zina isnadında bulunup, mülâane yoluna gittikten sonra, koca yalan söylediğini ikrar eder
veya başka bir kadına zina iftirasında bulunması yüzünden kendisine zina iftirası cezası
uygulanmış olursa (bk. en-Nûr 24/4-6) karısının iffetli olduğu ortaya çıkacağı için Ebû
Hanîfe ve Đmam Muhammed'e göre yeniden evlenmeleri mümkün ve caizdir.
b) Üç talakla boşanmış olan kadının "hülle" (üç talakla boşanan kadının, başka bir
erkekle evlenip, fiilen karı-koca olduktan sonra ölüm veya boşanma ile bu evliliğin sona
ermesi) şartı yerine getirilirse eski kocası ile evlenmesi caiz olur.
c) Yukarıdaki iki durum dışında kalan normal boşama veya fesih durumları ise evliliği
sürekli olarak ortadan kaldırmakla birlikte, ayrılan eşlerin yeniden evlenmelerine bir engel
teşkil etmez. Sonradan din değişikliği veya hurmet-i müsâharayı gerektiren bir fiil işleme
gibi yeni bir engel ortaya çıkmadığı sürece eski eşler iddet süresi içinde veya daha sonra
yeniden evlenebilirler. Ric'î boşama durumunda, iddet süresi içinde nikâh yenilemeye
gerek olmadan eşlerin barışması mümkün ve caizdir.
8.2. NĐKÂHIN SONA ERMESĐNĐN HUKUKÎ SONUÇLARI
Evliliğin sona ermesinin birtakım hukukî sonuçları, tıpkı evlilik gibi erkek ve kadına
yüklediği birtakım hak ve borçlar vardır. Aşağıda bunların en önemlileri üzerinde
duracağız.
8.2.1. Đddet Bekleme
“Đddet”, evliliğin ölüm, boşanma veya fesih sebeplerinden birisiyle sona ermesi
durumunda kadının yeniden evlenebilmek için beklemek zorunda olduğu süredir. Đddet
süresi, evliliğin sona eriş şekline ve kadının hamile olup olmamasına göre farklı olur.
Evlilik akdinden sonra cinsel birleşme olmamışsa, boşanan kadının iddet beklemesi
gerekmez. Kur'an'da şöyle buyurulur: " ات ِ نَمِ ؤُمْ
ْ
ُم ال
َ ا ن َك ْحتُ
ِذَ
ِذ َين َ آمنُوا إ
َي
ھا ال
َياأ ْن َ
َ
ِل أ
ِ مُوھُن م ْن َ قْب
تُ
قْ
م َ طل
ُ
ث
َ عُوھُن و َس ر َ حُوھُن س َر ً اح َ ا ج ِم ًي=
ِ ن م ْن ِ عد َ ةٍ ت ْعَت
د َون َھ َ ا ف َمت
ِ
ْيھ
Mü'min kadınları nikâhlayıp / َت َم َ س
وھُن ف َما لَ ُكْم َ علَ
da, sonra onları cinsel temastan önce boşamışsanız, üzerlerine sayacağınız bir iddet
29
yoktur" (el-Ahzâb 33/49). Ancak sahih halvet olmuşsa (eşler yalnız olarak baş başa
kalmışlarsa) cinsel temas hükümleri uygulanır. Kadının mehrin tamamına hak kazanması,
iddet beklemesi, iddet nafakası alması ve baş başa kalıştan en az altı ay sonra doğacak
çocuğun nesebinin kocaya bağlanması gibi haklar bunlar arasında sayılabilir.
Evlilik akdinden sonra cinsel birleşme olmuşsa, evlilik herhangi bir sebeple sona
erince boşanan kadının iddet beklemesi gerektiği konusunda görüş birliği vardır. Bu
durumda evliliğin ölüm, boşama veya fesihle sona ermesi sonucu değiştirmez. Cinsel
birleşmenin fâsit bir akitten sonra veya şüpheye dayalı olarak yapılması da sonucu
değiştirmez. Hatta Şâfiîler dışında, çoğunluğa göre, eşlerin sahih halvet durumunda da
iddet gerekir.
Đddet beklemenin gerekip gerekmediği konusunda genel prensip şöyledir: Mehrin
tamamını gerektiren her boşama veya fesih durumunda iddet gerekir. Mehrin tümü veya
yarısı düşen ayrılmalarda ise iddet gerekmez.
Đddetin hikmeti ya kadının gebe olup olmadığının anlaşılması veya yalnız Allah'ın
emrine uyarak ecir kazanmak yahut ayrılık yüzünden yas tutmak veyahut da kocanın eşine
yeniden dönüşüne fırsat vermektir. Evliliğin sona erme şekline göre bu hikmetler
gerçekleşir.
8.2.1.1. Đddet Süreleri
Kur'ân'da iddeti gerektiren sebebe bağlı olarak yeni bir evlilik için beklenmesi gereken
iddet süreleri şu şekilde belirlenmiştir (bk. el-Bakara 2/228, 234; el-Ahzâb 33/49; et-Talâk
65/4): a) Eşiyle fiili aile hayatı yaşamadan boşanmış kadın ise, iddet beklemez. b) Evliliği,
kocasının ölümü sebebiyle sona eren kadın; hamile değilse dört ay on gün, hamile ise
doğum yapıncaya kadar iddet bekler. c) Evlilik hayatı, eşinin boşaması, fesih ya da tefrik
kararıyla sonlanmış kadın; adet görüyorsa üç kurû’ (kurû’; Hanefîlere göre hayız, Mâlikî
ve Şâfiîlere göre ise tuhur/temizliktir), normal yaşta olmasına rağmen adet görmüyorsa
veya menopoz evresine girmişse üç ay iddet bekler.
Ay halinden kesilme yaşı mezhep müçtehitlerince tecrübeye dayanarak belirlenmiştir.
Bu konuda Hanefîler 55, Şâfiîler 62 ve Hanbelîler ise 50 yaşını sınır olarak kabul etmiştir.
En küçük erginlik yaşı dokuz olup, çoğunluk müçtehitlere göre kadının ay hali
gecikirse 15 yaşın bitimi her iki cins için de erginlik çağının başlangıcıdır.
Diğer üç mezhebin aksine Mâlikîlere göre, cinsel birleşmeye gücü yetmeyecek kadar
küçük olan veya kocası cinsel organdan yoksun bulunan kadına iddet gerekmez.
Boşandıktan sonra temizliği uzayıp giden (mümtedtü’t-tuhr) veya bir ya da iki kez
hayız gördükten sonra bir daha görmeyen kadının durumuna gelince; Hanefî ve
Şâfiîlere göre böyle bir kadın ay hali görünceye veya hayızdan kesilme yaşı olan 55 yaşına
kadar bekler ve üç ay da şüphe yüzünden bekleyerek iddetini tamamlar. Delilleri, boşama
iddetini bildiren âyetin (el-Bakara 2/228) açık anlamı ile Hz. Osman'ın uygulamasıdır.
Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise, temizlik hali uzayıp giden kadın çoğunlukla gebelik
süresi olan dokuz ay bekledikten sonra, şüphe yüzünden üç ay daha bekler. Buna göre
30
böyle bir kadının iddeti bir yılda bitmiş olur. Delilleri, Hz. Ömer'in uygulamasıdır. Diğer
yandan iddetten maksat, rahmin temiz olduğunu anlamaktır. Yukarıda belirtilen süre
geçince bu maksat gerçekleşmiş bulunur. Bununla kadının uzun yıllar kocasız kalması ve
eski kocanın maksadı aşan nafaka yükümlülüğü önlenmiş olur. Ay halinin kesilmesi süt
emzirme yüzünden olmuşsa Mâlikîlere göre bir yıllık iddet süresi, emzirme süresi olan
iki yılın sona ermesinden itibaren başlar ve bir yıl sonra iddet biter. Yılın son günü bile
olsa ay hali görürse iddeti üç ay haline dönüşür.
Normal ay hali günlerini unutan ve sürekli kan gelmesi (mümtedtü’d-dem)
yüzünden özürlü bulunan kadının iddeti, Hanefîlere göre yedi aydan ibarettir. Burada
her temizlik süresi ikişer ay ve üç hayız süresi de on'ar günden bir ay olarak
hesaplanmıştır. Fetvaya esas olan görüş budur. Bununla birlikte böyle birisinin iddetinin üç
ayın geçmesi ile sona ereceği de söylenmiştir. Ancak özür kanı gören kadın normal ay hali
günlerini, tarihleri ile biliyorsa, önceki bilgisine göre üç ay halini tamamlayınca iddeti sona
ermiş olur. Şâfiî ve Hanbelîlere göre üç ay, Mâlikîlere göre ise bir yıl süreyle iddet
bekler.
Gayri Müslim Kadının Đddeti
Müslüman bir erkekle evli bulunan Hristiyan veya Yahudi kadını iddet konusunda
Müslüman kadın gibidir. Buna göre, Müslüman bir kadın evlilik sona erince hangi süre ve
ölçülerde iddet beklerse Müslümanla evli bulunan ehl-i kitap kadın da aynı ölçüde iddete
tabi bulunur.
8.2.1.2. Đddette Özel Durumlar
8.2.1.2.1. Boşama Đddetinin Ölüm Đddetine Dönüşmesi
Ric'î talakla boşanan kadın iddet beklerken kocası ölse, iddeti "ölüm iddeti"ne
dönüşür. Çünkü ric'î talakla boşanan kadın iddet süresince evlilik bağı altında sayılır ve
kocasının ölümü ile önceki iddet ve iddet nafakası düşer. Bâin talakla boşanan kadın
iddet beklerken kocası ölse, iddeti "ölüm iddeti"ne dönüşmez ve boşama iddetini
tamamlamakla yetinir. Çünkü bâin boşama sonunda kocası ile evlilik bağı kesilmiştir.
8.2.1.2.2. Đki Đddetten Uzun Süreli Olanı Esas Almak
Ölüm hastası olan koca, karısını mirastan mahrum etmek için boşar ve eşi iddet
beklerken de kendisi vefat etmiş bulunursa; Ebû Hanîfe, Đmam Muhammed ve Đmam
Ahmed'e göre, kadın boşama veya ölüm iddetinden hangisinin süresi daha uzun ise bu
iddete tabi olur. Ebû Yûsuf, Đmam Şâfiî ve Mâlik'e göre ise, ölüm hastasının boşadığı
böyle bir kadın iki iddetten uzun olanını değil, boşama iddetini beklemekle yetinir. Çünkü
kocası ölmüş olup, artık kadın onun karısı sayılmaz, sadece kötüye kullanılan bir haktan
dolayı miras hakkı söz konusu olur.
8.2.1.2.3. Đstibrâ
“Đstibrâ”; evlilik dışı cinsel birleşmede, kadının evlenmek istemesi üzerine gebe olup
olmadığının anlaşılması için beklemesi gereken süreyi ifade eder.
31
Đstibrâ, neseplerin karışmasını önlemek ve babayı belirlemek üzere sünnetle öngörülen
bir bekleme türüdür. Yalnız evlilik dışında yanlışlıkla veya isteyerek cinsel ilişkide
bulunmuş ya da ırzına geçilmiş kadınlar hakkında söz konusu olur. Böyle bir kadın gebe
olmadığı takdirde, başka bir erkekle evlenmek isterse, gebe olup olmadığının
anlaşılması için bir hayız süresince, eğer hayız görmeyen cinsten ise bir ay süreyle
bekletilir. Bundan sonra evlenebilir. Đlişkinin vaki olduğu erkekle evlenecekse, böyle bir
beklemeye ihtiyaç yoktur.
Kadın evlilik dışı cinsel birleşme sonucu gebe kalmış olur ve suç ortağı erkekle
evlenmek isterse; iddete tabi olmayıp, beklemeden evlenebilir. Hatta doğacak çocuğun
nesebini korumak ve toplum nezdinde kadını da büyük sıkıntılardan kurtaracak olan böyle
bir evlilik fakihlerce iyi görülmüştür. Böyle gebe bir kadın yabancı bir erkekle
evlenmek isterse; Hanefî ve Şâfiîlere göre yine iddete tabi olmayıp, beklemeden
evlenebilir. Ancak cinsel temasın doğuma kadar geciktirilmesi gerekir.
8.2.1.3. Đddetin Hukukî Sonuçları
8.2.1.3.1. Nişanlanma ve Evlenme Yasağı
Đddet bekleyen bir kadınla nişanlanmanın ve evlenmenin caiz olmadığı konusunda
müçtehitler görüş birliği etmişler, bu şekilde nişanlanıp evlenmenin hukukî sonucu
hakkında ise ihtilaf etmişlerdir. Hanefî ve Şâfiîlere göre nikâh akdi feshedilir. Ancak
tarafların iddet bitiminde yeniden evlenmeleri caizdir. Çünkü Kur'an, sünnet ve icmada
iddetten sonraki evliliği yasaklayan bir delil yoktur. Mâlikî ve Hanbelîler ise Hz. Ömer’in
uygulamasına dayanarak bu kişilerin nikâhlarının feshedileceğini ve artık ebedî olarak
birbirleriyle evlenemeyeceklerini söylemişlerdir. Çünkü bu kimse helal olmayan bir şeyi
kendisine helal kılmış olup, bu durum katilin, öldürdüğü hısımının mirasından mahrum
kalmasına benzer.
8.2.1.3.2. Đhdâd / Hıdâd (Yas Tutma)
“Đhdâd” veya “hıdâd”, kocasının vefatı sebebiyle iddet bekleyen kadının iddeti
süresince süslenme, kokulanma, sürme çekme, kına yakınma veya ziynet takınma gibi
sevinç ve neşeyi açığa vurma niteliğindeki davranışlardan sakınmasıdır. Türkçede buna
"yas tutma" denir.
Hanefî mezhebine göre kocasından bâin talâkla boşanan kadın için de ihdâd
yükümlülüğü vardır. Çünkü kocanın ölümünde olduğu gibi, bâin boşanmada da evlilik
nimetinden yoksun kalmanın üzüntüsü kadında görülmelidir. Çoğunluk fakihlere göre ise
böyle bir kadının yas tutması farz değil müstehaptır. Çünkü koca bâin boşama ile eşine
eziyet vermiş olur. Bu yüzden kadının üzüntüsünü açığa vurması gerekmez.
Ric'î talakla boşanan kadının iddet içinde süslenmeyi bırakarak yas tutması
gerekmez. Çünkü iddet süresince evlilik bağı ortadan kalkmış olmaz. Hatta bu durumda
boşayan kocasının kendisine dönüşü (ric'at) umuluyorsa, onu cezp etmek maksadıyla
süslenmesi ve uğraş vermesi tavsiye süslenmesi mendup olur.
32
Dört mezhebe göre, yas tutan kadının siyah elbise giymesi mubahtır. Ancak
Mâlikîlere göre, siyah giysi süs kabul edilen bir toplumda siyah elbise giymek caiz olmaz.
8.2.1.3.3. Đddet Đçinde Doğan Çocuğun Nesebi
En kısa gebelik süresi altı ay, en uzun süre ise Hanefîlere göre iki yıl, Şâfiî ve
Hanbelîlere göre dört yıl, Mâlikîlerden meşhur görüşe göre ise beş yıldır. Gebeliğin en kısa
süresi âyetle sabittir (bk. el-Ahkâf 46/15; Lokmân 31/14). Gebeliğin en uzun süresi ile
ilgili açık bir nas bulunmadığı için müçtehitler günlük çocuk doğum tecrübelerine
dayanarak süreler belirlemişlerdir. Kocanın ölümünden veya boşamadan sonra bu süreler
içinde doğacak çocuğun nesebi baba yönünden sabit olur.
Hanefîlere göre ric'î boşamada, kadın iddetin sona erdiğini ikrar etmedikçe iki yıl ve
daha fazla bir süre sonra doğacak çocuğun nesebi sabit olur. Çünkü kadının temizlik süresi
uzamış olabileceği gibi, bu çeşit boşamada eşlerin iddet içinde de cinsel temasta bulunmuş
olması muhtemeldir. Bâin talakla boşamada ise, kadın iddetin sona erdiğini ikrar etmiş
olmadıkça boşanma tarihinden itibaren iki yıl içinde doğan çocuğun nesebi sabit olur.
Çünkü, süre bakımından çocuğun boşama sırasında anne rahminde bulunma ihtimali
vardır. Ancak ayrılma gününden itibaren iki yıl geçtikten sonra doğacak çocuğun nesebi
baba yönünden sabit olmaz. Çünkü kesin (bâin) boşamada iddet süresi içinde cinsel temas
caiz değildir. Ancak kocanın bu çocuğun nesebini benimsemesi durumu müstesnadır.
Böyle bir durumda, boşanan eşlerin iddet içinde şüpheye dayalı olarak cinsel temasta
bulundukları düşünülür.
Kocası vefat eden kadının iki yıl içinde doğuracağı çocuğun nesebi baba yönünden
sabit olur. Ancak kadının daha önce iddetinin sona erdiğini ikrar etmemesi şarttır. Diğer
yandan vefat eden koca ile cinsel temasın olması da şart değildir.
Đddet beklemekte olan bir kadın, iddetinin sona erdiğini itiraf ettikten sonra altı
ayın içinde doğum yapsa, çocuğun nesebi sabit olur. Çünkü böyle bir durumda ikrarı
geçersiz sayılır.
8.2.1.3.4. Đddet Süresi Đçinde Ölümün Mirasçılığa Etkisi
Evlilik kocanın ölümü ile sona ermişse kadın sekizde bir veya dörtte bir oranında
mirasçı olur (en-Nisâ 4/12).
Ric'î talakla boşanmış olan kadın iddet beklerken eşlerden birisi ölse diğerinin ona
mirasçı olacağı konusunda görüş birliği vardır. Burada, boşamanın sağlıklı iken veya ölüm
hastalığı sırasında yapılıp yapılmaması sonucu etkilemez. Çünkü bu çeşit boşamada evlilik
hüküm bakımından var sayılır.
Eğer boşama bâin veya sağlıklı iken üç talakla olmuş ve iddet süresi içinde
eşlerden birisi ölmüş bulunursa, diğeri ona mirasçı olamaz.
Boşama kocanın ölüm hastalığı sırasında bâin veya üçlü boşama niteliğinde olur,
ancak boşanma konusunda kadının rızası bulunursa kadın iddet beklerken koca ölse
kadın ona mirasçı olamaz. Eğer boşanmada kadının rızası yoksa bu durumda çoğunluğa
göre kocasına mirasçı olur. Delili, ashab-ı kiramdan bir topluluğun görüşüdür. Hz. Ömer,
33
Osman, Ali, Âişe ve Übey b. Ka'b (r. anhüm) bu görüşte olan sahabîlerdendir. Burada
kocanın boşama yetkisini kötüye kullandığı ve eşinden miras kaçırmak gayesiyle böyle bir
boşama yoluna gittiği dikkate alınarak eşinin hakkı korunmuş olur.
Şâfiîlere göre ise bâin veya üçlü boşama durumunda nikâh bağı sona erdiği için, sağ
kalan eşin mirasçılığı söz konusu olmaz.
8.2.1.3.5. Đddet Nafakası
Hanefîlere göre ric‘î talak ve bâin talak ve bazı istisnalarla birlikte fesihten dolayı iddet
bekleyen kadının yiyecek, giyecek ve mesken gibi ihtiyaçları kocasına aittir. Mâlikîlere ve
Şâfiîlere göre ric‘î talakta ve kadının hamile olduğu bâin talak iddetinde kadının nafakası
boşayan kocaya aittir. Fakat bâin talak iddetinde hamile değilse kadın sadece meskene hak
kazanır.
Đslam hukukçuları, vefat iddeti bekleyen kadına hiçbir şekilde nafaka gerekmediği
görüşündedirler. Bu durumda kadın ya tekrar evlenerek evlilik nafakasına kavuşacak ya da
nafakası, velayet sistemi gereği velisi tarafından karşılanacaktır.
8.2.2. Çocuğun Emzirilmesi
Çocuğun emzirilmesi, bakım ve terbiyesi içinde yer almakla birlikte öneminden dolayı
Đslam hukukunda “Radâ” başlığı altında ayrıca düzenlenmiştir.
Đslam hukukçularının çoğunluğu annenin, çocuğunu emzirmeye hem dinen hem de
hukuken mecbur olduğu görüşündedir. Buna karşılık Hanefîler, dinen mecbur olduğunu
fakat hukuken mecbur olmadığı görüşündedirler. Bu durumda çocuk için bir sütanne
tutulur ve bunun ücreti, varsa çocuğun malından karşılanır, yoksa başta baba olmak üzere
çocuğun nafakası kime aitse ona aittir. Ancak Hanefîler, çocuğun annesinden başkasının
sütünü kabul etmediği, sütanne bulunamadığı veya babanın sütannenin masrafını
karşılayacak malî gücünün olmadığı durumlarda annenin hukuken de emzirmekle yükümlü
olduğu görüşündedir. Evlilik devam ederken veya talak iddeti beklerken anne,
emzirmek için ücret isteyemez. Bu dönemde zaten annenin nafakası babaya aittir. Fakat
talak iddeti bittikten sonra veya vefat iddeti beklerken anne ücret isteyebilir ve
emzirme konusunda öncelik hakkına sahiptir. Emzirme süresi, Đslam hukukçularının
çoğunluğuna göre iki yıl (Bakara 2/233), Ebû Hanîfe’ye göre ise 30 aydır. Anne isterse bu
süreden daha fazla emzirebilir. Ancak fazladan emzirdiği süre için ücret isteyemez.
8.2.3. Çocuğun Bakım ve Terbiyesi
Đslam hukukunda küçüklerin şahıs ve mallarında velayet söz konusu olduğu gibi
terbiyesinde de söz konusudur. Evliliğin sona ermesi durumunda bundan en fazla etkilenen
çocukların bakım ve terbiyesinin kim tarafından ve nasıl yerine getirileceği önem kazanır.
Çocukların bakım ve terbiyesi Đslam hukukunda “Hıdâne” (Hadâne) başlığı altında
incelenir.
Çocuk, belli yaşa kadar bakım ve terbiyesi için öncelikle anneye verilir. Anne yoksa
veya buna ehil değilse bu hak, anne tarafındaki kadınlar öncelikli olmak üzere sırasıyla
diğer kadınlara geçer. Kadınlardan sonra bu hak, yakından başlamak üzere erkeklere geçer.
34
Bunlar da yoksa bu hak, Ebû Hanîfe’ye göre anne vasıtasıyla hısım olan diğer akrabalara
(zevi’l-erhâm’a) geçer. Çoğunluğa göre ise hâkim uygun gördüğü bir kimseyi tayin eder.
Çocuğun bakım ve terbiyesini üstlenen kişinin hür, akıllı, bülûğa ermiş, çocuk
bakabilecek ve çocuğun hayatını, sağlığını ve ahlakını koruyacak biri olması gerekir.
Bununla sorumlu olan kişi, kadın ise çocuğa yabancı olan veya mahrem olmayan bir kimse
ile evli olmaması gerekir. Küçüğün kimsesinin olmaması ve babanın fakir olması gibi
durumlar dışında bu hak veya sorumluluktan kaçınan anne buna zorlanamaz.
Çocuğun bakım ve terbiyesi, çocuğun buna olan ihtiyacına bağlı olmakla birlikte
umumiyetle kendi kendine yiyip içecek ve giyinecek yaşa kadar devam edeceği kabul
edilmiştir. Buna bağlı olarak da erkek çocuk için 7 ila 9, kız çocukları için 9 ila 11 yaşları
sınır sayılmıştır. Mâlikîlere göre bu süre erkek çocuğu bülûğa erene kadar, kız çocuğu
evlenene kadar devam eder. Süre sona erdiğinde çoğunluğa göre bu hak veya sorumluluk
babaya intikal eder. Şâfiîlere ve Hanbelîlere göre ise çocuk anne babadan hangisini seçerse
onun yanında kalır.
Çocuğun bakım ve terbiyesi ile ilgilenen kişi, annesi değilse bu iş için ücrete hak
kazanır. Anne, babadan ayrılmış ve iddeti de bitmiş ise o da bu iş için ücrete hak kazanır.
Bu ücret, varsa çocuğun malından, yoksa çocuğun nafakası ile sorumlu kimse tarafından
karşılanır.
8.2.4. Ev Eşyasının Taksimi
Đslâm'da evli eşler arasında mal ayrılığı esası benimsenmiştir. Kadın, evlilik
süresince veya boşama ya da ölüm gibi bir nedenle evliliğin sona ermesi durumunda
kendisine ait malların maliki olur ve bunları alma hakkına sahip bulunur. Bu yüzden çeyiz
eşyasının veya düğün hediyelerinin eşlerden hangisine ait olduğunu ayrılık ve ölüm
durumunda belirlemek önemli bir problem olarak ortaya çıkar.
Ebû Hanîfe, Đmam Muhammed ve Mâlikîlere göre evlilik süresince veya boşanma
durumda ev eşyasını ayırırken şu esaslara uyulur:
Eşlerin eşyanın kime ait olduğunu bir delille ispat ettikleri eşya, ispat edilen sahibine
ait olur. Meselâ; buzdolabı veya çamaşır makinesini kadının satın aldığı; fatura, garanti
belgesi, şahit vb. yollarla sabit olursa bu kadına ait olur. Ziynetler ve öbür ev eşyası için de
önce delille ispat yolu uygulanır.
Eşlerin eşyanın kime ait olduğunu bir delille ispat edemedikleri eşya ise, eşyanın çeşit
ve niteliğine göre taksim edilir. Erkek giysisi, kitap, silâh, otomobil gibi erkeğe ait sayılan
eşya konusunda yemin verilerek erkeğin sözü geçerli olur. Kadın eşyası sayılan giysiler,
örtüler, örgü ve süs eşyaları konusunda ise yeminiyle birlikte kadının sözü geçerlidir.
Çünkü örf ve dış görünüş bu konuda onu doğrular niteliktedir. Altın, gümüş, Türk parası,
döviz, mal, halı, mobilya, tarım ürünü gibi iki eşe de ait olabilen şeyler konusunda yemini
ile, birlikte erkeğin sözü üstün tutulur. Çünkü evde bulunan eşyada aksi sabit olmadıkça
erkeğin eli, kadının elinden daha üstündür. Bu eşyada erkeğin eli tasarruf eli kadının eli,
35
ise koruma elidir. Bu yüzden tasarruf yetkisine sahip olan el, yalnız koruma yetkisine sahip
olan elden daha üstün sayılmıştır.
Ebû Yusuf'a göre, beldenin örfü dikkate alınarak kadına ait çeyiz sayılabilen miktarda
yemini ile birlikte kadının sözü, geri kalan bölümde ise yeminiyle birlikte erkeğin sözü
geçerlidir. Çünkü yaygın örfe göre kadın kendi emsali kızlar kadar çeyiz yapmadan
evlenmez. Böylece dış görünüş, emsali kadar çeyiz eşyasının ona ait olmasını gerektirir.
Đmam Şâfiî ve Mâlik'e göre, ayrılma veya ölüm durumunda bütün eşya eşler arasında
ikiye bölünür.
Eşlerden birisi ölür hayatta kalan eş ile, diğerinin mirasçıları ev eşyasının
bölüşülmesi konusunda anlaşamazlarsa, Ebû Hanife'ye göre yemini ile birlikte sağ
kalan eşin sözü geçerlidir. Eşyanın ölen eşe ait olduğunu iddia eden mirasçıların bunu ispat
etmesi gerekir. Sağ kalan eşin, erkek veya kadın olması sonucu değiştirmez. Đmam
Muhammed ve Mâlik'e göre hayatta kalan koca ise söz yeminiyle birlikte onun, koca
ölmüşse yeminiyle birlikte mirasçılarınındır. Ebû Yusuf'a göre hayatta kalan kadınsa,
emsalinin çeyiz miktarı kadarında söz onun, ölen kadınsa söz mirasçılarınındır
Her iki eşin ölümü durumunda, onların yerine mirasçıları geçer ve eşlerin sahip olduğu
ispat yollarına onlar da sahip olurlar. Yani Ebû Hanîfe ve Đmam Muhammed'e göre
delille ispat edilemeyen ev eşyası konusunda bu durumda kocanın mirasçılarının sözü;
Ebû Yusuf'a göre ise benzerinin çeyizinin kadarı olanda kadının mirasçılarının sözü, geri
kalanda ise erkeğin mirasçılarının sözü geçerlidir. Çünkü mirasçı, miras bırakanın yerine
geçer.
ÖZET
Đslâm'ın kendine özgü boşama sistemi vardır. Bu sistemde, evliliğin sona ermesi değişik
şekillerde olmaktadır.
Fesih
Fesih, hukukî bir muamelenin irade ile veya meşrû sebeplere binaen ortadan
kaldırılması durumudur. Nikâhın feshi, ya kendiliğinden ya eşlerin rızası ile yahut da
mahkeme kararı ile meydana gelir.
Talâk
Talâk, "talak" ve benzeri sözcüklerle nikâh akdini sona erdirmek veya o anda ya da
gelecekte sonuç doğurmak üzere özel bir sözcükle nikâh bağını kaldırmak demektir.
Đslam’da evliliği sona erdirmede son söz prensipte kocaya verilmiştir. Gerek nikâh
sırasında ve gerekse daha sonra kocanın eşine boşama yetkisi vermesi mümkün ve caizdir.
Buna "tefvîz-i talâk" denir.
Boşanmanın meşru oluşu Kitap, Sünnet ve Đcmâ delillerine dayanır. Akıl da bunu
gerektirir.
Talak, sarih sözcüklerle olabileceği gibi kinayeli sözcüklerle de olabilir.
36
Boşamanın hükmü, geçimsizliğin şiddetine veya boşanma sebebinin önemine göre
mubahlık ile haram, mendupluk ile farz arasında değişiklik gösterir.
Talâkın geçerli olması için, boşayanın koca veya onun yetki verdiği kimse olması,
ayrıca akıllı ve ergin olması gerekir. Boşamanın kadın üzerinde sonuç doğurması için,
sahih bir evliliğin bulunması veya kadının ric’î boşamadan dolayı iddet beklemekte olması
şarttır.
Hâzilin talâkı, Ebû Hanife ve Đmam Şâfiî'ye göre geçerli, Đmam Malik'e göre ise
geçersizdir.
Mükrehin talâkı, Ebû Hanîfe'ye göre geçerli, çoğunluk müçtehitlere göre geçersizdir.
Aklı ve şuuru gideren ancak bilinci tamamen yok etmeyen öfke neticesinde vaki olan ve
öfkenin nihayete ermesinden sonra pişman olunan talâkın muteber olup olmadığında
ihtilaf vardır.
Mubah yoldan sarhoş olanın talâkının geçersiz olduğunda ittifak, haram yoldan sarhoş
olanın boşamasının geçerli olup olmadığı hususunda ise ihtilaf vardır.
Bilinçsizce ve hata ile meydana gelen talâk, Hanefî ve Hanbelîlere göre diyâneten
kazâen vaki olur. Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise diyâneten ve kazâen geçerli olmaz.
Hastanın talakı, aklı başında olduğu sürece geçerlidir. Ölümle sonuçlanan hastalıkta
karısını boşayanın talakın geçerli olup olmadığı konusunda farklı görüşler vardır.
Talakta şahit bulundurma, cumhura göre boşamanın gerçekleşmesi için şart değildir.
Talâk sözleri, sarih ve kinayeli olarak iki kısma ayrılır. Sarih sözlerle yapılan boşama,
niyet ve karineye e ihtiyaç duyulmaksızın geçerli olur. Kinâyeli sözlerle yapılan boşama
ise, ya boşama niyetinin bulunması, ya da karineyle geçerli olur.
Vekil veya elçi aracılığı ile yapılan talâk geçerlidir.
Talâkın zamana veya şarta bağlanması mümkün ve caizdir.
Đslam, dönülebilen boşama hakkını iki ile, toplamını ise üç ile sınırlamıştır. Üç boşama
gerçekleşince hülle gerçekleşmeden eski kocası ile yeniden evlenemez.
Aynı anda gerçekleştirilen üç boşamanın sünnete aykırılığı hususunda ittifak
bulunmaktadır. Fakat böyle bir boşamanın hukuken geçerli kabul edilip edilmeyeceği,
şayet geçerli ise bir boşama mı, üç boşama olduğu ihtilaflıdır.
Talâk, evliliği derhal sana erdirip erdirmemesi veya sünnete uygun olarak yapılıp
yapılmaması bakımlarından kısımlara ayrılır.
Kocaya boşadığı eşine, iddet süresi sonuna kadar, yeni bir akde ve mehre gerek
olmaksızın tek yanlı iradeyle dönüş hakkı veren boşamaya "ric'î talâk" denir.
Boşama sırasında evliliği sona erdiren ve yeni bir nikâh akdi olmadıkça evliliğin devam
etmesine imkân vermeyen boşamaya "bâin talâk" denir.
37
Sünnete uygun olarak yapılan boşamaya "sünnî talâk", Sünnete uygun olmayan
boşamaya “bid’î talâk” denir. Bid’î talak hukuken geçerlidir.
Hul’ / Muhâlea
“Hul’ / muhâlea”; kadının vermeyi kabul ettiği bir bedel karşılığında evliliğe son
vermektir.
Tefrîk (Kazâî Boşama)
Tefrîk, evliliğin bir sebebe binaen hâkim tarafından sona erdirilmesidir. Başlıca tefrik
sebepleri şunlardır: Hastalık ve bedensel kusurlar, nafakayı kesme veya temin edememe,
şiddetli geçimsizlik ve kötü muamele, kocanın kaybolması, kocanın hapsedilmesi, liân, îlâ
ve zıhâr.
Tahkîm
Eşler arasındaki anlaşmazlığın hakemler eliyle çözümlenmesine “tahkîm” denir.
Đrtidât
Đrtidât, Đslam’dan çıkmak demektir. Eşlerden birisi irtidat ederse nikâh ortadan kalkar
ve bunun çeşitli sonuçları olur.
Đhtidâ
Đhtidâ, Đslam’a girme demektir. Kadın ihtida eder, kocası etmezse veya koca ihtida eder,
kadın etmezse ve ehli kitaptan olmasa hâkimi aralarını ayırır. Koca ihtida etse, kadın
etmese ancak ehli kitaptan olsa nikâhları üzere kalırlar. Karı-koca beraber ihtida etseler,
aralarında Đslâm'a göre bir evlenme engeli bulunmadıkça eski nikâhları üzere kalırlar.
Ölüm
Ölüm durumunda evlilik sona erer.
Nikâhın sona ermesinin hukukî sonuçları
Evliliğin sona ermesinin birtakım hukukî sonuçları, erkek ve kadına yüklediği birtakım
hak ve borçlar vardır.
Đddet Bekleme
Đddet, evliliğin ölüm, boşanma veya fesih sebeplerinden birisiyle sona ermesi
durumunda kadının yeniden evlenebilmek için beklemek zorunda olduğu süredir. Đddet
süresi, evliliğin sona eriş şekline ve kadının hamile olup olmamasına göre farklı olur.
Đstibrâ, evlilik dışı cinsel birleşmede, kadının evlenmek istemesi üzerine gebe olup
olmadığının anlaşılması için beklemesi gereken süreyi ifade eder.
Đddetin hukukî sonuçları şunlardır: Nişanlanma ve evlenme yasağı, ihdâd, iddet içinde
doğan çocuğun nesebin sabit olması, ölüm ve ric’î talaktan dolayı iddet süresi içinde
ölümün mirasçılığa mani olmaması, iddet nafakası.
Çocuğun Emzirilmesi
38
Đslam hukukçularının çoğunluğu annenin, çocuğunu emzirmeye hem dinen hem de
hukuken mecbur olduğu görüşündedir.
Çocuğun Bakım ve Terbiyesi
Çocuk, belli yaşa kadar bakım ve terbiyesi için öncelikle anneye verilir. Anne yoksa
veya buna ehil değilse bu hak, anne tarafındaki kadınlar öncelikli olmak üzere sırasıyla
diğer kadınlara geçer.
Ev Eşyasının Taksimi
Đslâm'da evli eşler arasında mal ayrılığı esası benimsenmiştir. Kadın, evlilik süresince
veya boşama ya da ölüm gibi bir nedenle evliliğin sona ermesi durumunda kendisine ait
malların maliki olur ve bunları alma hakkına sahip bulunur. Fakihler, evlilik süresince
veya boşanma durumda ev eşyasının taksiminin hangi esaslara göre yapılacağı ve bu
hususta çıkan ihtilafın nasıl halledileceği konusunda çeşitli görüşler ortaya koymuşlardır.
8.3. DEĞERLENDĐRME SORULARI
1. Mümeyyiz küçüğün boşamasını geçerli sayan mezhep hangisidir?
A) Mâlikî
B) Hanefî
C) Şâfiî
D) Hanbelî
E) Zâhirî
2. Hâzilin (ciddi olmayanın) boşamasını geçerli saymayanlar kimlerdir?
A) Ebû Hanife ve Đmam Şâfiî dışındaki çoğunluk
B) Dört mezhebin dışındaki azınlık
C) Ebû Hanife ve Đmam Şâfiî
D) Mâlikîler
E) Hanbelîler
3. Bu dönem gördüğünüz konular içinde geçen “istibrâ”nın anlamı nedir?
A) Kadının âdetten temizlenmesi
B) Küçük abdestten sonra idrarın iyice kesilmesini beklemek
C) Evlilik dışı cinsel temastan dolayı bir süre beklemek
D) Aksi ispat edilmedikçe kişinin sorumluluktan beri olması (sorumlu olmaması)
E) Boşanan kadının rahminin temiz olduğunun (hamile olmadığının) anlaşılması
4. “Tek mecliste gerçekleşen üç boşamanın tek olarak geçerli olduğu” görüşünün
dayanağı nedir?
A) ) Hz. Peygamber (sav) ve Hz. Ebu Bekir dönemi uygulamaları
B) Hz. Ömer’in uygulaması
39
C Hz. Osman’ın uygulaması
D) Hz. Alin’in uygulaması
E) Tâbiînin önce gelen fakihlerinin uygulamaları
5. Adetten kesilmiş (menopoza girmiş) kadının iddet süresi ne kadardır?
A) Üç ay
B) Dört ay
C) Dört ay on gün
D) Üç kurû’
E) Đddet beklemesi gerekmez
Cevap Anahtarı
1. D
2. A
3. C
4. A
5. A
8.4. KAYNAKLAR
Acar, H. Đbrahim, “Kocanın Tek Taraflı Đradesi Đle Evliliğin Sona Ermesi”, “Muhalea Ve Tefviz-i
Talak”, “Kadının Talebi Đle Evliliğin Sona Ermesi (Tefrik-Kazai Boşanma)”, “Taraflar
Açısından Evliliğin Sona Ermesinin Şartları ve Đradenin Sakatlanması Halinde Boşama”,
Đslam Hukuku I, Atatürk Üniversitesi Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi, Erzurum
2011 (Đnternet yayını).
Atar, Fahrettin, "Nikâh", DĐA, Đstanbul 2007, XXXIII, ss. 112-117.
Aydın, M. Âkif, “Aile Hayatı”, Đlmihal II Đslam ve Toplum, Diyanet Đşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara
2006, ss. 195-249.
Aydın, Mehmet Âkif, Đslâm - Osmanlı Aile Hukuku, Marmara Đlahiyat Vakfı Yayınları, Đstanbul 1985.
Cin, Halil, Đslâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Ankara
1974.
Çalış, Halit, “Aile Hayatı”, Günümüz Fıkıh Problemleri, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
Yayını, 1. Baskı, Eskişehir 2010, ss. 54-77.
Dağcı, Şamil, “Ahvâl-i Şahsiyye”, Fıkıh, Gözden geçirilmiş 4. baskı, Ankara Üniversitesi Uzaktan
Eğitim Yayınları, Ankara 2009, ss. 137-165.
Döndüren, Hamdi, Delilleriyle Aile Đlmihali, Đstanbul 1416/1995.
Erdoğan, Mehmet, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, 1. Baskı, Rağbet Yayınları, Đstanbul 1998.
Günay, Mehmet, “Evliliğin Sona Ermesi”, “Evliliğin Sona Ermesinin Sonuçları”, Đslam Hukuku I,
Sakarya Üniversitesi Uzaktan Eğitim Merkezi, Sakarya 2010 (Đnternet yayını).
Keleş, Ekrem, " 'Dini Nikah' Adı Altında Yapılan Gayr-i Resmi Nikah Akdinin Tahkim Yoluyla
Sona Erdirilmesi", Đslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, Konya 2004, sayı 3 [Prof. Dr.
Hayreddin Karaman’a Armağan], ss. 193-209.
Paçacı, Đbrahim, “Fesih (Fesih-Đnfisah)”, Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet Đşleri Başkanlığı Yayınları
(E-kitap).
Yaman, Ahmet, Đslâm Aile Hukuku, 8. Baskı, Marmara Đlahiyat Vakfı Yayınları, Đstanbul 2011.
40
Yaran, Rahmi, “Aile Hayatı”, Đslâm Đlmihali, 1. Basım, Marmara Đlahiyat Vakfı Yayınları, Đstanbul 2006,
ss. 599-646.
İSLAM HUKUKU-I
Hafta 13
Miras Hukuku (Ferâiz)
Doç. Dr. Metin YİĞİT
1
ÜNİTE13
Miras Hukuku (Ferâiz)
ĐÇĐNDEKĐLER
13.1. MĐRAS HUKUKUNA GENEL BĐR BAKIŞ
13.2. MĐRASA ĐLĐŞKĐN BAZI TERĐMLER
13.3. TEREKEYE ĐLĐŞKĐN HÜKÜMLER
13.3.1. Şafiî Fakihlerine Göre Tereke Hakkındaki Sıralama
13.3.2. Hanefilere Göre Tereke Hakkındaki Sıralama
13.4. MĐRAS SEBEPLERĐ
13.3.1. Karabet/Neseb
13.3.2. Nikâh
13.3.3. Velâ
13.5. MĐRASI ENGELLEYEN DURUMLAR
13.5.1. Kölelik
13.5.2. Kişinin Mûrisini Öldürmesi
13.5.3. Din Ayrılığı
13.5.4. Ülke Ayrılığı (Đhtilâfu’d-Dâr)
13.6. KUR’AN’DA MĐRAS AYETLERĐ ve BU AYETLERĐN ĐFADE
ETTĐKLERĐ HÜKÜMLER
13.6.1. Miras Ayetleri
13.6.2. Miras Ayetlerinin Đfade Ettiği Hükümler
13.6.2.1. Çocuklar
13.6.2.2. Anne-Baba
13.6.2.3. Vasiyyet
13.6.2.4. Karı-Koca
13.6.2.5. Anne-Bir kardeşler
2
13.6.2.6. Anne, Baba-Bir Kardeşler
13.6.3. Kadın-Erkek Hisselerine Dair
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
Đslam Miras Hukukuyla ilgili terimleri tanımlayabilecek,
Đslam Miras Hukukun dayandığı kaynakları gösterebilecek,
Đslam Miras Hukukuna göre mirasın sebeplerini ve mirası engelleyen
durumları öğrenecek,
Đslam Miras Hukukunda yer alan hisseleri ve hisseler arasındaki farklılığı
açıklayabileceksiniz.
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• Đslam Miras Hukuku hakkında genel bilgi edininiz.
• Kütüphane ve internet imkânlarından yararlanarak Đslam Miras Hukukunun
diğer hukuk sistemlerinden ayrıldığı temel noktaları tespit etmeye çalışınız.
• Ünitenin sonunda yer alan kaynakçadan yararlanarak ünitede ele alınan
konularla ilgili daha geniş okumalar yapınız.
3
Miras Hukuku (Ferâiz)
13.1. MĐRAS HUKUKUNA GENEL BĐR BAKIŞ
Tarih boyunca miras taksimi konusu insanların gündemini meşgul etmiş ve bu konuda
değişik çözüm yolları ileri sürülmüştür.
Đslam’dan önce de başlıca üç yolla miras taksimi yapılmaktaydı: Kan hısımlığı, velâ
akdi ve evlat edinme. Kan hısımlığı ve evlat edinme açık olduğundan bunları açıklama
gereği duymuyoruz. Velaya gelince, taraflardan biri cinayet işleyince diğerinin diyette ona
yardımcı olması ve hangisi daha önce ölürse diğerinin ona varis olması esasına dayanan bir
sözleşmedir. Đslam’da bu sistem kısmen ilğa kısmen de tadil edilmiştir. Önce iman edip
hicret edenlerin birbirlerine veli oldukları belirtilmiştir:
“Đman edenler, Allah için hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla
mücahede edenler (ki bunlar Muhacirlerdir) , bir de Muhacirleri barındıranlar ve onlara
yardım edenler var ya, işte onlar mirasta birbirlerinin velileridirler. Đman edip de hicret
etmiyenlere gelince; hicretlerine kadar sizin için mirasda onlara hiç bir velâyetiniz yoktur.
Bununla beraber eğer dinde yardımınızı isterlerse, onlara yardım etmek de üzerinize
borçdur; ancak sizinle aralarında andlaşma bulunan bir kavim aleyhine değil. (Bu takdirde
bu müminlere yardım yapılmaz). Allah, yaptıklarınızı tamamıyla görücüdür.” (Enfal, 72)
Daha sonra akraba olanların birbirlerine daha yakın olduğunu bildiren ayetler indirilerek
önceki hükme nihayet verilmiştir:
“Daha sonradan hicret edip sizinle beraber savaşa katılanlar da sizdendirler. Bir de
akraba olanlar, Allah'ın kitabına göre, birbirlerine daha yakındırlar. Şüphe yok ki, Allah
her şeyi bilir” (Enfal, 75)
Akrabalar arasında mirasın nasıl taksim edileceği Nisa Suresinde detaylı bir şekilde
açıklanmıştır. (Nisa, 7 vd.)
13.2. MĐRASA ĐLĐŞKĐN BAZI TERĐMLER
Birçok ilimde olduğu gibi Đslam Miras Hukukunun da kendisine özgü bir dili vardır.
Konuların izahında yer yer bu terimlere başvurulduğundan bunların bir kısmını izah etme
gereği duyduk. Çalışmamız boyunca kullanacağımız başlıca terimler şunlardır:
Ashab-ı ferâiz: Kuran ve Sünnette payları tespit edilmiş belli pay sahipleri
Asabe: Belli pay sahipleri hisselerini aldıktan sonra kalan malın tamamını alan
kimseler. Kendi başına asabe olanlara “asabe bi-nefsihi” denmekte, başkası vasıtasıyla
asabe olanlara ise “asabe maa gayrihi” denmektedir. Birinci kısmın erkeklerden
oluşmasına karşın ikinci kısım kadınlardan teşekkül etmektedir.
Hacb: Kişinin bazı varislerden dolayı ya hiç miras alamaması ya da mirastaki hissesinin
daha da düşmesidir. Bunlardan birincisine “hacbu’l-hirmân” ikincisine ise “hacbu’nnoksan”
denir.
4
Mahrumiyet/hirmân: Bir kimsenin kendisinden kaynaklanan bir sebeple varis
olamaması.
Mahrec/meselenin aslı: Feraiz meseleninde payda.
Tebayün: Birbirine kesirsiz olarak bölünemeyen iki sayının, 1’den başka üçüncü bir
ortak sayıya da bölünememesi. 3 ve 4 gibi.
Tedâhul: Đki sayıdan birinin diğerine kesirsiz olarak bölünmesi. 3 ile 6 gibi.
Temâsul: Đki sayının eşit olması. Eşit olan sayılara da mütemâsil sayılar denir. 3 ile 3
gibi.
Tereke: Ölünün geriye bıraktığı mal.
Tevâfuk: Đki sayının üçüncü bir sayıya kesirsiz olarak bölünebilmesi. 4 ile 6 gibi. 6 ile
4 kesirsiz olarak ikiye bölünebilmektedir. 2 her ikisinin ortak bölenidir.
Zevil-erhâm: Belli pay sahipleri ve asabe dışında kalan diğer akrabalar.
13.3. TEREKEYE ĐLĐŞKĐN HÜKÜMLER
Ölünün geriye bıraktığı mallara bir takım haklar taalluk eder. Bu hakların
sıralanmasında bir takım görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Şafii fakihleri izlediği sıralama
şöyledir:
13.3.1. Şafiî Fakihlerine Göre Tereke Hakkındaki Sıralama
1. Borçların ödenmesi
2. Tekfin
3. Geriye kalan malın üçte birini aşmayacak şekilde vasiyet doğrultusunda harcanması
4. Malın mirasçılara taksimi
13.3.2. Hanefilere Göre Tereke Hakkındaki Sıralama
1. Tekfin
2. Borçların Ödenmesi
3. Vasiyetin yerine getirilmesi
4. Miras taksimi
13.4. MĐRAS SEBEPLERĐ
Đslam fıkhına göre mirasın üç sebebi bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle bir kimseye
varis olabilmek için aşağıdaki üç vasıftan birine sahip olmak gerekir: Karabet/neseb, nikah
ve velâ. Bunları sırayla inceleyelim:
13.4.1. Karabet/Neseb
Miras sebepleri arasındaki en güçlü sebep neseb ve akrabalık bağıdır. Kişinin birinci
dereceden akrabaları; kendi neslinden olan oğlu, kızı ve torunları ile kendisinin mensubu
bulunduğu anne, baba ve bunların anne ve babalarıdır. Daha sonra yan hısımları anne ve
5
babaların cüzleri olan kardeşleri ve bunların çocukları ile dedelerinin cüzleri olan amcaları
gelir.
Đslam hukuku yakınlık derecesine göre mirası taksim etmektedir. Bu yakınlığı ve
hisseleri tespit de insanın insiyatifine bırakılmamış kimin ne kadar yakın olduğu ve ne
kadar hisse alacağı bizzat Cenab-ı Hakk tarafından tayin edilmiştir. Aşağıdaki ayet-i
kerime bu hususa işaret etmektedir:
“Babalarınız ve evlatlarınızdan fayda bakımından hangisinin size daha yakın olduğunu
siz bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından ortaya konmuş paylardır. Şüphesiz ki Allah ilim
ve hikmet sahibidir.” (Nisa, 11)
13.4.2. Nikâh
Đslama göre şer’î açıdan sahih görülen bir nikâh eşler arasında varis olma sebebidir.
Böylece geride kalan eş, hayatın getirdiği türlü güçlük ve meşakkatlere katlanma gücü ve
onu kaybetme üzüntüsüne bir teselli bulmuş olur. (Uzunpostalcı, Mustafa, Hukuk ve Đslam
Hukuku II, Konya, 1996, s. 23)
13.4.3. Velâ
Sözlükte yardım ve sevmek manasına gelen “velâ” fıkhî bir terim olarak bir iki manada
kullanılmaktadır: Velâu’l-itâka ve velâu’l-muvâlât.
Velâu’l-itâka bir kimsenin azad ettiği kölesine veli ve varis olma hakkıdır. Velâu’lmuvalat
ise iki kişinin kendi arasında karşılıklı olarak diyet ödeme ve varis olma
konusunda yaptıkları antlaşmadan doğan hukukî bir bağdır. Đslam hukukçularının geneline
göre velâu’l-muvalat ilk dönemlerde geçerli olan bir akitti. Ancak daha sonra geçerliliğini
kaybetmiştir.
13.5. MĐRASI ENGELLEYEN DURUMLAR
Bir kimsenin ölüye varis olabilmesi için miras almaya engel olan herhangi bir vasfa
sahip olması gerekir. Miras almaya olan durumlar dörttür: Kölelik, kişinin mûrisini
öldürmesi, din ayrılığı ve ülke (dâr) ayrılığı. Bunları kısaca izah edelim:
13.5.1. Kölelik
Köleler mülk edinme hakkına sahip olmadıkları için mirasçı olamazlar. Kölelik Đslam
öncesi döneme dayanan ve Đslamın geldiği toplumda karşılaştığı toplumsal bir gerçekti.
Đslam kefaret vb. cezalarla bunu ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Đslamın köleliği ortadan
kaldırmayı tasarladığını şu ayet-i kerime açıkça ifade etmektedir: “Fakat o (insanoğlu) sarp
yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir, bilir misin? Köle azat etmek veya açlık gününde
yakını olan bir yetimi yahut aç bir yoksulu doyurmaktır.” (Beled, 11-16) Görüldüğü gibi
bu ayet-i kerimede köleleri azat etme insanın aşması gereken bir yokuş olarak takdim
edilmiş ve bir hedef olarak insanın önüne konmuştur.
13.5.2. Kişinin Mûrisini Öldürmesi
6
Bütün müçtehitler katilin varis olmayacağı konusunda müttefiktir. Ancak mirastan
mahrum bırakılan katilin nitelikleri konusunda bazı ihtilaflar vuku bulmuştur.
Şafiî ve Hanbelîlere göre hangi şekilde olursa olsun öldürme işine bulaşan bir kimse
maktule varis olamaz. Hanefî fakihlere göre ise katl-i sebebî hariç diğer bütün durumlarda
kişi mirasçı olabilir. Mesela bir kimse izin almadan insanların geçtiği bir güzergaha taş ve
odun gibi şeyler yığmak ya da çukur kazmak suretiyle geçenlerin ölümüne sebep olursa bu
kişiye doğrudan katil muamelesi yapılmaz. Bu durumdaki bir kimse gerçek katil sayılmaz.
Malikîlere göre ise öldürme düşmanlık güderek ve kasıtlı olursa miras almaya manidir.
Aksi takdirde mirasa engel değildir.
13.5.3. Din Ayrılığı
Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve âlihi ve sellem) bir hadis-i şerifinde şöyle
buyurmaktadır : “Müslüman kafire, kafir de müslümana varis olmaz.”( Buharî, Feraiz,
12/50; Müslim, Ferâiz, 3/123.) Sahabe döneminden itibaren genel kanaat bu olmakla
beraber bazı âlimler bir kısım delillerden hareketle din ayrılığının tek taraflı bir engel
olduğunu söylemişlerdir. Đçinde Muâz b. Cebel ve Muaviye b. Ebi Süfyan gibi sahabîlerin
ve Said b. Müseyyib gibi tabiîlerin bulunduğu bu âlimlere göre Müslüman bir kimse gayri
Müslim akrabasına varis olur. Ancak gayri Müslim, Müslüman akrabasına varis olmaz.
Başka gerekçelerin yanı sıra bu tür içtihatların Đslamın özendirilmesi amacına matuf
olduğu söylenebilir.
13.5.4. Ülke Ayrılığı
Malikî ve Hanbelîlere göre ülke ayrılığı hiçbir şekilde mirasçılığa engel teşkil etmez.
Şafiî ve Hanefîlere göre ise ülke ayrılığı sadece gayri Müslimler arasındaki mirasın
cereyanına engeldir. Şöyle ki: Đslam Hukukunda prensip olarak gayri Müslimler
birbirlerine mirasçı olurlar. Ancak gayri Müslimlerden biri Đslam ülkesinde, ötekisi ise
Đslam ülkesiyle savaş halinde olan bir ülkede (dâru’l-harb) ikamet ediyorsa aralarında
miras cereyan etmez. Fakat iki ülke arasında saldırmazlık anlaşması olması halinde
vatandaşlar birbirlerine mirasçı olabilirler.
13.6. KUR’AN’DA MĐRAS AYETLERĐ ve BU AYETLERĐN ĐFADE
ETTĐKLERĐ HÜKÜMLER
13.6.1. Miras Ayetleri
Kur’an’da varislerin alacağı hisselere ilişkin başlıca ayetler şunlardır:
ن
ُ
َه
ل
َ
َ ْينِ فـ
تـ
َ
َق ْ اثـن
ْ
َو
فـ
ً
اء
َ
س
ِ
ْن ُ ك ن ن
ِ
إ
َ
َ ْينِ ف
يـ
َ
ثـ
ْ
ظ الأُنـ
َ
ح
ُ
ْل
ث
ِ
لذَكِر م
ِ
ل
ْ
ُكم
ِ
ْلاد
ِ في أَو
ُ
الله
ُ
ِوص ُ يكم
ُ
ي
َ
َك و
َ
َر
ا تـ
َ
ا م
َ
ثـُل ا ُث
َ
َه
ل
َ
ً فـ
ة
َ
د
احِ
َ
َ ْت و
ْن َ كان
ِ
إ
لَ
َ
و
ُ
لَه
ْ
ُكن
َ
ي
ْ
ْن َ لم
ِ
إ
َ
لٌَد ف
َ
و
ُ
ان لَه
ْن َ ك َ
ِ
َك إ
َ
َر
ا تـ
ِ
مم
ُ
ُس
ا السد
َ
م
ُ
ْه
ِنـ
ٍ م
د
احِ
َ
و
ُكل
ِ
ِ ل
ه
ْ
ي
َ
و
َ
لأَبـ
َ
ْص ُف و
الن
ُ
ان لَه
ْن َ ك َ
ِ
إ
َ
ُث ف
الثـلُ
ِ
مه
َلأُ
ف
ُ
اه
َ
و
َ
أَبـ
ُ
ِرثَه
َ
و
َ
ٌد و
َ
بـ
ْ
ن
ِ
م
ُ
ُس
السد
ِ
مه
َلأُ
ةٌ ف
َ
و
ْ
ِخ
إ
ِ
م
ً
يضة
َ
ِر
َ
ا ف
ً
ْع
َف
نـ
ْ
َ ُب لَ ُكم
ْر
أَقـ
ْ
م
ُ
ه
َون أَيـ
ُ
َ ْدر
لا ت
ْ
َ ُاؤُكم
ن
ْ
أَبـ
َ
و
ْ
ُاؤُكم
َ
ٍن آب
ْ
ي
َ
د
ْ
ا أَو
َ
ِوصي ِ
ُ
ٍ ي
ة
ِصي
َ
ْدِ و
ع
َ
ن الله
ِ
ِ إ
الله
َ
ن
ا
ً
يم
َكِ
ا ح
ً
يم
ِ
ل
َ
ان ع
ْن َك َ
إ
ِ
َ
لٌَد * ف
َ
ُن و
َ له
ْ
ُكن
َ
ي
ْ
ْن َ لم
ِ
إ
ْ
ُكم
ُ
اج
َ
ْو
َك أَز
َ
َر
ا تـ
َ
ْص ُف م
ِ
ن
ْ
لَ ُكم
َ
و
ٍ
ة
ِصي
َ
و
ِ
ْد
ع
َ
بـ
ْ
ن
ِ
م
َ
ْكن
َ
َر
ا تـ
ِ
مم
ُ
ع
ُ
ب
الر
ُ
لَ ُكم
َ
لٌَد فـ
َ
ُن و
ان َ له
َك َ
َ
لٌَد فـ
َ
و
ْ
ان لَ ُكم
ْن َ ك َ
ِ
إ
َ
لٌَد ف
َ
و
ْ
لَ ُكم
ْ
ُكن
َ
ي
ْ
ْن َ لم
ِ
إ
ْ
ُم
ْكت
َ
َر
ا تـ
ِ
مم
ُ
ع
ُ
ب
ُن الر
َله
َ
ٍن و
ْ
ي
َ
د
ْ
ا أَو
َ
ِوص َين ِ
ُ
ِص ي
َ
و
ِ
ْد
ع
َ
بـ
ْ
ن
ِ
م
ْ
ُم
ْكت
َ
َر
ا تـ
ِ
مم
ُ
ن
ُ
ن الثم
ُ
لَه ا
َ
َون ِ
ُ
ُوص
ٍ ت
ة
ي
7
ُ
ُس
ا السد
َ
م
ُ
ْه
ِنـ
دٍ م
احِ
َ
و
ُكل
ِ
ل
َ
ْ ٌت ف
أُخ
ْ
ُ ٌ أَخ أَو
لَه
َ
أَةٌ و
َ
ر
ْ
ِ أَو ام
ً
ُث َ كلالَة
َ
ور
ُ
ي
ٌ
ل
ُ
َج
ان ر
ْن َ ك َ
ِ
إ
َ
ٍن و
ْ
ي
َ
د
ْ
أَو
ُ
َكاء
َ
شر
ُ ْ
م
ُ
َه
َك فـ
ِ
ذَل
ْ
ن
ِ
م
َ
ر
َ
ُ ْ وا أَكثـ
ْن َ كان
ِ
إ
َ
ف
َ
د
ْ
ا أَو
َ
َى ِ
وص
ُ
ٍ ي
ة
ِصي
َ
و
ِ
ْد
ع
َ
بـ
ْ
ن
ِ
ِث م
ِفي الثـلُ
ٌ
يم
ِ
ل
َ
ح
ٌ
يم
ِ
ل
َ
ع
ُ
الله
َ
ِ و
الله
َ
ن
ِ
م
ً
ة
ِصي
َ
ار و
ُ َض
م
َ
ر
ْ
ٍن َ غيـ
ْ
ي ...
ِ
ِ في الْ َكلالَة
ْ
ُ يكم
ِ
ت
ْ
ف
ُ
يـ
ُ
ِل الله
ُ
َ َك ق
ُون
ت
ْ
ف
َ
تـ
ْ
َس
ي
لٌَد
َ
ا و
َ
َ له
ْ
ُكن
َ
ي
ْ
ْن َ لم
ِ
ا إ
َ
ِرثـُه
َ
ي
َ
و
ُ
ه
َ
َك و
َ
َر
ا تـ
َ
ْص ُف م
ِ
ا ن
َ
لَه
َ
ْ ٌت فـ
أُخ
ُ
لَه
َ
لٌَد و
َ
و
ُ
لَه
َ
ْس
َك لَي
لَ
َ
ه
ٌ
ؤ
ُ
ر
ْ
ِنِ ام
َك إ
َ
َر
ا تـ
ِ
انِ مم
َ
ا الثـلُث
َ
م
ُ
لَه
َ
َ ْينِ فـ
تـ
َ
ْ ا اثـن
َ
ت
َ
ْن َ كانـ
ِ
إ
َ
ف
َ
وا و
ِضل
َ
ْن ت
أَ
ْ
لَ ُكم
ُ
الله
ينُ
َ
بـ
ُ
َْينِ يـ
يـ
َ
ثـ
ْ
ظ الأُنـ
َ
ح
ُ
ْل
ث
ِ
لذَكِر م
ِ
ل
َ
ف
ً
اء
َ
س
ِ
ن
َ
الا و
َ
ِ رج
ً
ة
َ
ْو
ِخ
ُوا إ
ْن َ كان
ِ
إ
َ
و
ٌ
يم
ِ
ل
َ
ٍ ع
ء
ْ
شي
َ
ُكل
ِ
ب
ُ
الل . ه
“Ana, baba ve akrabaların miras olarak bıraktıklarında erkeklerin hissesi vardır.
Kadınların da ana, baba ve akrabaların bıraktıklarında hisseleri vardır. Bunlar, az olsun çok
olsun, farz kılınmış bir hissedir.” (Nisa, 7)
“Allah size evlatlarınızın miras taksimini şöyle emrediyor: Çocuklarınızda, erkeğe iki
kadın payı kadar, eğer hepsi kadın olmak üzere ikiden de fazla iseler, bunlara mirasın üçte
ikisi ve eğer bir tek kadın ise o zaman ona malın yarısı vardır. Eğer ölen, ana ve baba ile
birlikte çocuklar da bırakmışsa ana babanın her birine ölenin terekesinden altıda bir; şâyet
ölenin çocuğu yok da, mirasçı olarak ana ve babası kalmışsa, ananın payı üçte birdir. Eğer
ölenin kardeşleri varsa terekenin altıda biri ananındır. Bu paylar, ölenin borçları ödenip,
vasiyeti de yerine getirildikten sonra hak sahiplerine verilir. Baba ve çocuklardan,
hangisinin size fayda bakımından daha yakın olduğunu, siz bilmezsiniz. Bütün bunlar
Allah tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz Allah alîmdir, hakîmdir.” (Nisa, 11)
“Eğer hanımlarınızın çocukları yoksa, bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Şâyet bir
çocukları varsa o zaman mirasın dörtte biri sizindir. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine
getirildikten ve varsa, borcu ödendikten sonra verilir. Eğer siz çocuk bırakmadan ölürseniz,
geriye bıraktığınız mirasın dörtte biri hanımlarınızındır. Şâyet çocuklarınız varsa o zaman
bıraktığınız mirasın sekizde biri hanımlarınızındır. Bu paylar, yaptığınız vasiyetler yerine
getirilip ve varsa borcunuz ödendikten sonra verilir. Eğer ölen bir erkek veya kadının
çocuğu ve babası bulunmadığı halde kelâle olarak (yan koldan) mirasına konuluyor ve
kendisinin bir erkek veya kızkardeşi bulunuyorsa, bunlardan her birinin miras payı
terekenin altıda biridir. Eğer mevcut olan kardeşler bundan daha çok iseler, bu takdirde
kardeşler mirasın üçte birini zarara uğratılmaksızın aralarında eşit olarak taksim ederler.
Bu paylar ölenin vasiyeti yerine getirilip ve varsa borcu ödendikten sonra verilir. Bunlar,
Allah tarafından bir emirdir. Allah her şeyi bilen ve yarattıklarına çok yumuşak
davranandır.” (Nisa, 12)
“Sana soru soruyorlar. Deki: Allah size kelâle (babasız ve çocuksuz kimse) nin mirası
hakkında hükmünü açıklıyor: Çocuğu olmayan, fakat kız kardeşi bulunan bir kişi ölürse,
bıraktığı malın yarısı o (kız kardeşi)nundur. Çocuğu olmayan kız kardeş ölürse, erkek
kardeş ona varis olur. Eğer (ölenin) iki kız kardeşi varsa, bıraktığının üçte ikisi onlarındır.
Eğer kardeşler erkek ve kız olurlarsa, erkeğin hissesi, iki kızın hissesi kadardır.
Şaşırmamanız için Allah size (hükümlerini) açıklıyor. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.”
(Nisa, 176)
“Bunlar, Allah'ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse Allah
onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük
8
kurtuluş budur. Kim Allah'a ve Peygamberine baş kaldırır ve yasalarını aşarsa, onu, temelli
kalacağı cehenneme sokar. Alçaltıcı azab onadır.” (Nisa, 12-14)
13.6.2. Miras Ayetlerinin Đfade Ettiği Hükümler
Yukarda verdiğimiz miras ayetlerinden anlaşılan hükümleri maddeler halinde şöyle
sıralamak mümkündür:
ن ”
ُ
لَه
َ
َ ْينِ فـ
تـ
َ
َق ْ اثـن
ْ
َو
فـ
ً
اء
َ
س
ِ
ْن ُ ك ن ن
ِ
إ
َ
َ ْينِ ف
يـ
َ
ثـ
ْ
ظ الأُنـ
َ
ح
ُ
ْل
ث
ِ
لذَكِر م
ِ
ل
ْ
ُكم
ِ
ْلاد
ِ في أَو
ُ
الله
ُ
ِوص ُ يكم
ُ
ي ا
َ
لَه
َ
ً فـ
ة
َ
د
احِ
َ
َ ْت و
ْن َ كان
ِ
إ
َ
َك و
َ
َر
ا تـ
َ
ا م
َ
ثـُلُث
ْص ُف
الن” “Allah size evlatlarınızın miras taksimini şöyle emrediyor: Çocuklarınızda, erkeğe
iki kadın payı kadar, eğer hepsi kadın olmak üzere ikiden de fazla iseler, bunlara mirasın
üçte ikisi ve eğer bir tek kadın ise o zaman ona malın yarısı vardır” (Nisa, 11) ayeti şu
hükümleri ifade etmektedir:
• Bir kimse geriye kız ve erkek çocuklar bırakırsa bunlar mirası bire-iki şeklinde
bölüşürler. Erkekler iki hisse, kız çocukları ise bir hisse alırlar.
• Geriye sadece bir kız evlat kalmışsa kız çocuk, malın yarısını alır.
• Geriye iki veya daha fazla kız çocuğu kalmışsa bunlar mirasın üçte ikisini alırlar.
• Kız ve erkek çocuklarının yanı sıra geriye ashabu’l-ferâiz dediğimiz ana, baba ve eş
gibi hisse sahipleri de kalmışsa önce pay sahiplerine hisseleri teslim edilir. Geri kalanı
bire-iki şeklinde kızlarla erkekler arasında bölüştürülür. Erkeklere iki kızlara bir hisse
verilir.
• Geriye sadece bir erkek evladın kalması durumunda çocuk malın tamamını alır. Bu
husus her ne kadar ayet-i kerimede açıkça geçmese de ayette yer alan iki cümlenin
birleşiminden rahatlıkla anlaşılmaktadır. ِينْ َ
يـ
َ
ثـ
ْ
ظ الأُنـ
َ
ح
ُ
ْل
ث
ِ
لذَكِر م
ِ
(Çocuklarınızda erke ل ğe iki
kadın payı kadar vardır), فُ صْ
ا الن
َ
لَه
َ
ً فـ
ة
َ
د
احِ
َ
َ ْت و
ْن َ كان
ِ
إ
َ
(Eو ğer bir tek kadın ise o zaman ona
malın yarısı vardır) ayetlerini yan yana getirdiğimizde tek başına varis olan erkek
çocuğun malın tamamını alacağı sonucu ortaya çıkmaktadır.
Ayet-i kerimede çocuklarla ilgili zikredilen hükümlerin aynısı çocukların evlatları için
de geçerlidir. Zira ayette yer alan evlâd kelimesi birinci dereceden evlatları kapsadığı gibi
ikinci ve üçüncü derecedeki evlatları yani torunları da kapsar.
13.6.2.1. Çocuklar
ن ”
ُ
لَه
َ
َ ْينِ فـ
تـ
َ
َق ْ اثـن
ْ
َو
فـ
ً
اء
َ
س
ِ
ْن ُ ك ن ن
ِ
إ
َ
َ ْينِ ف
يـ
َ
ثـ
ْ
ظ الأُنـ
َ
ح
ُ
ْل
ث
ِ
لذَكِر م
ِ
ل
ْ
ُكم
ِ
ْلاد
ِ في أَو
ُ
الله
ُ
ِوص ُ يكم
ُ
ي ا
َ
لَه
َ
ً فـ
ة
َ
د
احِ
َ
َ ْت و
ْن َ كان
ِ
إ
َ
َك و
َ
َر
ا تـ
َ
ا م
َ
ثـُلُث
ْص ُف ال
ن ” “Allah size evlatlarınızın miras taksimini şöyle emrediyor: Çocuklarınızda, erkeğe
iki kadın payı kadar, eğer hepsi kadın olmak üzere ikiden de fazla iseler, bunlara mirasın
üçte ikisi ve eğer bir tek kadın ise o zaman ona malın yarısı vardır” (Nisa, 11) ayeti şu
hükümleri ifade etmektedir:
• Bir kimse geriye kız ve erkek çocuklar bırakırsa bunlar mirası bire-iki şeklinde
bölüşürler. Erkekler iki hisse, kız çocukları ise bir hisse alırlar.
• Geriye sadece bir kız evlat kalmışsa kız çocuk, malın yarısını alır.
• Geriye iki veya daha fazla kız çocuğu kalmışsa bunlar mirasın üçte ikisini alırlar.
9
• Kız ve erkek çocuklarının yanı sıra geriye ashabu’l-ferâiz dediğimiz ana, baba ve
eş gibi hisse sahipleri de kalmışsa önce pay sahiplerine hisseleri teslim edilir. Geri
kalanı bire-iki şeklinde kızlarla erkekler arasında bölüştürülür. Erkeklere iki
kızlara bir hisse verilir.
• Geriye sadece bir erkek evladın kalması durumunda çocuk malın tamamını alır.
Bu husus her ne kadar ayet-i kerimede açıkça geçmese de ayette yer alan iki
cümlenin birleşiminden rahatlıkla anlaşılmaktadır. ِينْ َ
يـ
َ
ثـ
ْ
ظ الأُنـ
َ
ح
ُ
ْل
ث
ِ
لذَكِر م
ِ
ل
(Çocuklarınızda erkeğe iki kadın payı kadar vardır), فُ صْ
ا الن
َ
لَه
َ
ً فـ
ة
َ
د
احِ
َ
َ ْت و
ْن َ كان
ِ
إ
َ
(E و ğer
bir tek kadın ise o zaman ona malın yarısı vardır) ayetlerini yan yana
getirdiğimizde tek başına varis olan erkek çocuğun malın tamamını alacağı
sonucu ortaya çıkmaktadır.
Ayet-i kerimede çocuklarla ilgili zikredilen hükümlerin aynısı çocukların evlatları için
de geçerlidir. Zira ayette yer alan evlâd kelimesi birinci dereceden evlatları kapsadığı gibi
ikinci ve üçüncü derecedeki evlatları yani torunları da kapsar.
13.6.2.2. Anne-Baba
“
َ
ي
ْ
ْن َ لم
ِ
إ
َ
لٌَد ف
َ
و
ُ
ان لَه
ْن َ ك َ
ِ
َك إ
َ
َر
ا تـ
ِ
مم
ُ
ُس
ا السد
َ
م
ُ
ْه
ِنـ
ٍ م
د
احِ
َ
و
ُكل
ِ
ِ ل
ه
ْ
ي
َ
و
َ
لأَبـ
َ
و ةٌ
َ
ْو
ِخ
إ
ُ
ان لَه
ْن َ ك َ
ِ
إ
َ
ُث ف
الثـلُ
ِ
مه
َلأُ
ف
ُ
اه
َ
و
َ
أَبـ
ُ
ِرثَه
َ
و
َ
لٌَد و
َ
و
ُ
لَه
ْ
ُكن
ُ
ُس
السد
ِ
مه
َلأُ
“ف
“Eğer ölen, ana ve baba ile birlikte çocuklar da bırakmışsa ana babanın her birine ölenin
terekesinden altıda bir; şâyet ölenin çocuğu yok da, mirasçı olarak ana ve babası kalmışsa, ananın
payı üçte birdir. Eğer ölenin kardeşleri varsa terekenin altıda biri ananındır. Bu paylar, ölenin
borçları ödenip, vasiyeti de yerine getirildikten sonra hak sahiplerine verilir” (Nisa, 11) ayetinin
ifade ettiği hükümler:
• Ölünün çocukları varsa anne, babadan her biri altıda bir hisse alır. Geri kalanını çocuklar
alır.
• Ölünün çocukları yoksa anne üçte bir hisse alır. Geri kalanını yani üçte ikilik hisseyi ise
baba alır. Babanın durumu ayette açıkça zikredilmemektedir. Ancak annenin durumundan sonra
babanın hissesi hakkında bir şey söylenmemesi onun geri kalanı alacağına delalet etmektedir.
Anne ve babayla birlikte iki veya daha fazla kardeş varsa anne altıda bir alır. Geri kalanı yani
altıda beşlik hisseyi ise baba alır.
13.6.2.3. Vasiyyet
ٍن”
ْ
ي
َ
د
ْ
ا أَو
َ
ِوصي ِ
ُ
ٍ ي
ة
ِصي
َ
و
ِ
ْد
ع
َ
بـ
ْ
ن
ِ
م” “Bu paylar, yaptığınız vasiyetler yerine getirilip ve varsa borcunuz
ödendikten sonra verilir” (Nisa, 12) ayetinden anlaşılan hükümler:
Bu ayet-i kerimede miras taksiminin borçların ödenmesi veya vasiyetten sonraya bırakılması
emredilmektedir. Ancak borç ve vasiyetten hangisinin vasiyetin hangisinin daha önce ifa edilmesi
gerektiği hususunda açık bir beyan taşımamaktadır. Fakihler konuyla ilgili nebevî tatbikattan
hareketle borçların vasiyete takdim edilmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Hz. Ali’nin şöyle dediği
rivayet edilmektedir: “Siz نٍ
ْ
ي
َ
د
ْ
ا أَو
َ
ِوصي ِ
ُ
ٍ ي
ة
ِصي
َ
و
ِ
ْد
ع
َ
بـ
ْ
ن
ِ
م ayetini okuyorsunuz. Ancak Allah Rasûlü
(sallallâhu aleyhi ve âlihi ve sellem) borcu vasiyetten önce hükme bağladı.”
10
13.6.2.4. Karı-Koca
“ * ِ
مم
ُ
ع
ُ
ب
الر
ُ
َ ُكم
ل
َ
لٌَد فـ
َ
ُن و
ان َ له
ْن َ ك َ
ِ
إ
َ
لٌَد ف
َ
ُن و
َ له
ْ
ُكن
َ
ي
ْ
ْن َ لم
ِ
إ
ْ
ُكم
ُ
اج
َ
ْو
َك أَز
َ
َر
ا تـ
َ
ْص ُف م
ِ
ن
ْ
لَ ُكم
َ
و
ْ
ا أَو
َ
ِوص َين ِ
ُ
ٍ ي
ة
ِصي
َ
ْدِ و
ع
َ
بـ
ْ
ن
ِ
م
َ
ْكن
َ
َر
ا تـ
ْك
َ
َر
ا تـ
ِ
مم
ُ
ع
ُ
ب
ُن الر
َله
َ
ٍن و
ْ
ي
َ
ُ د
ٍ ت
ة
ِصي
َ
و
ِ
ْد
ع
َ
بـ
ْ
ن
ِ
م
ْ
ُم
ْكت
َ
َر
ا تـ
ِ
مم
ُ
ن
ُ
ن الثم
ُ
لَه
َ
لٌَد فـ
َ
و
ْ
ان لَ ُكم
ْن َ ك َ
ِ
إ
َ
لٌَد ف
َ
و
ْ
لَ ُكم
ْ
ُكن
َ
ي
ْ
ْن َ لم
ِ
إ
ْ
ُم
ت ٍن
ْ
ي
َ
د
ْ
ا أَو
َ
َون ِ
ُ
“ وص
“Eğer hanımlarınızın çocukları yoksa, bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Şâyet bir
çocukları varsa o zaman mirasın dörtte biri sizindir. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine
getirildikten ve varsa, borcu ödendikten sonra verilir. Eğer siz çocuk bırakmadan ölürseniz,
geriye bıraktığınız mirasın dörtte biri hanımlarınızındır. Şâyet çocuklarınız varsa o zaman
bıraktığınız mirasın sekizde biri hanımlarınızındır. Bu paylar, yaptığınız vasiyetler yerine
getirilip ve varsa borcunuz ödendikten sonra verilir” (Nisa, 12) ayetinin ifade ettiği
hükümler:
Bu ayeti kerime eşlerin durumunu izah etmektedir. Buna göre
• Kadın ölüp geriye çocuk bırakmamışsa koca mirasın yarısını alır.
• Kadın ölüp geriye çocuk bırakmışsa koca mirasın dörtte birini alır.
• Koca ölüp geriye çocuk bırakmamışsa kadın mirasın dörtte birini alır.
• Koca ölüp geriye çocuk bırakmışsa kadın mirasın sekizde birini alır.
13.6.2.5. Anne-Bir kardeşler
“ ُ
ْن َ كان
ِ
إ
َ
ف
ُ
ُس
ا السد
َ
م
ُ
ْه
ِنـ
دٍ م
احِ
َ
و
ُكل
ِ
ل
َ
ْ ٌت ف
أُخ
ْ
ُ ٌ أَخ أَو
لَه
َ
أَةٌ و
َ
ر
ْ
ِ أَو ام
ً
ُث َ كلالَة
َ
ور
ُ
ي
ٌ
ل
ُ
َج
ان ر
ْن َ ك َ
ِ
إ
َ
و ِ في
ُ
َكاء
َ
شر
ُ ْ
م
ُ
َه
َك فـ
ِ
ذَل
ْ
ن
ِ
م
َ
ر
َ
ْ وا أَكثـ
ا
َ
َى ِ
وص
ُ
ٍ ي
ة
ِصي
َ
و
ِ
ْد
ع
َ
بـ
ْ
ن
ِ
ِث م
الثـلُ
ٌ
يم
ِ
ل
َ
ح
ٌ
يم
ِ
ل
َ
ع
ُ
الله
َ
ِ و
الله
َ
ن
ِ
م
ً
ة
ِصي
َ
ار و
ُ َض
م
َ
ر
ْ
ٍن َ غيـ
ْ
ي
َ
د
ْ
“ أَو
“Eğer ölen bir erkek veya kadının çocuğu ve babası bulunmadığı halde kelâle olarak
(yan koldan) mirasına konuluyor ve kendisinin bir erkek veya kızkardeşi bulunuyorsa,
bunlardan herbirinin miras payı terekenin altıda biridir. Eğer mevcut olan kardeşler bundan
daha çok iseler, bu takdirde kardeşler mirasın üçte birini zarara uğratılmaksızın aralarında
eşit olarak taksim ederler. Bu paylar ölenin vasiyeti yerine getirilip ve varsa borcu
ödendikten sonra verilir. Bunlar, Allah tarafından bir emirdir. Allah her şeyi bilen ve
yarattıklarına çok yumuşak davranandır” (Nisa, 12)
Bu ayetin ifade ettiği hükümlere değinmeden önce ayette geçen “kardeş” ile hangi
kardeşlerin kastedildiğini belirlemek gerekir. Âlimlerin ittifakıyla bu ayeti kerimede geçen
“kardeş”le ana-bir kardeşler kastedilmektedir. Buna karşın surenin sonunda geçen ve daha
fazla miras alacağı belirtilen “kardeşler”le de ana baba-bir kardeşler kastedilmiştir. Şimdi
ayet-i kerimenin ifade ettiği hükümlere bakâlim:
• Bir kimse geriye sadece ana-bir kardeş veya kız kardeş bırakırsa bunlar altıda bir
hisse alırlar.
• Bir kimse geriye iki veya daha fazla ana-bir erkek veya kız kardeş bırakırsa bunlar,
üçte bir hisse alırlar. Aldıkları üçte bir hisseyi kadın-erkek eşit bir şekilde aralarında
bölüşürler.
11
13.6.2.6. Anne, Baba-Bir Kardeşler
ْص ُف
ِ
ا ن
َ
َه
ل
َ
ْ ٌت فـ
أُخ
ُ
لَه
َ
لٌَد و
َ
و
ُ
لَه
َ
ْس
َك لَي
َ
ل
َ
ه
ٌ
ؤ
ُ
ر
ْ
ِنِ ام
ِ إ
ِ في الْ َكلالَة
ْ
ُ يكم
ِ
ت
ْ
ف
ُ
يـ
ُ
ِل الله
ُ
َ َك ق
ُون
ت
ْ
ف
َ
تـ
ْ
َس
ي
َ
ِرثُه
َ
ي
َ
و
ُ
ه
َ
َك و
َ
َر
ا تـ
َ
م ا
َ
َ له
ْ
ُكن
َ
ي
ْ
ْن َ لم
ِ
إ
لذَكِر
ِ
ل
َ
ف
ً
اء
َ
س
ِ
ن
َ
الا و
َ
ِ رج
ً
ة
َ
ْو
ِخ
ُوا إ
ْن َ كان
ِ
إ
َ
َك و
َ
َر
ا تـ
ِ
انِ مم
َ
ا الثـلُث
َ
م
ُ
لَه
َ
َ ْينِ فـ
تـ
َ
ْ ا اثـن
َ
ت
َ
ْن َ كانـ
ِ
إ
َ
لٌَد ف
َ
وا
ِض و ل
َ
ْن ت
أَ
ْ
لَ ُكم
ُ
الله
ينُ
َ
بـ
ُ
َ ْينِ يـ
يـ
َ
ثـ
ْ
ظ الأُنـ
َ
ح
ُ
ْل
ث
ِ
م
ٌ
يم
ِ
ل
َ
ٍ ع
ء
ْ
شي
َ
ُكل
ِ
ب
ُ
الله
َ
و .
“Senden fetva istiyorlar. Deki: "Allah size kelâle (babasız ve çocuksuz kimse) nin
mirası hakkında hükmünü açıklıyor: Çocuğu olmayan, fakat kız kardeşi bulunan bir kişi
ölürse, bıraktığı malın yarısı o (kız kardeşi)nundur. Çocuğu olmayan kız kardeş ölürse,
erkek kardeş ona varis olur. Eğer (ölenin) iki kız kardeşi varsa, bıraktığının üçte ikisi
onlarındır. Eğer kardeşler erkek ve kız olurlarsa, erkeğin hissesi, iki kızın hissesi kadardır.
Şaşırmamanız için Allah size (hükümlerini) açıklıyor. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir”
(Nisa, 176) ayetinin ifade ettiği hükümler:
• Çocuksuz bir kimse ölüp geriye ana, baba-bir kız kardeş ya da baba-bir kız kardeş
bırakırsa, kız kardeş malın yarısını alır.
• Çocuksuz bir kimse ölüp geriye iki veya daha fazla ana, baba-bir kız kardeş ya da
baba-bir kız kardeş bırakırsa, kızlar malın üçte ikisini alırlar.
• Çocuksuz bir kimse ölüp geriye ana, baba-bir ya da baba-bir kız ve erkek kardeşler
bırakırsa bunlar, aralarında mirası bire-iki bölüşürler. Erkekler iki, kızlar bir hisse
alırlar.
• Kız kardeş vefat ettiğinde geriye sadece ana, baba-bir erkek kardeş kalmışsa, erkek
kardeş malın tamamını alır. Birden fazla olmaları durumunda mirası aralarında
bölüşürler.
13.6.3. Kadın-Erkek Hisselerinin Farklılığına Dair
Bilindiği gibi modern hukukta kadın erkek hisseleri arasında her hangi bir ayrım
bulunmamaktadır. Buna karşın Đslam Hukukunda kadın-erkek paylarında farklılıklar göze
çarpmaktadır. Bu durum da zaman zaman soru işaretlerine sebep olmaktadır.
Öncelikle her sistemi kendi bütünlüğü ve mantığı içerisinde ele almak gerekmektedir.
Đslam’ın öngördüğü aile ve toplum modelinde kadın bir kısım harcamalardan muaf
tutulduğu için miras dağılımında da kendisine daha az hisse takdir edilmiştir. Şimdi buna
ilişkin aydınlatıcı bir iktibasta bulunmak istiyoruz:
َْينِ ”
يـ
َ
ثـ
ْ
ْلاُنـ
ظ ا
َ
ح
ُ
ْل
ث
ِ
لذَكِر م
ِ
ل
َ
olan hükm-ü Kur'anî, mahz-ı adalet oldu ف ğu gibi, ayn-ı merhamettir.
Evet adalettir. Çünki ekseriyet-i mutlaka itibariyle bir erkek, bir kadın alır, nafakasını
taahhüd eder. Bir kadın ise, bir kocaya gider, nafakasını ona yükler; irsiyetteki noksanını
telafi eder. Hem merhamettir, çünki o zaîfe kız, pederinden şefkate ve kardeşinden
merhamete çok muhtaçtır. Hükm-ü Kur'ana göre o kız, pederinden endişesiz bir şefkat
görür. Pederi ona, "Benim servetimin yarısını, ellerin ve yabanilerin ellerine geçmesine
sebeb olacak zararlı bir çocuk" nazarıyla endişe edip bakmaz. O şefkate, endişe ve hiddet
karışmaz. Hem kardeşinden rekabetsiz, hasedsiz bir merhamet ve himayet görür. Kardeşi
12
ona, "hanedanımızın yarısını bozacak ve malımızın mühim bir kısmını ellerin eline verecek
bir rakib" nazarıyla bakmaz; o merhamete ve himayete bir kin, bir iğbirar katmaz. Şu halde
o fıtraten nazik, nazenin ve hilkaten zaîfe ve nahife kız, sureten az bir şey kaybeder; fakat
ona bedel akaribin şefkatinden, merhametinden, tükenmez bir servet kazanır. Yoksa
rahmet-i Hak'tan ziyade ona merhamet edeceğiz diye hakkından fazla ona hak vermek, ona
merhamet değil, şedid bir zulümdür. Belki zaman-ı cahiliyette gayret-i vahşiyaneye binaen
kızlarını sağ olarak defnetmek gibi gaddarane bir zulmü andıracak şu zamanın hırs-ı
vahşiyanesi, merhametsiz bir şenaate yol açmak ihtimali vardır. Bunun gibi bütün ahkâm-ı
Kur'aniye, ينَ
ِ
َلم
ا
َ
ْلع
ِ
ل
ً
ة
ْحمَ
َ
لا ر
ِ
َ َ اك ا
ْلن
َ
ْس
َر
ا ا
َ
م
َ
وfermanını tasdik ediyorlar.” (Nursî, Mektubat, 40)
Görüldüğü gibi Đslam Hukukundaki düzenlemenin sosyolojik ve psikolojik arka planı
bulunmaktadır. Bunlar bir bütün olarak değerlendirilmediği zaman konuyu yanlış ve eksik
anlamak kaçınılmazdır.
Đslam Hukukundaki düzenlemelere karşın modern hukuk bazı durumlarda kadına eşit
bazı durumlarda ise hiç hisse vermemektedir. Mesela ölenin çocukları varsa anneyi
mirastan mahrum bırakmaktadır. Đslam Hukuku ise çocukların varlığı durumunda anneye
altıda bir hisse takdir etmektedir. Bu konuda da Osmanlıca bir metin paylaşmak istiyoruz:
“
ُ
ُس
السد
ِ
لاُمه
ِ
ف [Eğer ölen, ana ve baba ile birlikte çocuklar da bırakmışsa ana babanın her
birine ölenin terekesinden altıda bir vardır.] Đşte mimsiz medeniyet, nasıl kız hakkında,
hakkından fazla hak verdiğinden böyle bir haksızlığa sebeb oluyor.. öyle de: Vâlide
hakkında hakkını kesmekle daha dehşetli haksızlık ediyor. Evet rahmet-i Rabbaniyenin en
hürmetli, en halâvetli, en latif ve en şirin bir cilvesi olan şefkat-i vâlide, hakaik-i kâinat
içinde en muhterem, en mükerrem bir hakikattır. Ve vâlide, en kerim, en rahîm öyle
fedakâr bir dosttur ki; o şefkat saikasıyla bir vâlide, bütün dünyasını ve hayatını ve
rahatını, veledi için feda eder. Hattâ vâlideliğin en basit ve en edna derecesinde olan
korkak tavuk, o şefkatin küçücük bir lem'asıyla yavrusunu müdafaa için ite atılır, arslana
saldırır. Đşte böyle muhterem ve muazzez bir hakikatı taşıyan bir vâlideyi, veledinin
malından mahrum etmek, o muhterem hakikata karşı ne kadar dehşetli bir haksızlık, ne
derece vahşetli bir hürmetsizlik, ne mertebe cinayetli bir hakaret ve arş-ı rahmeti titreten
bir küfran-ı nimet ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin gayet parlak ve nâfi' bir tiryakına bir
zehir katmak olduğunu, insaniyet-perverlik iddia eden insan canavarları anlamazlarsa,
elbette hakikî insanlar anlar. Kur'an-ı Hakîm'in سُ
السد
ِ
لاُمه
ِ
hükmünü, ayn-ı hak ve mahz-ı ف
adalet olduğunu bilirler.” (Mektubat, 40-41)
Đslam Miras Hukukunda kadın, bazı durumlarda erkeğe göre daha az hisse almaktadır.
Ancak erkeğin fazla hisse alması genel bir kural değildir. Başka bir değişle “ ظ
َ
ح
ُ
ْل
ث
ِ
لذَكِر م
ِ
ل
َ ْينِ
يـ
َ
ثـ
ْ
نـُالأ” ayetinin ifade ettiği hüküm, varislerin sadece kız ve erkek çocuklardan müteşekkil
olduğu durumlara yöneliktir. Yoksa kadınların erkeklerle eşit hatta daha fazla hisse
aldıkları yerler mevcuttur. Buna dair bazı örneklere bakâlim:
• Bir kimse geriye anne, baba ve çocuk bıraktığında anne ve babadan her biri altıda
bir hisse alır. Konuyla ilgili ayet-i kerime şöyledir: “Eğer ölen, ana ve baba ile birlikte
13
çocuklar da bırakmışsa ana babanın her birine ölenin terekesinden altıda bir hisse
vardır.” (Nisa, 11) Görüldüğü gibi burada kadın-erkek farkı bulunmamaktadır.
• Bir kimse geriye anne-bir kız kardeş ve anne-bir erkek kardeş bırakırsa kız ve
erkekten her biri altıda bir oranında hisse alırlar: “Eğer ölen bir erkek veya kadının
çocuğu ve babası bulunmadığı halde kelâle olarak (yan koldan) mirasına konuluyor ve
kendisinin bir erkek veya kızkardeşi bulunuyorsa, bunlardan herbirinin miras payı
terekenin altıda biridir.” (Nisa, 12)
• Bir kimse geriye iki veya daha fazla anne-bir kız veya erkek kardeş bırakırsa kız ve
erkekler mirasın üçte birini aralarında eşit bir şekilde bölüşürler: “…Eğer mevcut olan
kardeşler bundan daha çok iseler, bu takdirde kardeşler mirasın üçte birini zarara
uğratılmaksızın aralarında eşit olarak taksim ederler. Bu paylar ölenin vasiyeti yerine
getirilip ve varsa borcu ödendikten sonra verilir.”(Nisa, 12)
• Bir kadın geriye eşini ve kızını bırakırsa kız malın yarısına varis olur. Kızın babası
ve ölenin eşi olan erkek ise dörtte bir alır. Başka bir ifadeyle bu örnekte erkek kadının
yarısını almış olur.
• Bir kimse geriye hanımını, iki kız ve bir erkek kardeş bırakırsa kadın sekizde bir,
kızlar üçte iki, erkek kardeş ise geri kalanını alır. Bu örnekte de kızlar ölünün erkek
kardeşinden yani amcalarından daha fazlasını alırlar.
Netice itibariyle erkeğin kadının iki katını alması genel bir kural değil, sadece belli
durumlara yani erkeğin kadınla birlikte asabe olduğu durumlara yönelik bir düzenlemedir.
(Bkz. Butî, Muhammed Said Ramazan, Kazâyâ Sâhine, s. 343-344; el-Mer’e Beyne
Tuğyâni’n-Nizâmi’l-Ğarbî ve Letâifi’t-Teşrîi’r-Rabbânî, s. 106 vd.)
ÖZET
Miras konusu tarih boyunca insanları meşgul etmiş ve hemen hemen bütün hukuk
sistemleri bu konuyla ilgilenmiştir. Kur’an’ın nüzûlundan önce de mirasa ilişkin bir takım
düzenlemeler bulunmaktaydı. Kur’an bunları kısmen ilğa etmiş kısmen yeniden
düzenlemiştir.
Đslam Hukukuna göre mirasın taksiminden önce mala bazı haklar taalluk eder:
Müteveffanın borçları, defin masrafları ve vasiyet. Mirasın taksimi bu hakların ifasından
sonra gerçekleştirilir.
Đslam Hukukuna göre mirasın başlıca sebepleri; karabet/neseb, nikah ve velâdır.
Varisler bu sebeplerden herhangi biriyle ve müteveffâya olan yakınlık durumlarına göre
nasslarda belirtilen oranda mirasa sahip olabilirler.
Đslam Hukukuna göre kölelik, kişinin mûrisini öldürmesi, din ve ülke ayrılığı taraflar
arasında mirasın cereyanını engelleyen sebeplerdir.
Đslam Miras Hukukuna göre bazı durumlarda kadın ve erkek eşit, bazı durumlarda da
biri diğerinden daha fazla pay almaktadır. Đslam Miras Hukuku bütünlüğü içinde genişçe
14
izah edilen bu durumun kısaca Đslam’ın öngördüğü aile ve toplum modeliyle ilgili
olduğunu söylemek mümkündür.
13.7. DEĞERLENDĐRME SORULARI
1. Aşağıdaki Đslam Miras Hukuku terimlerinden hangisi yanlış tanımlanmıştır.
A) Tereke, ölünün varislere verilmesini tavsiye ettiği herhangi bir maldır.
B) Temasül, iki sayının eşit olmasıdır.
C) Tedâhul, iki sayıdan birinin diğerine kesirsiz olarak bölünmesidir.
D) Hacb, kişinin bazı varislerden dolayı ya hiç miras almaması ya da mirastaki
hissesinin düşmesidir.
E) Asabe, belli pay sahiplerinin hisselerini aldıktan sonra malın tamamını alan
kimselere denir.
2. “Kur’an ve Sünnette payları tespit edilmiş belli pay sahiplerine ………. denir”.
Cümlede boş bırakılan yeri uygun biçimde tamamlayan ifadeyi bulunuz.
A) Ashab-ı feraiz
B) Hacb
C) Asabe
D) Mahrec
E) Zevi’l-erham
3. Aşağıdakilerden hangisi miras sebeplerinden değildir?
A) Neseb
B) Nikah
C) Velâu’l-itaka
D) Velau’l-muvalat (antlaşma)
E) Karabet/akrabalık
3. Aşağıdakilerden hangisi mirası engelleyen sebeplerdendir?
A) Mûrisi öldürme
B) Akli melekelerini yitirme
C) Hırsızlık
D) Gasp
E) Buluğ çağına ermemiş olma
4. Aşağıdaki bilgilerden hangisi yanlıştır?
15
A) Bir kimse geriye kız ve erkek çocuklar bırakırsa bunlar, mirası bire iki şeklinde
paylaşırlar.
B) Geriye sadece bir kız çocuğu kalmışsa kız, mirasın yarısını alır.
C) Geriye iki veya daha fazla kız çocuğu kalmışsa bunlar, mirasın üçte ikisini alır.
D) Ölünün çocukları varsa anne mirastan altıda bir hisse alır.
E) Kendisinden başka herhangi bir varisin bulunmadığı erkek çocuğu mirasın yarısını
alır.
5. “Đslam Miras Hukukunda kadın ve erkek hisseleri arasındaki farklılık ………”.
Cümledeki boşluğu en uygun biçimde tamamlayan ifadeyi seçiniz.
A) Đslam’ın öngördüğü toplum ve aile modeliyle ilgilidir.
B) Fakihlerin yorumuna dayanmaktadır.
C) Đçtihadî bir düzenlemedir.
D) Kuran ve Sünnette açıkça geçmeyen tarihsel bir uygulamadır.
E) Hiçbiri
Cevap Anahtarı: 1) A 2) A 3) A 4) E 5) A
13.6. KAYNAKLAR
Ali Haydar Efendi, , Teshîlu'l-Ferâiz: Đslam Miras Hukuku (Sadeleştirme ve notlar: Orhan Çeker), Tekin
Kitabevi, Konya, 1984.
Butî, Muhammed Said Ramazan, Kazâyâ Sâhine, Daru’l-Farabî li’l-Mearif, 2007.
el-Mer’e Beyne Tuğyâni’n-Nizâmi’l-Ğarbî ve Letâifi’t-Teşrîi’r-Rabbânî, Darul-Fikri’l-Muasır, Beyrut.
Mahluf, Hasaneyn Muhammed, Đslam Miras Hukuku (Çev. Ali Hastaoğlu, H. Tahsin Feyizli), Nur
Dağıtım, Ankara.
Nursî, Bediüzzaman Saîd, Mektubat, Tenvir Neşriyat, Đstanbul.
Uzunpostalcı, Mustafa, Hukuk ve Đslam Hukuku II, Damla Ofset, Konya,1996.
Sabûnî, Muhammed Ali, el- Mevârîs fi’ş-Şerîati’l-Đslamiyye fî Dav’il-Kitabi ve’s-Sünne, el-Mektebetü'lAsriyye,
Beyrut, 2005.
İSLAM HUKUKU-I
Hafta 14
Ashabu’l-Feraiz ve Miras
Taksimi
Doç. Dr. Metin YİĞİT
1
ÜNİTE14
Ashabu’l-Feraiz ve Miras
Taksimi
ĐÇĐNDEKĐLER
14.1. HESAP MESELELERĐ
14.2. SAYILAR ARASI ĐLĐŞKĐLER
14.3. MĐRAS MESELELERĐ
14.4. ĐSLAM HUKUKUNDA VARĐSLER VE HĐSSELERĐ
14.4.1. Baba
14.4.2. Dede (Sahih Dede)
14.4.3. Kardeş (Kız-Erkek)
14.4.4. Koca
14.4.5. Zevce
14.4.6. Kızlar
14.4.7. Oğlun Kızı
14.4.8. Anne Baba Bir Kız Kardeş
14.4.9. Baba Bir Kız Kardeş
14.4.10. Anne
14.4.11. Nine (Cedde-i Sahiha)
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
Miras hukukuyla ilgili bazı terimleri ayırt edebilecek,
Miras Hukukuna ilişkin hesap meselelerini ve sayılar arası ilişkileri
öğrenebilecek,
Đslam Hukukuna göre varis olabilecek kişileri ve hisselerini
gösterebileceksiniz.
2
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• Matematikte yer alan ekok (en küçük ortak kat) ve ebob (en büyük ortak
bölen) konularını öğrenmeye çalışınız.
• Kuran’da Nisa Süresinde yer alan pay ve pay sahiplerine dair ayetleri
inceleyiniz.
• Ünitenin sonunda verilen kaynaklar listesinden de yararlanarak ünitede ele
alınan konularla ilgili daha geniş okumalar yapınız.
3
Ashabu’l-Feraiz ve Miras
Taksimi
14.1. HESAP MESELERĐ
Mirasa işlemlerinden önce mirasın taksim şekli hakkında kısaca bilgi vermek yerinde
olacaktır.
Miras meselelerinin çözümü iki şekilde yapılmaktadır. Bunlardan biri “şebeke/tablo”
yöntemi diğeri ise yatay çizgi yöntemidir. Biz burada yatay çizgi yöntemini takip edeceğiz.
Yatay çizgi yöntemine göre önce ölüyü temsilen yatay bir çizgi çizilir. Çizginin altında
varislerin adı yazılır. Anne bir olanlar “a” ile, baba bir olanlar “b” ile, hem anne hem de
baba bir olanlar “ab” ile gösterilir. Çizginin üst kısmında ise altta kaydedilen varislerin
mirastan alacakları hisseler yazılır. Bu hisseler, kesir ve işaretlerle gösterilir. Hacbe
uğrayıp sakıt olanlar “s” ile asabe olanlar ise “b” ile ifade edilir. Varislerin altında yazılan
rakamlar varislerin mirastan aldıkları mal miktarını belirtir. Rakamların sonunda sağ
tarafta yazılan rakam ortak paydayı bildirir. Bu paydaya mahrec/ meselenin aslı denir.
14. SAYILAR ARASI ĐLĐŞKĐLER
Miras taksiminde sayılar arası ilişkiden sıkça söz edildiği için kısaca sayılar arası
ilişkiyi tekrarlamak istiyoruz. Miras taksiminde söz edilen başlıca sayısal nitelikler
temâsül, tedâhul ve tevafuktur.
Temâsül, sayıların birbirine eşit olmasıdır. 6’nın 6’ya eşit olması gibi.
Tedâhul, büyük sayının kalansız olarak küçüğe bölünmesidir. 9 ve 3 sayıları gibi.
Tebayün, iki sayının birden başka ortak böleninin olmamasıdır. 3 ile 4 gibi.
Tevâfuk iki sayının üçüncü bir sayıya kesirsiz olarak bölünmesidir. Bu üçüncü sayıya
ortak bölen (kasım-ı müşterek) denilmektedir. 20 ile 8 gibi. 20 ile 8 kalansız olarak hem
4’e hem de 2’e bölünebilir. Ortak bölenlerin sayısının birden fazla olması halinde sayıların
en büyüğü esas alınır. Bu sayıya ortak bölenleri en büyüğü/obeb (kasım-ı müşterek-i azam)
denir. (Bkz. Ali Haydar Efendî (1354/1935), Teshîlu’l-Ferâiz, Sadeleştirme ve Notlar:
Orhan Çeker, Tekin Kitabevi, Konya, 1984, s. 83)
Temasül, tedâhül ve tebayünün tespiti açık olduğu için bunları izah etme gereği
duymuyoruz. Ancak sayılar arasındaki tevafuk kısmen kapalı göründüğü için bunu
açıklamak istiyoruz. Đki sayı arasında tevafuk ilişkisinin olup olmadığını anlamak için
şöyle hareket edilir: “iki sayı birbirinden çıkarılabildiği kadar çıkarılır. Geriye kalan sayı
muvafakatın cüzünü (obeb) teşkil eder. 15 ile 25 gibi. 25’ten 15 çıkarıldığında yine 5 kalır.
Neticede kalan 5, 25 ile 15 arasındaki muvafakatın parçası olur. Hülasa böylece iki sayı
birbirinden çıkarıla çıkarıla neticedeki sayı 1’den ayrı bir sayı ise her iki sayı bu üçüncü
sayıda mütevafık olur. Bu durumda 3. sayı 4 ile 12’de olduğu gibi 2 ise 2 ile muvafakat
4
olur; 3 ise (9 ile 6 gibi) 3 ile muvafakat; 4 ise (8 ile 12 gibi) 4 ile muvafakat; 10 ise 10 ile
muvafakat olur.” (Ali Haydar Efendi, Teshil, s. 84.)
14.3. MĐRAS MESELELERĐ
Sayılar arası ilişkiyi böylece ortaya koydukta sonra miras meseleleriyle ilgili ana
taksimata geçmek istiyoruz.
Miras Meseleleri üç türlüdür: Adile, avliyye ve reddiye.
Adile, ashâbu’l-ferâiz alabileceği payların toplamı meselelerin ortak paydasına
(mahrec/asl) eşit olursa buna adile denir.
Örnek:
1/6 1/3 1/2
Kız kardeş a. Anne Koca
1 2 3 6
Varislerin alacağı payların toplamı ortak paydayı (mahrec) geçerse bu tür meselelere
avliye denir. Mesele avliye olursa baştaki mahrece itibar edilmez. Payların toplamından
elde edilen sayı meselenin mahreci kabul edilir.
Örnek:
1/6 2/3 1/4
Baba Kız Kız Koca
2 8 3 12//
2 4 + 4 3 13
Avliyyenin zıddı bir durum ortaya çıktığında yani payların toplamı ortak paydayı
yetişmezse buna reddiye denir. Reddiye olan meselelerde ortak hisseler kendilerine red
yapılabilen varislere geri paylaştırılır.
Örnek:
1/2 1/4 B
Kız Koca …
2 1 1 4
2+1 1 4
5
14.4. ĐSLAM HUKUKUNDA VARĐSLER VE HĐSSELERĐ
Đslam Hukukuna göre varisleri sırasıyla şöyle zikredebiliriz.
• Ashabu’l-Feraiz yani mirasta belli hissesi bulunanlar.
• Neseb yoluyla asabe olanlar.
• Köle azat etme sebebiyle asabe olanlar.
• Redd yoluyla miras alanlar.
• Zevil-erham yani hisse sahiplerinin dışındaki akrabalar
• Devlet Hazinesi (Beytul’l-Mal)
Bu grupların hepsini işlemek ünitemizin hacmini aşacağı için biz sadece ashabu’l-Feraiz
ile yetinmek istiyoruz.
14.5.1. Baba
Babanın üç hali vardır.
a. 1/6 hisse aldığı haller
Baba, ölenin oğlu veya oğlunun… oğlu ile birlikte varis olursa 1/6 hisse alır.
Örnek:
1/6 B
Baba oğul
1 5 6
Örnek:
1/6 1/2 B B
Baba Kız Oğlun oğlu Oğlun oğlu
1 3 1 1 6
b. 1/6 ve kalanı aldığı durumlar
Ölen kimsenin evlatı bulunmazsa ve baba ölenin kızıyla veya oğlunun kızıyla birlikte
varis olursa hem ashab-ı feraiz olarak 1/6 hem de asabe olarak kalanı alır.
Örnek:
1/6+B 1/2
Baba Kız
6
1+2 3 6
Örnek:
1/6 2/3
Baba Oğlun kızı oğlun kızı
1+1 4 6
c. Asabe olarak kalanı aldığı haller
Baba, ölenin çocukları veya oğlunun … oğlunun çocukları bulunmadan varis olursa
asabe ünvanıyla mirasın geri kalanını alır.
Örnek:
B 1/4
Baba Zevce
3 1 4
Örnek:
Tamamı S
Baba Kızın kızı
Örnek:
K 1/3
Baba Anne
2 1 3
Örnek:
Tamamı S
Baba Er. Kar. ab.
14.4.2. Dede (Sahih Dede)
Dedenin 4 hali vardır.
a. 1/6 hisse aldığı yerler
7
Ölünün babası bulunmayıp dedenin, ölenin oğlu veya oğlunun… oğlu ile varis olduğu
yerlerde dede 1/6 hisse alır.
Örnek:
1/6 B
Dede Oğul
1 5 6
b. 1/6+B aldığı haller
Ölenin babası yoksa dedesi, ölenin kızı veya oğlunun… oğlunun kızıyla varis olursa
hem 1/6 hem de kalanı alır.
Örnek:
1/6+B 2/3
Dede Kız Kız
1+1 2 2 6
Örnek:
1/6+B 1/2
Dede Oğlun kızı
1+2 3 6
c. Sadece asabe olarak kalanı aldığı yerler
Dede, ölenin babası, oğlu veya oğlunun… oğlu veya kızı dışındakilerle birlikte varis
olduğunda sadece asabe olarak kalanı alır.
Örnek:
B 1/2
Dede Koca
1 1 2
Örnek:
B 1/4
Dede Zevce
8
3 1 4
d. Dedenin sakıt olduğu yerler
Dede ölenin babasıyla birlikte varis olduğunda sakıt olur ve bir şey almaz.
Örnek:
S Tamamı
Dede Baba
Örnek:
S 1/4 B
Dede Zevce Baba
… 1 3 4
Not:Đmam Ebu Hanife’ye kardeşler dede ile bulundukları zaman miras almazlar. Ancak
Đmam Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel ve Đmameyn’e göre mirasçı olurlar.
14.4.3. Kardeş (Kız-Erkek)
Kardeşler miras bakımından üç halde bulunabilirler.
a. 1/6 hisse aldığı haller
1 tane anne bir kardeş bulunursa 1/6 hisse alır.
Örnek:
1/2 1/6 B
Koca Kız kar.a. Er. kar. ab.
3 1 2 6
Örnek:
1/6 B
Er. kar.a Amca ab.
1 5 6
b. 1/3 hisse aldığı yerler
Ölenin babası, çocukları bulunmayıp birden fazla anne bir kardeşleri bulunursa mirasın
1/3’ünü aralarında eşit olarak bölüşürler.
9
Örnek:
1/3 B
Er. kar.a Kız kar. a. Amca
-1- 2 3//
1 1 4 6
Örnek:
1/4 1/3 B
Zevce 2 Er. kar.a Kız kar.a Er. kar.ab
3 -4- 5 12//
9 4+4 4 15 36
14.4.4. Koca
Đslam miras hukukuna göre kocanın iki hâli bulunmaktadır.
a. 1/2 hisse aldığı durumlar
Ölen zevcenin oğlu veya kızı y da bunlardan olma torunları yoksa 1/2 hisse alır.
Örnek:
1/2 B
Koca Baba
1 1 2
Örnek:
1/2 B
Koca Er. kar. ab
1 1 2
Ölen kadının kocasından başka varisi yoksa kalan mallar beytu’l-mala intikal eder.
Ancak kadının kocası aynı zamanda amca oğlu ise koca 1/2’lik hisseden ayrı olarak kalan
malı da alır.
Örnek:
1/2 B
10
Koca Beytu’l-mal
1 1 2
Örnek:
1/2 +B
Koca (amcaoğlu)
1+1 2
b. 1/4 hisse aldığı durumlar
Koca ölen kadının çocuklarıyla birlikte varis olursa 1/42’lük hisse alır.
Örnek:
1/4 B
Koca oğul
1 3 4
Örnek:
1/4 1/2 B
Koca Kız Er. kar.ab
1 2 1 4
Örnek:
1/4 1/2
Koca Kız
1 2+1(red) 4
Son örnekte artan bir hisse “men yureddu aleyh” olarak tekrar kıza iade edilmiştir.
14.4.5. Zevce
Zevce için iki hal söz konusudur.
a. 1/4 hisse aldığı yerler
Ölen kocanın çocuk ve torunlarından kimsenin bulunmaması halinde zevce 1/4 hisse
alır.
11
Örnek:
1/4 B
Zevce Baba
1 3 4
Örnek:
1/4 B B
Zevce Er. kar.ab Kız kar.ab
1 2 1 4
Örnek:
1/4 B
Zevce Hazine
1 3 4
Örnek:
1/4 +B
Zevce (amca kızı)
1+3 4
14.4.6. Kızlar
Kız çocukları için üç halden biri söz konusudur.
a. Ölenin oğlu yoksa yalnız başına varis olan kız 1/2 hisse alır.
Örnek:
1/8 1/2 B
Zevce Kız Er. kar.ab
1 4 3 8
Örnek:
1/2 1/4 B
12
Kız Koca Oğlun oğlu
2 1 1 4
b. Ölenin erkek evladı yok ve birden fazla varis olursa 2/3 hisse alırlar.
Örnek:
1/4 2/3 B
Koca Kız-Kız Amca ab.
3 4 4 1 12
c. 2/3 hisse aldığı haller
Kız/kızlar ölenin erkek evladıyla birlikte varis olursa asabe olurlar. Hisse sahipleri
hisseleri aldıktan sonra kalanı 2’ye 1 kendi aralarında bölüşürler.
Örnek:
Oğlu Kız
2 1 3
Bu örnekte erkek iki, kız bir hisse alacağı için meselenin 3 olarak takdir edilir.
Örnek:
1/8 B
Zevce Kız Kız Oğul Oğul
1 -7- 8//
7 7 14 14 48
14.4.7. Oğlun Kızı
Oğlun kızı altı halden biri söz konusudur.
a. 1/2 hisse aldığı haller
Ölenin oğlu ya da kızı yoksa oğlun kızı 1/2 hisse alır.
Örnek:
1/2 1/4 B
Oğlun kızı Koca Er. kar.ab
2 1 1 4
13
Örnek:
1/2 1/6+B
Oğlun kızı Baba
3 1+2 6
b. 2/3 hisse aldığı yerler
Ölenin oğlu veya kızı yoksa iki veya daha fazla oğlun kızı 2/3 hisse alırlar.
Örnek:
2/3 1/4 B
Oğlun kızı Oğlun kızı Koca Amca
4 4 3 1 12
Örnek:
2/3 1/6 1/6+B
Oğlun kızı Oğlun kızı Anne Baba
4 1 1+0 6
c. 1/6 hisse aldığı yerler
Ölenin erkek evladı yok ve oğlun bir veya birden fazla kızı ölenin bir kızıyla varis
olursa 1/6 hisse alır. Bu altıda birlik hisseyle 1/2’lik hisseyi 2/3 tamamlamış olur
(Tekmiletu’s-Sülüseyn). Bu durumda oğlun kızları da kız hükmünde kabul edilmiştir. Bir
hadisi şerifte belirtildiği üzere kız evlatlarının mirastan toplam hisseleri 2/3’ü
geçmemelidir.
Örnek:
1/2 1/6 B
Kız Oğlun kızı Er. kar. ab
3 1 2 6
Örnek:
1/2 1/6 B
Kız Oğ.oğlun kızı Oğ. Oğ.kızı Baba
14
3 -1- 2 6//
6 1 1 4 12
d. Asabe olduğu haller
Oğlun kızı oğlun oğluyla varis olduğu zaman asabe olur. Mirası ya da kalanı 2’ye 1
şeklinde bölüşürler.
Örnek:
1/4 B
Koca Oğlun oğlu Oğlun kızı
1 2 1 4
Örnek:
2/3 B
Kız Kız Oğlun kızı Oğlun oğlu
2 -1- 3//
3 3 1 2 9
e. Đki kızla sakıt olduğu durumlar
Oğlun kızı ailenin iki veya daha fazla kızıyla varis olduğunda sakıt olur.
Örnek:
2/3 S B
Kız Kız Oğlun kızı Er. kar.ab
2 …. 1 3
f. Ölenin oğluyla sakıt olduğu haller
Oğlun kızı/kızları ölenin oğluyla birlikte varis olduklarında sakıt olurlar.
Örnek:
B S
Oğul Oğlun kızı
3 …. 3
Örnek:
15
1/8 B S
Zevce Oğlun oğlu Oğlun oğlun kızı
1 7 … 8
14.4.8. Anne Baba Bir Kızkardeş
Anne baba bir kız kardeşin beş hali vardır.
a. 1/2 hisse aldığı yerler
Ölünün çocukları, oğlunun çocukları, baba ve dedeleri yoksa bir tane kız kardeş yalnız
başına 1/2 hisse alır.
Örnek:
1/2 B
Kız kar. ab Amca
1 1 2
b. 2/3 hisse aldığı yerler
Ölünün çocukları, oğlunun çocukları baba ve dede bulunmadan iki veya daha fazla anne
baba bir kız kardeş varis olurlarsa 2/3 hisse alırlar.
Örnek:
2/3 B
Kız kar. ab. Kız kar. ab Amca
1 1 1 3
c. Anne baba bir erkek kardeşle asabe olduğu yerler
Anne baba bir kız kardeş anne baba bir erkek kardeşle varis olursa asabe olur.
Örnek:
B
Kızkardeş ab. Er. kar. ab
1 2 3
Örnek:
1/2 B
16
Koca Er. kar. ab Er. kar. ab Kız kar.ab
1 -1- 2//
5 2 2 1 10
d. Kız veya oğlun kızıyla asabe olduğu yerler
Anne baba bir kız kardeş ölenin kızı veya oğlunun… oğlunun kızı ile birlikte varis
olursa asabe olur ve kalanı alır.
Örnek:
1/8 1/2 B
Zevce Kız Kız kar. ab
1 4 3 8
e. Sakıt olduğu yerler
Anne baba bir kız kardeş, ölenin oğlu veya oğlunun… oğlunun oğluyla veya babası ile
varis olursa sakıt olur. Ebu Hanife’ye göre dedesiyle de varis olursa sakıt olur.
Örnek:
S S B
Kız kar. ab Kız kar. ab Oğul
14.4.9. Baba Bir Kız Kardeş
Baba bir kız kardeş yedi halden birinde bulunur.
a. 1/2 hisse aldığı yerler
Bir tane baba bir kız kardeş 1/2 hisse alır.
Örnek:
1/2 B
Kız kar. b Amca ab
1 1 2
b. 2/3 hisse aldığı yerler
Đki veya daha fazla baba bir kız kardeş 2/3 hisse alır.
Örnek:
17
2/3 B
Kız kar.b Kız kar.b Amca ab
1 1 1 3
c. 1/6 hisse aldığı yerler
Baba bir kız kardeş bir tane anne baba bir kız kardeşler varis olursa 1/6 hisse alır.
Böylece kız kardeşlerin hissesi 2/3 hisseye ulaşıp tamamlanmış olur.
Örnek:
1/2 1/6 B
Kız kar. ab Kız kar. b Kız kar. b Amca
3 b b ab
3 -1- 2 6//
6 1 1 4 12
d. Asabe olduğu yerler
Baba bir kız kardeş erkek kardeşiyle beraber bulunursa asabe olur. Mirası 2’e 1
paylaşırlar.
Örnek:
1/2 B
Kız kar. ab Er. kar.b Kız kar.b
1 -1- 2//
3 2 1 6
e. Birden çok anne baba bir kız kardeşle sakıt olduğu haller
Birden çok anne baba bir kız kardeşle sakıt olur.
Örnek:
2/3 S B
2 Kız kar.ab Kız kar.b Amca ab
1+1 … 1 3
18
f. Asabe olduğu yerler
Baba bir kız kardeş /kardeşler ölenin kızı veya oğlunun… oğlunun kızı ile birlikte varis
olurlar ve asabe olarak kalanı alırlar.
Örnek:
1/4 1/2 B
Koca Kız Kız kar. b
1 2 1 4
g. Sakıt olduğu haller
Baba bir kız kardeş ölenin oğlu, oğlunun… oğlu ile veya babası, dedesi (Ebu Hanife’ye
göre) ile birlikte varis olurlarsa sakıt olurlar.
Örnek:
1/8 B S
Zevce Oğlun oğlu Kız kar. b
1 7 …. 8
14.4.10. Anne
Anne üç halde bulunur:
a. 1/6 hisse aldığı yerler
Anne, ölenin çocuklarıyla veya oğlunun … oğlunun çocuklarıyla veya hangi cihetten
olursa olsun iki ve daha fazla kardeşiyle birlikte varis olursa 1/6 hisse alır.
Örnek:
1/6 B
Anne Oğul
1 5 6
b. 1/3 hisse aldığı yerler
Anne ölenin çocuklarıyla veya iki ve daha fazla kardeşiyle birlikte bulunmazsa 1/3 hisse
alır.
Örnek:
1/3 B
19
Anne Baba
1 2 3
c. Kalanın 1/3’ünü aldığı haller
Anne ölenin eşi ve babasıyla birlikte bulunursa eş hissesini aldıktan sonra kalanın
1/3’ünü alır. Buna “sulusu ma yebkâ” denir.
Örnek:
B.1/3 B 1/2
Anne Baba Koca
1 2 3 6
14.4.11. Nine (Cedde-i Sahiha)
Sahih nine miras alırken iki halden birinde bulunur.
a. 1/6 hisse aldığı haller
Sahih nineler hangi cihetten ve kaç tane olursa olsunlar 1/6’yı paylaşırlar.
Örnek:
1/6 B
Babaanne Anneanne Er. kar.b
-1- 5 6//
1 1 10 12
b. Sakıt olduğu haller
Nine; ölünün annesi, babası veya daha yakın dede ve ninesiyle sakıt olur.
Örnek:
1/3 S B
Anne Anneanne Er. kar.ab
1 … 2 3
14.5. ÖZET
Miras meselelerinin çözümü iki şeyde yapılmaktadır: Şebeke/tablo ve yatay çizgi
yöntemi. Bizim takip ettiğimiz yöntem yatay çizgi yöntemidir. Buna göre ölüyü temsilen
yatay bir çizgi çizilir. Çizginin altında varislerin adları yazılır. Çizginin üst kısmında ise
20
altta kaydedilen varislerin mirastan alacakları hisselere kaydedilir. Varislerin altındaki
rakamlar, mirastan alacakları hisse miktarını belirtir. Rakamların sonunda sağ tarafta
yazılan rakam ise ortak paydayı ifade eder.
Miras problemlerinin çözümünde sıkça başvurulan bir sayısal terminoloji
bulunmaktadır. Bu bağlamda en sık tekrar edilen terimler; temasül, tedahul, tebayün ve
tevafuktur.
Bütün miras meselelerini üç başlıkta toplamak mümkündür: Adile, avliyye ve reddiye.
Hisse sahiplerinin (ashabu’l-ferâiz) alabileceği payların toplamı meselenin ortak
paydasına (mahrec/asl) eşit ise buna adile denir. Varislerin alacağı payların toplamı ortak
paydayı geçerse bu tür avliyye denir. Avliyyenin zıddı bir durum ortaya çıkarsa yani
payların toplamı ortak paydayı yetişmezse buna reddiye denir.
Đslam Hukukuna varis olabilecek sınıflar sırayla şunlardır:
• Ashabu’l-Feraiz yani mirasta belli hissesi bulunanlar.
• Neseb yoluyla asabe olanlar.
• Köle azat etme sebebiyle asabe olanlar.
• Redd yoluyla miras alanlar.
• Zevil-erham yani hisse sahiplerinin dışındaki akrabalar
• Devlet Hazinesi (Beytul’l-Mal)
Bunların haricinde mirasçı olabilecek herhangi bir sınıf bulunmamaktadır.
14.6. DEĞERLENDĐRME SORULARI
1. Kesirsiz olarak üçüncü bir sayıya bölünebilen iki sayı arasındaki ilişki aşağıdaki
terimlerden hangisiyle ifade edilir?
A) Temâsül
B) Tebâyün
C) Tevâfuk
D) Tedâhül
E) Tesâdüf
2. Babanın varisliğine ilişkin aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
A) Baba ölenin oğluyla birlikte varis olursa 1/6 hisse alır.
B) Ölenin erkek evladı bulunmaz ve baba ölenin kızıyla varis olursa hem hisse alır hem
de asabe olur.
C) Baba ölenin zevcesiyle birlikte varis olursa sadece asabe olarak kalanı alır.
D) Baba ölenin kızıyla birlikte varis olursa 1/3 alır.
E) Baba dedeyle birlikte varis olursa dedeyi hacb eder
3. “………..., belli pay sahipleri ve asabe dışında kalan diğer akrabalardır”. Cümledeki
boşluğu uygun biçimde tamamlayan ifadeyi bulunuz.
21
A) Zevi’l-erhâm
B) Asabe mea’l-gayr
C) Mahrum
D) Ashâbu’l-ferâiz
E) Mahcub
4. Mirası engelleyen sebeplere ilişkin aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur?
A) Kölelik mirasçılığa engel değildir.
B) Bazı müçtehitlere göre murisini kasıtlı olarak öldüren kişi varislik vasfını
kaybetmez.
C) Cumhura göre din ayrılığı mirasın intikaline engeldir.
D) Bütün sahabe ve tabiûn, din ayrılığının mirası engellediği konusunda müttefiktir.
E) Đslam ülkesiyle savaş halinde olan bir ülkenin gayri Müslim vatandaşı Đslam
ülkesinde yaşayan gayri Müslim akrabasına mirasçı olabilir
5. Kız ve erkek çocukların varisliğine ilişkin aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
A) Kız ve erkek çocukları, mirası bire iki şeklinde bölüşürler.
B) Yalnız başına mirasçı olan bir kız çocuğu, mirasın yarısını alır.
C) Yalnız başına mirasçı olan bir kız, mirasın üçte ikisini alır.
D) Yalnız başına mirasçı olan bir erkek evlat, mirasın tamamını alır.
E) Yalnız başına mirasçı olan iki kız evlat mirasın üçte ikisini alır.
6. “…….……., vefat etmişse …..…..… malın tamamını alır”. Cümlede boş bırakılan
yerleri en uygun biçimde tamamlayan ifadeyi bulunuz.
A) Kız kardeş Anne baba bir erkek kardeş
B) Erkek kardeş Anne bir erkek kardeş
C) Koca zevce
D) Kız Anne
E) Erkek kardeş Anne baba bir kız kardeş
Cevap Anahtarı: 1) D 2) C 3) A 4) C 5) C 6) A
14.7. KAYNAKLAR
Ali Haydar Efendi, , Teshîlu'l-Ferâiz: Đslam Miras Hukuku (Sadeleştirme ve notlar: Orhan Çeker), Tekin
Kitabevi, Konya, 1984.
Butî, Muhammed Said Ramazan, Kazâyâ Sâhine, Daru’l-Farabî li’l-Mearif, 2007.
22
____________, el-Mer’e Beyne Tuğyâni’n-Nizâmi’l-Ğarbî ve Letâifi’t-Teşrîi’r-Rabbânî, Darul-Fikri’lMuasır,
Beyrut.
Mahluf, Hasaneyn Muhammed, Đslam Miras Hukuku (Çev. Ali Hastaoğlu, H. Tahsin Feyizli), Nur
Dağıtım, Ankara.
Nursî, Bediüzzaman Saîd, Mektubat, Tenvir Neşriyat, Đstanbul.
Uzunpostalcı, Mustafa, Hukuk ve Đslam Hukuku II, Damla Ofset, Konya,1996.
Sabûnî, Muhammed Ali, el- Mevârîs fi’ş-Şerîati’l-Đslamiyye fî Dav’il-Kitabi ve’s-Sünne, el-Mektebetü'lAsriyye,
Beyrut, 2005.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder