1
FELSEFE TARİHİ
Hafta 1
Felsefeye Giriş
Doç. Dr. Nazım HASIRCI
A-PDF Merger DEMO : Purchase from www.A-PDF.com to remove the watermark
2
ÜNİTE1
Felsefeye Giriş
İÇİNDEKİLER
1. 1. Felsefe Nedir?
1. 2. Felsefenin Dayandığı Temeller
1. 3. Felsefi Düşünce ve Özellikleri
1. 4. Felsefenin Temel Problemleri
1. 5. Felsefenin Bölümleri
1. 6. Felsefe Tarihi Çeşitleri
1. 7. Felsefe Tarihinin Kaynakları
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
Öğrenci, Felsefeyi ana hatlarıyla tanımlayabilecek,
Felsefenin temel ilkelerini açıklayabilecek,
Felsefi düşüncenin özelliklerini bilebilecek,
Felsefenin ele aldığı ana meselelerini ve problemlerini bilecek,
Felsefe tarihinin kaynaklarını ana hatlarıyla öğrenecek,
Felsefe tarihinin önemini kavrayacak,
Felsefe tarihi yazmanın çeşitlerini ve problemlerini bilecek
ÖNERİLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• İnsanların neden felsefe yapmaya ihtiyaç duyduklarını düşünmeli,
• Ahmet Arslan'ın Felsefeye Giriş isimli kitabı okumalı,
• Hüsameddin Erdem'in İlkçağ Felsefe Tarihi isimli kitabını gözden geçirmeli
• Kamuran Birand'ın İlk Çağ Felsefesi Tarihi kitabı edinilmeli
3
Felsefeye Giriş
Đnsan, dünyaya geldiği günden itibaren başta kendisi olmak üzere etrafındaki varlıkları
tanımak ve bilmek istemiştir. Bu amaçla da varlıklar hakkında ne, neden, niçin, nasıl gibi
birçok soru sorarak bu sorulara cevaplar aramıştır. Sorulara verdiği cevaplarla varlığı bilmeye
çalışmış medeniyetler ve kültürler oluşturmuş, ulaştığı sonuçları da bize miras bırakmıştır.
Bu ders notunda, neredeyse insanlık tarihiyle birlikte başlayıp günümüze kadar gelen
varlığı tanıma çabasını, bilgiyi sevme ve bilgelik yolunda olma mirasını, tarihi bir süreç
içerisinde ana hatlarıyla incelemeye çalışacağız. Đncelememizde problemlere rasyonel,
objektif, şümullü ve tutarlı bir bakış açısıyla yaklaşmaya gayret edeceğiz.
Derslerimizi hazırlarken daha önce yaptığımız felsefe tarihi çalışmalarından,
notlardan, Prof Dr. Kamuran Birand’ın Đlk Çağ Felsefesi Tarihi, Prof Dr. Hüsamettin
Erdem’in Đlkçağ Felsefe Tarihi ve Prof Dr. Macit Gökberk’in Felsefe Tarihi gibi mevcut
Felsefe Tarihi eserlerinden yararlanacağız.
Ders notumuzda öncelikle Đlkçağ ve Yeniçağ Felsefe Tarihini ele alacağız.
Đlkçağlardan günümüze insanlığın düşünsel gelişimini ortaya koymaya gayret edeceğiz. Bütün
bu incelemeleri yapabilmemiz için ise felsefenin temel problemlerini bilmemiz
gerekmektedir. Bu sebeple ders notumuza felsefenin tanımı ve problemlerini açıklayan bir
girişle başlamamız uygun olacaktır.
Hazırlayanlar
Doç. Dr. Nazım HASIRCI Yrd. Doç. Dr. Necmi DERĐN
4
FELSEFE TARĐHĐ DERSĐNDE NELER ÖĞRENECEĞĐZ
1. Hafta: Felsefeye Giriş (Felsefenin Tanımı ve Temel Problemleri)
ĐLK ÇAĞ FELSEFE TARĐHĐ
2. Hafta: Sokrates Öncesi Yunan Felsefesi
3. Hafta: Sofistler ve Sokrates
4. Hafta: Platon
5. Hafta: Aristoteles
6. Hafta: Helenistik ve Roma Felsefesi (Şüpheciler, Epikürcüler ve Stoacılık)
7. Hafta: Yeni Platonculuk
YENĐÇAĞ FELSEFE TARĐHĐ
8. Hafta: Orta Çağ Batı Felsefesi
9. Hafta: Rönesans Felsefesi
10. Hafta: 17. Yüzyıl Felsefesi (Hobbes ve Descartes)
11. Hafta: 17. Yüzyıl Felsefesi (Spinoza ve Occasionalistler)
12. Hafta: 17. Yüzyıl – Aydınlanma Felsefesi (Leibniz ve Aydınlanmanın Temel
Özellikleri)
13. Hafta: Aydınlanma Felsefesi (John Locke ve Aydınlanmanın Problemleri)
14. Hafta: Aydınlanma ve I. Kant
5
GĐRĐŞ
1. FELESEFE NEDĐR?
1.1. Felsefe
Đnsanın yeryüzüne gelişiyle felsefenin başladığını söylemek mümkündür. Đnsan hayatı,
varlıkları, ölümü ve ölüm sonrası hayatı sorgulamaktan kendisini alamamıştır. Dolayısı ile
insanın kendisi, etrafındaki varlıkları ve bu dünyadan sonra bir hayatın var olup olmadığı gibi
meseleleri sorgulamaya başladığı andan itibaren felsefe ortaya çıkmıştır denilebilir.
Felsefe, Yunanca “philosophia” teriminden Arapçaya, Arapçadan da dilimize
geçmiştir. Philosophia, “philos” veya “philia” sevgi ile “sophia” bilgi, hikmet, bilgelik
anlamlarına gelen kelimelerin birleşiminden oluşur. Buna göre philosophia bilgiyi, bilgeliği
sevmek anlamlarına gelir. Philo-sofos ise bilmeye ilgi ve sevgi duyan anlamına gelir.
Felsefe terimine Platon ve Aristoteles’in asıl manasını kazandırdığını söylemek
mümkündür: Platon’a göre felsefe, ‘doğruya varmak ve var olanı bilmek için düşüncenin
metotlu bir şekilde çalışmasıdır.’ Aristoteles’e göre ise felsefe, ‘var olanın ilk temellerini ve
ilkelerini araştıran ilim, ilkelerin ilmidir.’ Dolayısıyla bu filozofların görüşünde felsefe,
düşüncenin var olanı bilmek için metotlu bir şekilde çalışması, ilkelerini araştırmasıdır.
Đbn Sina felsefede amacın; ‘insanın objelere, bütün hakikatlere vakıf olabileceği kadar
vakıf olması, onların sırrına ulaşmaya çalışmasıdır.’ Seyit Şerif Cürcani’ye göre ise ‘felsefe,
ebedi mutluğu elde etmek için beşerin takatı nispetinde Allah’a benzemeye çalışmasıdır.’1
Günümüzde de çeşitli felsefe tanımları yapılmıştır. Bunlardan bazıları: “felsefe yolda
olmak demektir, doğruyu hakikatı arama işi, kavramlar üretme sanatı, soru sorma ve soru
üretme sanatı, kavram çözümleme tekniği” vb.2
Bu tanımlardan hareketle genel olarak şöyle
bir felsefe tanımı yapmak mümkündür: “Felsefe, insanın ilmi gerçeklere (hakikatlere)
dayanarak, temel inançları doğrultusunda kendisi, başkaları, varlıklar ve alemle ilgili her çeşit
problemi sistemli ve kendi içinde mantıkça tutarlı bir şekilde, birlik ve bütünlük içinde ele
alıp çözümlemeye çalışma işi ve çabasıdır.”3
1.2.Filozof
Felsefe terimi gibi, Yunanca “philosophos” kelimesinden bize aktarılan filozof terimi,
bilgiyi, bilgeliği seven kimse demektir.
Tarihte filozof kelimesini ilk defa Pythagoras (Fisagor) veya Herakleitos’un kullandığı
ileri sürülür. Kaynaklarda bu terimin m.ö. VI yüzyıldan bu yana kullanıldığı ifade edilir.
Platon’un ifadesine göre, Sofistler kendilerine bilge (sofistes: bilge, bilgeliğe sahip) derlerken,
Sokrates ise kendisinin ancak bilgelik dostu, bilgeliği seven kişi yani Philosophos olduğunu
1
Erdem Hüsamettin, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Konya, 1998, ss. 15-17.
2
Daha fazla bilgi için bkz. Erdem age., ss. 17-18; Çetinkaya, Bayram Ali, İlkçağ Felsefe Tarihi, İtanbul, 2010, s. 14.
3
Erdem, age., s. 18.
6
söylerdi. Philosophos ifadesi Platon ve Aristoteles’ten sonra tamamen yerleşmiştir.
Günümüzde ise filozof denince, “devrinin gerekli bütün bilgilerini akli esaslar dahilinde
birleştirerek bir sistem meydana getiren kimse akla gelir.”4
Bu tanıma göre bir filozofta en
azından şu niteliklerin bulunması gerekir. Filozof;
1. Đlimlerin temel prensiplerini, kanun ve sonuçlarını iyi bilmelidir,
2. Mükemmel işleyen bir akla ve keskin bir zekaya, geniş bir hayal gücüne sahip
olmalıdır,
3. Çok güçlü bir sezgisi olmalıdır.
Filozof, insanlar için normal ve açık gibi görünen olaylardan, onların sezip
anlayamadığı bazı ipuçları çıkarmalıdır.
Đslam dünyasında ise genellikle felsefe “hikmet” terimiyle, filozof ise muhibbu’lhikme,
hakîm terimleriyle karşılanmıştır.5
2. FFELSFENĐN DAYANDIĞI TEMELLER
Her söylenen söz, ifade edilen duygu ve düşünce, felsefe yapmak anlamına gelmez.
Felsefe ancak akıl, tefekkür, bilgi ve hikmet gibi temel unsurlara dayanılarak yapılabilir.
Dolayısıyla bu unsurların bilinmesi gerekir.
2.1. Akıl:
Akıl sadece insanlara has olan ve onu diğer canlılardan ayıran niteliktir. Akıl insanı
insan yapan temel ayırıcı unsurdur.
Psikoloji, biyoloji gibi birçok bilimsel disiplin akıl üzerine inceleme yapmış, fakat
onun mahiyetini şimdiye kadar hiç kimse net olarak ortaya koyamamıştır. Akıl felsefede ruhi
kuvvetlerin en güçlüsü, en şereflisi ve üstünü olarak kabul edilmiştir. Birçok düşünür, zihnin
gelişmesi ve çevreye bağlı olarak aklın gelişebileceğini ileri sürmüştür.
Ancak akıl baliğ olanları mükellef kılan Đslam dini akla büyük önem vermiştir. Kur’an
birçok ayette akıllı olmaya, aklı kullanmaya, düşünmeye davet etmiş hatta akıl sahibi olmakla
ilimde derinleşebilmeyi birlikte zikretmiş, aklın ancak bilgi ile güç kazanabileceğini ileri
sürmüş,
6
varlıklardaki ibreti ancak akıl sahiplerinin kavrayabileceğini belirmiştir.7
Hz
Peygamber ise aklı olmayanın dinin de olmayacağını, akıldan daha faydalı bir malın ve insanı
daha fazla süsleyen bir ziynetin olamayacağını ifade etmiştir. Bu yüzden Đslam dünyasında
aklı kullanmak dolayısıyla da akılcılık büyük rağbet görmüştür.
Kısacası akıl insana verilen yegane temyiz kuvvetidir. Đnsan onunla doğru ile yanlışı,
iyi ile kötüyü ayırt eder, bilgi sahibi olur, varlıkları kavrar, Allahın varlığını idrak eder,
4
Erdem, age., s. 20.
5
Bkz. Erdem, age., ss. 21-23.
6
Bkz. Âli İmran, 2/7; Ankebut, 29/43.
7
Bkz. Rad, 13/4.
7
varlıkları neden, niçin, nasıl var olduğunu anlar. Eğer aklı bir göze, ilmide projektöre
benzetecek olursak; projektörle ne kadar uzağı aydınlatabilirsek, gözümüzde o kadar uzağı
görme imkanı elde eder.
2.2. Tefekkür
Tefekkür aklın çalıştırılması, kullanılması, faaliyeti anlamlarına gelir. Akıl potansiyel
olarak var olan, tefekkür ise aklın kinetik hale dönüşmesidir denilebilir. Akıl bir makine
tefekkür ise makinenin çalışması gibidir. Dolayısıyla bu ikisi birbirinden ayrılmaz. Tefekkür
belli kurallar çerçevesinde yapılır. Tefekkür akıl ilkelerine uygun ve sistemli olarak yapılır.
Tefekkürde tutarlı ve sistemli olarak tez, sentez ve antitez vardır. Böylece bütün felsefi
sistemler ve açıklamalar tefekkür sonucu meydana gelir. Tefekkür edene de mütefekkir denir.
Tefekkür Đslam dininin en çok önem verdiği ve insanları tefekküre yönelttiği temel
hususlardandır. Kur’an sık sık insanları tefekküre ve onunla eş anlamlı olan akletmeye,
anlamaya, düşünmeye, ibret almaya ve bakmaya çağırır. Hz. Peygamber de insanları
tefekküre çağırır. Bu konuda şu hadis hemen her Müslüman tarafından bilinir: “Bir saatlik
tefekkür, içinde tefekkür bulunmayan bir yıllık (veya altmış yıllık) ibadetten daha hayırlıdır.”
2.3. Hikmet
Zaman zaman felsefeyle aynı anlamda kullanılmakla birlikte, hikmetin anlamının daha
geniş olduğu söylenebilir. Hikmet kavramının Kur’an’da Allah’ın ve Kur’an’ın sıfatları
olarak, Mekki surelerde Hz. Peygamberin vaaz ve irşatları anlamında, vahyolunmuş
mukaddes kitap ve Đncil anlamında, yine Hz. Davut ve Lokman Hekimin faziletlerini
belirtmek amacıyla kullanıldığını görmekteyiz.8
Ayrıca hikmet sıfatı Kur’an’da insanlar için de kullanılmaktadır: “Kime dilerse
hikmeti ona verir; şüphesiz kendisine hikmet verilene büyük bir hayır da verilmiştir. Temiz
akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşünmez.”9
Ayette de görüldüğü üzere hikmet sahibi
insanlar övülüp yüceltilmektedir. Bu durumu Hz. Peygamberin şu ve benzeri hadislerinde de
görebiliriz: “Hikmet şerefli insanların şereflerini daha da artırır; köleleri melikler
meclislerinde bulunacak kadar yükseltir.” “Hikmet Müslümanın yitik malıdır. Onu nerede
bulursa alır” vb.
Kur’an ve hadislerde kullanılan hikmet kavramının “sophia” anlamında olup olmadığı
konusunda kesin bir şey söylemek mümkün gözükmemektedir. Bazı müfessirlerin bu
konudaki yorumları kendi görüşlerini yansıtır. Bununla birlikte Đslam dünyasında tefekküre
önem verenler, Kur’an’ın hikmet anlayışına uygun davranmaya çalışanlar, büyük bir
saygınlığa mazhar olmuşlardır. Onlara filozof denilmenin yanında hakîm sıfatı da verilmiştir.
8
Bkz. sırasıyla Bakara, 2/129, 220; Kamer, 54/5; Al-i İmran, 3/44, 76, 159; Bakara 2/251 vb.
9
Bakara, 2/269.
8
2.4. Bilgi
Yukarıda geçtiği üzere filozof ilimlerin temel prensiplerini, kanun ve sonuçlarını iyi
bilmelidir. Dolayısıyla bilgi, felsefenin en önemli unsurlarından biridir. Bilgisiz felsefe
yapmak mümkün olmadığı gibi filozof yaşadığı dönemdeki bilimlerin temel prensiplerini en
iyi bilen kişidir.
Bilgi nedir, nasıl elde edilir? sorularıyla hem felsefe hem de psikoloji ilgilenir. Bu ve
benzeri sorular bilgi felsefesinin de temel sorularındandır. Bilgi genel olarak ‘süje obje
ilişkisi’ olarak tanımlanır. Bilen varlığa süje, bilinene de obje denir.
SUJE OBJE
(Bilen) Đlişki (Bilinen)
Đnsan Bütün varlık
Bilginin tanımında, bilen varlık ve bilinen varlık olmak üzere iki temel unsur
bulunmaktadır. Bilinen evrendeki herhangi bir obje olabildiği gibi insanın kendisi de olabilir.
Önemli olan bu iki unsur arasında belli bir ilişki kurulmasıdır, kurulan ilişkiyle de bilgi elde
edilir. Fakat bilgi elde etmede önceliğin süjeye mi yoksa objeye mi verilmesi gerektiği
konusunda filozoflar arasında tam bir uzlaşma sağlanamamış, bazıları önceliği sujeye bazıları
da objeye vermişlerdir. Bu sebepten Rasyonalizm, Sansualizm, Ampirizm gibi çeşitli felsefi
bilgi görüşleri ortaya çıkmıştır.
Bilindiği üzere Đslam dini bilgiye, bilgi edinmeye büyük önem vermiş, insanları
öğrenmeye teşvik etmiş, bilgili olanları cahillerden üstün tutmuştur. Kur’an ve Sünnette bu
konuda birçok ayet ve hadis bulunmakta, hatta Đslam tarihinde yaşanmış olaylar yer
almaktadır.
3. FELSEFĐ DÜŞÜNCE VE ÖZELLĐKLERĐ
3.1. Felsefi Düşünce
Düşünce biçimlerini düzensiz, ilmi ve felsefi şeklinde üçe ayırmak mümkündür.
Düzensiz düşünce, hiçbir şekilde olaylara ait olmayan bir sistemi de bulunmayan düşünce
iken ilmi düşünce sistemli olmakla birlikte olaylara kısmen birleştirilmiş düşüncedir. Bu
düşünce şekilleri insan aklının doğal bir ihtiyacı olarak meydana gelir. Felsefi düşünce ise
hem sistemli hem de olaylara ait birleştirici ve bütünleştirici bir düşüncedir. Bu düşünce
insanın varlıklara ilişkin merak ve daha çok bilme, anlama ve kavrama ihtiyacının bir
ürünüdür.
Felsefi düşünce olayları belli bir yönden belli bir bakış açısından değil, bütün
yönleriyle kavramak ister. Ayrıca bunu sistemli bir bütünlük içerisinde sistemli bir şekilde ele
alır. Bu durum felsefe sistemini ortaya çıkartır. Felsefe sistemi ise varlığı, bütün yönleriyle
mantıkça tutarlı bir şekilde birlik bütünlük içerisinde açıklamaya çalışan sistemdir.
9
3.2. Felsefi Düşüncenin Özellikleri
1. Felsefi düşünce geneldir: Felsefi düşünce hem varlığa yönelmesi hem de zaman
bakımdan tümel olmayı genel geçer olmayı göz önünde bulundurur. O bir probleme kaç
yönden bakılması gerekiyorsa, ilmi, tarihi, mantıki vb. hepsini dikkate alır. Yalnızca kendi
görüşünü destekleyenleri değil karşı görüşleri de nazarı itibara alır. Bu özelliğiyle de felsefi
düşünce evrensel olmayı amaçlar.
2. Felsefi düşünce birleştirici bütünleştiricidir: Felsefi düşünce varlığı, insanı ve
hayatı bir birlik bütünlük içerisinde ele alır. Bunlarla ilgili çeşitli varlık açıklamaları ortaya
koyar. Felsefe bilimlerin ulaştığı sonuçları alarak varlık hakkında bütüncül bir açıklama
yapar.
3. Felsefi düşünce tutarlıdır: Filozof hem açıkça birbiriyle çelişen hem de çelişik
olduğu açıkça görülmeyen durumlar karşısında son derece dikkatlidir, dikkatli olmalıdır.
Çelişik, tutarsız durumları görebilmek için dil ve mantık açsından tahliller yapar. Dolayısıyla
filozof hem dili hem de mantığı oldukça iyi bilir ve kullanır.
4. Felsefi düşünce objektif olmalıdır: Bir problemi bir olguyu lehte ya da aleyhte
karar vermeden araştırma ve incelemeye girişir. Problemi böyle bir bakış açısıyla ele aldıktan
sonra açıklama yapar.
5. Felsefi düşünce ferdidir: Filozoflar mizaçlar, eğilimler ve ferdi bakış farklılıkları
gibi nedenlerden dolayı bir başkasıyla aynı fikirleri aynı sistemi ileri süremez. Önemli olan
filozofun görüşlerini buraya kadar saydığımız özellikler çerçevesinde ileri sürmesidir. Ayrıca
felsefede ortaya konulan cevaplardan daha ziyade sorular önemlidir. Bu konuda Bertrand
Russel “Felsefe sorulara herhangi bir kesin cevap vermek için değil, daha ziyade bizzat
sorular için öğrenilmelidir”10 demektedir.
4. FELSEFENĐN TEMEL PROBLEMLERĐ
Felsefe yukarıdaki özellikler çerçevesinde varlığı ele almak olup, varlığı bilme
yolunda sürekli bir çabadadır. Bu sebeple de devamlı yeni sorular üretir. Dolayısıyla felsefe
bütün varlıkları kendisine problem edinir. Bununla birlikte felsefeyi varlık, bilgi ve değer
olmak üzere üç ana problem etrafında ele almak süre gelen bir adettir.
4.1. Varlık
Felsefenin bu ana problemine metafizik (ilm-i ilahi) veya ontoloji (varlık bilim) denir.
Bu alan genel olarak varlık varlık olarak nedir? Varlık neden vardır? Varlığın ilk varoluş
sebebi nedir? Varlık nasıl var olmuştur? gibi sorulara cevap arayarak varlığın mahiyeti özü ile
ilgili bilgi vermeye çalışır.
Đlk Felsefe, Đlm-i Đlahi, Mâba’dü’t-Tabia, Felsefei Ûlâ, Teoloji de denilen Metafizik,
duyu ve tecrübenin dışında kalan her türlü konuyu ele alır. Metafizik terimi, Aristoteles’in Đlk
10 Bertrand Russel, Felsefe Problemleri.
10
Felsefe adını verdiği kitabın, öğrencisinin onun eserlerini sıralarken, söz konusu kitabı Fizik
isimli eserinden sonraya koymasıyla ‘Fizikten sonra gelen’ şeklinde ortaya çıkmıştır.
Metafizik veya ontoloji, varlığın özünü araştıran, ilk prensipleri, ilk sebepleri, cevheri
ele alır. Özellikle Allah, ruh âlem (madde) üzerinde durur.
4.2. Bilgi
Bilgi problemi, Bilim Felsefesi ve Epistemoloıji (bilgi felsefesi) şeklinde ikiye ayrılır.
1. Bilim Felsefesi (Bilim Mantığı, Metodoloji): Bilimlerin konu, metot, kanun,
prensip ve sonuçlarını aklın süzgecinden geçirerek, onların tutarsızlıklarını ortadan kaldırır.
Böylece bilimleri disipline edip bir düzene sokar. Bu yönünden dolayı bilim felsefesine
“Bilimler Mantığı, metodoloji de denir ve bu alan özel bir felsefe dalıdır.
2. Epistemoloji (Bilgi Felsefesi, Bilgi Teorisi): Bu alan elde edilen bilginin ne
olduğunu, nereden geldiğini, nerelere varabildiğini, bilgiyi elde etmenin mümkün olup
olmadığını, hangi bilginin gerçek, hangisinin gerçek dışı olduğunu, bilgiye hangi yoldan
ulaşılacağını ele alır. Felsefenin bu alanı Bilginin Kaynağı ve Değeri konusunu da gündeme
getirir:
2.1. Bilginin Kaynağı Problemi: Bu problemde bilginin nasıl oluştuğu, hangi
vasıtalarla meydana geldiği, nereden doğduğu gibi sorular ele alınır. Bu sorulara dört temel
görüş etrafında cevap verilir:
1. Rasyonalistler; bilginin akıldan doğduğunu ileri sürenler.
2. Sansualistler; bilginin duyudan doğduğunu ileri sürenler.
3. Ampristler/empristler; bilginin deneyden doğduğunu ileri sürenler.
4. Entüisyonistler; bilginin sezgiden doğduğunu ileri sürenler.
2.2. Bilginin Değeri Problemi: Bu alanda hangi bilgimize ne kadar güvenebiliriz? Bu
bilgilerimizin hangileri gerçek ve doğru bilgilerdir? Gibi sorulara cevaplar aranmaya çalışılır.
Bu alanda beş temel görüş bulunmaktadır:
1. Dogmatikler; bilgimizin doğuştan ve aklın ürünü olduğunu, ancak bu tür bilgilere
güvenilebileceğini ileri sürerler.
2. Septikler; şüpheye dayanırlar ve her türlü bilgiden sonsuz bir şekilde şüphe ederler.
3. Rölativistler; bilgilerimizin izafi, rölatif, göreli olduğunu, gerçeği ancak kısmi
olarak yansıtabileceğini ileri sürenler.
4. Pozitivistler; şüphesiz olarak bilebileceğimiz şeyin ancak kendi şuurumuz olduğunu
ileri sürenler.
5. Pragmatistler; bilgiyi bilgi yapanın, sağladığı çıkar, fayda ve işe yaramsı olduğunu
savunanlar.
4.3. Değer
Felsefenin varlık ve bilgi problemi daha çok teorik iken değer felsefesi pratik konuları
ele alır. Değer felsefesi Ahlak (ethik) ve Sanat (estetik) felsefesi olmak üzere ikiye ayrılır.
11
1. Ahlak Felsefesi: insan davranışlarını iyi ve kötü değerleri yönünden ele alır ve
davranışların değerlendirmesini yapar.
Ahlakın bir teorik bir de pratik yönü vardır. Ahlak felsefesi (ethik) davranışların teorik
yönüyle ilgilenir. Genel olarak şu sorulara cevaplar aranır; Đyi nedir? Kötü nedir? Đnsan
davranışlarının bir gayesi var mıdır? Vicdan nedir? vicdan iyi ile kötüyü ayırt edebilecek
güçte midir? vb.
Ahlakın pratik yönünde ahlak felsefesi ile elde edilen sonuçların uygulanması, hayata
aktarılması gerçekleştirilir. Bu uygulama alanlarının başında ise fert, aile ve toplum gelir.
Ayrıca ahlak felsefesine devlet ahlak felsefesi de girer. Dolayısı ile bu felsefe devlet yönetim
biçimleri, iyi ve kötü yönetimleri de kendisine problem edinir.
2. Sanat Felsefesi: bu felsefe dalında güzel ve çirkin üzerinde durulur. Sanat felsefesi
şu sorulara cevap arar; Güzel nedir? Çirkin nedir? Tabiat güzelliği ile Sanat güzelliğinin
ilişkisi nedir? Güzelliğin genel geçer bir ilkesi var mıdır? kısacası bu alan sanattan, sanatçıdan
ve sanat çeşitlerinden (şiir, musiki, resim, heykel, edebiyat, mimari vs.) bahseder.
Bazen iyi-kötü değerleri ile güzel-çirkin değerleri karıştırılmakta, bunların eşdeğer
olduğu sanılmaktadır. Oysa her iyi güzel olmadığı gibi, her güzel de iyi olmayabilir. Yine her
çirkin kötü değildir, her kötü de çirkin değildir.
5. FELSEFENĐN BÖLÜMLERĐ
Felsefeyi, Sistematik Felsefe ve Felsefe Tarihi şeklinde iki ana bölüme ayırmak
mümkündür.
1. Sistematik Felsefe: Felsefe problemlerini sistematik bir biçimde belli ana
problemler etrafında yoğunlaşarak ele alan disiplindir. Bu bağlamda sistematik felsefe Temel
Dallar ve Özel Dallar olmak üzere ikiye ayrılır:
1.1. Temel Dallar Felsefesi
1. Metafizik veya Ontoloji
2. Mantık
3. Bilgi teorisi (epistemoloji)
4. Ahlak Felsefesi
5. Sanat Felsefesi
1.2. Özel Dallar Felsefesi
1.Bilim Felsefesi
2. Matematik Felsefesi
3. Biyoloji Felsefesi
4. Din Felsefesi
5. Dil Felsefesi
6. Eğitim Felsefesi
7. Tarih Felsefesi
12
8. Toplum Felsefesi
9. Hukuk Felsefesi vb.
5.2. Felsefe Tarihi
Felsefe tarihi ortaya konulmuş olan felsefe sistemlerini ve çeşitli düşünceleri tarihsel
bir kronolojiye göre ele alıp tahlil ve terkipleriyle açıklamaya çalışan bir felsefe disiplinidir.
2.1. Felsefe Tarihinin Önemi
Felsefe problemlerinin esasına nüfuz edip onları anlayabilmek için bu problemlerin
tarihini bilmek gerekir. Bu sebeple felsefe tarihi felsefenin en önemli disiplinlerinden birisidir.
Felsefe tarihi aynı zamanda felsefeye en doğru bir şekilde giriş yapmayı sağlar. Felsefe
tarihinin ana konularını bizzat felsefe problemleri teşkil eder.
Felsefe tarihi bize filozofların düşüncelerini, sistemlerini ve problemlere nasıl
yaklaştıklarını, çözüm ürettiklerini gösterir ve bizim onları tekrarlamamızı, yeni keşfettiğimizi
sandığımız düşüncelerin, çözümlerin geçmişte de yapıldığını, esas olanın onların fikirlerinden
yararlanarak, onları aşmak olduğunu gösterir.
Felsefe problemleri düşünce tarihidir. Bu tarih de Antik Çağdan günümüze kadar
gelen bir süreci kapsar. Felsefe tarihi, insanın geçmişte ve günümüzdeki başarıları ile ilgili
düşüncelerini bilmeyi sağlar. Dolayısı ile günümüzdeki bütün fikri akımlara ışık tutabilmek,
onların arka planını kavrayabilmek, bize kadar gelen bu zengin düşünce tarihini bilmekle
mümkün olur.
Felsefe tarihinin bize sağladığı diğer bir fayda ise insanlığın geçirdiği fikir
aşamalarını, görüş farklılıklarını ve bunların nedenlerini ortaya koymasıdır. Felsefe
problemleri tarihi seyirleri içerisinde incelenirse, bu problemlerin nasıl birbirine bağlı
oldukları, birbirlerinden nasıl çıktıklarını görme imkanı elde edilir. Ayrıca felsefe tarihi bize
tek tek bilimlerin felsefe çerçevesinde nasıl meydana geldiklerini ve ondan nasıl ayrıldıklarını
da gösterir.
Bütün tarihi incelemelerin amacı kendimizi anlamak, bizi ve zamanımızı oluşturan
etkenleri meydana çıkartmaktır. Dolayısıyla felsefe tarihi insanın kendi düşünce tarihidir
demek her halde abes olmaz.
6. FELSEFE TARĐHĐ ÇEŞĐTLERĐ
Felsefe tarihçileri kendi görüşleri ve amaçları doğrultusunda çeşitli şekillerde felsefe
tarihi yazmışlardır. Bunlar şu başlıklar altında gösterilebilir:
1. Filozofların hayat ve sistemlerinin tarihi
2. Düşünce tarihi
3. Felsefe problemleri tarihi
4. Tarih dönemlerine göre felsefelerin tarihi
5. Felsefe akımları tarihi
13
7. FELSEFE TARĐHĐNĐN KAYNAKLARI
Felsefe tarihinde olayların ve fikirlerin tespiti için en doğru kaynaklar elbette filozofun
kendi eserleridir. Matbaanın icadından sonra yazılan esereler kolaylıkla basılıp
çoğaltıldığından Yeni Çağdan bu yana ortaya konan eserlerin orijinaline sahip olmak
günümüzde oldukça mümkündür. Orta Çağ Hıristiyan Skolastikler ve Đslam Felsefesiyle ilgili
eserlerin büyük bir kısmı da asıllarıyla korunmuştur. Đlk Çağ felsefesi ise, kaynak bakımından
belki de en çok zahmet çekilen alandır. Sokrates öncesi felsefeden bize sadece bazı metin
parçaları (fragmentler) kalmıştır. Bu dönemle ilgili bilgileri Platon ve Aristoteles’in
eserlerinden öğrenmekteyiz.
7. 1. ANTĐK YUNAN DÜNYASI
Tarih derslerinden de bilindiği üzere Yunanlılar şehir devletleri (polis) halinde
yaşıyorlardı. Bu şehir devletleri kendi aralarında sürekli çatışan, savaşan bir şekilde
yaşadıkları gibi, kendi içlerinde de devamlı çekişme halinde idiler. Bir şehrin hem kendi
fertleri hem de sosyal sınıfları arasında sürekli mücadele vardı.
Yunanlılar esas olarak Eolia, Doria ve Ionia (Đonya) olmak üzere üç kabileden
meydana gelmişlerdi. Eolia kabilesi köylülerden oluşurken, Doria’lılar ise daha çok asker bir
kabile idi. Ispartalılar bu ikinci kabileden olup devamlı savaşan, sert bir devlet sitemine sahip
olan, lüks, eğlence ve ruh eğitiminden haberdar olmayan bir yapıya sahiptiler. Düşünce tarihi
açısından en önemli kabile Đonia’lılardır. Denizci ve tüccar olan bu kabile felsefenin
başlatıcısı olmuşlardır. Onların kurduğu Antik Yunan dünyası ilmin beşiği haline gelmiştir.
Gerçi onlardan önce Babil (Mezopotamya), Hint ve Çin’de felsefi düşünce bulunmakta idi.
Ancak doğuda bulunan bu felsefe daha çok pratik ihtiyaçlardan ve dini düşüncelerden
kaynaklanmakta olup, pratik ihtiyaç ve dini düşüncenin ötesine geçememişlerdi.
Üstün bir düşünce derinliği ve başarı kazanan Yunan felsefesinin, başta bu doğu
felsefesine dayandığın söylemek mümkündür. Tüccar olan Đonya’lılar Baltık Denizi kıyıları,
Mısır ve Mezopotamya ile ilişki içerisinde idiler. Onlar düşüncelerinin gelişmesinde Özellikle
Mısır ve Mezopotamya’dan oldukça faydalanmışlardır. Astronomi ve Aritmetikte
Mezopotamyalılara, geometride Mısırlılara, yazıda Giritli ve Mısırlılara çok şey borçludurlar.
Yunanlılar dışarıdan edindikleri bu bilgileri, çeşitli bilgi malzemelerini kendi dünyalarında
incelemişler, orijinal sentezler yapmışlar ve günümüzde Yunan Felsefesi diye bilinen kültürü
miras bırakmışlardır.
Yunan felsefesi önce doğrudan tabiata yöneldi ve tabiatın kavranması için temel
kavramlar üretti, ikinci adımda insanın kendisine yöneldi ve insan fiillerini kendisine konu
yaptı, üçüncü adımda ise büyük sistemler dönemi geldi, dördüncüsünde Helenistik felsefe
başladı ve ahlaka yöneldi, son olarak ise dini bir felsefe yapıldı.
7.1.1. Yunan Felsefesinin Kaynakları
Günümüzde yapılan çalışmalardan Antik Yunanda filozofların genellikle kendinden
önce ortaya konan fikirleri ve yazılan eserleri bildiklerini söylemek mümkündür. Bununla
14
birlikte, yukarıda da belirttiğimiz üzere Platon öncesi filozofların eserleri parçalar halinde
günümüze gelebilmiştir. Platon ve Aristoteles’in eserlerinin ise neredeyse tamamı bize intikal
etmiş durumdadır. Dolayısı ile biz yunan felsefesin daha çok bu iki filozofun eserlerinden
özellikle de Aristoteles’ten öğrenmekteyiz. Aristoteles’in Metafizik isimli eserinin birinci
kitabı Thales’ten Aristoteles’e kadar olan felsefe tarihinin özeti durumundadır. Aristoteles’ten
sonra Yunanlılar doğrudan felsefe tarihi ile de uğraşmışlardır. Bunlar Biograflar ve
Doxograflar olmak üzere ikiye ayrılırlar.
Biyograflar, filozofun hayatını, kişiliğini ve çeşitli eserlerini tasvir edenlerdir.
Biyografi yazarlarından bir tanesi M.S. II. Asırda yaşamış olan Laertli Diogenestir. Diogenes
“Filozofların Hayatı” isimli bir eser yazmıştır. O eserinde bildiği filozofları sırayla saymış,
onların hayatları ve eserleri hakkında bazı tanıtıcı bilgiler vermiştir.
Doxograflar ise felsefe problemlerini sistematik bir şekilde inceleyenlerdir. Onlar belli
felsefe problemlerini ele alır ve filozofların bu konudaki görüşlerini tasvir ederler.
Doxografaların başında Aristoteles bulunur. Aristoteles ele aldığı her problemde öncekilerin
düşüncelerini ortaya koyduktan sonra kendi görüşünü açıklar. Dolayısı ile Aristoteles
doxografik bakımdan en önemli kaynaktır denilebilir. Bu konuda diğer bir isim ise
Aristoteles’in öğrencisi Theohrastos’tur.
Yukarıdaki bilgileri göz önüne aldığımızda Aristoteles’in hem biyograf hem de
doxograf olduğunu dolayısıyla Đlk Çağ felsefesinin en önemli kaynağı durumunda
bulunduğunu söylemek mümkündür.
Felsefe ve felsefe tarihi hakkında verdiğimiz bu giriş bilgilerinden sonra Đlk Çağ
Felsefesini bilinen ilk filozof, tabiat filozofu olan Thales’ten başlayarak incelemeye
başlayabiliriz.
ÖZET
Dinden ve mitolojiden bağımsız olarak ortaya çıkan felsefe, insan zihninin bir
ürünüdür. Var olanların niçin var olduklarını, hangi bilgi melekeleriyle bilgimizi elde
ettiğimizi, bilgimizin sınırlarını, değerini sorgulayan felsefe, aynı zamanda ahlak ve estetikle
de ilgilenmektedir. Ancak felsefenin konularını bu şekilde daraltmak doğru değildir. Felsefe,
sorun teşkil edebilecek her problemi kendine konu alabilen bir yapıya sahiptir.
KAYNAKLAR
Erdem Hüsamettin, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Konya, 1998
Çetinkaya, Bayram Ali, İlkçağ Felsefe Tarihi, İtanbul, 2010
Bertrand Russel, Felsefe Problemleri.
DEĞERLENDĐRME SORULARI
S.1. Düşünce tarihinde Philosophos terimini kim kullanmıştır?
15
a- Thales
b- Anaximenes
c- Phythagoras
d- Sokrates
e- Gorgias
S.2. Aşağıdakilerden hangisi felsefi düşüncenin özelliklerinden değildir?
a- Felsefi düşünce geneldir
b- Felsefi düşünce zihnidir
c- Felsefi düşünce birleştirici bütünleştiricidir
d- Felsefi düşünce objektif olmalıdır
e- Felsefi düşünce ferdidir
S.3. Aşağıdakilerden hangisi felsefenin özel dallarındandır?
a- Metafizik veya Ontoloji
b- Mantık
c- Bilgi teorisi (epistemoloji)
d- Ahlak Felsefesi
e- Din Felsefesi
S.4.Aşağıdaki ifadelerden hangisi felsefe tarihinin önemini göstermez?
a- Felsefe tarihinin konularını bizzat felsefe problemleri teşkil eder.
b- Felsefe tarihi felsefeye doğru bir şekilde giriş yapmayı sağlar.
c- Felsefe problemleri düşünce tarihidir.
d- Felsefe tarihi insanlığın geçirdiği fikir aşamalarını ortaya koyar.
e- Felsefe tarihini bilmemek insanlık tarihini bilmemektir.
S.5. Aşağıdakilerden hangisi Biograf veya Doxograf değildir?
a- Laertli Diogenes
b- Theohrastos
c- Aristoteles
d- Zenon
e- Heredotos
CEVAP ANAHTARI
1. C; 2. B; 3. E; 4. E; 5. D
1
FELSEFE TARİHİ
Hafta 2
Sokrates Öncesi Yunan Felsefesi
Doç. Dr. Nazım HASIRCI
2
ÜNİTE2
Sokrates Öncesi Yunan Felsefesi
İÇİNDEKİLER
2.1. Sokrates Öncesi Yunan Felsefesi
2.1.1. Birinci Dönem Tabiat Filozofları
2.1.1.1. Thales (M. Ö. 625-545)
2.1.1.2. Anaximandros (M.Ö. 611-546)
2.1.1.3. Anaximenes (M.Ö. 588-524) Veya (585-528)
2.1.2. Đkinci Dönem Tabiat Filozofları
2.1.2.1. Pythagoras (Fisagor) (M.Ö. Yaklaşık 580/590-500)
2.1.2.2. Ksenophanes (M.Ö. 570-478)
2.1.2.3. Herakleitos (M.Ö. 535-475)
2.1.2.4. Parmanides Ve Elea Okulu
2.1.2.5. Zenon (M.Ö. Yaklaşık 490-430)
2.1.2.6. Empedokles (M.Ö. Yaklaşık 490-432)
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Monist filozofları ve düşüncelerini açıklayabilecektir.
• Đlk felsefe okullarını tanımış olacaktır.
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• Ahmet Arslan'ın Felsefeye Giriş isimli kitabı okumalı,
• Hüsameddin Erdem'in Đlkçağ Felsefe Tarihi isimli kitabını gözden geçirmeli
• Kamuran Birand'ın Đlk Çağ Felsefesi Tarihi kitabı edinilmeli
3
Sokrates Öncesi Yunan Felsefesi
2.1. SOKRATES ÖNCESĐ YUNAN FELSEFESĐ
Antik Çağ Yunan Felsefesinde ele alınan konuların başında alemin menşei ile ilgili
problem gelmektedir. Bu konu daha önce Yunanlı Homeros ve Hesiodos gibi teologlar
tarafından mitolojiye dayalı olarak dile getirilirken, Aristoteles’in fizikçiler (tabiat filozofları)
dediği kişiler tarafından deney ve gözleme dayalı olarak açıklanmaya çalışılmıştır.
Fizikçiler tabiatın-alemin kaynağının ne olduğu, nasıl meydana geldiği hakkında
evrensel açıklamalar yapmaya girişmişlerdir. Onlar alemin nasıl meydan geldiğini açıklamak
için hipotezler kuramlar, astronomi ve coğrafya ile ilgili sorular ortaya koyarlar, dünyanın
şekli ve yapısı, güneş ve yıldızların mahiyet ve yapıları, dünya ile yıldızlar arasında
münasebetler hakkında görüşler ileri sürerler. Buna karşın organik dünya ve insan konuları
üzerinde pek durmazlar. Bu sebeple onlara tabiat filozofları denir, yazdıkları kitaplara da
genel olarak “Tabiat Üzerine, “Tabiat hakkında” adlarını verirler.
Tabiat filozofları, başta tabiatın arkesinin monist (birci), yani ya su, ya hava, ya ateş,
ya da toprak gibi bir tek şey olduğu şeklinde daha sonraları ise su, hava, toprak, ateşin hepsi
birden olduğu şeklinde açıklama yapmışlardır. Bu ve benzeri farklıları dikkate alarak tabiat
filozoflarını birinci ve ikinci dönem tabiat filozofları şeklinde sınıflandırmak mümkündür.
2.1.1. Birinci Dönem Tabiat Filozofları
Felsefe tarihi kaynakları Yunan felsefesinin ilk olarak, Batı Anadolu’da eski bir Đon
kolonisi olan Milet’te doğduğunu göstermektedir. Miletli filozoflar ise Thales, Anaximendros,
Anaximenes ve benzerleridir. Bunlara birinci dönem tabiat filozofları denir.
2.1.1.1. Thales (M. Ö. 625-545)
2.1.1.1.1. Hayatı ve Đlmi Kişiliği
Thales’in hayatı ve düşünceleri hakkındaki bilgiler Heredotos, Aristoteles, Teophratos
ve Laertli Diogenes’e dayanır. Babası Karialı annesi Fenikeli kendisi ise doğma büyüme
Miletlidir. Mısır ve Girit’e gittiği buradaki bilimleri öğrendiği ve Eski Yunanlıların “yedi
bilge” diye nitelendirdikleri kişilerin başında yer alır.
Yunanda ilk astronomi ve matematik tarihi yazarı Eudemos, Thalaes’in Mısır’a
gittiğini, geometri bilimini oradan Yunana getirdiğini bildirir. Ayrıca onun Mısır ve Babil’e
yaptığı seyahatlerde matematik ve astronomiye ait bir takım rasat teknik ve sonuçlarını
Milet’e getirdiği de bilinmektedir.
Tahlaes Yunanlılarca çok yönlü bir bilim adamı olarak tanınır. O, iyi bir tüccar, devlet
adamı, mühendis, ilk matematikçi (geometri), ilk astronom ve ilk fizikçi olarak gösterilir.
Onun özellikle M.Ö. 585’teki güneş tutulmasının önceden hesaplanıp haber verilmesinde,
bazı geometri teoremlerinin bulunup uygulanmasında, bir kulenin tepesinden denizdeki
4
gemilerin uzaklığının ve Mısır piramitlerinin yüksekliğinin ölçülmesinde önemli rol oynadığı
belirtilmektedir.
2.1.1.1.2. Felsefesi
Aristoteles, Thales’in her şeyin ana maddesinin, ilkesinin, arkhesinin “su” “sıvı olan
tümel bir şey” olduğu görüşünü ileri sürdüğünü belirtir. Thales’e göre her şey sudan meydana
gelmiş olup yine suya dönecektir, bütün varlıkların terkibinde bu ilke vardır, diğer cisimler
suyun şekil değiştirmesinden meydana gelmiştir.
Yunan doğa filozoflarının tamamında arke, bir yandan “başlangıçta bulunan suyu” öte
yandan “varlığın yapısını teşkil eden, değişmenin altında değişmeyen, her şeyin kendisinden
oluştuğu” şey anlamında kullanılır. Onlar, yeryüzünün düz bir tepsi gibi olduğunu ve onun bu
ana ilke- su tarafından kuşatıldığını ve yerin sonsuz bir okyanus üzerinde yüzdüğünü
belirtirler. Böyle bir anlayışa Babil’de de rastlanmaktadır. Dolayısı ile Tahles’in Babil’lilerin
tesiri altında kaldığı söylenebilir.1
Thales, suyu tanrısal görmenin yanında Aristoteles’in belirttiğine göre “her şey
tanrılarla dolu” dermiş. Her şeyin su taşıması ve ondan meydana gelmesinden dolayı
Tahales’in tabiatı hem canlı hem de tanrısal bir yapıya sahip olarak gördüğü söylenebilir.
Çünkü her şeyin ana ilkesi olan su canlı ve canlılığın gerçek sebebi olma durumundadır.
Maddenin canlı ve yaratıcı olduğu düşüncesi Thales ve takipçileri tarafından başlatılmış, bu
anlayışa daha sonra “Hylozoism” (canlı madde anlayışı) denilmiştir.
Thales’in önemi alemin ana maddesi nedir? sorusuna ilk defa dini ve mitolojik
olmayan deney ve gözleme dayalı bir açıklama getirmesidir. Böylece o tarihte ilk olarak
efsaneden bilime geçişi sağlamış felsefenin babası, ilk filozof diye anılmıştır. Thales varlığı,
bir sebebe, bir varlığa bağlı olarak aynı zamanda varlıkların çokluğu içerisinde bir tek ilkeye,
arkeye bağlı olarak açıklamaya çalışmıştır. Onun varlıkların çokluğu altında yatan bir birliğin
olduğu veya olması gerektiği düşüncesi önemlidir. Böyle bir tabiat felsefesi de “monist” bir
varlık açıklamasına dayanmaktadır. Bu anlayış da ilk dönem yunan doğa filozoflarını ayırıcı
örneklerindendir.
2.1.1.2. Anaximandros (M.Ö. 611-546)
2.1.1.2.1. Hayatı ve Đlmi Kişiliği
Anaximandros Thales’in çağdaşı, dostu ve talebesidir. Çok yönlü bir kişiliğe sahiptir.
Matematik, astronomi, tabiat ilmi, haritacılık ve siyasete karşı yoğun bir ilgisi vardır. O
yeryüzü ve gökyüzünün haritalarını yapmaya, ikisi arasındaki mesafeyi belirlemeye
çalışmıştır. Onun ilk ilgilendiği alan gök cisimleri(meteorlar)dir. Anaximandros ilk defa gök
cisimlerini ve depremi fiziki olarak açıklayan, güneş saatini Yunan dünyasına getiren kişidir.
Aynı zamanda o, dünyanın planlı bir yasaya göre düzenlenmiş bir bütün olduğunu ilk fark
eden kişidir. Bu filozofun “Tabiat hakkında” isimli bir eseri vardır. Tabiat hakkındaki
düşüncelerinde hocasını geçtiği söylenebilir.
1
Kamuran Birand. İlk Çağ Felsefesi Tarihi, Ankara, 2001, s. 14.
5
2.1.1.2.2. Felsefesi
Anaximandros’a göre evrenin ana maddesi müşahhas ve muayyen bir şey olmamalıdır.
Đşte bu ana madde, temel özelliği sonsuzluk ve sınırsızlık olan “Apeiron’dur” (sınırsız olan).
Her belirli olan şey sonlu ve sınırlı olan demektir, yani karşıtlarıyla sınırlanan demektir.
Sınırlı olan ise sonradan var olmuştur. Apeiron’un karşıtı olmadığı gibi sonradan da var
olmamıştır.
2.1.1.2.2.1. Tabiat Görüşü
Anaximandros’a göre, diğer varlıkların meydana gelebilmesi için Apeiron zıtlara
bölünmüştür. Varlıkların meydana gelişinde bu bölünme ilk basamaktır. Bölünme sürecinde
Apeiron önce sıcak ve soğuğa bölünür. Sıcak başlangıçta, soğuk ve karanlık olan toprağı bir
alev küresi şeklinde bir kabuk gibi sarar. Soğuktan ise katı ve sıvı meydana gelir. Sıvıdan da
yeri çevreleyen alev küresinin sıcaklığı sebebiyle buharlar yükselerek alev küresini halkalara,
ateş dolu hava tekerleklerine böler. Bu tekerlekler de birtakım deliklerden alevler saçarlar;
böylece hava ve ateşin birleşmesinden gök ve gök cisimleri, ay, güneş ve yıldızlar meydana
gelir.
Anaximandros’un görüşleri oldukça iptidai olmakla birlikte, tabiat olaylarını ilmi
olarak açıklama girişimi bakımından ileri bir adım olarak görülebilir. Onun açıklamalarında
mitoloji neredeyse yok gibidir. Ona göre dünya evrenin ortasında, hareketli, silindir şeklinde
ve hava boşluğunda serbestçe yüzmektedir. Başta yeryüzü tamamen sularla kaplı idi, bütün
yaratıklarda suda yaşayan hayvan cinsinden varlıklardı. Daha yüksek türler, bunlardan yavaş
yavaş çıkmış canlılardır. Sora suların çekilmesiyle karalar teşekkül etmiş ve suda yaşayan
canlılar, karada yaşayan varlıklara dönüşmüştür. Đnsan da suda yaşayan balıktan türemiş,
yaşayacak bir olgunluğa erişince karaya çıkmıştır.
2.1.1.2.2.2. Metafizik Görüşü
Bu filozofa göre, Apeiron’dan meydana gelen her şey, bir gün yok olacaktır, bu yok
olma belirli bir Kanun çerçevesinde meydana gelecektir. Bu Kanuna göre her şey bir
Yokluk’a = Apeiron’a dönmeye mahkumdur. Evren bir kozmos yani düzenli bir bütündür. Bu
kozmosta “Apeiron’dan çıkan her şeyin tekrar ona döneceği kanunu” hakimdir. Evrende
fertler ve türler devamlı değiştiği halde Apeiron değişmez ve yok olmaz, çünkü o yaratılmış
değildir. O her şeyi kuşatır, meydana getirir ve idare eder. O en yüksek Tanrı’dır, kendine
özgü bir hareketi ve hayatı vardır. O özü itibariyle canlı ve hareketlidir.
Anaximandros’un önemi, onun evreni ve evrendeki hakim olan süreci, ilk defa
evrensel bir kanunla ele alıp, insan düşüncesine konu etmesidir. O sonsuz ve sınırsız
kavramıyla maddi olanı kastettiği kadar, madde ve gücün henüz birbirinden tam olarak
ayrılmadığı bir varlığı, değişenin altında değişmeyeni, asıl var ve gerçek olanı da anlamak
istemiştir.
Anaximandros varlığın arkesi olarak su yerine Apeiron’u koyarak ve bundan diğer
varlıkların nasıl meydana geldiğini açıklayarak felsefi düşüncede hocası Thales’i aşmıştır.
Oluş ve yok oluşun zorunlu bir yasaya göre meydana geldiği fikri de önemli bir ilerlemedir.
6
Apeirondan zıtların çıktığı ve zıtlar arasında sürekli bir mücadelenin bulunduğu fikri ise daha
sonraki yunan filozoflarına ilham kaynağı olmuştur.
2.1.1.3. Anaximenes (M.Ö. 588-524) veya (585-528)
2.1.1.3.1. Hayatı ve Đlmi Kişiliği
Anaximenes, Anaximandros’un öğrencisi ve genç arkadaşıdır. Eserinin adı “Tabiat
Hakkında” veya “ Tabiat Üzerine”dir. Felsefesi daha çok Thales’in fikirlerinin izlerini taşır.
Astronomi görüşü bakımından Anaximandros’a göre bir gerilemeyi gösterir.
Anaximandros’a göre dünya boşlukta duran bir silindir iken ona göre dünya “havada bir
yaprak gibi yüzer” ve düz bir tepsi gibidir. Güneş battıktan sonra dünya düz tepsinin
kenarından doğuya geçer ve tekrara doğar.
2.1.1.3.1. Felsefesi
Anaximenes, Thales ile Anaximandros’un düşüncelerini uzlaştırarak fizik ağırlıklı bir
varlık açıklaması yapmaya çalışır. O ana madde olarak kabul ettiği ilkeyi (hava) Tanrı yahut
Tanrı gücü ile dolu olarak düşünmekten, böylece de dünyanın meydan gelişinde etkin olan
Tanrı’yı maddi bir ilkeye irca etmekten de geri kalamamıştır. Sonuçta Anaximanes’in dünya
görüşü materyalist ve natüralist anlamda monist ve panteist bir varlık görüşünü halini almıştır
denebilir.
Yıldızların gökyüzüne çivilerle çakılı olduğu anlayışını Yunan düşüncesine ilk defa
Anaximenes getirmiş, bu yıldızların dünya etrafında hareket ettiklerini, ayın ışığını güneşten
aldığını, ay ve güneş tutulmasının nasıl olduğunu ilk defa doğru bir şekilde açıklamıştır. Yine
Anaximenes depremin nasıl meydana geldiğini, dünyanın düz tepsi şeklinde olup havada nasıl
durduğunu ortaya koymuştur. Ona göre güneş bizzat ışık kaynağı iken ay ışığını güneşten alır.
2.1.1.3.1.1. Tabiat Görüşü
Anaximenes’e göre alem ve alemdeki her şey Hava’dan meydana gelmiştir. Hava hem
sıkışan hem de genişleyen şeydir. Evrendeki varlıklar da bu sıkışma ve genişleme sonucu
meydana gelmiştir. Örneğin ateş, hava, su, toprak asılları itibariyle hava olup havanın sıkışma
ve genleşme derecelerinden başka bir şey değildir. Havanın genleşmesi ile ateş,
yoğunlaşmasıyla rüzgar ve bulut meydana gelir. Bulutlardan su, sudan toprak ve yüksek
yoğunlukta da taş oluşur. Bu nedenle insanı bir arada tutan, ruh ile alemi-kainatı bir arada
tutan birliğini sağlayan hava bir ve aynı şeydir veya aynı türdendir. Küçük evren ile büyük
evren alem aynı ruhu taşır.
2.1.1.3.1.2. Metafizik Görüşü
Anaximenes’e göre var olan ve var olacak olan her şeyin, tanrıların ve tanrısal şeylerin
kaynağı havadır. Hava olan ruhumuz bizi bir arada tutmakta olduğu gibi bütün alemi de
kuşatmıştır. Hava salt haliyle gözle görülmez, ancak sıcaklık, soğukluk, nem ve hareket onu
görülür hale getirir. O daima hareketli olup bu nedenle değişerek varlıkları meydana getirir. O
7
yoğunlaşıp seyrekleşerek çeşitli cevherlere ayrılır. Dünya bu hava okyanusunda düz bir tepsi
gibi yüzer. Hava canlılar için sudan daha önemlidir.
Tabiat filozofları arasında Ruh kavramını, varlığı canlı kılan manasında ilk olarak
Anixemenes kullanır. Bununla o ruh vasıtasıyla tabiatta canlı cansız ayrımını da yapmaktadır.
Ona göre ruh, canlıyı ayakta tuttuğu gibi soluk ve hava da, bütün alemi, düzeni sarıp ayakta
tutmaktadır. Đnsan yaşadığı sürece havayı teneffüs eder, teneffüs ettikçe ruh bedende kalır.
Đnsan ve hayvanlar nefes aldıkları sürece canlıdırlar, çünkü nefes nefs veya ruhtur. Nefes alma
bitince ruh da gider ve insan ölür. Yalnız buradaki ruh maddi karakterli yani teneffüs edilen
havadır.
Anaximanas’in insan nefesini insana can veren ilkeyle insan ruhu ile aynı sayması
onun kısman dinin etkisinde kaldığını gösterir. Kendisinden yaklaşık yüz yıl önce yaşayan
Hind filozofu Uddalaka ve birçok filozof nefesi evrenin temeli ve hayat merkezi kabul
etmekteydi.
Onun metafizik konusunda Anaximandros’tan geriye gittiğini fakat tabiat düzenini
kurmada daha ileri gittiğini söylemek mümkündür. Anaximenes’in tabiatın meydana gelişini
bir Kanuna göre açıklaması, ilk çağın en tutarlı ve felsefi varlık açıklaması olan atomculuğu
hazırlamıştır.
Buraya kadar ele aldığımız birinci dönem tabiat filozofu olan Milet Okulu felsefesinin,
asıl olarak tabiatta gözlemlenen olayları bir takım teorilerle açıklamaya çalışan bir kozmoloji
olduğu söylenebilir.
2.1.2. Đkinci Dönem Tabiat Filozofları
2.1.2.1. Pythagoras (Fisagor) (M.Ö. yaklaşık 580/590-500)
Pythagoras ile felsefe Milet mektebi filozoflarında olduğu gibi evreni ana maddesinin
ne olduğu, evrenin nasıl meydana geldiği gibi konuları araştırmaktan çıkarak bir yaşama tarzı
haline gelmiştir. Bu durum felsefenin yapısında, amacında belli bir takım değişikliklerin
meydana geldiğini gösterir. Pythagoras’da felsefenin amacı insanları günahlarından
arındırmak ve kurtarmaktır.
2.1.2.1.1. Hayatı ve Kültür Çevresi
Pythagoras’ın hayatıyla ilgili kesin bir bilgi bulunmamakta daha çok efsanevi
bilgilere sahip olunmaktadır. O ölümünden yarım asır sonra efsaneleşerek neredeyse yarı tanrı
sayılmaya başlanmıştır. Onun şahsı ve fikirleri M. S. I. Yüzyılda tekrar ortaya çıkartılarak dini
bir tarikata temel yapılmıştır.
Aslen Đonia’lı olan Pythagoras Sisam adasında doğmuş, uzun sürede burada kalmış
daha sonra Đtalya’nın Kroton şehrine yerleşmiş ve burada kendi adını taşıyan bir tarikat
kurmuştur.
Bir rivayete göre Pythagoras Fenike, Mısır ve Babil’i gezmiş, buraların ilahiyatla ilgili
düşüncelerini ve geometriyi öğrenmiş dini, felsefi ve toplumsal ıslahat fikirleriyle dolu olarak
8
M.Ö. 520/530 yıllarına doğru Kroton’da bütün üyelerinin siyasette ve dinde müşterek doktrin
olarak kabul ettiği tarikatını kurmuştur. Tarikatında üyelerine dinde belli bir yaşama tarzı
sunmuş belli yasaklar getirmiştir. Bu tarikatın üyeleri siyasetle de uğraşmışalar, zamanla bir
parti hüviyetine bürünmüşlerdir, Kroton’da nüfuz sağlamak ve iktidarı ele geçirmek
istemişlerdir. Fakat onların siyasetle uğraşmaları cemaatin felaketine yol açmış, çıkan bir
isyanda tarikatın merkezi yıkılmış ve böylece tarikat dağılmıştır. Bununla birlikte bu tarikatın
ilim ve sanat tesirleri uzun süre devam etmiştir.
Pythagoras’ın aritmetiği Yunan dünyasına ilk getiren kişi olduğu ileri sürülür. Onun
adıyla anılan bazı geometri teoremlerinin bulunduğu herkesçe malumdur. Ancak o herhangi
bir eser kaleme almamış, görüşleri öğrencileri vasıtası ile yayılmıştır.
2.1.2.1.2. Felsefesi
Matematik, astronomi, tabiat bilimi, ruh göçü, musiki, akustik vb. birçok bilimle
meşgul olan Pythagoras’culara göre, insanın esas gayesi, kendisini bedenin ve ruhun
göçmesine esir olmaktan kurtarmaktır.
Pythagoras’cular, ruhu beden üzerinde hakim kılabilmek, ruhun bedenle ilişkisi
sonucu bozulan özü, ortaya çıkan ruh kirliliğinden kurtarabilmek için ilim ve sanat yolunu
seçmişlerdir. Bu ilimler arasında matematik ve musiki en önemlileridir. Evreni ve düzenini,
ruh-beden arasındaki ahengi, bu sayede kurabileceklerine inanmışlardır. Dolayısı ile
matematik ile musiki arasında sıkı bir bağlantı kurmaya gayret etmişlerdir.
2.1.2.1.2.1. Metafizik (Varlık) Görüşü
Pythagoras’cular evrenin arkesi olarak Sayı’yı kabul etmişlerdir. Her şey sayıdan
çıkmış yine ona dönecektir, sayı şeyin içkin sebebi ve cevheridir. Pythagoras metafiziğinin
esasını teşkil eden ana madde mücerret bir şeydir, bu da matematik üzerine kurulmuştur.
Tabiat filozoflarını ilgilendiren şey, genel olarak madde ve onun hareketi iken
Pythagoras’cularda dikkat çeken şey ise maddedeki maddi olmayan şeydir, aleme hakim olan
düzendir, zıtlıklardaki birlik, ahenktir; her şeyin temelinde bulunan matematiksel ilişkilerdir.
Sayı evrenin prensibi ve mahiyetidir, eşya da duyulur hale gelmiş sayılardan ibarettir.
Ancak Pythagoras’culardaki sayı bugün anlaşılan sayılardan farklıdır. Onlar sayıları
geometrik bir biçimde sembolize ederler. Semboller ise domino taşları üzerinde kullanılan
noktalara benzemektedir. Her sayı içinde ne kadar bir varsa, o kadar nokta ile gösterilir.
Örneğin bu sayılardan belli bir sayı belli nitelikleriyle adalettir, bir başka sayı ruhtur, bir
başkası akıldır vb. Bütün bu varlıkların ve sayıların sonsuz dizisi “Bir”den çıkar. Eğer sayı
eşyanın mahiyeti ise sayının mahiyeti de “Bir”dir.
Pythagoras’culukta, iki tür bir vardır: Birincisi, sayılar ve varlıklar serisinin çıktığı ve
her zaman onları kuşatan “Bir”, mutlak ve zıttı olmayan, monadların Monadı, tanrların Tanrısı
olan “Bir”dir. Đkincisi ise, türeyen sayılar dizisinde birinci olan iki, üç gibi her çokluğa zıt
olan, çoklukla sınırlanmış bulunan bir, izafi bir, yaratılmış monaddır.
9
Bir ile çok arasındaki zıtlık, bütün diğer oluşların temelidir. Bu iki temelden biri şekil
kazandıran diğeri sınırsız ve şekilsiz olandır. Pythagoras’cular alemin her yerinde bu iki
zıtlığını var olduğunu ileri sürerler. Bu zıtlık aynı zamanda sayılarda da vardır, tek ve çift
sayılar gibi. Bu zıtlıkları şöyle sırlayabiliriz; sınırsız-sınırlı, bir-çok, sağ-sol, erkek-kadın,
sakin-hareketli, doğru-eğri, sıcak-soğuk, aydınlık-karanlık vb. Bu sınıflamada ilk olanlar bir
düzen, mükemmellik, sınırlama ilkeleri iken ikinciler ise düzensizlik, kusurluluk ve sınırsızlık
ilkeleri kabul edilir.
Pythagoras sisteminde varlıklarda ortaya çıkan çokluklar hep birlere ayrılır, çift sayılar
bire indirgenir. Buna karşılık “Mutlak Bir” ne çifttir ne tektir, veya aynı zamanda hem çift
hem de tektir, hem fert hem de çokluktur yani tanrı ve alemdir.
2.1.2.1.2.2. Tabiat Görüşü
Pythagoras’cular, tabiat görüşünde düalist bir yol takip ederler. Sınırlının, tekin,
mükemmelin ve iyinin karşısında sınırsız, çift, eksik ve kötü vardır. Bu karşıtlar alemde bir
uyuma ulaşırlar. Alem bir sayı uyumudur, bu uyum kainatın ruhudur. Varlıklar kemal
bakımından yükselen bir sıra meydana getirirler ve bununla külli ahengi aksettirirler. Çünkü
tanrılık demek ahenk demektir. Đlk varlık, fizik nokta hareket ederek çizgiyi meydana getirir,
çizgi hareket ederek yüzeyi, yüzey hareket ederek cismi meydana getirir, bundan da duyum,
idrak ve zeka ortaya çıkar. Böylece Pythagoras’cular nesnelerin düzenini bir sayılar sistemi
olarak temellendirmeye çalışırlar. Aynı zamanda sayılarda mistik bir taraf da bulurlar.
Onlar gök olayları, göğün kısımları gibi konuları da sayılarla açıklarlar.
Pythagoras’cular on sayısını mükemmel kabul ettiklerinden, gök cisimlerinin sayısını da on
olarak belirlerler. Bunlar o zamanda bilinen beş gezegen, Dünya, Ay, Güneş, gök cisimleri
(sabit yıldızlar küresi) ve on sayısına tamamlamak için kendilerinin bulduklarını iddia ettikleri
ara varlık Karşı Yer’dir. Pythagoras’cular ilk defa dünyayı bir gezegen olarak kabul etmişler,
mevsimleri, gün, ay ve yılı dünyanın hareketine bağlı olarak açıklamaya çalışmışlardır.
Ayrıca onlar ilk defa yeryüzünü küre biçiminde tasarlamışlar, Dünya’nın da evrenin ortasında
merkezi bir ateş etrafında evrensel bir musiki ile dolandığını ortaya koymuşlardır.
2.1.2.1.2.3. Ruh Görüşü ve Tenasüh Đnancı
Pythagoras ruhun ölümden sonraki akıbetini de ele almış, ruh göçü anlayışını felsefi
düzeye taşımıştır. Ona göre ruh, eşyanın ezeli ve ebedi sırasında yeri olan belli bir sayı,
alemin ruhunun bir parçası, gök ateşinin bir kıvılcımı, Tanrı’nın bir düşüncesidir. Ruh,
ölümsüzdür ve bedene zincirlenmiştir. Beden ise ruh için bir hapishanedir. Beden ölümlü iken
ruh ölümsüz olup insanın özünü meydana getirir. Bu nedenle ruh bedenden daha üstün ve
değerlidir, mutluluğun kaynağını ruh oluşturur.
Ona göre ruh insanın bu dünyada yaptığı iyilik ve kötülüklere göre öldükten sonra
değerce daha aşağı ya da yukarı varlıkların bedenine girer. Böylece ruh sürekli doğuşlar
çarkına girer. Đnsan bu dünyada faziletli bir hayat yaşarsa bu çarktan kurtulabilir ve tanrısal
kata yükselebilecek bir kemale ulaşır.
10
Ruh sürekli ana yurdunun özlemini çekmekte, bu beden hapishanesinden kurtulmayı
istemektedir. Pythagoras ruhun özlemini çektiği dünyaya ulaşabilmesi için öğrencilerine, et
yememek, bitkisel gıdalarla beslenmek, kanlı kurbanlardan kaçınmak gibi tavsiyelerde
bulunmuştur. Ruhun asıl temizlenmesi felsefe, ilim ve sanat iledir. Burada söz konusu olan
ilim ve sanat ise matematik ve musikidir.
2.1.2.1.2.4. Din Anlayışı
Pythagoras’cular değerleri daima bilginin önüne geçirmişler ve bilgiyi değerin
hizmetinde görmüşlerdir. Onlara göre alemde ilahi bir düzen vardır. Bu sebeple ilim
öğrenmenin altında yatan, dini ve ahlaki içeriktir. Alemdeki düzeni düşünmek, anlamaya
çalışmak, bir anlamda tanrısallığa katılmak olarak algılanır. Böylece felsefe bir kurtuluş ve
arınma öğretisi haline gelmiş, Milet’li filozoflardan sonra tekrar dinin hizmetine girmiş
görünmektedir.
Bütün bu görüşleriyle Pythagoras ve Pythagoras’culuk, kendisinden sonra gelen
Ksenophanes, Empedokles, Sokrates, Platon, Platinos, Đhvanu’s-Safa, Kopernikus, Kepler,
Galilei, Descartes ve yeniçağ tabiat bilginlerini belli bir düzeyde etkilemiştir.
2.1.2.2. Ksenophanes (M.Ö. 570-478)
2.1.2.2.1. Hayatı
Pythagoras ve Anaximandros’un çağdaşı olup, bugünkü Đzmir kıyılarında
Değirmendere köyünün yerinde bulunduğu kabul edilen Kolophon’da doğmuştur. Med’lerin
burayı ele geçirmeleri sonucu oradan ayrılıp şehir şehir gezerek Güney Đtalya’daki Elea’ya
yerleşmiştir. O kendinden önceki filozofların görüşlerini bildiği halde tabiatla uğraşmamış
dini ıslahatlarla meşgul olmuş bunu da şiir yazarak yapmıştır.
2.1.2.2.2. Felsefesi
Ksenophanes, Milet’li filozoflar ile Elea Okulu arasında tarihi bir köprü oluşturur. O
Anaximandros’u dinlemiş, Parmanides’e de hocalık yapmıştır. Ksenophanes, daha çok din
felsefesi ile uğraşmıştır.
2.1.2.2.2.1. Metafiziği
Ksenophanes Homeros ve Hesiodos’un tanrılara yükledikleri bütün ahlak dışılığa
karşılık, tanrı anlayışına ahlaki bir öz kazandırmaya çalışır. Tanrı için bir takım masallar
uydurmayı, onu insana benzetmeyi kötü karşılar.
Ona göre insanlar tanrılarını insanlaştırırsa her millet tanrısını kendisine benzetmeye
çalışır. Halbuki gerçek Tanrı, ne insan ne de hayvan şeklindedir. O birdir, her şeyi bütünüyle
görür ve işitir, bütünüyle düşünür, hareket etmez, değişikliğe uğramaz, ebedidir. Manevi güç
ve kudretiyle evrendeki bütün hareket ve değişmeleri idare eder. Tanrı’nın her şeyi
zahmetsizce idare etmesi düşüncesinin eseridir. Tanrılarla insanlar arasında en ulu, en yüce
tek bir Tanrı hüküm sürer. O’nun ne dış görünüşü ne de düşünceleri ölümlülere benzer.
11
Ksenophanes’in bu Tanrı anlayışı monoteizme yaklaşsa da ilahi dinlerdeki bir Tanrı
olmayıp panteist bir tanrı anlayışıdır. Bu Tanrı yaratıcı değil kainatla aynı olan tanrıdır.
Böylece onun, bir taraftan Tanrı anlayışına bir ahlakilik kazandırırken diğer taraftan Tanrı ile
alemi bir sayma yanlışına düştüğü görülmektedir.
2.1.2.2.2.2. Tabiat Görüşü
Ona göre alemdeki en önemli unsur havadır. Ruh ise insan bedenini kaplayan canlı bir
nefes (soluk), güneş her gün bir araya gelen ateş parçacıklarından oluşan kor halinde bir
buluttur. Bu kor bulutundan yıldızlar meydana gelir. Ay ise yoğunlaşmış bir bulut kümesidir.
Güneş yörüngesinde sonsuzca gitmekte, fakat uzaklığı sebebiyle onun yörüngesi daire gibi
gözükmektedir.
Ksenophanes de Anaximandros gibi yeryüzünün başlangıçta tamamen sularla kaplı
olduğunu söyler, delil olarak da dağlarda bulduğu balık fosillerini gösterir. Ona göre alemin
ana maddesi Toprak ve Sudur, her şey; dağlar, büyüyen ve doğanlar (insan da dahil) toprak ve
sudan meydana gelmiştir yine ona dönecektir.
2.1.2.2.2.3. Etkisi
Tanrı anlayışı ve Tanrının kendi yerinde durarak, alemi düşünmekle hareket ettirdiği
düşüncesi Aristoteles tarafından ele alınmış, eksikleri tamamlanarak tekrar sunulmuş ve
düşünce tarihine asırlarca hakim olmuştur. O iddia edildiği gibi materyalist bir panteizmi
değil ruhçu bir panteizmi savunmuştur.
2.1.2.3. Herakleitos (M.Ö. 535-475)
2.1.2.3.1. Hayatı
Đonia asıllı olup, Efes’te doğmuş ve yaşamıştır. Aristokrat bir aileden gelen
Herakleitos, aristokrat yanlısı ve sert mizaçlı bir düşünürdür. O özel hayatında olduğu gibi
felsefi yazılarında da gururlu, insanları küçük gören ve kendisine çok güvenen birisidir.
Yazılarını halkın değil kendi seviyesindeki insanların anlamasını istediği için eserlerini derin
manalı, edebi ve güç anlaşılan bir üslupla yazmıştır. Bu yüzden daha kendi çağında “Karanlık
Filozof” lakabı verilmiştir. “Tabiat Hakkında” isimli bir eseri bulunmaktadır.
2.1.2.3.2. Felsefesi
Herakleitos’a göre Külli Hayat, yaratma ve yok olmanın sonsuz bir şekilde birbirini
takip etmesinden meydana gelir. Bu oluş tanrı Zeus’un kendi kendisiyle oynadığı bir oyundur.
Bu Külli Oyun’da sabit bir şey yoktur. Her şey bir değişme halindedir. Bu hayat bir nehre
benzemekte olup akmakta ve değişmektedir. Bu oluş nehrinde iki defa yıkanılmaz. Dünkü
nehirle bugünkü aynı değildir.
Bu akışta, değişmede yokluk durmadan varlık olur, varlık da yoklukta kaybolur. Her
şey benzemez olduğu için benzerdir; farklı olduğu için aynıdır; her şey birbiriyle bağlantılı
olduğu için bağlantısızdır; her şey zeka sahibidir ve zekadan yoksundur; eğer bunlar aynı şey
12
olmasalardı, değişerek birbirine dönüşmezlerdi. O halde biz nerede bir şey değişmez diyorsak
orada yanılıyoruz.
Aynı şekilde insanın kendisi ve bedeni de sürekli değişmektedir. Bugünkü beden
dünkü beden değildir.
2.1.2.3.3. Varlık ve Tabiat Görüşü
Milet mektebi gibi Herakleitos’a göre de asıl uğraşılacak mesele alemin menşeidir.
Alemin arkesi Ateş yani sıcak nefestir. Ona göre bütün evren ateşten çıkmış yine ona
dönecektir. Her varlık bir çeşit değişmiş ateştir ve yine ona dönecektir. Değişmez bir ilkeye,
kanuna göre göklerdeki ateş sıra ile buhar, su, toprak haline gelir. Aynı kanun gereğince
tekrar aslına döner. Buna göre kainat düzenli bir şekilde yanıp sönen ve daimi olarak canlı
bulunan bir ateştir. Güneş kendisini her gün yeniden yaratmaktadır, akşamleyin söner sabah
yeniden yakılır.
Sürekli değişme içerisinde olan bu alemde, sabit kalan bir taraf da vardır. Bu sabit
kalan taraf ise bütün değişmeleri idare eden “Kanun”dur. Kainata hükmeden bu kanun Hüküm
ve Akıl(Logos)’dır.
Alemdeki oluş, eşyanın zıtlarına dönüşmesiyle sürüp gider. Oluş zıt kuvvetlerin bir
kavgasıdır. Bunlardan biri yukarıdan gelerek gök ateşini katı maddeye çevirmek ister, diğeri
de göğe yükselerek yeryüzü maddesini ateş haline getirmek ister.
Böylece Herakleitos’a göre her şey ancak zıtların kavgasından doğar. Organik hayat
erkek ve dişiden meydana gelir, ince ve kalın ses müzikte ahengi oluşturur. Sıcak soğuğu, su
buharı, kötülük iyiliği, tehlike cesareti, vb. meydana getirir. Zıtlık alemin her tarafında her an
müessirdir.
2.1.2.3.4. Alem Görüşü
Herakleitos’a göre görünüş ve reel olmak üzere iki alem vardır.
1- Görünüş Alemi: Duyularımızla kavradığımız alemdir. Duyularımız ise devamlı bizi
yanıltır. Biz görünüş alemini duyularımızla kavradığımız için o bize sabit ve devamlı eşyadan
meydana gelmiş gibi görünmektedir. Bu sebeple yalnız duyuma dayanan ilim aldatıcıdır.
2. Reel Alem: Reel alem devamlı bir akış halinde olup görünüş aleminin arkasındadır.
Bu alemi ancak akıl ile kavrayabiliriz. Akıl bize gerçeği, alemin yapısının ve görünüşünün
nasıl olduğunu gösterir.
2.1.2.3.5. Etkisi
Herakleitos ilkçağda varlığın anlamlarıyla uğraşmış, çağımıza özgü ruhi ve felsefi
unsurları içeren görüşleri ortaya koyabilmiştir. Bu yüzden Platon gençliğinde onun tesirini
hissetmiş, Aristoteles ise onu fikirlerine değinmeden geçememiştir. Hegel onun hakkında”
Herakleitos’un hiçbir cümlesi yoktur ki onu logikime (mantık) almış olmayayım.” Nietzsche
13
ise “ Dünya her zaman doğruya muhtaçtır; o halde her zaman Herakleitos’a muhtaçtır” der.
Çağımızda Herakleitos’un fikirleri hala önemini korumaktadır.
2.1.2.4. Parmanides ve Elea Okulu
Elea Okulu Güney Đtalya’nın Elea şehrinde kurulmuştur. Kurucusu Parmenides olup
genel olarak Herakleitos’un fikirlerine zıt görüşlere sahiptir. Parmanides felsefe tarihinin ilk
gerçek mantıkçısıdır. Şimdiye kadar gördüğümüz Milet mektebi filozofları ve Pythagoras
tecrübeye önem verirlerken, Parmanides ise alem hakkındaki tasavvuru sırf akıldan çıkarmayı
deneyen ilk düşünür olmuştur. O aynı zamanda felsefe tarihinin ilk Rasyonalist filozofudur.
2.1.2.4.1. Hayatı
Parmanides Ela’da dünyaya gelmiş, zengin bir ailenin çocuğudur. Doğum ve ölüm
tarihi kesin olmamakla birlikte M.Ö. 515 yılında doğmuş olması muhtemeldir. Esas itibariyle
VI yüzyılın sonu ile V yüzyılın başlarında yaşamıştır demek daha doğrudur. Şahsiyetiyle ilgili
Platon onu asalet ve derinliği kendisinde toplayan biri olarak tasvir eder.
O Pythagoras’cı bir hayat sürdürmüş olup felsefi görüşlerinde de ondan etkilenmiş,
Herakleitos’un fikirlerini reddetmiş ve ona cevap vermeye çalışmıştır. Eseri “Peri Fizeus”
(Tabiata Dair) adını taşır. Bu eser manzum olup bu türün ilk örneğidir.
2.1.2.4.2. Felsefesi
Parmanides’in temel önermesi “Varlık vardır yokluk yoktur” şeklindedir. Var
olmayana var demek çelişkiye düşmektir. Her çelişkili düşünce ise yanlıştır. O halde
çelişkisiz düşünmek gerekir, çelişkisiz düşünen doğru düşünüyor demektir. Çelişkisiz
düşünmek ise var olanı düşünmekle olur.
Değişmeyi temel kabul eden Herakleitos başta olmak üzere önceki filozoflar bu ilkeye
aykırı hareket etmişlerdir. Ona göre bir şey hem var hem de yok olamaz. Dolayısıyla değişme
diye bir şey yoktur. Değişme olmadığı için hareket de yoktur. Varlıklarda bir çokluk da
mevcut değildir.
Ona göre insanın değişmenin, hareketin, çokluğun var olduğuna inanmasının sebebi,
duyularımızdır. Duyular insanı yanıltır.
2.1.2.4.2.1. Varlık Görüşü
Parmanides’e göre var olan hiçbir zaman değişmez daima kendisiyle aynı kalır.
Değişmeyen kendisiyle aynı kalan ise Tanrı’dır ve Tanrı her şeydir. Bizim değişme dediğimiz
şey bir görünüşten ibarettir. Gerçekte ne oluş ne de yok oluş vardır. Sadece ezeli ve ebedi
Varlık vardır.
Ona göre varlık var olmaya başlamışsa ya varlıktan ya da yokluktan çıkmıştır. Birinci
halde kendi kendinden çıkmış, kendi kendini doğurmuştur ki bu yeni bir şey olmaması, ezeli
ebedi olması demektir. Đkinci hal ise bir şeyin hiçten olamayacağını farz eder ki bu da
saçmadır. Eğer varlık, varlığa geçiyorsa değişmiyor demektir ve onun yokluğa geçtiğini farz
14
etmek, onu yokluktan meydana getirmek kadar imkansızdır. O halde Varlık ezeli ve ebedidir.
O ezeli ve ebedi olmakla zaten hareketsizdir. Çünkü hareket ancak mekanda düşünülebilir. Bu
durumda mekan ya var ya yoktur. Eğer varsa varlıkla aynı şey demektir. Varlık hakkında
mekanda hareket ediyor demek, varlık varlıkta hareket ediyor demek, yani yerinde kalıyor
demektir. Eğer mekan hiçbir şey değilse, bu gene hareketin olmaması demektir. Çünkü
hareket ancak mekanda mümkün olabilir.
Bu durumda hareket hiçbir şekilde düşünülemez, o bir görünüşten başka bir şey
değildir. Varlık sürekli ve bölünmez bir bütündür. Varlıkla bir başka varlık arasında kesinti
yoktur. Varlık mutlaktır ve onun hiçbir eksiği yoktur. Varlık birdir, kendi kendisidir. Dolayısı
ile varlık, ancak ezeli-ebedi, değişmez, hareket etmez, sürekli, bölünmez, sonsuz ve tek olarak
tasavvur edilebilir.
2.1.2.4.2.2. Alem Görüşü
Parmanides Herakleitos’un tersine sahte ve görünüşte alemin, değişmekte olan alem
olduğunu ileri sürer. Ona göre değişmeyen ve bir olan alem ise gerçek alemdir. Bu alemde
küre şeklindedir.
Ona göre düşünen varlık ile düşünülen varlık aynı şeydir. Akıl için bölünmez bir bütün
olan Kainat, duyulara göre birbirine rakip iki aleme ayrılır. Bunlar; ışık ve karanlıktır.
Birincisi her şeyi meydana getiren fail bir rol oynarken, diğeri etkileneni meydana geleni
teşkil eder. Bu ikisinin karışması her şeyi yöneten bir uluhiyet, bütün eşyanın ilk ilkesi olan
Eros (Aşk Tanrısı) tarafından meydana getirilir. Kainat gibi insan da bu iki unsurun
karışımından meydana gelir. Ancak burada manevi unsur hakimdir.
Herakleitos ve Parmanides alemle ilgili iki noktada birleşirler:
1- ikisi de alemi, Gerçek ve Görünüşte diye ikiye ayırırlar.
2- Gerçek alemin akıl ile görünüşte alemin ise duyularla kavranacağını kabul ederler.
2.1.2.4.3. Etkisi
Parmanides temel mantık kavramlarını bulmuş ve sonraki dönemlere örnek olmuştur.
Bu bağlamda “varlık vardır yokluk yoktur” önermesi özdeşlik ilkesini temelini teşkil eder.
Herakleitos ve Parmenides’in ortaya koyduğu monizm, Platon’da idealizme dönüşmüştür.
2.1.2.5. Zenon (M.Ö. yaklaşık 490-430)
Zenon Parmanides’in öğrencisidir. O Elea okulunun kavgacısı, saçma yoluyla ispat
metodunun kurucusu, diyalektik ve sofizmin babasıdır. Felsefe tarihinde ileri sürdüğü
paradokslarıyla ünlüdür.
2.1.2.5.1. Felsefesi
Zenon hocasının görüşlerini mantık yoluyla açıklamaya ve temellendirmeye
çalışmıştır. O da “varlığın birliği” ve “hareketsizliği” fikrini savunmuştur. Ona göre de yalnız
15
“Bir” düşünülür. Zenon’un bu konularla ilgili ileri sürdüğü bazı delillerden en meşhur olan
ikisi şunlardır:
1- Çokluk ve mekana karşı olmak
2- Değişikliğe ve harekete karşı olmak.
Zenon birincisine şunu örnek gösterir: Bir varlığın sonsuz biçimde bölündüğünü
düşünelim. Bu bölünme sonunda varlıktan yoksun kılınmış bir sonsuz küçüklük kalır. Böyle
bir varlık da artık gerçek bir varlık değildir. Çünkü bir şeyin varlığa eklenmesi veya
çıkartılması, artık varlıkta bir eksiklik veya fazlalık meydana getirmez.
Aynı şekilde bir mekanı sonsuzca böldüğümüzde de, burada bir hareketin başlaması
imkansızıdır. Çünkü her mekan diğer bir mekanı içerir, her mahal diğer bir mahalde yer
almaktadır.
Đkinci delili ise Zenon şu iki örnekle açıklar: Birincisi “atılan ok” örneğidir; ona göre
hareket halindeki ok aslında durgunluk içerisindedir. Çünkü havaya atılmış olan bir ok, her an
hareket alanının belli bir noktasındadır. Mekanın belli bir noktasında bulanan bir cisim ise
sükun halindedir. Bu durumda hareketinin her anında sükun halinde bulunan bu ok, bütün
hareketi boyunca da sükun halinde bulunuyor demektir.
Bu hususta ikinci örnek ise, kaplumbağa ile dönemin atleti Achileus (Aşil) arasındaki
müsabakadır. Zenon’a göre bu müsabakada kaplumbağa eğer Aşil’den biraz önde yarışa
başlarsa, Aşil hiçbir zaman kaplumbağayı geçemez. Bu durumda kaplumbağa A noktasında
Aşil ise X noktasından yarışa başlayacaktır. Aşil A noktasına gelince kaplumbağa B noktasına
ulaşmış olacaktır. Aşil B noktasına geldiğinde kaplumbağa C noktasına gelmiş olacaktır. Aşil
C noktasına gelince kaplumbağa D noktasına gelmiş olacak ve bu durum böyle sonsuza kadar
devam edecek, mevcut şartlarda Aşil hiçbir zaman kaplumbağayı geçemeyecektir.
Bu örneklerle Zenon’un bize göstermek istediği şey, hareket değişme ve çokluk gibi
kavramların bizi daima çelişkiye düşürdüğünü göstermektir. Böylece Zenon, gerçeklik
dünyasının aldatıcı bir çokluk olduğunu ispatlamaya çalışarak hocası Parmanides’in
görüşlerinin doğruluğunu göstermek ister.
Zenon’un bu delilleri aslında hareketi süreksiz bir gerçek gibi düşünmesinden
kaynaklanan yanılgılardır. Hareket, süreksizlik ve kesikliği değil, ilişki ve bağıntıyı içine alan
bir gerçekliktir. Çünkü hareket, hareket edene bağlı olarak ortaya çıkar. Zenon’un ortaya
koyduğu bu paradokslar filozofları uzun süre meşgul etmiş, bu konu bağlamında sonsuzluk,
zaman, durağanlık vb. kavramların tartışılmasına neden olmuştur.
2.1.2.6. Empedokles (M.Ö. yaklaşık 490-432)
Güney Đtalya’da Sicilya’nın Akragas şehrinde doğmuş ve uzun süre orada yaşamıştır.
Empedokles, şair, kahin, peygamber geçinen, devlet ve siyaset adamı, hekim ve filozof
biridir. Günümüze intikal eden iki manzum eseri vardır. O, Parmanides, Herakleitos,
Pythagoras ve Milet okulu filozoflarından etkilenmiştir, Pythagoras gibi reenkarnasyona
16
inanır ve dinde ıslahat yapmaya çalışır. Ona birçok mucize atfedilir, aynı zamanda
Sicilya’daki tıp okulunun kurucusudur.
2.1.2.6.1. Felsefesi
Empedokles Đonia’lılar ile Elea’lılar arasında orta bir noktada yer alır. O ve diğer iki
çağdaşı Anaxagoras ve Demokritos’a göre alemde keyfiyet bakımından bir oluş yoktur.
Alemin temelinde mahiyeti gereği değişmeyen, daima sabit kalan ezeli ve ebedi bir madde
vardır. Bu alemde keyfiyet bakımından bir değişme olmamakla birlikte bir hareket vardır.
Yani alemde ezelden beri hiç değişmemiş ve değişmeyecek olan bir çok unsur vardır. Đşte bu
unsurlar hareket ederler ve hareketleri sırasında durmadan değişirler, çeşitli oranlarda sürekli
birbirleriyle birleşir ve ayrılırlar. Bu yüzden de sanki bazı şeyler meydana geliyor, bazıları da
yok oluyormuş gibi olur. Fakat bu oluş ve yok oluş gerçek değildir, ancak ezeli ve ebedi
unsurlar gerçektir. Bir objenin yok olması, onun sonsuz küçük parçalara ayrılması, toz
zerreleri halinde dağılması demektir. Objenin meydana gelmesi de bu zerrelerin bir araya
gelerek elle dokunulacak bir varlık haline gelmesi demektir.
2.1.2.6.2. Ana Madde ve Varlık Görüşü
Kendiliğinden ateşin hava, havanın da su olması akıl almazdır, fakat bu unsurların
çeşitli şekillerde birleşerek sonsuz türleri meydana getirmeleri makuldür. O halde
Empedokles’e göre ilk birlik fikrinden vazgeçilmeli Su, Hava, Ateş ve Toprak olmak üzere bu
dört unsur ilk ve ezeli ebedi kabul edilmelidir. Onlar ne sonradan var olmuşlardır ne de yok
olacaklardır. Onlar kendi aralarında birleşip ayrılarak doğum ve ölümü meydana getirirler.
Bu dört unsurun birleşmesinde Sevgi (Birleşme Prensibi) ayrılmasında da Nefret
(Ayrılma Prensibi) rol oynar. Bu durum bütün varlık için geçerlidir ve bu faaliyet sonsuz bir
şekilde devam eder. Başlangıçta dağınık olan bu dört unsur Sevgi ile bir araya getirilmiş ve
bir tek küre şeklindeki cisim “Sphairos” (Sfer) meydana getirilmiştir. Aleme başta sevgi
hakim olduğundan ahenk ve düzen vardı, daha sonra Nefret işe dahil oldu ve her şeyi bir
birinden ayırmaya başladı. Sevgi ve Nefret arasındaki mücadele sonunda Nefret’in birliği
bozmasıyla Toprak, Okyanus, Hava, Semai esir ve yıldızlar meydana gelmiştir. Daha sonra da
hayvan ve insanların var olduğu dönemler ortaya çıkmıştır. En son merhalede Aşk Đlahesi
“Aphrodit” her şeyi yeni baştan düzenlemiş ve birleştirmiştir. Bunun sonucunda nefret geri
çekilmiş ve Kozmos’dan uzaklaşmıştır.
Empedokles’e göre Sevgi ile Nefret arasındaki mücadele devam edecek bazen
birbirlerine üstün sağlayacaklardır. Sevginin tesiriyle her şey birleşecek, Nefretin etkisiyle de
dağılacaktır. Empedokles kendisinin nefretin hakim olduğu dönemde yaşamakta olduğunu
kabul eder.
Ona göre yer bir hava okyanusu içerisinde sabit bir şekilde durmaktadır. Hava ile yer
arsında yarısı karanlık yarısı da aydınlık olan bir küre vardır. Bu küre yerin etrafında
dönmekte ve gece ile gündüzün meydana gelmesine neden olmaktadır. Güneş, gökyüzünde
ışıklı bir maddenin bir yerde yoğunlaşmasıyla meydana gelmiş, ay ise karanlık olup ışığını
güneşten almaktadır. Yer de kozmosun ortasında bulunmaktadır. Đnsan alem ile aynı
17
mahiyette olup, alemi bilmektedir. Empedokles, Sevgi ve Nefret’i temele koyarak tabiatı bir
nevi insanlaştırmış ve insana ait psikolojik durumları tabiata atfetmiştir.
ÖZET
Đlkçağ’ın ilk filozofları, daha çok arche denilen ana madde üzerinde durmuşlar ve
genel olarak da evrendeki çokluğun tek ana maddeden meydana geldiğini savunmuşlardır.
Her şey, ya sudan, ya topraktan veya havadan yahut ateşten meydana gelmiştir. Bu ana
maddeler, canlı varlıklar oldukları için evrene canlılık vermişlerdir.
Bu ilk filozoflar, arche olarak kabul ettikleri ana maddenin kesin doğru olduğunu
hiçbir şüpheye düşmeden kabul ettikleri için de ‘dogmatik’ filozoflar olarak kabul
edilmektedirler.
KAYNAKLAR
Hüsameddin Erdem, İlkçağ Felsefe Tarihi.
Kamuran Birand. İlk Çağ Felsefesi Tarihi, Ankara, 2001
DEĞERLENDĐRME SORULARI
S.1. Hylozoism kelimesi hangi anlayışı temsil eder.
a-Politesit
b- Bircilik
c- Canlı madde
d- Cansız madde
e- Atom
S.2. Đlk defa gök cisimlerini ve depremi fiziki olarak açıklayan kimdir?
a- Thales
b- Anaximandros
c- Anaximenes
d- Parmanides
e- Gorgias
S.3. Kopernikus’un astronomi teorisine benzer görüşleri ilk defa dile getiren filozof kimdir?
a- Parmanides
b- Anaximenes
c- Aristoteles
d- Phytogoras
e- Epiküros
S.4. “Her şey bir değişme halindedir. Bu oluş nehrinde iki defa yıkanılmaz. Dünkü nehirle
bugünkü aynı değildir.” Görüşü kime aittir?
a-Herakleitos
18
b- Parmanides
c- Demokritos
d- Diogenes
e- Empedokles
S.5. “Varlık vardır yokluk yoktur” sözü kime aittir?
a- Sokrates
b- Parmanides
c- Aristoteles
d- Thales
e- Epiküros
CEVAP ANAHTARI
1. C; 2. B; 3. D; 4. A; 5. B
1
FELSEFE TARİHİ
Hafta 3
Sokrates Öncesi, Sofistler ve Sokrates
Doç. Dr. Nazım HASIRCI
2
ÜNİTE3
Sokrates Öncesi, Sofistler ve
Sokrates
İÇİNDEKİLER
3.1. Sokrates Öncesi Yunan Felsefesi
3.1.1. Anaxagoras (M.Ö. 500429)
3.1.2. Demokritos (M.Ö. 460- 400 Veya 370)
3.2. Sofistler ve Sokrates
3.2.1. Sofistler
3.2.1.1. Đlk Dönem Sofistler
1. Protagoras (M.Ö. 480-411 Veya 415)
2. Gorgias (M.Ö. 483- 375)
3.2.1.2. Sonraki Dönem Sofistler
3.2.2. Sokrates
3.2.2.1 Sokratesçi Okullar
1. Megara Okulu
2. Elis-Eretria Okulu
3. Kynikler (Köpeksiler) Okulu
4. Kyrene Okulu
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Atom teorisine nasıl ulaşıldığını görebilecek
• Siyaset felsefesinin temel teorilerini açıklayabilecek
• Bilgi felsefesindeki şüphecilik ve rasyonalizmi açıklayabilecek
• Bilgi ile ahlak arasındaki ilgiyi açıklayabileceksiniz
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• Hüsameddin Erdem'in Đlkçağ Felsefe Tarihi isimli kitabını gözden geçirmeli
• Kamuran Birand'ın Đlk Çağ Felsefesi Tarihi kitabı edinilmeli
3
Sokrates Öncesi, Sofistler ve
Sokrates
3.1. SOKRATES ÖNCESĐ YUNAN FELSEFESĐ
3.1.1. Anaxagoras (M.Ö. 500429)
Batı Anadolu kıyısı Đonia’aya bağlı Klazomen’de tanınmış bir ailenin çocuğu olarak
doğmuş. M.Ö. 462’de Atina’ya yerleşmiş ve Protagoras ile dostluk kurmuştur.
Anaxagoras düşünceleri nedeniyle yargılanan ilk filozoftur. O, güneşi yanan bir ateş
küresi olarak değerlendirince, dine hakaret ettiği ileri sürülmüştür. Zira antik çağ Yunan
inancına göre güneş bir Tanrı idi. Yine bu dönemde dine hakaret devlete karşı işlenmiş büyük
bir suç teşkil ediyordu.
Bu dava Anaxagoras’ın Atina’dan ayrılıp ömrünün sonuna kadar münzevi bir şekilde
yaşadığı Lampsakos’a yerleşmesine neden olmuştur. Orada “Peri Fyseos” adlı eserini yazmış
ve M.Ö. 429’a doğru ölmüştür.
Felsefesi
Anaxagoras, Herakleitos’un düşüncelerine iki noktada karşı çıkmıştır.
1- Hereakleitos’un dinamizmine zıt bir mekanik kozmogoni ortaya koymuştur.
2- Zekadan yoksun cansız bir cevherle, hareketin sebebi olan zeki bir prensibin
ikiliğini ortaya atmıştır.
Ona göre madde, hava- su- ateş gibi cisimlere dönüşebilen tek bir unsura
indirgenemez. Bir değil birçok unsur vardır ve Empedokles’in zannettiği gibi bunlar dört değil
belki de sonsuzdur. Eşyanın tohumları (Spermata) sayılmayacak kadar çok ve sonsuz
derecede küçüktür. Her şey bu unsurlardan meydana gelmiştir. Ne kadar varlık var ise o kadar
da unsur (Spermata) vardır.
Tabiat Görüşü
Ona göre Spermata’lar ezeli ve ebedidirler. Spermata’ların toplamları hep aynı olup,
onlara ne bir şey katılabilir ne de bir şey kaybolabilir, vasıfları ve miktarları değişmez. Onlar
için ne meydana gelme ne de bozulma vardır. Hiçbir şey yoktan (ex nihilo) var olmaz ve
hiçbir şey yok olmaz.
Anakagoras’a göre gerçek manada ne doğuş ne de ölüm vardır, sadece bu unsurların
birleşmesi ve ayrılması vardır. Doğmak, yeni bir nispet içerisinde birleşerek bütünden kısmen
kopmaktır. Ölüm ise unsurların birbirinden ayrılması, tekrar bütüne dönmesidir. Dolayısı ile
eşyanın meydana gelişi ve yok oluşu sadece görünüştedir.
4
Ona göre şuurdan, zekadan ve kendiliğinden hareket etmekten yoksun olan bu
alemdeki varlıklar arasında önceleri kaos hakim idi. Bu alemdeki düzen ancak ezeli ve ebedi
olan Nous’un alemin içine girmesiyle sağlanmıştır. Nous, çok ince ve saf maddi-ruhi
karakterli bir realitedir.
Spermatalar pasif olduğu halde Nous kendiliğinden dinamik ve hürdür. Nous gelmiş
gelecek her şeyi bilir ve belli bir maksat ve amaca göre düzenler. O kainatın ezeli ve ebedi
düzenleyicisidir. Alem Nous sayesinde kaostan kurtulmuştur. Nous düşünen alem ruhudur,
Tanrı’dır. Ancak Nous madde ile mana arasında olup, alemin bir yaratıcısı değil, mimarı-
düzenleyicisidir. Çünkü alemi meydana getiren unsurlar ezeli ve ebedidir. Nous onlara bir
düzen ve gaye vermiş, daha sonra da her şeyi kendi kanunları doğrultusunda mekanik bir
şekilde serbest bırakmıştır. O halde Nous burada sadece ilk hareketi verendir.
Nous alemi belli bir gayeye göre düzenlediğinden dolayı, alem belli bir gayeye
Telos’a doğru gelişmektedir. Bu görüş, Anaxagoras’ı teolojik görüşü ilk ortaya atan filozof
yapmaktadır. Bu sebeple Sokrates ve Platon onu ilk gerçek filozof sayarlar.
3.1.2. Demokritos (M.Ö. 460- 400 veya 370)
Trakya’da Abdera’lı Demokritos Leıkippos’un öğrencisi olup, Đonia’lı fizikçilerin en
bilgini ve en eski materyalist okulun şefidir. Leikippos ve Demokritos’un fikirleri birbirinden
pek ayrılmaz. Demokritos’un çok önemli yazılarından elimizde sadece bazı fragmentler
kalmıştır. Demokritos, bir taraftan Elea, diğer taraftan da Milet okulunun etkisinde kalmıştır.
Felsefesi
Atom Görüşü
Leikippos ve Demokritos atom nazariyesinin kurucularıdırlar. Demokritos’a göre
madde atomlardan meydana gelir ve maddeyi sonsuza kadar bölmek mümkün değildir.
Atomların daha fazla bölünemeyişi küçüklüklerinden değil, sertliklerinden dolayıdır. Atomlar
gözle görülmeyecek kadar küçüktürler. Bunlar ancak özel durumlarda görülebilirler. (Güneş
ışığında tozların görünmesi gibi).
Demokritos’a göre atomların Sertlik, Şekil ve Büyüklük olmak üzere üç niteliği vardır.
Atomlar yuvarlak, düz, çıkıntılı, oyuk vb. çeşitli şekillerde olabilirler, onlar büyüklük ve
küçüklükleri de farklıdır. Atomlar başlangıçtan beri boş bir mekan içerisinde sürekli hareket
halindedirler. Hareketleri de aşkın bir prensipten değil, bizzat kendi mahiyetlerinden
kaynaklanmaktadır. Onlar renk, ses, sıcaklık ve soğukluktan mahrumdurlar. Böyle nitelikler
atomların duyu organlarımız üzerindeki etkilerinden, hareketlerinden ileri gelmektedir. Buna
karşılık sertlik, şekil, büyüklük ve hareket atomların kendisinde mevcut olup duyulara bağlı
değildir. Bu vasıflar da atomlar gibi ezeli ve ebedidirler, meydana gelmemiş ve yok
olmayacaklardır.
5
Tabiat ve Varlık Görüşü
Demokritos’da evrende mekanik bir zorunluluk hakimdir fakat amaçsallık yoktur.
Atomların çeşitli oranlardaki bileşimi, düzenli bir dünya meydana getirmiştir. Bu birleşme ve
düzen atomların ağırlarının aşağı, hafiflerinin ise yukarı doğru hareket etmesiyle oluşmuştur.
Dünyadaki bütün cisimler aynı cinsten olan atomların bir araya gelmesinden meydana
gelir. Boşlukta hareket eden atomlar, büyük bir mekanda birbirleriyle karşılaşınca bir yığılma
oluşmuşmuş, birbirleriyle çarpışmalarından bir girdap (anafor) meydana gelmiş, bu girdapta
ince atomlar elenmiş, kaba ve ağır olanlarda orta bir yerde toplanarak toprağı meydana
getirmişler, hareketi daha hızlı ve ince atomlar ise yukarı itilip su, hava ve ateşi meydana
getirmişlerdir. Güneş, ay ve yıldızlar da bu anafor hareketi sonucu boşluğa fırlayıp orada
yüzen taş yığınlarıdır. Çünkü atomlar kimyevi yönden mütecanistirler, bu yüzden birbirlerini
ne iterler ne de çekerler. Bu sebeple de dünyadaki bütün varlıkların ve oluşumun gerçek
nedeni mekanizm ve zorunluluktur.
Đnsan ve Ruh Görüşü
Ona göre canlıyı meydana getiren atomlar küre şeklindedirler ve son derece hızlı
hareket ederler. Aynı zamanda onlar her şeye sirayet edebilen hafif atomlardır. Ruh en ince en
düzgün ve en hareketli atomların toplamıdır. Ruhu teşkil eden atomlar ayrı ayrı ve az
miktarda iken duygusuzdurlar, büyük kitleler haline gelince duyma melekesini kazanırlar ve
onlar bütün vücuda yayılmışlardır. Atomlar düşünce merkezi olan beyin, kalp ve karaciğerde
yoğundurlar.
Ruhu oluşturan atomlar vücutta tam olarak kaldıklarında kendi kendimizin şuuruna
varırız. Belli bir miktar atom çıkınca uyku ve şuursuzluk hali başlar, hemen hemen tamamı
çıkınca zahiri ölüm meydana gelir, bütün atomlar çıkınca da ölürüz. Atomların vücuttan
tamamen ayrılması ölümü meydan getirir fakat atomlar yok olmaz. Atomlar mahiyetleri
gereği yok olmazlar, sadece canlıyken olan mevcut birliklerini kaybederler.
Tanrı Görüşü
Onun Tanrı anlayışı atomculuğun bir devamıdır. Demokritos’a göre tanrılar, insandan
daha kuvvetli bir şekilde organlaşmış varlıklardır, mutlak ölümsüz değildirler. Onlarda
ölümlüler gibi atomlardan teşekkül ettiklerinden, insanlardan daha uzun ömürlü olmalarına
rağmen, onlar da genel kanuna tabidirler. Tanrılar insanlardan daha kudretli ve zeki
olduklarından onlara saygı duyulmalıdır.
Demokritos alemin kendiliğinden ve mekanik bir zorunlulukla ortaya çıktığını ileri
sürerek, bu evreni düzenleyen makul bir kudretin varlığı düşüncesini şuurlu bir şekilde inkar
etmekte olduğundan, şimdiye kadar incelediğimiz filozofların en materyalistidir ve ateizmin
temsilcisidir.
6
Bilgi Görüşü
Demokritos sensualist ve materyalist bilgi anlayışına sahiptir. Ona göre bilgi
duyulardan elde edilir, fakat duyularla elde edilen bilginin akıl ile denetlenmesi gerekir.
Duylardan geçmeyen hiçbir şey düşüncede yer almaz. Fikirlerimiz bizim ile dış dünya
arasında münasebetlerimizi ifade eder.
O en fazla dokunma duyusuna güvenir. Bu organ atomların gerçek vasıfları olan şekil,
büyüklük, sertliği tanımaktadır. Görme ve duyma ise sübjektif olan birtakım sıfatları tanıtır.
Ona göre cisimlerden çıkan hayaller göze gelir ve cismi gözde canlandırır. Bu sebeple
hayale dayanan görme duyusuna pek güvenmez. Ancak bu teori orta çağa kadar etkisini
sürdürmüştür.
Ahlak Görüşü
Demokritos da kendinden önceki filozoflar gibi ahlak üzerinde düşünmüş, ancak o
ahlakı din değil akıl çerçevesi içerisinde ele almıştır. Ona göre ihtiraslarına esir olan er geç
mutsuz olur. Çünkü akıl ile ihtiras birbirine zıttır. Dolayısı ile ancak aklı ile ihtiraslarını
dizginleyebilen ve ölçülü bir şekilde yaşayan mutlu olabilir.
Demokritos’un ahlak anlayışında “zenginlik ve umumi menfaatin şahsi menfaatten
önce gelmesi” fikri önemli bir yer tutar. Ona göre zenginlik, sahip olunan şeylerin fazlalığı
olup değerli bir şey değildir. Çünkü zenginlik para ihtirasıyla ilgili bir uyarıdır. Fakirlik ise
mahrumiyettir. Eğer mahrumiyete katlanmasını bilirsen, dışarıdaki belirli şeyler eksik diye
kendini hiçbir zaman fakir hissetmezsin. Dolayısı ile insan aşırı istek ve içgüdülerini akılla
dizginleyebilmeli, kendisini bazı şeylerden mahrum bırakmasını bilebilmelidir.
Demokritos, insanın mutluluğunu “Zorunluluk Kanunu”na boyun eğmekte, ona uymak
ve o doğrultuda hareket etmekte görmüştür. Ona göre tabiatın bütün varlıklara kabul ettirdiği
bu kanuna sevinçle boyun eğmeliyiz, mutluluğumuz ancak bununla mümkündür.
Tarih Felsefesi
Demokritos’un aynı zamanda tam bir tarih filozofu olduğunu söylemek mümkündür.
O genel olarak insanlık tarihinin gelişme süreci nedir? sorusuna cevap aramıştır.
Ona göre insanlar başta bir kültüre sahip değillerdir, toplayıcılık ve avcılık ile
geçiniyorlar, mağaralarda yaşıyorlardı. Đlk devirlerde zaruret ve korku hakimdi. Zaruretler
insanı icat yapmaya zorladı ve bu konuda hayvanlardan çok şey öğrendiler.
Đnsanlar ilkellikten bu icatlar sayesinde kurtuldular ve kültür varlığı haline geldiler. Bu
icatların en önemlisi ise “dil”dir. Bu nedenle Demokritos’a göre tarih, insan kültürünün,
icatlarının tarihinden ibarettir ve bu icatlar tarihi de sürekli artan bir ilerleme göstermektedir.
Demokritos, “ilerleme” fikrini tarihin merkez noktası yapan ilk filozoftur.
Dindar filozoflar ise insanlığın ilk devirlerinin bir saadet, sulh ve sükun, bir “Altın
Devri” olduğu düşüncesindedirler. Demokritos ise tam tersi, sıkıntı ve zaruret devri olduğunu
7
belirtir. Bu sebeple ona göre insanlık tarihi, gelişmesi sürekli hızlanan ve artan bir tekamülü
gösterir.
Buraya kadar incelediğimiz filozoflar daha çok tabiatı kendilerine konu yapmışlardır.
M.Ö. V. Asra girildiğinde ise artık filozoflar düşüncelerini insana, insanın fiillerine
yöneltmişler ve insanla meşgul olmuşlardır. Bu düşünürlere ise Sofistler denilir.
3.2. SOFĐSTLER VE SOKRATES
Atina’nın M.Ö. V yüzyılın ortalarında yönetim biçimi bakımından
demokratikleşmesiyle bilgi, sosyal ve pratik bir değer aynı zamanda da güç oldu. Bu durum
belli seviyede ilim sahibi olma ihtiyacını doğurdu. Zira bütün insanlar bu yeni yönetimde bir
rol üstlenmek istiyordu. Bu gelişmenin bir sonucu olarak “Başarılı yurttaş nasıl yetiştirilir?”
sorusu temel alındı. Atina’da şimdiye kadar kölelerin yürüttüğü eğitim öğretim faaliyeti
yetmez oldu ve ciddi bir şekilde eğitim ihtiyacı ortaya çıktı. Bu ihtiyacı da Sofist denilen
kimseler karşılamaya çalıştılar. Onlar Yunanlıların eğiticisi ve aydınlatıcısı oldular.
3.2.1. SOFĐSTLER
“Sofist” (Sophistes) Yunanca olup genel olarak şair, hakîm, bilen, bilgili kişi anlamına
gelir. Özel olarak M.Ö. V. Yüzyılda yaşayan bir filozof zümresine verilen isimdir. Bu terim
başta siyasette faydalı olmayı öğreten kimse, daha sonraları ise konuşma sanatı (Retorikhitabet)
hakkında ders veren kimse anlamını kazanmıştır.
Sofistler para karşılığı zengin çocuklarına ders vermekte ve bunu meslek edinmekte
idiler. Para karşılığı ders vermek ise o dönemde hoş karşılanmayan bir durum idi. Çünkü o
zamana kadar felsefe belli bir kesim arasında ve her hangi bir menfaat gözetmeksizin yapılan
bir araştırma olarak görülüyordu. Bu sebeple sofistler kötü bir şöhrete sahip olmuşlar,
Sokrates, Platon ve Aristoteles onlara karşı mücadele etmişlerdir. Platon Sophistes isimli
eserinde sofistleri, “sahte bir ilmi yüksek bir fiyata satan, hocalık yaparken de yalnız kendi
kazançlarını ve menfaatlerini düşünen kimseler” olarak tasvir etmektedir. Sofistlerden
özellikle Protagoras, Gorgias, Hippias ve Prodikos gibi ileri gelenlerin düşünceleri ciddiye
alınmalıdır. Daha sonraki sofistler ise işi hile ve safsataya dökmüşlerdir. Aristoteles bunların
hilelerine karşı “Sofistik Çürütmeler” isimli kitap yazmıştır.
Yeni hayat düzeni için faydalı ve becerikli yurttaş yetiştiren sofistler, insanı merkeze
almaktaydılar ve “rölativist” bilgi anlayışına sahiptiler. Onların ilki Protagorastır.
3.2.1.1. ĐLK DÖNEM SOFĐSTLER
1. Protagoras (M.Ö. 480-411 veya 415)
Hatip ve parayla ders veren Protagoras, zengin ve şüpheci gençlerin yüz verdiği,
dinine bağlı halkın ise nefret ettiği biridir. O görüşleri nedeniyle memleketinden kovulmuş
eserleri de meydanlarda yakılmıştır. Protagoras eserlerinde özellikle de Peri Theon adlı
8
eserinde “Tanrılar var mıdır? yok mudur?” şeklindeki sorularla şüpheci bir tavır takınmış, bu
yüzden dinsizlikle suçlanmış, Sicilya’ya kaçarken boğularak ölmüştür.
Felsefesi
Varlık Görüşü
Protagoras’a göre kozmoloji ile uğraşmak boş bir çabadır. O görüşlerinde ve
şüpheciliğinde Herakleitos ve Demokritos’a dayanır. Ona göre ana madde sürekli bir akış
halinde olup hiçbir şey, belli bir şey değildir. Mutlak diye bir şey yoktur. Bir şey başka bir
şeye göre şöyle ya da böyle olabilir. Bu nedenle hiçbir nesne için “Bu şudur” diyemeyiz,
ancak sürekli değişen bağıntıları içinde, onun başka nesnelere göre ne olmakta olduğunu
söyleyebiliriz.
Bilgi ve Hakikat Görüşü
Protagoras’a göre bilgi duyulara dayanır, zira duyu algısı ve ondan doğan sanı (doxa)
biricik bilgimizdir. Đnsan için doğru ancak gördüğü, duyduğu ve hissettiğidir. Duyumlar
fertten ferde değiştiğinden birinin mavi gördüğünü diğeri yeşil, birinin büyük gördüğünü
diğeri küçük görebilir. Dolayısı ile ne kadar fert varsa o kadar hakikat ortaya çıkar. Đnsanfert,
doğru ve yanlışın tek ölçüsüdür. Bütün insanlar için geçerli tümel hakikatler yoktur.
Daha doğrusu bir tek metafizik veya ahlak tezi mutlak doğru kabul edilemez ve bir tek bilgi
yoktur.
Bu ifadelerden şu sonuca ulaşılır; “her sanı doğrudur, hiçbir kimse yanlış bir şey
düşünmez.” Portagoras’ın meşhur ifadesiyle; “Đnsan her şeyin ölçüsüdür; var olanın da, var
olmayanın da, var olmayanın var olmadıklarının da.” O halde tümel bir gerçeklik yok, sadece
insanın kendisine ait kanaatleri vardır. Bu var olanlar da gerekli ve faydalı olmaları ile
ilintilidir. Dolaysı ile doğru ve yanlış bir iddia yoktur. Sadece insanın iddiasını muhatabına
kabul ettirebilmesi vardır. Esas olan insanın kendi görüşünü savunma tarzıdır, bunun için de
tek vasıta retorik-hitabettir.
Teorik hakikat gibi pratik hakikat de izafidir; zevk, mizaç ve terbiyeye göre
değişebilir. Bu sebeple metafizikçiler arasındaki kavgalar da boş ve anlamsızdır.
Ahlak Görüşü
Protagoras’a göre insan, kendisi için erişilmesi mümkün olan biricik şeyle, kendi
kendisiyle uğraşmalıdır. Đlk sebepler hakkındaki faydasız düşüncelerden vaz geçerek, kendi
mutluluğu üzerine yoğunlaşmalıdır.
Đnsanın mutlu olması demek, kendini ve başkalarını idare etmesi demektir, kendisini
idare etmesi ise faziletli olmaktır. Bu durumda felsefe faziletli olma sanatıdır. Başkalarını
idare edebilmek için iyi düşünmeli iyi konuşmalıdır. Zaten felsefe de iyi düşünmek ve iyi söz
söyleme sanatıdır. Protagoras’a göre felsefe Pratik Ahlak, Diylektik (cedel) ve Hitabet olmak
üzere üç bölümden ibarettir.
9
Protagoras’ın felsefeyi üç bölümde özetlemesi, felsefe tarihinde yeni bir devrin
başlangıcı olarak değerlendirilir. Felsefenin böyle işleyişi geçmiş geleneği yıkarak, yeni
dönem olan eleştiri çağını açmıştır.
2. Gorgias (M.Ö. 483- 375)
Sofistlerin ileri gelenlerinden ve sofistliğin kurucularından, aşırı şüpheci, devrinin
meşhur hatiplerinden ve söz sanatkarlarından olan Loentium’lu Gorgias, tabiat felsefesine
karşı gelmiş, Elea okulunun prensibini nihilizme kadar götürmüştür. Felsefe tarihinin ilk
nihilisti olarak bilinir. Onun “Tabiat Hakkında” ve “Var Olmayan Hakkında” isimli eserleri
vardır.
Felsefesi
Georgias, Zenon’un yaptığı gibi sadece hareket ve mekanı inkar etmemiş bunun
ötesine giderek bizzat varlığı kökten yıkmaya çalışmıştır. Sonuçta genel olarak varlık üzerine
her hangi bir bilgi imkanını ortadan kaldırmak istemiştir. O düşüncesin üç önermede
özetlemiştir:
“Hiçbir şey yoktur.” Eğer bir varlık olsaydı, bu Parmanides’te olduğu gibi ancak ezeli
ve ebedi olabilirdi. Ezeli ve ebedi olan bir varlık ise sonsuz olurdu. Sonsuz olan varlık ise bir
zaman ve mekanda bulunmaz. Bu durumda o, hiçbir yerde değildir, hiçbir yerde olmayan şey
de yoktur.
“Bir şey olsaydı bile biz onu bilemeyecektik.” Biz alemi aklımızla veya idraklerimizle
bilebiliriz. Duyularımıza dayanan idraklerimiz ise bizi tümel bir gerçekliğe götürmez. Akla
gelince, akılla her şeyi düşünmek mümkündür. Akılla mevcut olmayan bir şeyi
düşünebildiğimiz gibi, gökte uçan bir arabayı da düşünebiliriz. Bu yüzden düşünmenin alanı
çok geniş olup, düşünme bize tasavvur edilen şeyin doğru olup olmadığının kesin ölçüsünü
veremez. Dolayısıyla iki yeti de bizi geçerli bir hakikate götürmez.
“Eğer bir şeyi bildiğimiz farz edilse bile, bu bilgi hiçbir şekilde başkalarına
aktarılamayacaktır.” Bir şeyi aktarmak kelimeler aracılığı ile olur. Fakat bu kelimelerden
benim anladığım manayı başkalarının da aynı şekilde anladığını nasıl bileceğim? Çünkü
kelimelere yüklediğim anlamı ancak ben bilebilirim, başkalarının ne anlam yüklediğini
bilemem.
Gorgias’ın ileri sürdüğü bu iddiaları savunma tarzı, ciddi bir ilmi araştırma ile pek
alakasının olmadığını gösterir. Onun yaptığı daha ziyade kavramlarla oynamaktır. Bu
önermelerde ileri sürdüğü iddialar, araştırılması gereken ciddi meseleler olduğu halde o,
sadece kelime oyunu yapmaktadır. Gorgias’ın bu görüşlerine karşı kendi döneminde ciddi bir
şekilde karşı çıkılmıştır. Ayrıca bu görüşler, zaten felsefeye karşı olan muhafazakarların
felsefe karşıtlığını iyice artırmıştır.
10
Genel Değerlendirme
Tabiat felsefesindeki uzlaşmazlıklar, sofistlerin rölativizmi ve şüpheciliklerinin ortaya
çıkmasına neden olmuştur denilebilir. Felsefenin tabiat konusunu bırakıp, insan ile ilgili
problemlere yönelmesinde sofistlerin eleştirilerinin büyük rolü olmuş, insan ve insani değerler
düşüncenin merkezine oturtulmuştur.
Sofistlere göre bilgi, teorik bir merakı gidermek için değil hayatın, pratiğin
emrindedir. Bu anlayışla yapılacak iş de bilgili yararlı yurttaşlar yetiştirmektir. Bu amaçla
Protagoras, bilgiyi doğruya değil faydaya bağlar. Ona göre bir sanı, diğer bir sanıdan doğru
olmayabilir, fakat daha iyi daha faydalı olabilir. Daha iyi ve faydalı sanıları olan kimse
bilgilidir, bilgedir.
Sofistler Yunanlıları bu bakımdan faziletli yetiştirmeye çalışmışlardır. Yetiştirmede
esas olan şey öğretmektir, öğretilecek temel konu ise söz söyleme sanatıdır. Bu en büyük ve
en değerli bir teknik, bir konu üzerinde gerektiği gibi konuşmayı, en ümitsiz durumlarda bile
başarıya ulaşmayı sağlayan büyülü bir sanattır. Sofistler derslerinde bir yandan konuşmanın
tekniğini, inceliklerini diğer yandan da bunun için gerekli bilgileri öğretmişlerdir. Bu yüzden
onlar insanın psikolojik ve diğer yönleriyle yakından ilgilenmek durumunda kalmışlardır.
Sofistler insanla ilgili çalışmalarıyla felsefeyi tek yanlılıktan belli ölçüde
kurtarmışlardır. Onlar bu işe önce dille başlamışlardır. Örneğin Prodikos, eş anlamlı sözler;
Hippias gramer; Gorgias, stil üzerinde durmuş; Protagoras ise kelimelerin doğru
kullanımlarını araştırmış, ilk olarak isimlerin türlerini, fiilin zamanlarını, cümlenin temel
şekillerin belirlemiştir. Ayrıca o mantık üzerine de çalışmış ve hitabetle bir şeyin nasıl
ispatlanabileceğini, çürütülebileceğini göstermiş, tartışma (cedel) metodunu da ilk olarak o
öğretmiştir.
3.2.1.2. SONRAKĐ DÖNEM SOFĐSTLER
Son dönem sofistlerde rölativizm hakimdir. Bu dönem sofistlerinden Euthydemos
şöyle der: “Her şey herkesindir, yanılma diye bir şey yoktur. Çünkü söylenen şey, düşünülen
şey olduğundan, var olan bir şeydir de.” Böylece tartışma sanatı, bir kavga tekniği (eristik)
haline gelmiştir.
Thrasymakhos ise, adalet diye bir şeyin olmadığını, adil ve gayri adil insan yerine,
sadece daha kuvvetli ve daha zayıf insanın olduğunu, insandaki en güçlü eğilimin diğer
insanlara hakim olmak olduğunu, bu adaletin de hakim, güç ve kuvvet sahibi insanların zayıf
insanları yapmaya mecbur kıldıkları kendi güçleri olduğunu belirtir. O daha sonra da “ Ne
kadar parlak sözlerle anlatılırsa anlatılsın adalet, güçlüye hükmedene yarayan, güçsüze zararlı
olan şeydir” der.
Kallikles de adaleti, güçsüzlerin kendilerini korumak için güçlülere karşı kurdukları
tuzak olarak kabul eder. Ona göre tabiat güçlüye egemen olma hakkını vermiştir, ancak adil
olmayan mutlu olabilir. Kallikles ahlakı da aynı şekilde anlar. O ahlakı zayıfların, güçlüleri
güçlerini kullanmaktan alıkoymak için icat ettikleri bir vasıta olarak görür ve zayıfların da
hakim olma isteklerinin olduğunu, bunu gerçekleştirmek için güçlülerin güçlerini
11
kullanmalarının kötü olduğu düşüncesini uydurduklarını, ahlakın insanlar arasında iktidar ve
hakimiyet uğruna yapılan mücadelede, zayıfların güçlülere karşı ileri sürdükleri bir hile
olduğunu belirtir.
Bu sofist için doğal olan, sosyal olandan daha değerli, sağlam ve bağlayıcıdır. Doğal
hukuk, insanların kendi koydukları hukuktan daha üstündür. Bu hukuk anlayışıyla sofistler,
yürürlükteki kanun, örf ve adetlerle savaşmışlardır.
Sofistler, konulmuş ve doğal olan arasındaki bu karşıt görüşlerini din konusuna da
aktarmışlardır. Daha önce Protagoras tanrıların varlığından şüphe etmiş, Prodikos da tanrılara
inanmayı psikolojik olarak açıklamayı denemişti. Kritias’a gelince, o tanrıların tamamen keyfi
olarak politik hesaplarla “zeki devlet adamlarının tebaalarını itaatli kılmak için buldukları”
birtakım kuruntular olduğunu ileri sürmüştür.
Ona göre, yüksek güçlere tapmak, cezalandıran ve ödüllendiren Tanrı’nın mevcut
olduğu düşüncesi tamamıyla insan kafasının ürünüdür. Tanrılar toplumlarını itaate mecbur
etmek ve baskı altında bulundurmak isteyen devlet adamlarının uydurduğu bir şeydir. Din ise
devlet yöneticilerinin halkı daha rahat yönetmek için keşfettikleri bir kurumdur.
Sofistlerin M.Ö. V. Yüzyılda ortaya koydukları bu kültür çevresine “Yunan
Aydınlanması” (tenevvür) denilmiştir. Bu kültürün benzerini XVII ve XVIII yüzyıl
Avrupa’sında da görmekteyiz. Bu akıma da “Aydınlanma” denilmiştir. Hem sofistlerin hem
de Avrupa aydınlanmasının temel gayesi bütün geleneklerin insan eseri olduğu görüşünü
hakim kılmaktı. Buna düşünce de, insanın yaptığı her şeyin yine insan eliyle değişebileceğini
prensip olarak kabul etmek anlamına gelir. Buna göre bir takım değişmez ve mutlak
değerlerden bahsedilemez.
Sofistlerle birlikte gelenekçi devir kapanmış ve bir değerler anarşisi ortaya çıkmış,
genel prensipler, ilkeler, gelenekler vb. sarsılmıştır.
Buraya kadar incelediğimiz filozoflar “Sokrates’ten Öncekiler” diye anılmıştır.
Sokrates’ten sonraki dönem de temel olarak, “hikmet, hakîm ve hakîmin nitelikleri” vb.
konular araştırılmıştır. Sokrates bir hakîm modeli olarak gösterilmiştir.
3.2.2. SOKRATES
Sokrates M.Ö. 468-400 veya 469-399 yılları arasında Atina’da yaşamıştır. Kendisi hiç
eser yazmamıştır, fikirlerini öğrencilerinden özellikle de Platon’un eserlerinden
öğrenmekteyiz. O daha çok pratiğe ağırlık veren fikirden ziyade aksiyon adamı olan biri idi.
Sokrates sadık bir yurttaş olarak yaşamakta, gerektiğinde savaşmakta gerektiğinde de
çalışmakta olup siyasetle de uğraşmamaktaydı. O yetmiş yıllık ömrünü Atina gençliğinin
eğitimine vermişti.
Sokrates siyasetle uğraşmamakla birlikte, memur atamalarının kura ile yapılması gibi,
demokratların uygulamalarını da eleştirmekteydi. Ona göre insanlar layık olduğu göreve,
makama geçmelidir. Savunduğu hususlardan birisi de, hiçbir çalışma şeklinin kötü ve aşağılık
sayılmayacağı idi. Sokrates’e göre namuslu ve işinin ehli bir zanaatkar, ortalıkta dolaşıp
12
sadece arada bir Halk Meclisinde nutuk atan politikacıdan daha şerefli bir işe sahiptir. Bu ve
benzeri eleştirileri nedeniyle aleyhine Atina Halk Mahkemesi’nde dava açılmış ve sonunda
idama mahkum edilmiştir. Bu mahkemede iki suçtan yargılanmıştır:
1. Atina’nın milli tanrılarını inkar ve dinlerine hakaret etmek.
Đlkçağda dini suç, devlete karşı işlenmiş bir suç sayılıyor idi. Sokrates’in itham
edildiği suç şu idi: Sokrates hayatının sıkıntılı anlarında, karar vermekte güçlük çektiği
zamanlarda devamlı içinden bir ses işittiğini ve bu sesin kendisine nasıl hareket etmesi
gerektiğini söylüyordu. O bu sese “Daimon”um der ve bu sesi hep içinde duyduğunu
belirtmekteydi. Sokrates’e göre bu ses ilahi bir ses, Tanrı’nın sesi idi. Sokrates dindar bir
insan olup, hayatının yüksek bir kudretin elinde olduğuna inanmaktaydı.
2. Atina gençliğini ifsat etmek ve baştan çıkartmak.
Sokrates kendisine yüksek bir kudret tarafından bir görev verildiğini, bu görevi yerine
getirmek için ölüm dahil hiçbir şeyden kaçınmadığını açıklar. Ölüme mahkum edildiğinde
kaçması mümkün iken, ilahi sesin kaçmaması gerektiğini ikaz ettiğin söyler. Ona göre önemli
olan, insanın kendisine sadık kalması, kendisiyle ahenk içinde bulunmasıdır. Bu ses ona
daima nefis muhasebesi yapması gerektiğini emretmiştir. Bu sebeple insan yaptığı her şey
hakkında kendisine hesap verebilmelidir. Onun bu şahsiyeti nedeniyle etrafında her tabakadan
insan toplanmış ve hocalarına büyük saygı duymuşlardır.
Felsefesi
Bilgi Görüşü ve Metodu
Sokrates yazılı bir eser bırakmamış, uzun nutuklar da çekmemiştir. O derslerinde
Diyalog (karşılıklı konuşma) metodunu kullanmıştır. Sokrates’in bu metodu ironi (alay) ve
Maiotik (doğurtma) olmak üzere iki aşamadan meydana gelir.
Sokrates ironi aşamasında, kendisinin bir şey bilmediğini, yaptığının sadece
başkalarının bildiklerini şuura çıkarmak olduğunu söyler ve bir şeyler biliyorum iddiasıyla
ortaya çıkan sofistlere bazı sorular sorar ve cevaplandırılmasını bekler. Sokrates’in yapmak
istediği, bir şeyler bildiğini zanneden kimsenin hiçbir şey bilmediğini soru ve cevaplarla ispat
etmektir.
Đkincisi ise doğuştan var olduğunu kabul ettiği bilgiyi meydana çıkartma, doğurtma
aşamasıdır. Aynı soru-cevap metoduyla, doğuştan var olduğuna inandığı ve üzeri küllenmiş
bulunan bir takım bilgileri açığa çıkarttırır, doğurtur. Böylece gerçek güvenilir bilgi elde
edilmiş olur. Bu metodu kullanarak hiç matematik bilmediğini söyleyen köleye, onun
matematik bildiğini gösterir.
Ona göre bilgi, fazilettir erdemdir. Sokrates’i bilgi konusunda ilgilendiren, insanın
kendi kendini bilmesidir. Bilgide esas olan dış dünyayı değil, kendimizi bilmektir. O
öğrencilerine kendilerini keşfetmeyi ve kendi üzerlerinde düşünmeyi emretmiştir. Bu yüzden
13
Sokrates, sofistlerin yaptığı gibi, eski tabiat filozoflarının bilgi anlayışlarına ve metotlarına
karşı çıkmış, insan ve insani problemleri konu edinmiştir.
Saadet ve Fazilet Anlayışı
Sokrates’in üzerinde en çok durduğu husus, insanın kendi kendisiyle ahenk içinde
bulunmasıdır. Đnsan daima kendi kendisine hesap vermelidir. Bu aynı zamanda içinde
duyduğu Daimonion’un emridir. O ancak kedisiyle ahenk, uyum içerisinde olduğu zaman
mutlu olduğunu ifade eder. Ona göre kendi kendisiyle ahenkli olmayan insan mutlu olamaz. O
bunu bizzat yaşayarak göstermiştir. Bu yönüyle de Sokrates, filozoftan ziyade bir eğitimci
rolü oynamıştır.
Fazilet üzerinde de duran Sokrates’e göre, “bilgi fazilettir- erdemdir, hiç kimse bilerek
kötülük yapmaz. O erdemsizliği de bilgi eksikliğine bağlar. Ona göre hiç kimse bilerek hata
yapmaz. Çünkü kötülük bilgisizlikten ileri gelir. Kötülük insanın mutluluğu yanlış yerde
araması yüzünden işlenir. Yanılmak, gerçek değerler yerine yanlış değerleri koymaktan ileri
gelir. O halde insanı faziletli yapan, aklını doğru kullanabilmesidir.
Sokrates bu düşüncelerini “ölüm korkusu” hakkındaki düşünceleriyle ispatlamaya
çalışır. Ona göre ölüm, ya hayatın sona ermesi ya da yeni bir hayata başlamak demektir. Eğer
ölüm yeni bir hayatın başlangıcı ise yeni hayatımız bize bir takım görevler verecektir,
bunların ifası başlı başına bir saadet olabilir. Bu nedenle ölüm korkulacak bir şey değildir.
Ruh Görüşü
Plathon, Phaidon diyaloğunda Sokrates’in ruhun ölümsüzlüğüne dair bazı deliller ileri
sürdüğünü ifade eder. Bu nedenle Sokrates’in ruhun ölümsüzlüğünü kabul ettiği söylenir. Bu
konuda Sokrates için genel kanı, ruhun beden karşısında müstakil ve hakim durumda olduğu
fikridir. Ruh bedene ait ihtiyaçların baskısından kendin kurtarabilir, beden üzerinde hükümran
olabilir.
Sokrates bu fikirlerini, bizzat yaşayarak ortaya koymuştur. Ancak onun yaşayışından
ziyade fikirlerini esas alan öğrencileri, onun ölümünden sonra çeşitli okullara ayrılmışlardır.
3.2.2.1 SOKRATESÇĐ OKULLAR
Sokrates öldükten sonra, öğrencileri hocalarının fikirlerini devam ettirmeye
çalışmışlar, metodunu kullanmışlardır. Ancak daha sonraları aralarında fikir ayrılıkları ortaya
çıkmış ve dört okula ayrılmışlardır.
1. Megara Okulu
Bu okulun kurucusu Megaralı Euklides’tir. Okulunun ismi memleketinin isminden
kaynaklanmaktadır. Sokrates’in ölümünden sonra öğrencilerinin çoğu buraya gitmiş ve bir
süre kalmışlardır.
Euklides, Sokrates’in ahlak ilkeleri ile Elea Okulunun varlık görüşünü birleştirmeyi
amaçlamıştır. Parmanides’in varlığın birliği görüşü ile Sokrates’in akıl ve ahlaki fikirlerin
14
gerçekliği görüşünü birleştirerek, varlığı müspet bir şekilde “var olan biricik varlık”, “ruh”
veya “iyilik” diye belirlemiştir. Ona göre “Bir olan” iyidir.
Meğara Okulu esas olarak, sofistlerde bulduğumuz eristik (tartışmacılık, didişimcilik)
sanatında kendisini göstermiş, bu metodu oldukça geliştirmiştir. Onlar eristik sanatında ileri
gitmelerinden dolayı, bu okula aynı zamanda Eristik Okul da denilmiştir.
2. Elis-Eretria Okulu
Bu okulun kurucusu Sokrates’in öğrencilerinden Elis’li Phaidon’dur. Bu okulda
Meğara Okuluna benzeyen bir fazilet ve ahlak anlayışına sahiptir. Phaidon’un öğrencilerinden
Menedomos, bu anlayışı memleketi Eretria’da daha da geliştirip yaydığı için bu çığıra ElisEretria
Okulu denmiştir.
Bu iki okulun dışındaki Kynikler ve Kyrene Okulları, teorik bilimle hiç uğraşmamış,
felsefeyi daha ziyade pratik bir felsefe, bir yaşama sanatı olarak anlamışlardır. Onla aynı
zamanda daha çok sofistlerin düşüncelerin esas almışlardır.
3. Kynikler (Köpeksiler) Okulu
Bu okulu Atina’lı Antisthenes (M.Ö. 440-366) kurmuştur. Okulun temel düşüncesi
insanın kendi kendine yetmesidir.
Okulun adı olan Kynik, Yunancada köpek anlamına gelen Kyon’dan türetilmiştir.
Dolayısı ile Kynik köpek gibi olan, köpeksi tavır sergileyen anlamında kullanılmıştır.
Kynikler, hiçbir adet, gelenek ve görgü kuralına saygı göstermezler, çok kanaatkar ve yoksul
bir şekilde yaşarlar. Bir fıçı içinde yaşayan Diyogenes (Diyojen) bunların tipik örneğidir.
Kynikler medeniyet adına ortaya konan her şeye saldırdıklarından, bu ad verilmiştir.
Kyniklerde hayatın bir tek anlamı, erdemli yaşamaktır. Erdem ise insanın her türlü
ihtiyaca bağımlılıktan kendini kurtarmasıdır. Antisthenes’e göre erdem bilgi ile ilgilidir.
Ahlak ilkeleri kuru bilgi yığını değil pratiğe aktarılabilen kurallardır.
Antisthenes de Sokrates gibi mantık sorularıyla uğraşmış ve kavramlar kurarak
nesnelerin özünü ortaya koymaya çalışmıştır. Antisthenes’e göre tek ve kendi kendisiyle aynı
kalan varlık, sadece kavram olarak teleffuz edilebilir, gerçekte böyle bir şey yoktur. Dolayısı
ile bilmek demek, varlığı parçalamak demektir. Bir nesneyi bilmek demek ise onu son
unsurlarına kadar ayırmak demektir. Bu nedenle nesnelerin özüne onları parçalayabildiğimiz
ölçüde vakıf olabiliriz, parçaları elde edince de özü araştırma işi sona ermiş olur.
Burada bilginin görevi, varlığı unsurlara ayırmak ve onları adlandırmaktır. Bu sebeple,
nesneleri ifade eden kavramlar bir takım sözlerden ibarettir. Yargı ise bu adların bir araya
getirilmesidir.
Antisthenes, mutçu (eudaimonist) bir ahlak anlayışına sahiptir. Ona göre hayatın
amacı mutluluktur. Bu mutluluğa ancak boş kuruntulardan kurtulunca, neşeli ve sakin bir ruh
halinde, ruh özgürlüğünün oluştuğu bir zamanda ulaşılabilir.
15
Fazilet ise bu ruh özgürlüğünden, insanın içinden bağımsız olmasından ibarettir.
Fazilet sadece en büyük değil, aynı zamanda biricik değer olup mutluğun tek şartıdır. Kötülük
ise kaçınılacak tek şeydir. Antisthenes’e göre insanın en büyük düşmanı, hazzı kendisine
amaç edinmesidir. Ona göre haz insanı köle yapar. Dolayısı ile o, hazdan deli olmaktan daha
çok kaçar. Antisthenes zor ve zahmetli işlerde çalışmanın daha iyi olduğunu, bunların insanı
dayanıklı hale getirdiğini ileri sürer.
Kynikler, her türlü rahat, gösteriş ve lükse karşı kayıtsızdırlar. Ayrıca onlar doğal
olmayan bir dayanıklılığa, sosyal hayata, ahlaka, aile ve devlete karşı kayıtsızdırlar.
Antisthenes’e göre devlet ferdi koruması açısından faydalıdır. Fakat kendisi devletle
bir ilişki kurmak istemez. Çünkü o demokrasiye, tiranlığa ve aristokrasiye de karşıdır. O,
sadece bilgelerin egemen olduğu ve yönettiği devlet şeklini benimser.
Görüldüğü gibi Antisthenes genel olarak pratikle ilgilenmekle birlikte bazı teorik
konularla da ilgilenmiştir. Ondan sonra gelenler ise, örneğin Sinoplu Diogenes (M.Ö. 412-
323), teorik problemlerle hiç ilgilenmezler. Diogenes sadece insanı faziletli yaptığı için bilgili
olmaya değer verir. O bütün uygarlık değerlerine karşı olup, onları fazilet için zararlı görür ve
onlarla savaşır. Ona göre evlilik kaldırılmalı, sadece kadın çocuk ortaklığı bulunmalıdır.
Kynikler kendilerini yurtsuz sayarlar ve dünya vatandaşı olarak kalmayı benimserler.
Kyniklerin din anlayışı da toplum ve dünya anlayışları gibidir. Onlar dine karşı
ilgisizdirler. Onlara göre halkın gerekli görerek uydurduğu, gerek tanrıların çokluğu, gerekse
tanrıların insan biçiminde oluşları asla kabul edilebilecek bir şey değildir. Halk tanrıları,
toplumdan kaynaklanan bir şeydir. Kynikler’de bir tek Tanrı vardır. O da asla görülemez ve
tasavvur edilemez. Bu Tanrıya ulaşmanın tek yolu da fazilet olup, ancak faziletli bir hayat
yaşayarak ve ona saygı göstererek ulaşılabilir.
Kyniklere göre insanın koyduğu her şey tabiata ve tabii olana aykırıdır. Bunların bir
kısmı gereksiz bir kısmı da soysuzlaştırıcıdır. Tabiata dönmek, tabii yaşamak ana
düşünceleridir.
4. Kyrene Okulu
Bu okul, Kyreneli Aristippos (M.Ö. 435-355) tarafından Kuzey Afrika’da Kyrene
şehrinde kurulmuştur. Kyrene Okulu, Kyniklerin çok sert ve zahmetli yaşama ideali ve fazilet
anlayışına karşı, daha rahat ve ılımlı bir fazilet anlayışına sahip olmuşlardır. Aristippos,
ahlakla ilgili olmayan her şeyi reddetmiş ve doğru yaşama problemi üzerinde durmuştur. Bu
nedenle o öncelikle ahlak ve duygu psikolojisi ile ilgilenmiştir.
Aristippos, Herakleitos gibi, insan vücudunun her an değiştiğini, zaman zaman
bedenin uyumunun bozulduğunu ve bu uyumun yeniden kurulduğunu belirtir. Ona göre
uyumsuzluk acı, uyumluluk ise haz duygusunu meydana getirir. Bu duyuların meydana
gelmesi bedenin hareketleriyle yakından ilgilidir. Yumuşak hareketler haz, sert hareketler acı,
hareketsizlik ise haz ve acının bulunmayışını doğurur. Bu üç halden istenen ve değerli olan
haz (hedone)’dir.
16
Hazzı istemek, insan ve hayvan için doğal bir durumdur. Dolayısı ile insanın tek amacı
hazdır. Haz aynı zamanda iyidir de. Bu nedenle haz veren iyi, acı veren kötüdür. Aristippos’a
göre iyi hazdır. Böylece onda iyi ile haz aynılaşmış ve o ahlakta, hazcılık (hedonizm)
ekolünün kurucusu olmuştur.
Aristippos’a göre de mutluluk ahlakın esas gayesidir. Ancak onun mutluluğu,
Sokrates’teki gibi ruhun sürekli sağlığı ve esenliği değil bir anlık mutluluk, bir anlık hazdır.
Ayrıca bu hazzın nereden ve nasıl geldiği de önemli değildir. Hazlar sadece şiddet
bakımından birbirinden ayrılırlar; daha şiddetli haz, daha az şiddetli olandan daha iyidir. Yine
maddi hazlar manevi olandan daha üstündür. Çünkü maddi hazlar, doğrudan nesnelerden
sağlanır, ayrıca manevi hazlar sürekli olup anlık değildir.
Aristippos için iyi olabildiğince şiddetli bir hazdır. Böyle bir hazzı elde etmek için de
bilgiye ihtiyaç vardır. Dolayısı ile insan mutluluğa bilgi ile ulaşabilir. Bilgi sadece bu açıdan
değerlidir. Bilgi insanı boş kuruntulardan, ön yargılardan, üzücü tutkulardan kurtarır; hayatın
nimetlerinden en iyi şekilde faydalanmayı öğretir, sahibine güven kazandırır, insana zevki
tadarken bile kendisine hakim olmayı öğretir.
Kyreneli hedonistler de, Kynikler gibi, tabiat ve varlık karşısında kendi hürriyetlerini
elde etmeye çalışır. Fakat Kyreneliler, hürriyetlerini dünyadan yüz çevirmiş bilge modeli ile
değil de, hayattan tat almasını bilen kişi modeli ile gerçekleştirmeye çalışırlar.
Kyreneliler de ferdiyetçidirler, toplum hayatına katılmaz ve ona değer vermezler.
Aristippos da Sokrates gibi şehir şehir gezer, kendini hiçbir sosyal ve siyasi düzene bağlı
hissetmez.
Kyreneliler ile Kynikler din konusunda da birleşirler, ikisi de dine aldırmazlar.
Kyrenelilere göre de bir bilgin olmak için dinin boş inançlarından kurtulmak şarttır.
Euhemeros’a göre, tanrılara tapmak, kralları ve diğer büyük insanları saymak, onlara hürmet
etmek ve büyük görmekten kaynaklanmıştır. Dolayısı ile din de bu saygının daha büyütülmüş
şeklinden başka bir şey değildir.
Bilgi konusunda ise Aristippos ve Antisthenes’e göre dışımızdaki dünya hakkında
gerçek bir bilgi etmemiz mümkün değildir. Biz sadece alemin bize görünen kısmını idrak
edebiliriz. Örneğin balın gerçekten tatlı olup olmadığını bilemeyiz, bildiğimiz balın sadece
bizim için tatlı olduğudur. Yine eşyanın bize sadece renkli göründüğünü bilebiliriz fakat
gerçekten renkli olup olmadığını bilemeyiz.
Yine iki okul için de mutluluk sadece ferdin mutluluğudur. Bu açıdan başkalarına
değil sadece kendine bağlı olan insan mutlu olabilir.
Sonuç olarak Kynikler hazdan kaçarken, Kyreneli’ler hazzı elde edip elemden
kaçmaya çalışmışlardır. Birinciler hayata ve dünyaya sırt çevirirken, ikinciler alabildiğince
dünyaya yönelmişlerdir.
17
ÖZET
Empedokles’le birlikte monist yaklaşımların yerini, plüralist (çok ilkeye dayalı) yaklaşımlar
almıştır. Anaxagoras, her varlığın kendi cinsinden, sonsuz küçük tohumcuklardan meydana
geldiğini söyleyerek ileri bir adım atmıştır. Demokritos ise evreninin temeline, atom adını
verdiği maddenin artık bölünemez parçacıklarını koymuştur.
Sofistlik, felsefe tarihindeki ilk şüphecilik akımıdır. Bilginin duyumlara dayalı olduğunu
benimseyen Sofistler, kesin bir bilgi bulunmadığını, bilginin, dolayısıyla da doğrunun kişiden
kişiye değiştiğini kabul ederek, rölativizmin temellerini atmışlardır.
Sofistlerle çağdaş olan ve onlarla başlayan geleneğe uyan Sokrates, her şeyden önce bilginin,
insanın kendini bilmesi ve tanımasıyla başlayacağını, ahlakın da bu tanıma sürecine dayalı
olduğunu, sadece kendini bilen insanın erdemli olabileceğini ifade etmiştir. O, bilginin
hatırlamaya dayalı bir süreç olduğunu belirterek, her insanın belli bir bilgisi
bulunabileceğini, bunun maiotik yöntemle ortaya çıkarılabileceğini belirtmiştir.
KAYNAKLAR
Hüsameddin Erdem, Đlkçağ Felsefesi Tarihi
DEĞERLENDĐRME SORULARI
S.1. “Spermatalar pasif olduğu halde Nous kendiliğinden dinamik ve hürdür. Nous gelmiş
gelecek her şeyi bilir ve belli bir maksat ve amaca göre düzenler. O kainatın ezeli ve ebedi
düzenleyicisidir. Alem Nous sayesinde kaostan kurtulmuştur. Nous düşünen alem ruhudur,
Tanrı’dır.” Bu görüş kime aittir?
a- Platon
b- Empedokles
c- Zenon
d- Phyrron
e- Anaxagoras
S.2. “Ona göre insanlar başta bir kültüre sahip değillerdir, toplayıcılık ve avcılık ile
geçiniyorlar, mağaralarda yaşıyorlardı. Đlk devirlerde zaruret ve korku hakimdi. Zaruretler
insanı icat yapmaya zorladı ve bu konuda hayvanlardan çok şey öğrendiler.” Bu görüş kime
aittir?
a-Demokritos
b- Anaxagoras
c- Empedokles
d- Parmanides
e- Herakleitos
S.3. “Đnsan her şeyin ölçüsüdür; var olanın da, var olmayanın da, var olmayanın var
olmadıklarının da.” Sözü kime aittir?
18
a- Demokritos
b- Gorgias
c- Protagoras
d- Hippias
e- Prodikos
S.4. Aşağıdakilerden hangisi Avrupa aydınlanmasında yoktur
a- Hem sofistlerin hem de Avrupa aydınlanmasının temel gayesi bütün geleneklerin insan
eseri olduğu görüşünü hakim kılmaktı.
b- Aydınlanma düşüncesi, insanın yaptığı her şeyin yine insan eliyle değişebileceğini prensip
olarak kabul etmek anlamına gelir.
c- Đkisine göre de bir takım değişmez ve mutlak değerlerden bahsedilemez.
d- Her ikisi de dine karşıdır
e- Her ikisi de dil çalışmaları yapmışlardır.
S.5. “Bilgi erdemdir, hiç kimse bilerek kötülük yapmaz.” Görüşü kime aittir?
a- Platon
b- Aristoteles
c- Sokrates
d- Zenon
e- Platinos
CEVAP ANAHTARI
1. E; 2. A; 3. C; 4. E; 5. C
1
FELSEFE TARİHİ
Hafta 4
Sistemci Filozoflar Dönemi
PLATON
Doç. Dr. Nazım HASIRCI
2
ÜNİTE4
Sistemci Filozoflar Dönemi
PLATON
İÇİNDEKİLER
4.1. Sistemci Filozoflar Dönemi
4.1.1.Platon
4.1.1.1. Platon’un Hayatı
4.1.1.2. Eserleri
4.1.1.3. Felsefesi
4.1.1.3.1. Bilgi Görüşü
4.1.1.3.2. Varlık Görüşü
4.1.1.3.3. Đnsan Veya Ruh Görüşü
4.1.1.3.4. Psikoloji Görüşü
4.1.1.3.5. Devlet Görüşü
4.1.1.3.6. Ahlak Görüşü
4.1.1.3.7. Din Ve Tanrı Anlayışı
4.1.1.3.8. Sanat Görüşü
4.1.1.3.9. Etkisi
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Platon ve eserlerini tanıyabilecek
• Đdeler teorisi hakkında bilgi edinebilecek
• Platon‟un bilgi, varlık, ruh, sanat ve ahlak öğretilerini tanıyabilecek
• Platon‟un „ideal devlet‟ öğretisini kavrayabileceksiniz
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• Ahmet Arslan'ın Felsefeye Giriş isimli kitabı okumalı,
• Hüsameddin Erdem'in Đlkçağ Felsefe Tarihi isimli kitabını gözden geçirmeli
• Kamuran Birand'ın Đlk Çağ Felsefesi Tarihi kitabı edinilmeli
3
Sistemci Filozoflar Dönemi
PLATON
4.1. SĐSTEMCĐ FĐLOZOFLAR DÖNEMĐ
4.1.1.PLATON
4.1.1.1. Platon’un Hayatı
M.Ö. 427-347 yıllarında yaşayan Platon, Atina’nın Aristokrat bir ailesine mensuptur.
Onun ilk hocası Herakleitos’çu Kratylos’tur, Parmanides, Anaxagoras gibi filozofları da
kısmen tanımaktadır. Platon daha önce de felsefeye vakıf birisi idi, fakat 20 yaşında
Sokrates’e öğrenci olması hayatında bir dönüm noktası olmuştur. Platon’un bütün eserlerinde
başrolü Sokrates’e vermesi, onun üzerinde Sokrates’in ne kadar büyük etkiye sahip olduğunu
göstermektedir. Zaten Platon kendisini Sokrates’in tabii bir devamı saymaktadır.
Platon hocası henüz hayatta iken sırasıyla Megara, Kuzey Afrika, Mısır ve Güney
Đtalya’ya gitmiş ve buralardaki bilimi almıştır. Bu dönemde Mısır ebedi bir değişmezlik
içerisinde iken Güney Đtalya sürekli değişmekteydi. Güney Đtalya’da zengin bir kültür
bulunmakla birlikte siyasi istikrar yoktu. Platon burada birçok bilim adamıyla tanıştı,
Pythagoras Okulunun son temsilcileri ile ilişkiler kurdu. Onlardan tenasüh inancını öğrendi.
Platon aynı zamanda Sicilya’daki Syrakusa’ya da gitmiş, buradaki kralın kayın
biraderi Dion ile dostluk kurmuştu. Bu dostluk onun zihnindeki siyaset teorisini pratiğe
aktarma imkanı vermişti. O teorisini kurduğu devlet modelini burada uygulamaya çalışmış
fakat kral, onun fikirlerini ve ıslahatlarını tehlikeli bulmuş, kendisini tutuklattırmış ve sınır
dışı ettirmişti.
Platon Atina’ya dönerken esir düşmüş ve Kyreneli bir filozofa satılmış, bu filozof
onun Atina’ya dönmesini sağlamıştır. Platon daha sonra Kyreneli filozofa esirlik bedelini
ödemek istemiş fakat bu filozof kabul etmemiş, Platon da bu parayla ünlü Akademisini
kurmuştur.
Akademiyi kurarak Platon ilk sistemli eğitim ve öğretim müessesinin kurucusu
olmuştur. Burada Felsefe ve Diyalektik yanında Musiki ve Matematik de öğretiliyordu.
Akademide hem Platon hem de onun görüşlerine yakın olan filozoflar ders veriyordu. Bu
akademi bir Vakıf idi ve Platon seksen yaşına kadar buranın başında kaldı.
4.1.1.2. Eserleri
Platon hocalığının yanında birçok eser de yazmış, hatta kendisine ait olmayanlar da
ona izafe edilmiş fakat daha sonraki titiz çalışmalarla sahte olanlar en aza indirilmiştir.
Apologie (Sokrates’in Savunması) hariç Platon’un eserlerinin tamamını diyalog şeklinde
yazdığı görülmektedir. Yine Nomoi (Kanunlar) dışındaki bütün eserlerde karşılıklı
konuşmaları, tartışmaları Sokrates’in idare ettiği görülmektedir. O kendi görüşlerini
4
Sokrates’in ağzından dile getirir. Platon’un eserlerini yazma sırası ve işlediği konular
bakımından dört gruba ayırmak mümkündür:
1. Gençlik Dönemi Eserleri: Bu tür eserlerde Platon, tamamen Sokrates’in öğrencisi
olarak görülür. Kendi görüşlerini Sokrates’in ağzından ifade eder. Bunların bazıları;
Apoloğie, Kriton, Laches (Cesaret), Charmides (itidal ve iffet), Euthyphron, Politei
(Devlet)’in ilk kitabı, Küçük Hippias ve Protagoras’tır.
Gençlik dönemi eserlerinde daha çok ahlak ve fazilete ait konular işlenir. Onlarda
fazilet veya ferdi faziletin ne olduğu, faziletin öğrenilip öğrenilmeyeceği, öğrenilebilirse
hangi yollarla öğrenilebileceği ele alınır. Yöntem olarak ise Sokrates’in metodu kullanılır.
Sokrates muhatabına bazı sorular yöneltir ve cevap ister, yine o muhatabını belli bir sonuca
doğru yönlendirir. Ancak hiçbir zaman kesin bir sonuca ulaşılmaz, çıkarılacak sonuç açık
olmasına rağmen bu sonuca ulaşmak okuyucuya bırakılır.
2. Geçiş Dönemi Eserleri: Bu eserlerde önceki konular tekrar ele alınır. Öncekilerden
farklı olarak ulaşılan sonuçlar verilmek istenilen mesajlar açık bir şekilde zikredilir. Platon bu
dönemde sadece bir filozof değil aynı zamanda bir sanatkardır da.
Gorgias diyaloğu bu dönemin en başta gelenidir. Bu eserde adaletin mahiyeti
incelenir. Menon diyaloğu olan diğer bir eserde ise, Platon idealar metafiziğine yer verir, külli
(tümel) güzel ve iyiden bahseder. Ona göre tek tek objeler ancak tümel varlığa bağlı olarak
var olabilir. Bu nedenle bilgi tekile değil ancak tümele yöneliktir. Đdeler nazariyesi sonraki
eserlerinde de az çok yer alır. Phaidros diyaloğunda ise ruhun ölümsüzlüğü ve mahiyeti, yine
aşk konusu işlenir. Aşk Symposion (Ziyafet) diyaloğunun da ana konusudur. Aşk ona göre
maddi olursa insana yöneliktir, diğer taraftan bizzat iyiye ve güzele yönelik aşk ise felsefe ile
aynı şeydir.
Platon, Phaidon diyaloğunda ruhun ölümsüzlüğü, Politei (Devlet) diyaloğunda ise
siyaset felsefesi üzerinde durur. Politei düşünce tarihinde “Đdeal Devlet” üzerine yazılmış ilk
eserdir.
Görüldüğü üzere Platon ikinci grup eserlerinde, idealar nazariyesi, ruhun ölümsüzlüğü
ve devlet gibi kendine has konuları ele almıştır. Ayrıca onlar sanat değeri yüksek eserlerdir.
3. Olgunluk Dönemi Eserleri: Bu gruba giren eserlerde tam bir bilimsellik hakimdir.
Bu grupta Theaitos, Parmanides, Sophistes, Politikos (Devlet Adamı) gibi eserleri yer alır. O
Theaitos’da sansüalizm (duyumculuk) ve emprizm (deneycilik)’i eleştirir, çıkmazlarını ortaya
koymaya çalışır.
4. Yaşlılık Dönemi Eserleri: Platon’un ömrünün sonlarına doğru yazdığı eserlerdir. Bu
eserlerde diyalog tarzı sadece bir şekilden ibarettir. Timaios, eksik kalan Kritias ve Nomoi
(Kanunlar) bu dönem eserlerinden bazılarıdır. O Kanunlar Diyaloğunda devleti tekrar ele alır,
o burada önceki ideal devlet anlayışından vaz geçmiş gibidir. Bunun yerine kanunlara dayalı,
daha realist bir devlet şekli teklif etmektedir.
5
4.1.1.3. Felsefesi
4.1.1.3.1. Bilgi Görüşü
Bilgi, Platon’un bütün felsefesinin temelini oluşturur. O bu problemi Theaiteos
diyaloğunda ele alır. Ona göre bilgi duyulara dayalı olarak elde edilemez. Eğer böyle olsaydı
“ insan her şeyin ölçüsüdür” diyen Protagoras haklı olurdu. Çünkü duyumlarımız izafi olup,
bize kesin ve istikrarlı bir bilgi veremez. Dolayısı ile duyulara dayalı olarak kesin hüküm
veremeyiz. Bu durumda “bu şudur” diyemeyiz, sadece “bu şey bana göre ve şu anda böyledir”
diyebiliriz. Bu bilgi de objektif ve devamlı bir bilgi olamaz.
Platon’a göre gerçek bilgi ancak objektif olan bilgidir ve böyle bir bilgi de mevcuttur.
Matematikteki “2+2=4”, “bir üçgenin iç açılarının toplamı 180 derecedir” gibi hükümler kişi,
mekan ve zamana göre değişmeyen her zaman doğru olan bilgilerdir.
Platon’a göre bir objeyi bilmek için ilk olarak “Bu obje nedir” diye sorulmalıdır. Bu
soruya cevap vermek ise bu objeyi bir kavrama yerleştirmek demektir. Buna göre bilgi
idrakten, tasavvurdan başlar fakat idrakte kalmaz kavrama ulaşır. “Bu bir insandır”, “ bu bir
bilgisayardır” derken tasavvur ettiğim şeyi bir kavram altında toplamaktayım. Buna göre
bilgi, objeler hakkında bir hüküm vermekten ibarettir. Hüküm ise belirli bir objeyi tümel bir
kavram altında ortaya koymaktır.
Platon’a göre her tür bilgi, her şeyden önce tümel kavramlar teşkil etmek demektir.
Tümel kavramları düşünmeden hiçbir bilgi meydana gelmez. Her bilgi olayı, mutlaka
tümelleri (ideaları) düşünmek demektir. Böylece bilgide ilk adım tümel kavramları teşkil
etmektir.
Bilgide ikinci adım ise, tümel kavramlar (idealar) arasındaki oranları değişmez
nispetleri oluşturmak ve tespit etmektir. Örneğin 2 ile 4 arasında hiç değişmeyen mutlak bir
nispet vardır. Aynı durum soğuk ile sıcak için de geçerlidir. Buna göre bilmek, alemdeki tikel
hallerden hareket ederek idealara yükselmek ve idealar arasındaki değişmez nispetleri
bulmaktan ibarettir. Platon’a göre, ileride de açılanacağı üzere, idealar ezeli ve ebedidirler.
Platon göre bilmek, idealar alemini ve bu alemde hüküm süren kanunları tanımaktır.
Duyular alemi de ancak idealar alemine iştirak ettiği ölçüde bilinebilir. Çünkü idealar
arasındaki değişmeyen nispetler, tek tek varlıklar ve eşya için de geçerlidir.
Platon idealara bağlı bilgimizin doğuştan gelen bir yanının bulunduğunu da söyler. Bu
nedenle o, doğuştan gelen bilgiyi, bilgi problemine temel yapan ilk düşünürdür. Ona göre
doğuştan gelen bilgi olmasaydı, genel anlamda bilgi olmazdı. Đyinin, kötünün, güzelin,
çirkinin bilgisine doğuştan sahip olduğumdan dolayı, “bu güzeldir”, “bu çirkindir” gibi
hükümler verebilmekteyim. Eğer eşitliği, benzerliği, farklılığı bilmeseydim mukayese
yapamazdım. Dolaysı ile insan bir takım fıtri bilgilerle doğar ve bu bilgilere dayalı olarak
hükümler verir ve yeni bilgiler elde eder.
Platonda doğuştan bilgi anlayışı, ruhun evvelce bir hayata sahip olduğu düşüncesiyle
yakından ilgilidir. Ona göre insanın doğuştan getirdiği bilgileri ruhun, bir başka zamanda elde
6
etmiş olması gerekir. Bu durumda insanın doğuştan bu dünyaya getirdiği bilgi, idealara ait
bilgidir. Ruh idealar aleminde yaşamış, ideaları bizzat görmüş ve seyretmiş olmalıdır. Buna
karşın ruha, bu dünya hayatında sadece karanlık ve şuursuz bir fikir, his kalmıştır. Bu sebeple
ruh, objeleri her gördüğünde ideaları hatırlar. Dolayısıyla bilgi, bir tür hatırlamadır. Yani ruh
çevresindeki objeler vasıtasıyla sürekli ideaları hatırlamakta ve onların bilgilerini elde etmeye
çalışmaktadır.
Platon’a göre bir tarafta ebedi, ezeli ve mükemmel olan idealar alemi vardır. Bu alem
akıl yoluyla kavranabilen hakikatler alemidir. Sadece bu alemin bilgisi, doğru, genel geçer ve
mükemmeldir. Platon bu bilgiye “episteme” adını vermektedir. Đdeaların bilgisi, yalnızca akıl
ile elde edilebilir, bu bilgi de mutlak ve zorunludur.
Diğer tarafta ise mükemmellikten yoksun, fani nesnelerin meydana getirdiği alem
vardır. Nesneler aleminin idealar alemine nispeti, bir şeyin gölgesine nispeti gibidir. Bu
nedenle içinde yaşadığımız alem bir gölgedir, duyu dünyasıdır ve onun bilgisi de duyularla
elde edilir. Bu bilgi de aldatıcı, mükemmellikten yoksun ve değişken bilgidir. Platon bu
bilgiye “doxa” (sanı) demektedir.
4.1.1.3.2. Varlık Görüşü
4.1.1.3.2.1. Đdea Öğretisi
Platon’a göre tümel kavramlar ezeli ve ebedi olan idealar alemini oluştururlar. Đdealar
alemi ne sonradan meydana gelmiştir ne de yok olacaktır. Đdealar insanın keyfi olarak
bulduğu bir şey değil kendiliğinden mevcuttur. Tek tek nesneler, bu idealara göre az ya da çok
mükemmellik kazanırlar.
Buna göre iki alem vardır: Birisi, kevn ve fesada tabi, tek tek objelerden meydana
gelen ve sürekli değişen alem, diğeri de Đdealar alemdir. Đdealar alemi gerçek bir varlığa sahip
olan birer mahiyet, özdür. Biz ideleri ancak düşünerek temaşa eder, kavrarız.
Đdelerin kavranması bilginin esasını teşkil eder. Bu sebepten bilginin ana konusu
idelerdir. Tek tek objeler alemi, idelerin sönük birer kopyası olduğundan bilgimizin konusu
olmaya layıktır. Đdrak ettiğim bir tek ağaç, mükemmellikten uzak birçok eksikliğe sahipken
ağaç idesi mükemmel olup noksansızdır aynı zamanda o, bir tek ağacın idealidir. Bu ideale o
ağacın idesi de denir. Dolayısı ile bir objeyi bilmek onun idesini bilmektir.
Platon’a göre ideaların meydana getirdiği alem, düzenli (kosmos) bir alemdir. Örneğin
daire idesi, tümel daire kavramı bizatihi mükemmeldir. Somut çizilen daire ise ancak daire
idesine takribi olarak yaklaşabilir. Hiç bir zaman bir ide gibi tam ve mükemmel olamaz.
Eğer ideler alemi bir piramide benzetilirse, onun tepesinde “Varlık Đdesi” bulunur.
Platon varlık idesini “iyi” idesi ile aynileştirir. Ona göre var olan şey aynı zamanda
mükemmel olandır, mükemmel olan da iyi olan şeydir. Đdeler alemi düzeni olan bir
kozmostur. Düzen de kaostan iyidir. Düzenin olduğu yerde iyilik de bulunur. Düzenli olan ile
iyi olanın sınırları aynıdır. Dolayısı ile ideler alemi, iyinin ve güzelin alemidir.
7
Platon’un ideler alemi donuk ve cansız olmayıp, tersine canlı ve yaratıcı bir alemdir.
Đdeler bütün varlıkların ebedi modelleridir. Bu nedenle ideler, tek tek objeler üzerinde
devamlı bir etkiye sahiptirler.
4.1.1.3.2.2. Tabiat görüşü
Platon’a göre tabiat bilgisi felsefi bilgi gibi kesin değildir. Gerçi idealar özellikle de
Đyi ideası=Tanrı (Nous), nesneler dünyasının da sebebi ve yaratıcısıdır. Bununla birlikte o,
oluş ve yok oluş dünyasıdır. Bu sebeple dünya, asla epistmenin konusu olamaz ancak doxanın
konusu olabilir.
Tabiat ezeli olmayıp, sonradan yaratılmıştır. Bu yaratmada şekil kazandıran, varlıkları
belli bir gayeye göre göre oluşturan ve etkileyen kuvvet olan Demiourgos (Đyi Đdeası=Tanrı)
rol oynar. O iyidir ve iyi olduğu için de dünyayı yaratmıştır.
Demiourgos, Nous veya Tanrı idealara, ilk örneklere bakarak dünyayı ve nesneleri
yaratmıştır. Bu sebeple dünya olması gereken en iyi, en güzel ve en mükemmel dünyadır.
Çünkü o Nous’un eseri olarak meydana gelmiştir. Bütün gerçek varlıkların en üstünü olan Đyi
Đdeası=Tanrı (Nous) hem idealar hem de duyular dünyasının yaratıcısıdır.
Platon’a göre Tanrı bir tek mükemmel dünya yaratmıştır. Duyular dünyasının sebebi
ise idealardır, fakat bu dünya idealara tamamıyla uygun değildir. Çünkü duyu dünyası mekan
içinde meydana gelmiştir. Mekan ise ne düşünce ne de duyularla bilinebilir, bu nedenle o ne
bir kavram ne de algıdır, ne bir idea ne de duyu nesnesidir. Fakat mekan olmasaydı gerçek
varlık görünemezdi, bu durumda idealar duyu varlıkları olarak kopya edilemezdi. Dolayısı ile
mekan, dünyada her tür cisimsel forma bürünen bir şeydir.
Maddenin hiçbir vasfının olmadığın söyleyen Platon, ona var olandan ziyade var
olmayan demenin daha doğru olduğunu belirtir. Ona göre madde de boş bir mekandan
ibarettir. Güneşin ışınlarını boş mekana gönderdiği gibi, ideler alemi de tesirlerini boş mekana
yollar ve eşya bu tesirlere göre şekil alır. Bu şekillerin meydana gelmesinde Demiourgos işin
içine girer.
Platon için bu Tanrı, şekil kazandırıcı mimar bir Tanrı olup, bir heykel tıraşın çeşitli
malzemelerden şekilli sanat eserlerini meydana getirdiği gibi, alemin ve eşyanın yapıcısı,
yaratıcısıdır.
Mekan yani şekilsiz madde, Tanrı’nın bir gayeye göre çalışmasını bozmaz, fakat
belli sınırlar koyar. Bu nedenle alemin meydana gelmesinde mekanın da payı vardır. Platon,
atomcular gibi boş mekanı kabul etmez. Onun düşüncesinde mekan Demougos’un hazır bulup
biçimlendirdiği ilk maddedir.
Tanrı alemi yaratırken önce onun ruhunu yaratmıştır. Bu ruh hem alemi hareket ettiren
ilke, hem de onun hakimidir, hem onun içindedir hem de onu kuşatır. Alemde matematiksel
bir oran ve düzen vardır.
8
4.1.1.3.2.3. Mağara Benzetmesi
Platon bu dünya hayatını ünlü “Mağara Đstiaresi” ile ortaya koymaya çalışır. Bu
dünyada yaşayan insanlar, bir mağarada arklarını mağaraya dönerek oturan ve sadece
mağaranın duvarını gören yaratıklar gibidirler. Oysa dışarıda güneş ve aydınlık vardır.
Mağaranın önünden de eşya taşıyan insanlar gelip geçmektedirler. Mağaranın duvarına bu
insanların gölgeleri aksetmektedir ve mağaradakiler, ancak bu gölgeleri görebilmektedirler.
Platon’a göre insanlar da böyle bir gölge alem içerisinde yaşamaktadırlar. Bununla
birlikte insanlar gerçek alemin var olduğunu da bilebilirler, hissederler ve bu gerçek alem
hakkında takribi bilgiye sahip olurlar. Çünkü insan ruhu, böyle bir alemden nesneler alemine
inmiştir.
4.1.1.3.3. Đnsan veya Ruh Görüşü
Platon’a göre insan veya insan ruhu, ideler alemi ile nesne alemi arasında yer alır. Bu
durumda acaba insan idelerin mevcut olduğun nereden biliyor? O bu konuyu örneklerle
araştırır. Örneğin, karşımdaki bir şeyi güzel buluyorum, eğer daha önceden güzelin ne
olduğunu bilmeseydim şimdi onu fark edebilir miydim? Bende güzellik ideali olmasaydı ve
karşımdakini bu ideale göre ölçmeseydim, onun güzel olduğunu nereden bilebilirdim? Bir
şeyin güzel olduğunu taktir edebilmem için mutlaka güzelliğin ne olduğunu daha önceden
bilmem gerekir. Bir güzellik idealine sahip olmam gerekir.
Dolayısı ile bizim varlıklar hakkında hüküm verebilmemiz için onlar hakkında
önceden belli derecede bir bilgiye sahip olmamız gerekir. Bu da insanın dünyaya bazı
bilgilerle geldiğini gösterir. Platondaki doğuştan bilgi konusu insanın daha önce bir hayata
sahip olduğu düşüncesiyle yakından ilişkilidir. Ona göre insan ruhu bu dünyaya düşmeden
önce ideler aleminde yaşamış ve onları bizzat görmüştür. Bu dünyada ise ruh objeleri
gördüğünde ideleri hatırlamaktadır. Bu sebeple bilgi bir tür hatırlamadır. Bu durum ruhun bu
dünyaya gelmezden evvel yaşamış olduğunu, sonra da yaşayacağını gösterir.
Platon’un ruhun ölümsüzlüğü konusunda ileri sürdüğü delillerden birisi budur. Diğer
bir delil ise şudur: Ona göre “ruh hayat prensibidir.” Beden ancak ruh tarafından canlı
kılınması ile yaşayabilir. Ruh ile hayat birbirinden ayrılmazlar. Dolayısı ile ruh hiçbir zaman
ölmez.
Platon, ruhun ölümsüzlüğü konusunda tenasüh inancını kabul eder. Ona göre beden
ruh için bir hapishanedir. Bu nedenle ruh, daima bedenden kurtulmak ister. Çünkü ruh,
bedenle birleşmeden önce ideler aleminde müstakil bir hayat yaşamış, sonra bu dünyaya
düşmüştür. Bir düşüş nedeniyle ruh, bedene mahkum olmuştur. Çeşitli acı ve sevinçler bir gün
bedenden kurtulabileceği ümidini uyandırmaktadır.
4.1.1.3.4. Psikoloji Görüşü
Platon’a göre ruh; akıl, irade ve ilcalar (sürükleyiş, zorlayış isteği) olmak üzere üç
unsurdan meydana gelir. Akıl düşünmeyi, irade kontrolü, ilcalar ise şiddetli istek ve arzuları
meydana getirir. Đrade, içgüdülerden ve akıldan ayrı bir kuvvettir. Đlcalar ruhu kandırarak
9
işkenceye düşürür. Fakat ruh böyle bir durumla karşılaştığında akıl devreye girer ve iradenin
yardımıyla içgüdülere hakim olur.
Đnsanı bazı aşırı istekler peşinde koşturan aşağılık kuvvetler, vücudun aşağı kısmında
toplanır. Đrade insanın yüreğinde, en üstün kuvvet olan akıl ise insanın başında bulunur.
Ruhun baştaki saf haline dönebilmesi için birçok varlık şekillerinden geçmesi gerekir.
Ruh bedene ne kadar bağlı kalırsa, saf haline dönme ümidini o kadar kaybeder. Bu sebeple
ruhun tek ilcası vardır, o da iyiye, güzele, mükemmelliğe ve saadete karşı temayüldür. Fakat
bu ilca yanılabilir. Yani ruh, bu değerlerin maddi şeylerde bulunabileceği vehmine kapılabilir
ve ihtiraslarının esiri olabilir. Bu durumda bedenden kurtulma şansını yitirir ve tekrar bir
bedene bağlı kalarak dünyaya mahkum olur (reenkarnasyon). Đhtiraslara hakim olmak ise ruhu
bedene mahkum olmaktan kurtarır.
4.1.1.3.5. Devlet Görüşü
Platon devlet anlayışını Politeia (Devlet) diyaloğunda temellendirir. Ona göre insan
hemcinsleri ile birlikte yaşamaya, toplum kurmaya mahkum edilmiş sosyal bir varlıktır.
Đnsan organize bir varlıktır. Đnsan küçük çapta bir devlet, devlette büyük çapta bir
insandır. Fertler devleti teşkil ettiği gibi devlet de insanlara şekil verir. Bu nedenle fert içinde
yaşadığı devletin karakter ve tabiatını taşır. Mükemmel devletler mükemmel fertler meydana
getirirler, eksik ve sahte devletler de eksik ve sahte vatandaşlar meydana getirirler. Bu etki
çift taraflıdır.
Platon devleti, doğru ve yanlış devlet şekilleri diye ikiye ayırır. Yanlış devlet
şekillerinin Timokratie, Plutokratie, Demokrasi ve Tyrannie olduğunu belirtir ve yanlışlarını
açıklar.
1. Militarist (Timokratie) Devlet: Askeri zümrenin hakim olduğu devlettir ve o, Eski
Isparta toplumunun yönetim şeklidir. Platon, bu tür devletin kaba ve haşin bir tarafının
olduğunu, şan ve şerefi en yüksek değer kabul ettiğini ve bu değerin savaşlarda
kazanıldığından, savaşı amaç haline getirdiğini belirtir. Ona göre bu devlet, insana şan ve
şeref hırsı verdiğinden diğer değerler gölgede kalır. Dolayısı ile bu devlet, tek amacı savaş
yoluyla şan ve şeref kazanmak olan fertler yetiştirir.
2. Plutokratie: O dönemde Güney Đtalya’da uygulanan ve servetin hakim olduğu
devlet şeklidir. Bu devlet şeklinin temel karakteri zenginlerle fakirler arasındaki nefrettir. Bu
tür devlette tek amaç zenginlik ve servettir. Ana değer zenginlik olunca hem devlette hem de
fertte para ve mal dışındaki değerler ikinci planda kalır.
3. Demokrasi: Bu tür devlet biçimi Atina’da uygulanmaktaydı. Bu devlette, halkın
mukadderatını Halk Meclisi ve bu mecliste oluşan durum tayin etmektedir. Atina’da
Demogoglar halk meclisini usta bir şekilde yönlendirmekte, birçok haksız davalar açılmakta
ve Sokrates örneğinde olduğu gibi günahsız insanlar zulme uğramaktadırlar.
10
Bu tür devlet heyecan ve ihtiraslara dayanır. Buna paralel olarak vatandaşlarda da akıl
yerine heyecan ve ihtiras hakim olur. Buradaki vatandaşlar, esen rüzgara ve hakim güce göre
yön tayin ederler.
4. Tyrannie (Müstebit) Devlet: Bu tür devletler müstebit ve köle ruhlu insanlar
yetiştirirler.
Platon bu yanlış devlet şekilleri karşısında doğru olan devlet şekli olarak “Đdeal
Devlet” fikrini geliştirir. Ona göre devlet, öncelikle vatandaşlar arasındaki iş bölümüne
dayanmalıdır. Bu devlette her ferdin ve bu fertlerin oluşturduğu grupların yürüttüğü bir takım
görevler olmalıdır. Bu görevleri üstlenecek insan grupları üçe ayrılır:
1. Đşçiler Grubu: Bu grup köleler, işçiler ve sanatkarlardan meydana gelir. Onlar
bedenleriyle çalışırlar, görevleri ise üzerlerine düşeni yapmak ve bekçilerin emirlerine itaat
etmektir. Faziletleri, çalışkanlık ve itaattir, yok okuma yazma bilmeleri yeterlidir. Bunlar
kendi aralarında istedikleri gibi evlenebilirler, mal mülk sahibi olabilirler ve çocuklarını
istedikleri gibi yetiştirebilirler.
2. Savaşçılar ve Bekçiler Grubu: Onlar içeride asayişi sağlamak ve dışarıdan gelen
tehlikelere karşı devleti korumakla mükelleftirler. Bunlar birinci gruptan daha önemlidirler.
Çünkü devletin bütünlüğünü göz önünde bulundurmaları gerekir. Bu sebeple de devletin
yapısını iyi bilmeleri gerekir. Dolayısıyla onlar iyi bir eğitim ve öğretimden geçmelidirler.
Bunların sahip olması gereken, fazilet ve cesarettir. Bunlar halkın efendisi değil
sadece koruyucu olacaklardır. Bu grup iki yönden eğitilirler:
a) Beden terbiyesi ve buna bağlı olarak irade terbiyesi yönünden.
b) Musiki, yani nazari disiplinlerin tahsili, jimnastik ve ruh terbiyesi yönünden.
Platon’a göre musiki, insanın ruhunu yetiştirir ve beden eğitimiyle elde edilen cesaret
ve kuvvetin kabalığa dönüşmesini engeller. O musiki eğitiminde edebiyata da yer verir, fakat
huzursuzluk ve kötülük getiren musiki ve edebiyatı yasaklar. Kötüyü iyi gibi gösteren hiçbir
şeye müsaade etmez.
Bu grubu oluşturanlar, baştan iyi bir seçimle alınırlar, evlenmeleri devletin iznine
bağlıdır. Kendileri ile denk olanlarla evlenebilirler. Onların çocuklarını devlet alır ve
eğitimlerini devlet sağlar. Bu yönden savaşçılar için aile hayatı yoktur ve onlar tamamen
müşterek bir hayat yaşar.
Platon bu düşüncesi ile savaşçıları donuk bir kast sistemi haline getirmektedir. Fakat
birinci gruptan layık olanlar bu sınıfa geçebilirler. Ayrıca bu devlette savaşçılar özel mülk ve
servete sahip olamazlar.
3. Đdareciler Grubu: Devleti bu grup yönetir. Đdareciler savaşçıların gördüğü eğitime
ek olarak çok iyi ve uzun süre felsefe eğitimi de yapmak zorundadırlar. Böylece filozofların
yönetimin başına geçmesiyle ideal devlet gerçekleşmiş olur.
11
Đdeal devleti bir tek hükümdar değil filozoflardan oluşan bir Aristokratlar Sınıfı
yönetir. Bunların kendilerini tamamen devlete verebilmeleri için aile hayatları, özel malları ve
servetleri olmamalıdır.
Bu üç grubun da ortak görevi “Herkesin üzerine düşen vazifeyi yapmasıdır.” Platon
devletle insanı birbirine benzetmekte, insandaki akıl, irade ve ilcaların görevini, devlette bu üç
grup yerine getirmektedir. Platon’un devletindeki savaşçıların sayısı bin kişi kadardır.
Vatandaşlar çok kalabalık olmayıp belli sayıdadır. Eğer bu sayı aşılırsa yeni koloniler kurmak
gerekir.
Platon’un bu devleti bir Ütopya’dır. Fakat o, bunun bir fantezi olmadığı
düşüncesindedir ve uygulanması mümkün olan bir ıslahat projesi olduğu görüşündedir.
Bununla birlikte o yaşlandıkça, bu projenin uygulanmasının imkansız olduğunu düşünmeye
başlamıştır. Bu yüzden Platon, Nomoi (Kanunlar) adlı eserinde ideal devletinde bazı
değişiklikler yapmış, şimdilik ondan vaz geçip mevcutlarından daha iyi olacağına inandığı
daha realist bir devlet şekli tavsiye etmiştir. O artık bu dünyada aklın ve iyinin gücüne eskisi
kadar güvenmez olmuş, haz ve acının insan için daha güçlü güdüler olduğuna inanmaya
başlamıştır. Yine bu dönemde Platon’un üzerinde Phythagoras’çı felsefenin özellikle de din
anlayışının etkisi artmıştır. Platon’a göre dünyanın gerçek sahibi Tanrı’dır. Tanrı’nın bu
dünyayı olgunluğa götürecek bir gayesi, bir planı vardır. Đnsan ancak Tanrı’ya inanmakla
mutluluğa bir dayanak elde edebilir.
Platon, yeni devlet anlayışında ilk olarak; eski sosyalist devlet anlayışından vaz
geçmiştir. Bu yeni devlette umumi menfaatin özel menfaate üstünlüğü eğitim yoluyla
sağlanmakta, özel mülk ve servet serbest bırakılmaktadır. Bunları kaldırmak, insan tabiatına
aykırıdır, fakat sınırsız mülk edinmeye de izin verilmemelidir.
Đkinci olarak o, bütün yükü taşıyan bir “Orta Sınıf” tasarlamaktadır. Yine burada hür
bir köylü grubu önemli rol oynayacaktır.
Bu devlette altın ve gümüşe sadece devlet sahip olmalıdır. Her devletin kendi parası
olmalı ve devletin kendi sınırları içerisinde geçerli olmalıdır. Ticaret ise devamlı ikamet
hakkına sahip olmayan yarı vatandaşlarca yapılmalı, dış ticaret tamamıyla devlet tekelinde
olmalıdır.
Devletin yönetim biçimine gelince, önceki devlette yöneticiler kayıtsız şartsız bir
hakimiyete sahipken, artık her şey kanuni olmalı ve kanunlara göre yapılmalıdır. Hükümet
hiçbir zaman kanunların üzerinde değil, onun sınırları içinde kalmalıdır. Hükümet her türlü
icraatında mutlaka kanunlara göre hareket etmelidir.
Devleti yönetecek kişilerin eğitiminde dinin büyük bir önemi vardır. Đdarecilerin
öncelikle öğrenmeleri gereken bilimler ise matematik ve astronomidir. Matematik alemdeki,
astronomi de göklerdeki düzeni öğretir.
Platon’a göre devlet bir düzeni ifade etmelidir. Bu düzen ise ezeli ebe düzenin
göstergesidir. Yeryüzündeki her devlet ideler alemini, ezeli ebedi düzeni yansıtan gökyüzünü
model almalıdır. Burada ki devlette de gök yüzündeki gibi kanunlar hakim olmalıdır.
12
4.1.1.3.5.1. Platon’un Devlet Anlayışının Eleştirisi
Platonun devleti çeşitli şekillerde eleştirilmiştir. Öncelikle kendisi bunun
uygulanamayacağını görmüş, yerine yarı monarşik-demokratik bir devlet teklif etmiştir.
Đlk olarak onun devlet anlayışı bir fantezi olarak görülmüş ve Platon ütopyacı devlet
anlayışının öncüsü kabul edilmiştir.
Đkincisi onun devlet anlayışının insan fıtratına ters düşen hususlar barındırdığı ileri
sürülmüştür. Onun devlet anlayışının sosyalist rejimin uygulamalarını çağrıştırdığı
söylenmiştir.
Üçüncüsü o siyaset ile ekonomi arasındaki ilişkiyi görememiştir. Zira onun devleti
ekonomisi olmayan bir siyasi güce dayanmaktadır. Oysa böyle iktidarlar, bağımsız ve güçlü
olmazlar, çalışan ve üretenlere bağımlı hale gelirler.
Diğer bir eleştiri konusu ise onun, kötü gelişmelere yol açabilir diye demokratik hak
ve özgürlükleri sınırlamasıdır. Kötü edebiyat, şiir ve musikiyi yasaklaması, bu yüzden
Homeros’un destanlarını ideal devletinde yasak sayması bunun örneklerindendir.
4.1.1.3.6. Ahlak Görüşü
Ahlak anlayışında, ilk dönemlerde Sokrates’e bağlı olan Platon, mutçu bir ahlak
anlayışına sahiptir. Ona göre en yüksek iyi mutluluktur. Onun ahlakında üç nokta önemlidir:
a) Ahlaki davranışların son gayesi veya en yüksek iyi (hayr-ı ala).
b) Đyinin tek kişide gerçekleşmesi veya fazilet (erdem).
c) Đyinin toplum hayatında gerçekleşmesi yahut da devlet (politika).
Platon’a göre Tanrı en yüksek hayırdır, kemaldir, iyidir ve her tarafından hayır saçar.
Tanırının yarattığı insan da devamlı iyiyi elde etmeye çalışır. Bu nedenle bize mutluluk
sağlamayan ilmin değeri yoktur.
Tanrısal asıldan gelen insan ruhu, madde dünyasından fazilet ve bilgi ile kurtulup
Tanrı’ya göçmelidir. Ruhun beden hapishanesinden kurtulması gerçek filozofun en önemli
işidir. Dolayısı ile insan kurtuluş yolu olan felsefeye sarılmalıdır. Çünkü felsefe özü gereği bir
arınmadır (katarhasis). Böyle bir çaba ile ruh ölümden sonraki bedensiz hayata elverişli hale
gelir.
Platon’a göre iradi fiillerin genel amacı hayrı istemektir. Hayrın yolu da fazilettir.
Fazilet insanı mutlu kılarken, kötülük mutsuz kılar. Fazilet, ruhun doğru niteliği, iç düzeni ve
uyumlu olmasıdır. Sadece faziletli insan mutlu ve huzurlu olabilir. Fazilet öğretilebildiği gibi
insan ona doğuştan da sahip olabilir. Gerçek fazilet öğretilebilen fazilettir. Sıradan insanların
fazileti ise alışkanlıklar sonucu elde edilmiştir.
Platon’a göre, ideal devlette bulunan gruplara karşılık, üç fazilet vardır. Bunlar;
bilgelik, yiğitlik (cesaret) ve kendine hakim olmadır (ölçülülük). Dördüncüsü ise bunların
13
birleşmesinden meydana gelen Adalettir. Adalet, devletteki grupların iyi bir şekilde uzlaşması
ve uyumudur. Bu nedenle adalet en yetkin fazilettir ve her şeyin düzenleyicisidir. Kendisinde
adaleti gerçekleştiren insan da en mükemmel insandır.
Platon’un ahlak anlayışı toplumsal ahlakı da yansıtır. Çünkü fert yaşadığı devleti
temsil eder. Mükemmel devlet mükemmel vatandaş yetiştirir. Devletin görevi, vatandaşına
mümkün olduğu ölçüde mutluluk sağlamaktır. Devlet bir eğitim kurumu olup, belirleyici vasfı
ahlaklılık ve bilime, başka bir ifadeyle felsefeye teşviktir. Yönetimde filozoflar olmazsa ve
devlet gücüyle felsefe bir elde bulunmazsa insanlığın acıları sona ermez. Bu nedenle devleti,
en iyilerin, bilginlerin, faziletli kimselerin yönetmesi gerekir. Devlet düzenli olursa ferdin
ruhu da düzenli olur ve insan o zaman mutluluğa ulaşır.
4.1.1.3.7. Din ve Tanrı Anlayışı
Platon’un Kanunlar isimli eserinde derin bir dini duygu hakimdir. O bu eserde dini
merasimlere büyük yer ayırır. O Protagoras’a “Her şeyin ölçüsü insan değil Tanrı’dır” diyerek
cevap verir. Bu nedenle insan önce Tanrı’ya karşı hürmet ve tazimde bulunmayı bilmeli ve
ona saygı duyacak şekilde yetiştirilmelidir.
Platon Timaios diyaloğunda belirttiğine göre, “Demiourgos” ezeli ve ebedi olan,
kainatı yaratan Tanrı manasında, “Demiurge” Yunancada sanatkar, işçi, yapıcı, yaratıcı,
hakim manasında, Latincedeki “Demiurgus” ise “bütün eşyanın yaratıcısı” manasında
kullanılmaktadır. Demiourgos ilk olarak yıldızlar ve gök ruhlarını yaratmış, en son olarak da
duyulur dünyayı meydana getirmiştir.
Platon bazen Tanrı bazen de tanrılardan bahseder. Bu durumun, içinde yaşadığı resmi
politeist din anlayışına aykırı düşmeme kaygısından kaynaklandığı söylenebilir. Ona göre
gerçek Tanrı tektir. Fakat bu gerçek olduğunu bildirdiği Tanrı’yı da mutlak olarak kabul ettiği
de görünmemektedir. Çünkü Platon’a göre Tanrı, varlıkları, ezeli ve ebedi ideye bakarak ve
onu örnek alarak yaratmaktadır. Burada ezeli ve ebedi olan Đde’dir Đyi’dir. Burada Tanrı
yaratıcı Đde’ye bağlı kalmaktadır, halbuki kendisine göre Đde’nin bizzat Đyi olması gerekir.
Bu modele göre çalıştığı kabul edilen Demiourgos, yaratıcı ve yaratılan olarak aynı
modelde birleşmektedir. Burada Tanrı ile Đde iç içe olup, bazen Tanrı Đde’den, bazen de Đde
her şeyin kaynağı olan Tanrıdan çıkar. Bu nedenle Philon, ideleri Tanrının fikirleri olarak
yorumlar. Burada Tanrı ile Đde adeta aynileşir. Böylece Demiourgos ile Đde’nin aynı şey
olduğu, Platon’un Đyi’ye ve En yüksek Varlık’a verdiği sıfatlardan anlaşılmaktadır. Çünkü
ona göre Tanrı en yüksek iyiliktir. Mutlak Đde (Đyi Đdeası=Bir=Tanrı, Nous) manevi alemde
bulunan en yüksek şeydir, kudret ve mertebe yönünden varlığın ve cevherliğin üstündedir. O
doğru ve güzel olan her şeyin, hem ideaların hem de duyulur dünyanın yaratıcısıdır.
Platon felsefesinde tabiatın gayesi insandır, insanın gayesi de idedir, idealdir. Bu
ideale En Yüksek Đyi’ye ulaşmak ise haz ile değil ancak insanın Tanrı’ya benzemeye
çalışmasıyla mümkün olur. Đnsan ancak adaletli davranışıyla Ona benzeyebilir. Çünkü O
adaletin kendisidir.
14
Dindarlık bizim Tanrılıkla olan ilişkilerimizdeki adalettir. Platon kötülükten kaçışı
dindarlığın gereği olarak görür. Kötülük göklerde değil yerdedir ve onu yerden kaldırmak
mümkün değildir. O halde mümkün olduğu kadar kötülükten kaçamaya ve Tanrı’ya
benzemeye çalışmalıdır.
Tanrı’ya benzeyebilmek için terbiye gerekir. Bu durumda insanın alması gereken ilk
terbiye, Tanrı’ya karşı hürmet ve tazimde bulunmayı öğrenmektir.
4.1.1.3.8. Sanat Görüşü
Platon “güzel”in de felsefesini yapmıştır. O maksada uygunluk, fayda, zevk, uyum
şeklinde nitelendirdiği bir özel ve münferit güzelden; bir de “bizatihi güzel”, “bizatihi hayr”
yani meydana gelmemiş ve yok olmayacak olan, başka bir şeye dönüşmeyen “en yüksek
ideden söz eder.
Buna göre gerçek sanatçı kendisine en yüksek sanatkar olan Tanrı’yı örnek alandır.
Tanrı’nın sanatı anlamadan insanın sanatı anlaşılamaz. Đnsan ilahi yaratmaları gücü oranında
taklit etmelidir. Bu durumda Platon’a göre sanat “taklit=mimesis” olmalıdır. Bu taklit de
idelerin taklididir. (Marangoz benzetmesinde olduğu gibi) Şu halde sanat, birer kopya olan
nesnelerin taklididir, yani taklidin taklididir.
Platon şöyle der: “Eğer sanatkar büyük bir sanat eseri meydana getirmek istiyorsa,
gözlerini idelere dikmelidir, tıpkı Tanrı gibi. Çünkü Tanrı, önce mümkün olan bütün şeylerin
mükemmel örnekleri olan “ide”leri, “cevher”leri yaratmış, sonra da bu ebedi örneklere
bakarak büyük sanat eseri olan Alemi yaratmıştır. O halde gerçek bir sanatkar da bu ideleri
taklit etmelidir.”
Platon’a göre iki tür sanatkar vardır; birincisi konu olarak ilahiyi örnek alanlardır.
Bunlar eşyanın ilahi mahiyet ve suretlerini en doğru bir şekilde tekrarar edebilmiş olanlardır.
Đkincisi ise maddi şeyleri, insanlığın duygularını, ihtiraslarını, reziletlerini vb. konu alıp taklit
edenlerdir. Platon ikinci tür sanatı ve sanatkarı kötü sayar. Ona göre sanatta gerçek amaç,
görünen varlıklardan idelere geçmek ve eserde onları yansıtmaktır.
Güzel ile iyiyi aynılaştıran Platon, iyi ve güzel tasarımı altında sanatın ahlaki amaçlara
hizmet etmesi gerektiğini, güzel ile doğrunun sınırsız gerçekliğe sahip olduğunu savunmuştur.
Yine Platon’la birlikte taklit=mimesis, felsefi bir inanç olarak estetiğe yerleşmiştir.
4.1.1.3.9. Etkisi
Görüldüğü üzere Platon kendisinden önceki felsefeleri özümseyerek kendi felsefesinde
birleştirmiş ve bunun sonucunda da Yunanlıların örf ve adetlerinden büyük ölçüde
uzaklaşmıştır. O bütün çalışmalarıyla büyük bir felsefi sistem kurmuştur.
Platon’un kurduğu akademi, M.Ö. 300 yıllarında güçlenmeye başlamış, milattan
önceki son yüz yılda Eklektisizmin (seçmecilik), milattan sonraki ilk yüz yıllarda ise Yeni
Platon’culuğun merkezi olmuştur. Akademi M.S. 529 yılında Kral Jünstinyen tarafından
kapattırılmıştır.
15
Platon’un etkisi günümüzde de devam etmektedir. Felsefi bir konuda onun eserleri ve
görüşleri ilk müraacat edilen kaynaklardandır. Ondan birkaç asır sonra, görüşleri yeniden
yorumlanarak Yeni Platon’culuk kurulmuş, orta çağda ilahiyatla ilgili felsefenin en güçlü
kaynağı olmuştur. Ayrıca o Rönesans döneminde yeniden ilgi odağı olmuştur. Günümüzde ise
onun görüşleri din, siyaset felsefesi ve tarihi vb. bakımlardan temel kaynaklardan biri kabul
edilmektedir.
ÖZET
Platon önceleri hocası olan Sokrates’i takip etmiş ve ilk dönem eserlerini onun
ağzından çıkmış gibi yazmıştır. Sonra giderek kendi felsefesini şekillendirmiştir. Platon.
Đdealist olup bu anlayışını tüm felsefesinde sürdürerek sistemli felsefenin de kurucusu
olmuştur. Ona göre bilgi, doğuştandır. Đdelerin hatırlanıp kavramlar haline getirilerek bir
hükme ulaşmanın gerçek bilgiyi oluşturduğunu söylemiştir. Gerçek dünyanın ideler dünyası
olup üzerinde yaşadığımız dünya, bir gölge ve görüntüden ibarettir, bir gerçekliği yoktur.
Đdeler dünyası her şeyin asıllarının ve ideal formlarının bulunduğu yerdir. Bütün
mükemmellik oradadır. En yüksek idea, varlık ve iyi ideasıdır. Platon, ruhun ölümsüzlüğünü
kabul eder.
Devlet anlayışını da idealizme göre şekillendirmiştir. Đdeal devletin mutluluğa ulaştıracak tek
devlet biçimi olduğunu benimsemiştir. Sanat anlayışında da aynı idealist çizgiyi takip etmiştir
KAYNAKLAR
Hüsameddin Erdem, İlkçağ Felsefe Tarihi.
Kamuran Birand. İlk Çağ Felsefesi Tarihi,
DEĞERLENDĐRME SORULARI
S.1. Platon’a göre gerçek bilgi aşağıdakilerden hangisidir?
a- Akıl bilgisi
b- Sezgi bilgisi
c- Duyu bilgisi
d- Tecrübi bilgi
e- Hissi bilgi
S.2. “Çünkü duyu dünyası mekan içinde meydana gelmiştir. Mekan ise ne düşünce ne de
duyularla bilinebilir, bu nedenle o ne bir kavram ne de algıdır, … ne de duyu nesnesidir. Fakat
mekan olmasaydı gerçek varlık görünemezdi, … Dolayısı ile mekan, dünyada her tür cisimsel
forma bürünen bir şeydir.” Görüşünü kim ileri sürmüştür?
a- Platon
b- Aristoteles
16
c- Sokrates
d- Parmanides
e- Demokritos
S.3. Platon, kendi zamanındaki devlet şekillerini hangi gerekçe ile doğru bulmaz?
a- Mevcut devlet şekilleri sadece belli değerlere ağırlık vermektedirler
b- Fert içinde yaşadığı devletin karakter ve tabiatını taşır.
c- Mükemmel devletler mükemmel fertler meydana getirirler,
d- Eksik ve sahte devletler de eksik ve sahte vatandaşlar meydana getirirler.
e- Hiçbiri
S.4. Platon’un yaşlılık döneminde benimsediği devlet şeklinde aşağıdakilerden hangisi
yoktur?
a- Herkes kanunlara bağlıdır
b- Geniş bir orta sınıf olmalıdır
c- Ticareti yalnız devlet yapar
d- Devleti yönetecek kişi ciddi bir din eğitimi almalıdır
e- Devleti filozoflar yönetmelidir
S.5. Platon’ göre sanat nedir?
a- Taklittir
b- Taklidin taklididir
c- Doğanın eksiğini tamamlamadır
d- Zihindekileri yansıtmadır
e- Duyguları açığa vurmadır
CEVAP ANAHTARI
1. A; 2. A; 3. E; 4. C; 5. B
1
FELSEFE TARİHİ
Hafta 5
Aristoteles
Doç. Dr. Nazım HASIRCI
2
ÜNİTE5
Aristoteles
İÇİNDEKİLER
5.1.ARĐSTOTELES
5.1.1. Hayatı
5.1.2. Felsefesi
5.1.2.1. Mantık Görüşü
5.1.2.2. Bilgi Görüşü
5.1.2.3. Metafiziği
5.1.2.4. Tabiat Görüşü
5.1.2.5. Đnsan Görüşü
5.1.2.6. Psikolojisi
5.1.2.7. Ahlak Görüşü
5.1.2.8. Sanat Görüşü
5.1.2.9. Devlet Görüşü
5.1.3. Etkisi
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Aristoteles‟in felsefe tarihindeki yeri ve önemini açıklayabilecek
• Bazı temel mantık kurallarını açıklayabilecek
• Bilgide duyu-akıl ilişkisini temellendirebilecek
• Dört neden ve bunun fizikle ilişkisini açıklayabilecek
• Aristoteles‟in evren, insan, ruh, ahlak, sanat ve devlet anlayışını kavrayabileceksiniz
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• Ahmet Arslan'ın Felsefeye Giriş isimli kitabı okumalı,
• Hüsameddin Erdem'in Đlkçağ Felsefe Tarihi isimli kitabını gözden geçirmeli
• Kamuran Birand'ın Đlk Çağ Felsefesi Tarihi kitabı edinilmeli
3
Aristoteles
5.1.ARĐSTOTELES
5.1.1. Hayatı
Aristoteles, M.Ö. 384’de Yunanistan’ın kuzeyinde, Selanik civarında Stageira
kasabasında doğmuş ve M.Ö. 322’de Chalkis kasabasında ölmüştür. O hekim yetiştiren bir
ailenin çocuğu olup, babası da bu mesleğe sahiptir.
Aristoteles Platon’un en önemli öğrencilerinden olup, Akademinin yetiştirdiği en
dikkat çekici filozoftur. O genç iken hocasının tesiri altında kalarak “Đdeler Nazariyesi” ve
“Ruhun Ölümsüzlüğü”nü kabul etmekte idi, daha sonra kendi felsefesini kurarak Platon’un
dini karakter taşıyan felsefesini terk etti. Ancak Platon’un birçok konuya dair etkisi, üzerinde
bulunmaktadır.
Platon’un ölümü sonrası Anadolu sahillerine gelen Aristoteles, Makedonya Kralı
Phlippe tarafından oğlu Büyük Đskender’i eğitmesi için Makedonya’ya davet edildi.
Aristoteles uzun süre Đskender’in eğitimi ile meşgul oldu, aralarındaki dostluk uzun süre
devam etti. Bu dostluk sayesinde Aristoteles, Đskender’in doğu seferinde yanında götürdüğü
bilim adamlarının, doğudan topladıkları ve memleketlerine dönüşlerinde yanlarında
getirdikleri ilmi materyalleri değerlendirme imkanı buldu. Onun eserlerindeki coğrafya,
hayvan ve bitkilere ait birçok bilgi bu materyallere dayanır.
Aristoteles Đskender’i yetiştirdikten sonra Atina’ya dönmüş, ölmeden on iki yıl önce
Lykeion (Lise)’u kurmuştur. Bu okuldaki dersler ve ilmi tartışmalar, okulun ağaçlı ve gölgeli
yollarında yürünerek yapıldığından, ona Peripatos Mektebi de denilmiştir.
Aristoteles, muarızlarının kendisini dinsizlikle suçlaması ve diğer sebeplerden dolayı,
Atina’yı terk ederek Chalkis kasabasına iltica etmiş ve orada ölmüştür. Onun kurduğu lise
yıllarca eğitim ve öğretime devam etmiş, ilim yuvası olmuş ve Platon’un Akademisi ile aynı
tarihte, aynı sebepten kapatılmıştır.
5.1.1.1. Đlmi Kişiliği
Aristoteles’in ailesinde hekimlik geleneği bulunduğunu yukarıda zikretmiştik.
Hekimlik de gözleme dayanır. Bu nedenle Aristoteles, öncelikle gözlemci bir tabiat bilginidir.
O tabiatın kendisini duyularımıza sunduğu şekilde bilmek ister. Bu yönüyle Aristoteles,
bilgiyi, eşyanın idesinin bilgisinde gören hocası Platon’dan ayrılır ve bilgide tek tek
nesnelerle ilgilenir. Bununla birlikte Aristoteles, hocasından tek tek objeleri tümel kavramlar
altında toplamak gerektiğini de öğrenmiştir.
Bu durumda Aristoteles’ göre “Bilgi, bir taraftan objelerin müşahedesi, diğer taraftan
da bu objelerin tümel kavramlar altında toplanmasıdır.” O bu görüşü doğrultusunda, objeleri
sınıflara ayırmayı sonra da bu sınıfları bir sistem içerisinde toplamayı keşfetmiş ve
4
uygulamaya koymuştur. Böylece Aristoteles tasnif eden ve sistemleştiren bilginin en büyük
üstadı olmuştur.
Aristoteles’in bu sistemleştirme çabası aynı zamanda bir mantık çabasıdır. Çünkü
mantık prensipleri insanı, eşyayı sınıflara ayırmaya ve bir sistem içerisinde toplamaya sevk
eder. Bu yönüyle o, mantığın gerçek sistemleştiricisidir.
Aristoteles’in diğer bir özelliği ise büyük bir toplayıcı olmasıdır. O, kendi zamanına
kadar olan felsefi görüşleri sistemli bir şekilde toplamış ve bir felsefi problemi ele alırken
öncekilerin konu hakkındaki görüşlerini sıralamış, sonra da kendi görüşünü yazmıştır. Bu
yönüyle Aristoteles, ilk felsefe tarihçisi ve bilim tarihçisi sayılmakta olup, doxografik felsefe
tarihi çalışmalarının öncüsü kabul edilir. Günümüzde Đlk Çağ Felsefe Tarihi çalışmaları
öncelikle onun eserlerine dayanmaktadır.
5.1.1.2. Eserleri
Aristoteles’in eserleri sistemli, ilmi ve didaktiktir. O ilk defa alemi çeşitli alanlara
ayırıp, her bir alan için ayrı bir ders kitabı yazmıştır. Đlimde ihtisaslaşma onunla başlamıştır.
Aristoteles’in en önemli eseri, bütün ilimlerin aleti kabul ettiği mantığa dair Organon
(alet)’dur. Organon; Kategoriler, Önermeler, Birinci Analitikler, Đkinci Analitikler, Topikler
ve Sofistik Deliller olmak üzere altı kitaptır. Bunların en önemlileri ise kıyas teorisi ve kesin
ispatlamayı konu edinen Birinci ve Đkinci Analitikler’dir.
Tabiatla ilgili kitapları ise Fizik, Göğe Dair, Kevn ve Fesat, Meteoroloji sayılabilir.
Hayvanlarla ilgili olanlar Hayvanlar Tarihi, Nebatat isimlerini taşır. Yine Ruha Dair isimli
eseri psikoloji, astronomi ve fizyoloji ile ilgilidir.
O genel felsefesini, en önemli kitabı olarak kabul edilen Đlk Felsefe (Metafizik) isimli
eserinde ortaya koyar. Bu eser alemin ilk ve son sebeplerini konu edinir. Öğrencilerinin,
Aristoteles’in eserlerini tertip ederken Đlk Felsefe’yi Fizik isimli eserden sonraya koymaları,
bu eserin Metafizik (fizikten sonra) adını almasına yol açmıştır. Bu isim eserin içeriği ile de
uyumludur.
5.1.2. Felsefesi
Aristoteles tabiat araştırmalarında gözlem yapmayı ilke olarak benimser. O tek tek
gözlemlediği olaylardan hareket ederek tümel hükümlere ulaşır. Ona göre gerçek olan
varlıklar elimizle tutup, gözümüzle görebildiğimiz yani duyularımızla algıladığımız
varlıklardır. Đlmin görevi de tek tek varlıklardan hareket ederek sınıflara oradan da sistemlere
ulaşmaktır.
Aristoteles’te mantık metafizik temellidir. O Đlk Felsefe dediği metafizik isimli
eserinde ise varlığı varlık olarak ele alıp, varlığın ilk ve son prensiplerini temellendirmeye
çalışır. Bununla birlikte Aristoteles metafiziğinde Tanrı bütün nedenlerin nedeni olduğundan,
bu metafizik aynı zamanda Teoloji adını alır. Đlk Felsefe ilkelerin, tümelin bilgisini verir.
Tecrübe dünyasında algılanan her tekil nesne, ancak tümel bir kavramda bulunur. Bütün
5
varlığı tümel kavramlarla ifade etmek isteyen Đlk Felsefe, kendi hedefini kendisinde bulur,
ancak akılla kavranabilir ve temellendirilebilir.
5.1.2.1. Mantık Görüşü
Mantığı ilk defa sistemleştiren Aristoteles’tir. Aristoteles mantıkla ilgili çalışmalarını
Organon isimli külliyatta toplamıştır. Ona göre mantık felsefenin bir bölümü değil bütün
ilimlerin bir aletidir. O düşünmenin form ve ilkelerini belirleyen temel bilgidir. Mantık insana
doğru düşünmenin şeklini ve yöntemini gösterir, insanın ne düşünmesini değil nasıl
düşünmesi gerektiğini ve sahip olunan bilgilerden kesin bilgilere nasıl ulaşılacağını öğretir.
Bu yönüyle mantık ilimlere bir giriştir. Felsefe ve ilimler bilgiye ulaşmada mantığı kullanır.
Bilgiye ulaşmada, mantığın en önemli bölümü olan kıyas büyük rol oynar. Bu yüzden kıyas
mantığın omurgasıdır.
Aristoteles’e göre varlığın formları aynı zamanda düşüncenin de formlarıdır.
Düşünülen ile gerçeklik birbirine paraleldir. Zira düşünce, gerçeklik dünyasındaki varlıkların
zihnimizdeki bir suretidir. Mantık kavramları da gerçek varlıkların zihnimizdeki suretinden
başka bir şey değildir. Biz eşyanın özünü ancak bu suretlerle kavrayabiliriz. Bu nedenle
kavramlar düşünebilmenin temel araçlardır.
Aristoteles’te mantık kavram (tasavvurat) ve akıl yürütme (tasdikat) olmak üzere iki
ana bölümden meydan gelir. Ona göre bir varlığı bilmek için önce onu bir kavram grubuna
sokmak gerekir. Böylece o objenin tür ve cinsi belirlenir. Bir objenin cinsini belirlemek ise
onun cevherinin (özünün) ne olduğunu ve hangi sebeplerin onu meydana getirdiğini
öğrenmek demektir. Bunları bilmek ve o varlığı hangi yönlerden gözlenebileceğini öğrenmek
için bazı ipuçlarına ihtiyaç vardır ki Aristoteles bunlara Kategoriler der. Ona göre biri özsel
Cevher, diğerleri ilintisel olmak üzere on kategori vardır. Bunlar: Cevher (töz), nicelik,
nitelik, bağıntı, yer (mekan), zaman, durum, sahip olma, etki ve edilgidir. Varlığı bu şekilde
bir kavram grubuna soktuktan sonra ikinci adım onu tanımlamaktır. Tanım varlıkları, bazı
ortak niteliklerde (cins) birleştirmeye ve ayırıcı niteliklerini de göstererek diğer varlılardan
ayırmaya götüren bir zihin işlemi olup, varlığı mahiyeti ile tanımamızı sağlar.
Bu şekilde varlığı kavram olarak idrak ettikten sonra ikinci adım bu varlık hakkında
hüküm vermek ve bu hükümlerle de akıl yürütmektir. Bu amaçla Aristoteles önce önermeyi
ele alır. Önermenin özne, yüklem ve bağdan meydana gelen unsurlarını ve onlar arasındaki
ilişkileri, niceliğini niteliğini, modalitesini ve döndürülmesini inceler. Yalnız o, sadece basit
önermelerle uğraşır.
Akıl yürütmede ise Aristoteles, kıyas ve tüme varımı inceler. Aristoteles’te bilimin
görevi, tikel hükmün, tümel hükümden nasıl bir mantıki zorunlulukla çıktığını göstermektir.
Bu durumda mantığın en önemli konusu tümden gelimsel akıl yürütme olan kıyastır. O bu
amaçla Birinci Analitiklerde kıyas teorisini kurar ve akıl yürütmeyi formel yönden inceler;
Đkinci Analitiklerde ise bu teoriyi pratiğe aktararak akıl yürütmeyi içerik yönünden ele alır,
kıyasta kullanılan önermenin epistemolojik değerine göre, yapılan kıyasları ve ulaşılan
bilgileri sınıflandırır. Bu nedenle kıyas mantığın esasını teşkil eder.
6
Tüme varımı ise Aristoteles tam ve eksik şeklinde ikiye ayırır. O, eksik tüme varımı,
zihnin tikel örnekleri gözden geçirip kavradıktan sonra bu tikelde tümeli sezmesi, tümele
sıçrama yapması şeklinde değerlendirir. Aristoteles duyulara güvenir ve duyların insanı
yanıtlamayacağını düşünür. Yanılmanın zihinde yanlış ilişkilendirilmesi ve
yorumlanmasından kaynaklandığını belirtir.
5.1.2.2. Bilgi Görüşü
Aristoteles, Sokrates ve Platonda olduğu gibi bilgilerin tamamen doğuştan geldiği
fikrini kabul etmez, fakat zihnin bu dünya ya tamamen boş olarak geldiğini de ileri sürmez.
Ona göre zihin, doğuştan bilgiyle gelmemiştir ama bilgi meydana getirme yeti ve yeteneğine
sahip olarak gelmiştir. Bu yeteneğin gelişmesi için de gözlem ve deneye ihtiyaç vardır.
Dolayısı ile duyu organlarının dış alemi tecrübe etmesiyle kavramsal bilgi oluşur.
Buna göre “doğru bilgiye kavram ile ulaşılır.” Çünkü tümel kavramlar, onları temsil
eden objelerinde gizlidir. Aristoteles’e göre gerçek olan, ferdi olandır aksi takdirde fertlere
dayanan tümel kavramlar bir gerçekliğe sahip olamazlar. Tümel kavramlarla tümel önerme
elde edilir. Tümel önermelerin önemi ise onlarla, zorunlu bilgiye götüren akıl yürütme
yapılabilmesidir. Bu sebeple geçerli kıyas tümel önermelerle yapılır ve bu bilgi de zorunlu,
gerçek bilgidir, olasılıklı değildir, zaman ve yere göre değişmez. Bu değişemeyen zorunlu
bilgi de formda (biçim) bulunur.
Önermelerden hareketle gerçek bilgiye ulaşacak, yine duyu ve tecrübe yoluyla elde
edilen duyu algılarını işleyecek ve sentezleyecek olan ise akıldır. Böylece Aristoteles, bilgi
elde etmede hem duyuya hem de akla büyük önem verir. Duyu organları vasıtası ile algılanan
veriler, önce “pasif akıl” tarafından izlenim şeklinde kavranır ve koruma altına alınır, daha
sonra bu izlenimler “aktif akıl” tarafından işlenir, bir şekil ve düzene sokulur. Aktif aklın
duyulur algıları bu şekilde düzenlemesine bilgi denir.
Bilginin bilgi haline gelmesi, zihni formlara sokulması ve içerik kazanması akla
dayalıdır. Çünkü zihnin kategorileri, kalıpları aynı zamanda dış dünyanın da kalıplarıdır.
Zihindeki kavramlar, varlıkların özlerinin (töz-cevher) bir ifadesidir. Buna göre gerçek bilgi,
kaynağı duyu verilerinde olan, fakat zihinde kavramlı - anlamlı hale getirilen bir bilgidir.
Dolayısıyla duyulara güvenmek gerekir. Đnsan tecrübeyle elde ettiği bilgide kalmaz, bunları
akıl yoluyla işleyerek daha genel bilgiye ulaşır.
5.1.2.3. Metafiziği
5.1.2.3.1. Varlık ve Oluş
Aristoteles hocası Platon’un Đdeler Nazariyesini tenkit eder. Ona göre, ideler
varlıkların özü ise varlıkların içinde olmalıdır. Gerçeğin idelerde olduğunu kabul etmek,
gerçeği ayrı, objeyi ayrı düşünmektir. Oysa “gerçek varlık” objenin- fenomenin içinde
bulunan özdür, bunlar iç içedir. Varlığın dışında kendi başına mevcut olan bir tümel yoktur.
Nesnelerin kavram halinde bilinen varlığı ile gerçekliği aynı şeydir. Bütün fenomenler özün
gerçekleşmesidir.
7
Aristoteles’e göre varlığı algıladığımız dünyanın içinde aramak gerekir. Gerçek alem
duyularımızla algıladığımız alemdir. Bu nedenle Aristoteles ide ya da cinsi bizzat tek tek
varlıların içinde bulur. Bir varlığın önce genel yönü vardır. Bu yön onu diğer ortaklarıyla
birleştirir ve bir kavram altında toplar. Đkinci olarak varlığın tamamen kendine has ferdi yönü
vardır. Örneğin bir insanın bütün insanlarla ortak olan ve sadece kendine has olan yönü
vardır. Genel yön onun insan olabilmesini sağlar ve zorunludur, ferdi yön ise zorunlu değildir.
Aristoteles’e göre bir varlığın meydana gelmesinde iki etken rol oynar:
a) O şeyin mahiyetinde saklı olan ve özünü belirleyen etken (form),
b) Harici tesirlerin bir özeti olan (maddi olan) etken.
Birinci etken bir şeyin tümel niteliklerini zorunlu olarak belirler. Aristoteles,
etkenlerin birincisine “şekil kazandıran etken”, ikincisine de “maddi” veya “şekil kazanan
etken” der.
Ona göre, alemdeki her oluşun, şekil kazandırıcı bir kuvvetin maddeye şekil
kazandırmasıyla var olması mümkün olur. Dolayısıyla bu dünyadaki her şey, şekil (form)
kazanmış bir maddedir, form yüzünden gerçeklik kazanmış bir imkandır. Oluş, olabilirliğin
form sayesinde gerçekliğe dönüşmesi ve varlık haline gelebilmesidir. Özün, fenomenler
yanında bundan daha yüksek bir gerçekliği yoktur, öz daima fenomenin içindedir. Örneğin,
her tohumun içinde, ona kendi şeklini kazandıran bir kuvvet saklıdır, fakat bu tohum aynı
zamanda ne tohumu ise o tohum olmaya da devam eder.
Aristoteles canlı tabiatta bulduğu birtakım özellikleri bütün aleme teşmil etmiştir. O
alemdeki her oluşu bir uzvun büyümesine benzetmiştir. Yani o tabiattaki her oluşu, şekil
kazandırıcı bir kuvvetin, şekil kazanan bir malzeme üzerindeki etkisi diye anlamaktadır. Bu
sebeple ne maddesiz bir şekil ne de şekilsiz bir madde düşünülebilir.
Aristoteles’in düşüncesinde tabiattaki oluş bir heykeltıraş veya mimar gibi çalışır.
Tabiatta çalışan kuvvetler tıpkı bir heykel tıraş gibi, tabiatı belli bir gayeye göre
şekillendirirler. Bir fasulye tohumu böyle şuura sahip değildir, fakat gelişmesini belirli bir
gaye doğrultusunda tamamlar. Böylece Aristoteles’e göre tabiat, belirli bir gayeye göre
çalışan süreçtir. Tabiatta bir olayın tesadüfi olduğunu söylemek, bu olayın illetini bilmemek
demektir. Tabiatta hiçbir tesadüf yoktur, her olayın mutlaka bir sebebi vardır. Olayların bir
gayesinin olduğunu söylemek ise, tabiatın tek bir akıl tarafından idare edildiğini gösterir.
Alemdeki oluşu meydana getiren dört temel sebep vardır:
1. Maddi Sebep: Şekil kazanan, kendisinde veya kendisiyle birlikte bir şeyin olup
bittiği sebeptir.
2. Şekil Kazandıran (Formel) Sebep: Maddede kendisini gerçekleştiren formdur. Bir
nesnenin formu kavramsal özüdür.
3. Etken (Harekete Getiren) Sebep: Her türlü oluş veya maddenin şekil kazanması için
dıştan bir hareketi başlatan sebeptir.
8
4. Amaçsal (Ereksel- Gai) Sebep: Her oluşu yöneten ve varılmak istenen amacı
gösteren sebeptir. Son üç sebep birbirine indirgenebilir.
Varlıkların oluşumunda, nesnelerin oluşturduğu bir düzen, maddenin en aşağı
şekillerinden en yüksek formlarına kadar yükselen bir sistem vardır. Nesnelerin bu dizilme
sürecinde, hem en aşağıda hem de en üstte bir sınır vardır. En aşağı sınır, “Salt madde”
(heyula) en yukarıda da “Salt Form”dur.
Aristoteles’e göre salt madde veya ilk madde, sadece bir imkandan ibaret olup
gerçekliği yoktur. O her hangi bir yerde şekil kazanmadan önce var değildir. O şekil
kazandıran sebebin, şekil kazandırmasıyla gerçeklik kazanan ve çeşitli imkanlara kavuşan
şeydir. Ona göre, salt madde varlık dünyasında hiçbir zaman bulunamaz. Çünkü biz hep şekil
kazanmış madde ile karşılaşırız. Oysa ilk madde şekilden yoksundur. Maddenin karşısında ise
aleme şekil veren güç vardır. Bütün aleme şekil veren bu güç, aynı zamanda aleme hareket ve
belirli bir gaye veren varlıktır da.
5.1.2.3.2. Teolojisi
Aristoteles’e göre “Salt Form” maddeye ihtiyaç duymaksızın, en yüksek realiteye
sahiptir. Madde ise bir imkandan ibarettir ve kendi kendisine gerçekleşemez. Etken sebebin
hareket ettirmesiyle oluşa çıkar.
Aristoteles’in oluş sisteminde hareketin zaman bakımından bir başlangıcı yoktur,
hareket de varlık gibi öncesizdir. Ancak varlık üzerindeki hareketin sebebi, formun madde
üzerindeki etkisidir. Buradaki form daha yüksek form karşısında maddedir, daha yüksek olan
form da kendisinden yüksek olan form karşısında madde olacaktır. Bu böyle sonsuza kadar
sürüp gider fakat böyle sürüp gitmesi anlamsızdır. Bu formlar dizisinde, kendisi “Salt Form”
olan, artık madde olmayan ve hareket etmeyen, fakat bütün biçimlerin biçimini veren ve
bütün hareketlerin ilk sebebi, ilk muharrik bir ilke kabul etmek gerekir.
Aristoteles’e göre tabiatta gerçek anlamıyla son olan ve olayları ilk defa harekete
geçiren büyük bir sebebin bulunması zorunludur. Ayrıca bu sebebin sadece hareketi intikal
ettiren değil hareketi doğrudan yaratan olması, muayyen bir gayeye varmak istemesi, makul
ve ilahi bir sebep olması gerekir. Đşte bu sebep, kuvvet maddeden tamamen soyutlanmış olan
“Salt Form” (suret)’dur.
Salt Form, ezeli ve ebedi, değişmez, hareketsiz, kendinden başka bütün varlıklardan
ayrı, cisimsiz, bütün varlıkların oluş sebebi ve en yetkin varlıktır. Her imkan onda gerçek
olmuştur. Bütün var olanların en yükseği ve en iyisidir. Salt Form, Tanrı’nın kendisidir. Bu en
yüce varlık, hiçbir imkanla ilişiği olmayan, kendi kendisine dayanan, salt etkinlik ve
düşünmedir. O, sadece kendi özünü, kendi kendisini konu edinen, kendi kendisini düşünen
salt bir düşünme, düşünmenin düşünmesi, şuurun şuurudur. Bu nedenle Tanrı cisimsiz, salt
maneviyat, salt ruh, salt akıldır. Aristoteles’in Tanrı’sı hiçbir şey istemez ve yapmaz, alem
üzerinde hareket ve iradesiyle etkide bulunmaz. O, bütün alemi ve alemdekileri özlemesi,
sevgisi ve aşkla etkiler. Varlık alemindeki olup bitenler, hep maddenin Tanrı’yı özleyişi ile
harekete geçer ve oluşur. Dolayısı ile Tanrı, her türlü hareketin sebebidir.
9
Alemdeki oluşu ilk defa harekete geçiren ve aleme şekil veren Tanrı, her şeyin
sonunda da bulunur. Alemdeki her şeyin gayesi Tanrı’dır. Bunun için de alemdeki oluş,
Tanrı’ya doğru giden bir oluştur, evrenin gayesi tekrar Tanrı’ya ulaşmaktır.
Aristoteles’in Tanrı anlayışının Eski Yunanlıların Tanrı anlayışına dayanmakta olduğu
görülmekte olup, bu anlayış monoteist dinlerin Tanrı anlayışı ile bağdaşmaz. Yunanlılarda
Tanrı, alemi yaratan değil, daha ziyade alemin yapımcısı, mimarıdır. Tanrı kendisi gibi
ezelden beri var olan heyula (biçimsiz ilk madde)’ya sadece bir form, şekil kazandırmıştır.
Aristoteles’in Tanrı anlayışı Deist bir anlayıştır. Bu anlayışa göre Tanrı, ilk maddeye
form kazandırıp bir düzene soktuktan sonra işi biter ve alem ile ilgilenmez, ona müdahale
etmez, artık emekli olmuştur, köşesine çekilir ve alemdeki varlıkları seyreder.
5.1.2.4. Tabiat Görüşü
Aristoteles’e göre, bütün oluş ve varlıklar madde ile Salt Form arasında yer alırlar.
Madde şekil kabul etme yönünden pasif, Salt Form ise şekil kazandırma, düzenleme ve gaye
belirleme yönünden aktiftir. Đşte Aristoteles, nesnelerin meydana getirdiği bu bütüne tabiat
veya alem (physis) der.
Aristoteles’in düşüncesinde tabiat, bir birlik ve bütünlüğü olan canlı bir uzviyettir. Bu
uzviyet içinde madde sayısız şekillere bürünür, gittikçe daha yüksek formlara doğru gelişir ve
Tanrı’ya doğru yükselir, imkan ve kapasitesi ölçüsünde Tanrılıkla dolar.
Görüldüğü üzere bu yükselişin nihai gayesi Tanrı’dır. Tanrı’nın en temel vasıfları ise,
kendi kendisiyle aynı kalması, duran varlık olması, manevi ve akıl varlığı olmasıdır.
Tabiattaki formlar, Tanrı’nın bu sıfatlarına ne kadar benzerler ve bu sıfatları
gerçekleştirirlerse o kadar değerli olurlar, tabiat içindeki sıralamada yüksek yerlere sahip
olurlar. Tabiattaki fenomenlerin bu yükselişi, bir taraftan düzensiz hareketlerden düzenli
gökyüzü hareketlerine doğru gerçekleşirken, diğer taraftan da mekanik hareketlerden ruhun
hareketlerine oradan da akıl bilgisine doğru yükseliş sağlar. Bu iki yükseliş, en düzenli ve
yüksek zekalı ruhlar olan yıldızlarda birleşir. Alem ise en mükemmel şekil olan küre
şeklindedir. Hareketlerin en mükemmeli de dairesel olandır.
Gökyüzündeki varlıklar Ether (esir)’den meydana gelmiştir. Ether gökyüzü ile ilgili
eksiksiz bir unsurdur. Yeryüzündeki unsurlar değişirken, ether daima kendi kendisiyle aynı
kalır. Etherin hareketi ise daireseldir. Yıldızlar ve yıldızların hareket ettikleri şeffaf küreler
etherdendir. Evrenin en dışında sonsuz ve mutlak hareketleriyle Tanrı’ya en çok yaklaşan
sabit yıldızlar seması vardır. Bunun altında gezegenler, güneş ve ay yer alır. Aristoteles’in
yıldızlarla ilgili bu görüşü, Yeni Platonculuk ve Ortaçağ Astrolojisinde de temel olmuştur.
Yeryüzündeki varlıkların en aşağı formları ve varlıkların temelini oluşturan dört unsur
(toprak, su, hava ve ateş) alemi meydana getirir. Bu dört unsur daima düz istikamette hareket
eder. Ağır olanlar aşağıya, yerin merkezine doğru, hafif olanlar ise yukarı doğru hareket
ederler. Onlar başka bir unsurla çarpışınca bu tabii hareketlerinden ayrılıp başka bir
istikametlere yönelebilirler. Dört unsur, bu çarpışma ile farklı bağlantılar kurarak, çeşitli
şekillerde birleşebilir. Yeryüzündeki mükemmellikten yoksun tesadüfi varlıklar bu şekilde
10
meydana gelirler. Maddenin yeryüzüne etkisi, gökyüzüne etkisinden daha güçlüdür.
Gökyüzünde matematiksel bir düzen ve hiç değişmeyen dairesel hareket vardır.
Aristoteles’in düşüncesinde gökyüzü ile yeryüzü arasında önemli bir mahiyet farkı
vardır. Ona göre yeryüzündeki varlıklar çeşitli tabakalara ayrılırlar. Her bir tabaka diğerinden
bağımsızdır ve her birinin ayrı niteliği bulunmaktadır. Bununla birlikte en üst tabakanın
varlığı, en alt tabakanın varlığına bağlıdır. En aşağı tabaka, organsız, uzuvsuz ve cansız tabiat
bulunur. Burada dört unsur (toprak, su, hava ve ateş) yani madde bulunmaktadır. Üst tabakada
ise organizmalı tabiat vardır. Burada aşağıdan yukarıya doğru bitkiler, hayvanlar ve insanlar
vardır. Buna göre tabiattaki varlıklar aşağıdan yukarıya doğru madde, bitki, hayvan ve insan
şeklinde sıralanır.
Bu alemin en üstün varlığı, akıl sahibi olan insandır. Đnsanın en büyük etkisi
düşünmek ve bilmektir. Aristoteles’e göre, düşünmek pratiğin üstündedir ve gerçek hayat da
düşünce hayatıdır. Đnsan düşünmesi ile Tanrı’ya doğru yükselir ve yaklaşır. Alemdeki
mekanik ve organik olgular da birbiri üzerine derecelenir. Hepsinin temelinde dört unsur
vardır.
Aristoteles’e göre dört unsur, aynı zamanda birbirine dönüşebilir. Onların her birinde
diğer unsurları kendine dönüştürme gücü vardır. Örneğin, ateş katıları ateş haline, su da
katıları su haline getirebilir. Bu unsurlar bazı temel niteliklere sahiptir. Birbirine dönüşen de
sadece bu niteliklerdir. Örneğin, toprak kuru, soğuk ve ağır; ateş kuru, sıcak ve hafif; hava
yaş, sıcak ve toprağa nispeten hafiftir.
Aristoteles’in, tabiatın her yerinde bir düzen ve gayenin var olduğu görüşü,
kendisinden sonraki düşünürleri oldukça etkilemiştir.
5.1.2.5. Đnsan Görüşü
Akla sahip olan insan, her tür bilgiyi elde etme kabiliyetine sahiptir. O Tanrı’yı, varlığı
ve varlığın oluş sebeplerini bilecek şekilde yaratılmıştır. Bu nitelikleri ile insan Tanrı’ya en
çok benzeyen ve ona yaklaşabilen varlıktır.
Aristoteles’e göre insan, bazı aşağı duygular ve ortak özellikler bakımından hayvana
benzer. Fakat insanın bu nitelikleri onun yüksek amacına uygun hale getirilmiştir. Đnsan
düşünme ve konuşma, uzuvlarını kullanma açısından hayvanlardan ayrılır. Bu nitelikleriyle
insanın benzeri yoktur. O, hem beden hem de ruh yapısı yönünden tam bir kosmos, düzenli
bir alemdir. Đnsanın en önemli özelliği düşünebilmesi ve buna bağlı olarak konuşabilmesidir.
Dil ve düşünce iç içe olup, anlamlı söz söyleyebilen tek varlık insandır.
Aristoteles’e göre konuşmak bir tür sesli düşünmektir. Bütün maddi manevi değerler
ve bilgi insan ürünüdür.
11
5.1.2.6. Psikolojisi
Aristoteles’e göre ruh organik dünyanın esasını oluşturur. Đnsanda ruh etkin, beden ise
edilgindir; beden madde, ruh formdur. Ruh ile beden arasındaki ilişki madde ile biçim
arasındaki ilişkiye benzer.
Ruh, vücudu şekillendiren, harekete geçiren, belli bir gayeye doğru yönlendiren ve
canlı kılan prensip, bedenin içinde taşıdığı telos (gaye)’tur. Ruh bedeni olgunlaştırıp geliştiren
formdur. Ruh maddi değildir, fakat bedene hareket ve hayat verip ona hükmeden prensiptir,
bedenin varlığının amacıdır, beden ise ruhun aracıdır.
Aristoteles’e göre ruh hayatı üç basamaklı olup, her bir alt basamak üstteki için
maddedir. Bunlar:
1. Bitkisel (Nebati) Ruh: Bitkilerin canlılık ilkesi olup, fizyolojik varlığın en alt
basamağını teşkil eder. Bu ruh organik hayattaki mekanik ve kimyasal değişmeleri belli bir
amaç doğrultusunda şekillendirir. Bu ruh, sadece beslenir, büyür ve neslini devam ettirir.
2. Hayvani Ruh: Nebati ruhun bir üst seviyesidir. O, hayvanların bir gaye
doğrultusunda kendiliğinden hareket etmesini sağlayan istek ve iştahadır. Hayvanlardaki istek
ve iştaha, hazza yaklaşma ve acıdan kaçınma şeklinde ortaya çıkar. Hayvani ruh, algılama ve
hareket kabiliyetine sahiptir. Ayrıca bu ruh, şuursuz da olsa hatırlamak ve saklamak gibi
özelliklere sahiptir.
3. Đnsani Ruh: En yüksek ruhtur. Nebati ve hayvani ruhlar bu ruh için malzeme
durumundadır. Đnsani ruhun en temel niteliği, kendisini bitki ve hayvanlardan ayıran akıldır.
Hayvani ruh bedene bağlıdır, bedenle var olur ve bedenle birlikte yok olur. Akıl ise
vücuttan bağımsız olup sonsuzdur. Aristoteles’e göre aslında beden ile ruh arasında içten bir
bağlılık yoktur. Ruh, bedenden gelen her tür etkiyi hiçe sayabilir. Hayvani ruhtaki içgüdü,
insani ruhta iradeye, yine hayvani ruhtaki karışık ve belirsiz hatıralar yerlerini, insani ruhta
kavramlı ve şuurlu bilgiye bırakırlar.
Aristoteles aklı da Aktif ve Pasif olmak üzere ikiye ayırır:
Pasif Akıl: bu akıl hayvani ruhla ilgilidir. Bu aklın başarısı duyularla elde edilen
algılara ve bunlardan kalan silik izlere dayanarak bir takım kavramlar oluşturmaktan ibarettir.
Bu kavramlar da açıklık ve seçiklikten uzaktırlar.
Aktif Akıl: Bu, bütün insanlarda ortak ve her insanda aynı olan akıldır. Đnsani akıl
yaratıcıdır, insanı insan kılan nitelikler bu akla aittir, ruhun aktif olan yönüdür ve ölümsüzdür.
Bilinçli açık seçik kavramlar bu akılla elde edilir.
Pasif akıl, bağlı olduğu fertlerle ortaya çıktığından, beden yok olunca o da onunla
birlikte yok olur. Aktif akıl ise vücuttan bağımsız olup ölümsüzdür.
12
5.1.2.7. Ahlak Görüşü
Aristoteles ilmi teorik, pratik ve poetik şeklinde üçe ayırır. Ahlak ve politika toplum
ile ilgili olup, pratik ilmin bölümleridir. Politika ise, ahlakla ilgili olup, pratik ilimlerin en
üstünüdür. Fert, özsel olarak toplumun bir üyesi olup ahlaki varlıktır. Bu nedenle devletin
fazileti, vatandaşının faziletine bağlıdır. Hayatın gayesi ise mutluluktur.
Aristoteles’e göre insan için neyin iyi ya da kötü olduğunu politika bilimi inceler. Đyi
her şeyin kendisine yöneldiği gayedir, ahlaki iyi ise insan için iyi olanla sınırlıdır. Đnsan için
iyi olan, ruhun iyilikle uyumlu olduğu etkinliktir. Dolayısı ile iyi kendi başına bir amaçtır ve
kendi kendisine yeter. Ahlakın vazgeçilmez kaynağı olan fazilet ise en yüksek etkinliğin
çıktığı kaynaktır.
Đnsan davranışlarının gayesi olan iyinin ne olduğunu ortaya koymak ve ona ulaşmanın
yolunu göstermek ahlak ilminin görevidir. Đyi mutluluğun kaynağı olup, insanın mutluluğu
kendine has davranışlarında bulunabilir, bu davranışlar da aklın eylemidir. Đnsan bütün
davranışlarında aklı ölçü almalıdır. Akla ve aklın ölçülerine uygun olan davranış, fazilete de
uygun davranıştır. Đnsanın mutlu olup olamaması, faziletli olup olmaması ile ilgilidir. Ahlakı
diğer ilimlerden ayıran temel nokta budur.
Faziletin bilgisine sahip olmaktan ziyade fazileti gerçekleştirmek önemlidir. Bu
sebeple ahlakta davranış önemlidir. Đyi davranışlar daima hazzın kaynağıdır fakat hazlı
hareketler iyinin kaynağı değildir. Đyi insan, davranışlarıyla haz meydana getirebilen insandır.
Buradaki haz, ahlaki davranışın sebebi değil sonucudur. En büyük hazzı düşünme ve ahlaki
eylem sağlar. Hazza ulaşmaya çalışmak, yaşama içgüdüsü kadar zorunludur. Fakat sadece
faziletli insanın hazzı gerçek bir haz olabilir. Fazileti şahsında gerçekleştiren insan, mutluluğa
erişmiş insandır.
Aristoteles’e göre fazilete sürekli bir çaba, eğitim ve temrinle ulaşılır. Mutlu insan,
bütün davranışlarını akıl ve faziletin kurallarına göre ayarlayan, dünya nimetlerinden de
ölçülü bir şekilde faydalanmayı bilen insandır. Faziletli olmak için iyi niyet yeterli değildir,
iyi niyetin akıl ile aydınlatılması ve bilgi ile de desteklenmesi gerekir.
Aristoteles’in düşüncesinde, faziletin iki şartı vardır. Birincisi “kast ve niyet”, ikincisi
fazileti sık sık işleyerek alışkanlık haline getirmektir. Diğer bir husus ise insan fazileti bilinçli
ve hür olarak tekrarlamalıdır. Otomatik hareketler fazilet sayılamayacağından, çocuk ve
kölelerin gerçek faziletleri yoktur.
Faziletin düşünce ve ahlak ile ilgili olmak üzere iki temel özelliği vardır. Düşünce ile
ilgili olan fazilet, aklın etkinliği ile ilgilidir; ahlakla ilgili olan ise ruhun akıl dışı bölümlerine
akılla egemen olmakla ilgilidir. Düşünce ile ilgili faziletlerin yeri düşünce, ahlaki faziletlerin
yeri ise iradedir.
Aristoteles’e göre gerçek fazilet bir şeyde iki aşırı ucun orta sınırıdır. O ahlaki
faziletlerde önce cesareti (yiğitlik) ele alır. Yiğitlik, korkaklık ile körü körüne atılganlık
arasındaki doğru ortadır. Diğer faziletler, cömertlik, ölçülülük ve adalettir. Ölçülülük Yunan
13
düşüncesinde esas olup, ölçülü hareket akla uygun hareket demektir. Adalet ise ahlaki
faziletlerin en üstünüdür.
Yaşanan ahlak, insanı sadece bilge insanların yaşayabileceği ruh alemine götürür. Bu
hal saf düşüncenin dünya kaygılarından tamamen kopmasıdır. Đnsan böyle bir yaşayışla
Tanrı’ya yaklaşmakta ve ölümsüzleşmektedir. Đnsan daima günlük faziletler ile gelecek
faziletler arasında olmalı, orta ölçüyü esas almalıdır.
5.1.2.8. Sanat Görüşü
Aristoteles sanat ile ilgili görüşlerine Rhetorika ve Poetika adlı eserlerinde yer verir,
sanatın ve güzelin ne olduğunu belirlemeye çalışır.
Ona göre güzel orantı, belli bir büyüklüğü gösteren düzen ve uyumdur. Sanat ise
eşyayı ya olduğu gibi ya da olması gerektiği gibi göstermektir. Sanatkar da tabiatın zorunlu
olarak eksik bıraktığı eseri, bizzat tabiat doğrultusunda tamamlayan insandır.
Aristoteles, sanat objesini nesneler dünyasında aramış ve onların olması gereken
şekliyle taklit edilmesini sanat saymıştır. Ona göre, sanat bir taklit işidir. Sana çeşitleri sadece
neyi ve ne taklit ettikleri bakımından birbirinden ayrılırlar. Bütün sanatçılar renkler, figürler,
sesler vb. şeyler vasıtasıyla birer taklitçidirler. Taklitler de ya ritim, ya söz, ya da harmoni
vasıtası ile gerçekleştirilir. Bu üçü, ayrı ayrı kullanılabildiği gibi birlikte de kullanılabilir.
Sanatın gayesi, ruhun asil bir şekilde neşelendirilmesi, rahatlatılmasıdır; ruha baskı
yapan üzüntülerden bir an için kurtulmaktır. (katarhasis= ihtiraslardan arınma)
Platonda olduğu gibi Aristoteles’te de sanatın gayesi, kendisinde değil eğitim ve
siyasettedir yani esas amaç ahlakidir. Sanatla insan duyguları uyarılarak, ruhun
temizlenmesine gidilir. Đnsan ruhunu eğitme yönünden, musiki ve şiir en mükemmel
eğiticilerdendir.
Aristoteles’te bilim gibi sanatın konusu da özel olarak gerçekleşen davranışlardan
genele gitmektir. Çünkü sanat da bir tür bilgidir. Böyle bir bilgi oluşumunda bir site devleti,
sanat ve ahlakın sağladığı değerleri kullanarak vatandaşları üzerinde iyi sonuçlar elde edebilir.
Bu nedenle kanun koyucu ahlak dışı konuşmamalı, müstehcen yazı ve resimleri
yasaklamalıdır.
5.1.2.9. Devlet Görüşü
Aristoteles siyasi düşüncesine, ahlakındaki “doğru orta” anlayışını hakim kılar. Platon
gibi o da, insanın toplum halinde yaşamaya mecbur olduğunu ileri sürer. Aristoteles’e göre de
“insan sosyal bir varlıktır.” Bu yüzden insan ahlaki olgunluğunu, toplum içerisinde ve
devlette idrak eder. Devletin temel amacı ise, vatandaşlarını şekillendirmek ve
olgunlaştırmaktır. Yönetim biçimlerinin doğru ve yanlış olduklarının ölçüsü, ancak insanın
ahlaki yönden eğitimini başarıp başaramayacaklarına göre olmalıdır. Bir yönetim biçimi
toplumun ahlaki bakımdan düzelmesini temel amaç ediniyorsa doğrudur, bunu yapamayan
yönetim biçimleri yanlıştır. Bu durumda devletin iyi olup olmaması şekline, baştakilerin
14
sayısına ve niteliğine değil, devleti yönetenlerin görevlerini tam olarak yerine getirip
getirmediklerine bağlıdır.
Aristoteles devlet felsefesinde kendi zamanına kadar ortaya çıkmış olan devlet
biçimlerini araştırır ve onların birbirlerine göre bazı iyi ve kötü yönlerinin olduğunu belirtir,
fakat bunların kendi zaman ve zeminlerine göre değerlendirilmesi gereken izafi şeyler
olduğuna ifade eder. Yönetim biçimlerinden birini tercih etmekten ziyade, karma yönetim
biçimlerinin daha başarılı olabileceğine dikkat çeker ve özellikle orta sınıfın ağırlıklı olduğu,
yani aristokrasi ile demokrasi karışımı bir yönetim biçiminin uygun olacağına değinir.
Böylece ona göre devlette süreklilik sağlanmış, istikrarsızlıklar ve aşırılıklar ortadan kalkmış
olur.
Aristoteles’e göre realitede Monarşi, Aristokrasi ve Demokrasi olmak üzere üç devlet
şekli vardır. Bu üç devlet şeklinin her biri kendi açısından haklı olabilirler, onlar
uygulandıkları gaye yönünden haklı olabildikleri gibi haksız da olabilirler. Dolayısıyla
yönetim biçimlerinin bizatihi bir önemi yoktur, esas olan onların uygulanma biçimleridir.
Uygulanmalarındaki ölçü ise, “insanların ahlakça olgunlaşmalarını sağlama” görevinin
gerçekleştirilip gerçekleştirilmemesidir. Platon gibi Aristoteles de eğitimin
devletleştirilmesinden yanadır. Devlet ona göre genç neslin, gelecek kuşakların iyi
yetiştirilmesini sağlamalıdır.
Aristoteles Platon’un ideal devlet anlayışını kabul etmez. Devleti yöneten zümrenin,
aile ve mülk edinmekten mahrum bırakılmasını fıtrata aykırı bulur. Ona göre aile sosyal
grupların temelidir. O her biri diğerinin üzerine temellenen üç sosyal grup kabul eder.
Bunların ilki ve en doğal olanı ailedir. Devletin temelini teşkil eden aileye, hizmetçi ve
köleler de dahildir. Ona göre, kölelik doğal bir müessese olup, üretim ve çalışmanın
parçasıdır. Aristoteles, ne zamanki dokuma tezgahları, kendi kendilerine kumaş dokumaya
başlarlarsa o zaman köleliğin kalkacağını söyler.
Aristoteles’e göre, aileler birleşerek köy toplumunu meydana getirirler. Çeşitli
toplumlar da birleşerek devleti oluştururlar. Devlet kapalı bir birlik olup, kendisini dışarıya
karşı korur, içeride de kendi düzenini kurar ve korur.
Aristoteles, devleti şehir devleti (site devleti=polis) olarak kabul eder. Bu nedenle
Büyük Đskender’in kurmaya çalıştığı cihan devletini bir hayal ürünü olarak nitelendirir.
5.1.3. Etkisi
Aristoteles soğukkanlı bir şekilde, olaylara tepeden bakan, gördüklerini tespit eden,
düzenleyen, birleştiren, kuru olmakla birlikte keskin bir tavra sahiptir. Sistemleştirdiği mantık
bilimi, bazı noktalardan eleştirilse de hala kullanılmaktadır.
Tabiat bilimleri özellikle de astronomi ile ilgili görüşleri birçok yanlışla doludur.
Onun, zamanının yetersiz araçlarıyla yanlış bir şekilde ulaştığı yer merkezli evren anlayışı,
Rönesans sonrası Kopernikus’un güneş merkezli evren anlayışını ortaya koymasından sonra
da, Kilise tarafından Hıristiyanlığın temel dogmalarından biri kabul edilmiş hatta Galilei gibi
bilim adamları bu yüzden yargılanmışlardır.
15
Bunun gibi bazı yanlış bilgiler içermesine rağmen o eserleriyle, batıda ve doğuda
bütün ortaçağ düşüncesini etkilemiş ve beslemiştir. Eserleri, Süryanice, Arapça, Latince ve
Đbranca’ya tercüme edilerek, büyük bir ilgiyle okunmuştur. Aristoteles Đslam dünyasında
büyük bir rağbet görmüş Kindi, Farabi, Đbn Sina, Đbn Rüşd gibi büyük Meşşai Filozoflar
ortaya çıkmıştır. O Đslam dünyasında metafizik, ahlak, tıp özellikle de mantıkta etkili
olmuştur. Batı ortaçağında ise Dante’nin Đlahi Komedya’sına konu olmuş, bilimin ustası,
düşüncenin ışığı olarak övülmüştür. Yine Almanlar Platon’dan, Đngilizler ise Aristoteles’ten
etkilenmişler, üniversitelerinde uzun süre Ethik ve Politik’ini okutmuşlardır.
ÖZET
Aristoteles erken dönemlerinde hocası olan Platon’un etkisinde kalmakla birlikte,
sonraları kendine özgü felsefesini geliştirmiştir. Felsefe tarihinde mantığı sistemli bir bilim
olarak ilk defa Aristoteles ortaya koymuştur. Varlığı oluşla açıklarken, sebepler öğretisine yer
vermiş ve var olmanın potansiyelden gerçekliğe (kuvveden fiile) çıkmak olduğunu, dolayısıyla
da varlığın bir görünüş değil, somut bir gerçekliği bulunduğunu ortaya koymuştur. Nitelikçi
bir fizik anlayışından hareket ederek, insanı ve ruhu bu çerçevede değerlendirmiş, yine realist
anlayışını ahlak, devlet ve sanat anlayışına da yansıtmıştır. Bilgi, varlık, ahlak, sanat ve
siyaset felsefesinde kendinden sonraki düşünürleri büyük ölçüde etkilemiştir
KAYNAKLAR
Hüsameddin Erdem, İlkçağ Felsefe Tarihi.
Kamuran Birand. İlk Çağ Felsefesi Tarihi,
DEĞERLENDĐRME SORULARI
S.1. “Bilgi, bir taraftan objelerin müşahedesi, diğer taraftan da bu objelerin tümel kavramlar
altında toplanmasıdır.” Görüşü, kime aittir?
a- Platon
b- Sokrates
c- Demokritos
d- Aristoteles
e- Platinos
S.2. Aristoteles’e göre, “varlığın dışında kendi başına mevcut olan bir tümel yoktur.” Bu
görüş Aristoteles’in hangi tümel kavram anlayışını benimsediğini gösteriri?
a- Konseptüalizm
b- Nominalizm
c- Realizm
d- Rasyonalizm
e- Hiçbiri
16
S.3. Aşağıdakilerden hangisi Aristoteles’e göre alemdeki oluşu meydana getiren sebeplerden
değildir?
a- Maddi sebep
b- Formel sebep
c- Evrensel sebep
d- Gai sebep
e- Etken sebep
S.4. Kilise, Aristoteles’in aşağıdaki hangi görüşünü temel dogma olarak kabul etmiştir?
a- Mantık
b- Metafizik
c- Bilgi
d- Tabiat
e- Astronomi
S.5. Aristoteles’e göre sanatın amacı nedir?
a- Arınmak
b- Haz almak
c- Yeniden yaratmak
d- Tabiatın eksiklerini tamamlamak
e- Hepsi
CEVAP ANAHTARI
1. D; 2. A; 3. C; 4. E; 5. A
1
FELSEFE TARİHİ
Hafta 6
Helenistik ve Roma Felsefesi
Doç. Dr. Nazım HASIRCI
2
ÜNİTE6
Helenistik ve Roma Felsefesi
İÇİNDEKİLER
6.1.Helenistik ve Roma Felsefesi
6.1.1. Şüphecilik (Septisizm)
6.1.1.1. Đlk Şüpheciler (Eski Şüpheciler)
6.1.1.2. Akademi Şüpheciliği
6.1.1.3. Duyucu Şüphecilik
6.1.2. Epicuros’culuk (Epikürcülük)
6.1.3. Stoacılık
6.1.3.1. Eski Stoa
6.1.3.2. Orta Stoa
6.1.3.3. Yeni Stoa (Roma Stoası)
6.1.4. Stoa Felsefesinin Önemi ve Etkisi
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Helenizmin anlamını ve felsefe tarihindeki yerini açıklayabilecek
• Ahlak felsefesinin Helenistik yorumunu yapabilecek
• Stoa‟nın bilgi, fizik, ahlak ve devlet anlayışını ortaya koyabilecek
• Epikürizmin ahlak, bilgi, fizik anlayışını değerlendirebilecek
• Orta Stoa filozofu Panaitios‟un görüşlerini açıklayabilecek
• Stoa filozoflarının genel anlamda görüşlerini ve ahlak anlayışlarını
karşılaştırabileceksiniz
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• Ahmet Arslan'ın Felsefeye Giriş isimli kitabı okumalı,
• Hüsameddin Erdem'in Đlkçağ Felsefe Tarihi isimli kitabını gözden geçirmeli
• Kamuran Birand'ın Đlk Çağ Felsefesi Tarihi kitabı edinilmeli
3
Helenistik ve Roma Felsefesi
6.1.HELENĐSTĐK VE ROMA FELSEFESĐ
Yunan düşüncesi Aristoteles felsefesi ile zirve noktasına ulaşmış, bundan sonra
Helenistik ve Roma Felsefesi gelmiştir. Bu felsefe, hiçbir zaman eski Yunan felsefesinin
seviyesine gelememiştir. Bu yeni felsefede dini ve ahlaki problemler ön plana çıkmış böylece
felsefenin konuları, renk değiştirmiştir.
M.Ö. 300 yılları civarında Aristoteles’in öğrencisi Makedonya Kralı Büyük Đskender,
önce Yunanistan’a egemen oldu daha sonra da Hindistan’a kadar gitti. Bu doğu seferiyle
Doğu ile Batı arasında fikir ve kültür alış verişi oldu, birbirlerinden etkilendiler, doğunun
inanç ve fikirleri felsefi sistemlere girdi. Bu sürece Helenizm denildi. Helenizm, Batı
(Yunan)’nın düşünce ve kültürünün Doğu’ya, Doğu’nun dini inanç ve tasavvurlarının da
Batı’ya sokularak, bu iki kültürün bütünleşip kaynaşmasına denir.
Bu süreçte Roma Đmparatorluğu gelişti ve Roma Hukuku ortaya çıktı. Romalılar,
Yunanlılara egemen olsalar da ilim ve kültür yönünden onların talebesi olarak kalmışlardır.
Ancak Helenizm ile birlikte felsefe Yunan etkisinden uzaklaşmış ve ilgi alanı gelişip
değişmiştir. Felsefede bazı Romalı temsilciler de ortaya çıkmıştır. Böylece Yunan felsefesi
daha sonraları Helen-Roma felsefesine dönüşmüştür.
Helenizmin hakim olduğu dönemde felsefe, teorik konulardan ziyade pratik
problemlerle uğraşmış, Ahlak Felsefesi büyük öznem kazanmış ve dönemin şartlarına uygun
bilim adamları ortaya çıkmıştır. Bu dönemde, Akdeniz havzasında çeşitli “felsefe okulları”
kurulmuştur. Đskenderiye ve Antakya okulları bunların en önemlilerindendir. Ayrıca M.Ö. IV
asır sonlarına doğru Platon’un Akademisi ve Aristoteles’in Lisesinin yanı başında, Bilgeliği
ve Ahlakı temele alan Stoa Okulu ile Epikür Okulu kurulmuştur.
Stoa Okulu ile Epikür Okulu birbirlerine zıt görüşler ileri sürmekle birlikte, bazı
hususlarda da birleşmişlerdir. Onlar, insanı bir hayat filozofu olarak görme ve bilge kişi
idealini ortaya koyma yönünden birleşirler. Bilge kişi, Stoa’lılara göre, bütün istek ve
içgüdülerini yenmiş kimse iken, Epikür’cülere göre ruh huzuruna ermiş olan, hayatta hiçbir
şey karşısında sarsılmayan kimsedir. Ayrıca bu okullara ilave olarak Şüpheci Okulu da
dikkate almak gerekmektedir. M.Ö. 400-300 yılları arasında Şüpheciler (Sofistler ve
Septikler), ile Stoa’lıar birçok konuda tartışmışladır. Şüpheciler, Epikürcü’lerin bilge kişi
tipine yakın bir bilge kişi ideali ortaya koymuşlardır.
6.1.1. ŞÜPHECĐLĐK (SEPTĐSĐZM)
6.1.1.1. ĐLK ŞÜPHECĐLER (Eski Şüpheciler)
Şüphecilik, bilgi problemiyle ilgili olarak ortaya çıkmıştır. “Đnsan bilgisinin sınırı ve
imkanı” problemi, daha önce Sofistlerin de cevap aradığı bir sorudur. Dolayısıyla Sofistler ilk
4
şüpheciler olarak görülür, daha sonrakiler de öncülerinin Sofistler olduğunu söylerler.
Şüphecilerin ilki Pyrron olarak kabul edilir.
6.1.1.1.1 Elis’li Pyrron (M.Ö. 365-275)
Pyrron, Aristoteles’in çağdaşı olup, şüphecilikle ilgili ilk ders veren kişidir. O, bilgi
problemini sistematik olarak inceleyen ilk septiktir. Pyrron’a göre dirlik ve gönül şenliği
içinde geçen bir hayat yaşayanlar mutlu olabilirler. Bunu başarabilmek için de felsefeye
dayanmak gerekir. Ona göre felsefenin görevi, hayatı son görevi olan mutluluğa göre
düzenlemek, gerçeği tanıtmaktır. Đlk yapılacak şey de hayatın son amacına ulaştıracak olan
bilginin ne olduğunu, onun bu görevi yerine getirecek güçte olup olmadığını incelemektir.
Pyrron’a göre bilgi bu görevi gerçekleştiremez. Çünkü her iddiaya aynı şekilde, aynı
güç derecesinde bir iddia ile karşılık verilebilir. Dolayısıyla her fikir çürütülebilir. Bu anlayışa
göre, hiçbir şey bilinemez ve hiçbir şeye belli bir şey denilemez. O halde yapılacak tek şey,
her şeyden kuşku duymak ve her tür yargıdan kaçınmaktır. Hiçbir düşünürün varlık
açıklaması, dünya hakkındaki görüşü gerçek olarak kabul edilemez. Aynı şekilde Tanrı’nın
varlığı, tek oluşu veya çokluğu da ispatlanamaz. Evrenin mahiyeti de bize gizlidir. O halde bu
konularda en doğru tavır, susmaktır.
Pyrron’a göre akıl ve duyular, bize nesneleri oldukları gibi değil göründükleri gibi
gösterirler. O bu görüşüyle Doğmatizmi yıkar. Bununla birlikte Pyrron, iyi davranışların
olabileceğine, insanın mutluluğa ulaşabileceğine de inanır. Ona göre, bizim bilmediğimiz
nesnelerin kendisidir, yoksa görünüşlerini bilebiliriz. Çünkü görünüşler tamamen insana
bağlıdır, insanlar davranışlarında görünüşleri yönetebilmektedirler. Dolayısıyla gerçekte
hiçbir şey ne çirkin, ne güzel, ne doğru, ne de yanlıştır. Her şey insanların kabullerine
bağlıdır.
6.1.1.1.2. Phlius’lu Timon (M.Ö. 320-230)
Timon, Pyrron’un öğrencisi olup, şüpheciliğin görüşlerini yazılı olarak yayan kişidir.
Ona göre “mutluluğa ulaşmak isteyen bir kimse, şu üç hususu göz önünde bulundurmak”
zorundadır:
1. Nesnelerin gerçek yapısı nedir?
2. Nesnelerin karşısındaki durumumuz ne olmalıdır?
3. Nesneler karşısında doğru bir duruştan ne kazanırız.
Timon bu üç soruya şu cevabı verir:
1. Akatlepsiya (Nesnelerin gerçek yapısı kavranamaz).
2. Epokhe (Nesneler karşısında yargıdan kaçınmak gerekir).
3. Ataraxia (Bu davranıştan sarsılmazlığı kazanırız).
Ruhun tutkulardan kurtularak, dirlik ve düzene kavuştuğu (sarsılmazlık) durumu,
düşünce zincirinin nihai amacıdır. Ataraxia septikler için en yüksek mutluluktur.
5
Timon’a göre nesneler kesin bir şekilde birbirlerinden ayırt edilemezler. Onlar daima
değişmektedirler ve onlar hakkında kesin bir hüküm verilemez. Algı ve tasavvurlarımız,
nesnelerin değişmesi karşısında ne doğru ne de yanlıştır. Bu nedenle algı ve tasavvurlarımıza
güvenemeyiz. Dolayısıyla ancak nesnelerle ilgili hüküm vermekten kaçındığımız zaman
ruhun sarsılmazlığına (mutluluğa) ulaşabiliriz.
6.1.1.2. AKADEMĐ ŞÜPHECĐLĐĞĐ
Eski şüpheciliği takip eden bu gruba, Akademi Şüpheciliği denmesinin nedeni, bu
şüpheciliği temsil eden Arkesileos (M.Ö. 316-241) ile Karneades (M.Ö. 214-129)’in
Platon’un kurduğu Akademi’nin başkan ve hocaları olmalarından kaynaklanmaktadır.
Arkesileos Sokrates’in metoduna döner ve felsefe sistemleri öğretmek yerine,
dinleyicilerin zekalarını geliştirmek, onlara düşünme ve araştırmayı aşılamak ister. O
Sokrates’in “Bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir” sözünü “Bunu bile kesin
olarak bilmiyorum” özdeyişine dönüştürmesiyle ünlüdür. Bu açıdan Arkesileos, metafizikte
ortaya konan bütün kesin görüşleri reddeder ve öğrencilerine işlerine gelmeyen şeyleri kabul
etmemelerini öğütler.
Karneades ise her türlü konuyu bir sofist gibi tartışır. O diyalektik metodunu
kullanarak Stoa’cı teoloji ile teist düşüncenin çelişkilerini ortaya koymaya çalışır.
Karneades’e göre de kesin bir doğruluk ölçüsü yoktur. Çünkü bu ölçü, ya duyularda ya da
akılda aranabilir. Duyu algılarının hepsi rölatiftir, akıl da güvenilir değildir. Birçok sofizm ve
safsata bunu göstermektedir. Dolayısı ile akıl ile yapılan belirlemeler de en az duyularla
yapılan kadar görelidir. Eğer bu ikisi tek tek aldatıcı ise bir işe yaramıyorlarsa bir araya
geldiklerinde de işe yaramazlar.
6.1.1.3. DUYUCU ŞÜPHECĐLĐK
Bu okul önceki septiklerden iki asır sonra doğmuş olup temsilcileri Ainesidemos,
Agrippa ve Sextus Empricus’tur. Empricus, septiklerin bütün delillerini bir kitapta toplamıştır.
Bazıları:
1. Aynı şeyler farklı insanlarda farklı etki yaparlar.
2. Duyu bakımından her insan farklı yaratılmıştır.
3. Algılar, içinde bulunduğumuz duruma göre değişir.
Buraya kadar genel özelliklerini belirttiğimiz şüphecilik, artık tarihi bir felsefe
disiplini ve bilgi görüşüdür. Bu düşüncenin kendi çağında dogmatik düşünceye karşı insan
zihnini uyararak büyük hizmet ettiği söylenebilir. Onların bu uyarıları daha sonraki
dönemlerde meydana gelen ilmi ve metodik şüphe için de hazırlayıcı olmuştur. Fakat ilmi
şüphe, Gazali ve Descartes da olduğu gibi kesin doğruya varmak için bir araç iken, bunlarınki
“şüphe için şüphe” yani amaçtır.
6
6.1.2. EPĐCUROS’CULUK (Epikürcülük)
Epicuros (M.Ö. 341-270), M.Ö. 306 yılında Atina’da kendi okulunu kurmuş ve
sistemini yerleştirmiş, öğrencileri bu sisteme yeni bir şey ekleyememişlerdir. Bu okul M.S. IV
asra kadar yaşamasına rağmen Epicuros dışında anılmaya değer başka biri yetişememiştir.
Epicuros Samos’ta doğmuştur. Đmkansızlıklar içinde olmasına rağmen, döneminin
felsefe akımlarını yakından öğrenmiş, Sisam ve Atina’da Platoncu filozoflardan ders almış,
Demokritos’çulardan atomculuğu ayrıca Pyrron şüpheciliğini öğrenmiştir. Daha sonra felsefe
öğretmenliği yaparak büyük bir şöhrete kavuşmuş ve taraftar kazanmıştır. 306 yılında
okulunu bir bahçe içinde kurmasından dolayı, onun okuluna Kepos (bahçe) de denmiştir.
300’ü aşkın olduğu belirtilen eserlerinden günümüze birkaç parça mektup kalmıştır.
Onun zamanında Atina, sosyal bir çöküntü içindeydi. Servet tekelleşmiş, insanlar fakir
düşmüş, ahlaki çöküntü ortaya çıkmıştı. Bu şartlardaki toplumda Epicüros’un felsefesi,
toplum yapısına uygunluğu, kolay anlaşılırlığı ve sisteminin insanlara fazla külfet
getirmemesi gibi nedenlerle büyük bir teveccüh kazanmıştır.
Epicüros’culuk pratik karaktere sahip mutçu bir ahlak felsefesidir. Felsefe ona göre,
bireyin mutluluğunu sağlayacak imkanların ve araçların araştırılmasıdır. O teorik felsefeyle ya
hiç ilgilenmemiş ya da bu amaçla ilgilenmiştir. Ona göre insanın ahlaklı bir şekilde
yaşayabilmesi için önce fizik, sonra ahlak, üçüncü aşamada ise doğrunun ölçüsü olan bilgi
araştırılmalıdır. Felsefenin bu üç dalından (Mantık= Kanonik, Fizik ve Etik) esas olan etiktir.
Diğer ikisi etiğe hazırlıktır. Bu pratik amaç onun felsefenin teorik konularını aşağılamasına
yol açmıştır.
Epicuros’a göre sağlam eylem sağlam bilgiye dayanır, bu nedenle ilk belirlenmesi
gereken “sağlam ve güvenilir bilginin ölçüsünün ne olduğudur?” Bu ölçü, ona göre, teorik
alanda doğrudan edindiğimiz duyu verileri ve onların sağladığı tasavvurlardır. Doğrunun
pratikteki ölçüleri ise “haz” ve “acı” duygularıdır.
Epicuros için felsefenin görevi insanı mutlu kılmaktır. Bunu gerçekleştirebilmek için
felsefe, insanı tanrılar ve ölüm korkusundan, nesneler hakkındaki yanlış tasavvurlara dayalı
ürküntülerden, her tür endişeden korumalıdır. Bunu başarabilmek için ise her şeyin doğal
nedenlerden meydana geldiğini, gelebileceğini ortaya koyan bir dünya görüşü gerekir.
Demokritos’un varlık görüşünü benimseyen Epicuros’a göre, gerçek varlık boşluk ve
atomlardan ibarettir. Tabiattaki her şey atomların boş mekandaki hareketinden meydana gelir,
fakat Demokritos’da olduğu gibi doğada mekanik bir zorunluluk yoktur, her varlığın doğal bir
yeri vardır. Atomların çarpışmaları ve bir araya gelmeleri dünyayı oluşturmuştur. Materyalist
ve Gayeci görüşe ters olan bu fizik anlayışı, “doğal hareket” ve tesadüf”ü kapsadığı için,
atomculuğun mekanik zorunluluk anlayışını da zedelemekteydi.
Epiküros’un fizik varlık açıklamasında Tanrı’nın yeri yoktur. Ona göre tanrılar
dünyalar arası bir boşluktadırlar ve dünya üzerinde hiçbir etkileri yoktur. Onlar eşşiz bir
mutluluk içindedirler, böyle mutlu yaşayanların dünya ile ilgilenmeleri bu mutlulukla
bağdaşmaz. Böylece o, tanrıları inkar etmez ama bu dünyaya müdahalelerini de kabul etmez.
7
Çünkü ona göre tanrılar bilgeliğin en arınmış gerçeklikleridir ve böyle bir bilge de dünyada
hiçbir zaman var olamaz.
Epicuros’ın psikolojisi de materyalisttir. O psikolojisini, insanları ölüm korkusundan
kurtarmak amacıyla oluşturur. Ona göre ruh da maddidir. Çünkü ancak maddi olan etkin ve
edilgin olabilir. Ruh; ateş, soluk, hava ve kesin olarak isimlendirilemeyen bir cisimden
meydana gelir. Bu unsurların ilk üçü bedeni, dördüncüsü de korku ve sevinç hissettiğimiz
göğsümüzde mekan tutarak ruhi ve manevi hayatı taşır. Bu nedenle ne ölümsüzlük ne de ruh
göçü olabilir. Ahiret de yoktur, bu durumda ahiretle ilgili korkular da ortadan kalkar. Ona
göre, “Ölüm bizi korkutamaz, çünkü biz hayattayken zaten ölüm yoktur. Ölüm gelince de biz
yok oluruz.”
Ona göre insanın mutluluğa ulaşmasının yolu irade özgürlüğünden geçer. Bu yönüyle
o, insanı determinizmin, zorunluluğun elinde oyuncak olmaktan kurtaran ilk düşünürdür.
Epicuros, sebeplere bağlı seçme yanında insanın sebepsiz olarak seçim yapabileceğini ileri
sürer.
Buraya kadar ele aldığımız bilgi öğretisi, fizik, psikoloji vb. konular ahlaka giriştir.
Ahlak ise insana neyin mutluluk sağlayacağını, neden kaçınması gerektiğini, neyi arayacağını
ve nasıl yaşayacağını gösterir. Bu anlayışla Epicuros Kyrene hazcılığını kendisine temel alır
ve hazzı canlının her tür gayret ve arzusunun doğal bir amacı haline getirir.
Ona göre haz ”hedone” maddi ve manevi hazların bileşiminden meydana gelir. Esas
olan maddi hazdır. Manevi hazlar da bedenden bağımsız değildir. Bu haz “acıdan kaçma,
kurtulma” anlamındadır. Acıdan kurtulma da vücudun ızdıraptan, ruhun da huzursuzluktan
kurtuluşudur. Bu açıdan haz, acısızlık ve acı karşısında özgürlüktür. Ona göre hayatın amacı
acıdan kaçmadır. Bu hayat anlayışı aç kalmamak, susamamak ve üşümemek şeklinde
özetlenebilir. Bunlara sahip olan insan mutlulukta tanrı Zeus ile bile yarışabilir.
Epicuros’un fazilet anlayışı ise “doğru yaşama” ilesine göredir. Faziletler doğru
yaşama için bir araç olup, ancak buna göre bir anlam kazanabilir, onların kendi başına bir
ereği yoktur. Faziletler ancak insanın mutluluğuna hizmet etmeleriyle bir değer kazanabilirler.
Bilgi de insana hayatı kolaylaştırması, diğer faziletleri anlamaya yardım etmesi nedeniyle
temel fazilettir. Bu nedenle bilgelik “en yüce iyi”dir. Đnsan hazları ancak bilgi ile
değerlendirip anlamlandırabilir. Toplum hayatı da insana fayda sağladığı için anlamlı ve
değerlidir. Bu nedenle toplum ve devlet gibi ferdin üzerinde bulunan kurumlar, ferdi mutlu
kılmak için birer vasıtadır. O, bu açıdan evliliği bir yük olarak görür, aynı şekilde devlet ve
toplum işlerinin de insanı mutluluktan uzaklaştırabileceğini belirterek, insanın bu işlere
bulaşmaması gerektiğini söyler. O dostlukları, yardımlaşmayı karşılıklı faydaya dayandırır.
Bilge insanların dostluğunun ise böyle bir fayda gözetmediğini, dolayısıyla onların
dostluklarının mutluluğun en yüksek derecesi olduğunu belirtir.
Dostluk kavramı, Epicuros felsefesinde sosyal yönden ideal bir derecedir. Çünkü bu
felsefe ferdiyetçidir, dostluk ise ferdi bir bağdır. Bu görüş Epicuros’culuğu kendi çevresinde
kabul gören ve değerli kılan bir felsefe okulu haline getirmiştir.
8
6.1.3. STOACILIK
Stoa okulu Helenistik dönemin en önemli felsefe öğretisini oluşturur. Bu okul,
Atina’da boyalı resimlerle süslü revaklar, sütunlar ve kemerlerin hakim olduğu bir binada
olduğu için Stoa denmiştir. Đslam dünyasında bu okula Revakiyyun denir. Okulun kurucusu
Kıbrıslı Zenon (M.Ö. 336-264)’dur. Stoa’cılık Eski, Orta ve Yeni (Son) Stoa olmak üzere üç
döneme ayrılır.
6.1.3.1. Eski Stoa
Bu okul M.Ö. III. asırdan II. Asrın başlarına kadar etkin olmuştur. Okulun temsilcileri
Zenon, Kleantes ve Khrysippos olup, en önemlileri Zenon’dur.
6.1.3.1.1. Zenon (M.Ö. 336-264)
Zenon M.Ö. 314 yılında Atina’ya gelmiş, Sokrates’le ilgili eserler okumuş ve onun
hayranı olmuş, çeşitli Yunan filozoflarının derslerini dinlemiş, özellikle de Kynikler’den
etkilenmiş, IV asrın sonlarında Atina’da Stoa Poikile’de meşhur Stoa Okulunu kurmuştur.
6.1.3.1.1.1. Felsefesi
Doğudan gelen düşünürlerin fikirleriyle işlenen, bu yönüyle de Helenizmin tipik
felsefesi sayılan Stoa felsefesi, Roma Đmparatorluğunun en yaygın felsefesidir. Stoa
felsefesinde ana düşünce, Kynikler’deki gibi, “insanın bağımsızlığıdır. Zenon bu düşünceyi
bir taraftan sağlam temele dayandırmak, diğer taraftan da felsefi olarak bir yerlere oturtmak
istemiştir. Başka bir yönden de bu düşünceyi insan tabiatının sosyal içgüdüleri ve
duygularıyla uzlaştırmaya çalışmıştır. Sonuçta “tabiata uygun yaşama” anlayışını ortaya
koymuştur. Bu anlayış Stoa Ahlakının da temelini oluşturur.
Stoacılar, panteist bir dünya görüşüne sahiptirler ve düşünce bakımından
Herakleitos’un etkisi altındadırlar. Zenon ilk defa felsefeyi, mantık, fizik (metafizik) ve ahlak
olmak üzere üçe ayırır. Asıl olan ahlaktır, mantık ve fizik ise ahlakı temellendirmek için
vardır. Mantık hem ahlakı hem de fiziği destekler.
6.1.3.1.1.2. Bilgi Görüşü
Zenon’a göre mantık çerçevesinde üzerinde esas durulması gereken bilgidir. Bilginin
kaynağı konusunda, Kynikler gibi, sensualisttir. Ona göre ruhtaki bütün tasavvur ve
izlenimlerin kaynağı dış dünyadır.
6.1.3.1.1.3. Varlık Görüşü
Zenon metafizikte de Kyniklere bağlıdır. Dolayısı ile Stoa metafiziği materyalisttir.
Çünkü Zenon maddi olanın asıl gerçek olduğunu ileri sürer. Zira maddi olan bir şey yapar ve
kendisiyle bir şey yapılır, bu nedenle de alemin ilkesinin maddi olması gerekir. Maddi ilkede
bir etkin birde edilgin unsur vardır. Đlk maddi ilke nitelikçe değişmez, hiçbir maddi niteliği de
yoktur. Maddeye düzen veren Nous akli bir ilkedir. Zenon maddi ilkeye Tabiat dediği gibi
Tanrı da der. Bu tabiat ya da Tanrı’nın özü, Herakleitos’da olduğu gibi, ateştir. Bu ateş
9
sıradan ateşten farklı olup akıllı ve yaratıcıdır. Sıradan ateş yok ederken, bu ateş akıllı olduğu
için, sistemli bir şekilde yaratır, şekillendirir, hayatı meydana getirir ve sürdürür. Tanrılık bu
ateş ile aynı şeydir. Tanrı, evreni, kendisindeki “tohumlarla” ezeli ve ebedi kanunlara göre
yaratır.
Zenon’a göre yıldızlar akıllı ve canlı varlıklardır. Tanrı akıllı varlıklarda akıl,
canlılarda ruh, bitkilerde tabiat, cansızlarda bir yetenek olarak bulunur. Evren sonsuz olmayıp
bir gün tekrar ateşe dönecektir. Bu dönüşte kaba fizik arınmış olacaktır. Her şey önceden
belirlenmiş bir kadere göre şekillenir ve davranır. Tanrı bu süreci belli bir gayeye göre,
önceden bilinçli olarak düzenlemiştir.
6.1.3.1.1.4. Psikolojisi
Zenon’un psikolojisi de bu fizik açıklamasına uygundur. Ruh bedene hakim olan ve
onu bir arada tutan sıcak bir nefestir. Ruh sekiz parçadan meydana gelir ve bu parçalarıyla bir
bütünlük ve birlik meydana getirir. Ruhun bütünü üzerinde hakim olan “hegemonikon”, onun
aşağı olan veya yüksek olan faaliyetlerine hakimdir. Hegemonikon’da iyiye ve kötüye doğru
bir eğilim vardır. Yanılma, günah, tutku ruhun değil Hegemonikon’un işidir, ahlakça düzelme
ve bozulma da buna bağlıdır.
Zenon’a göre insan ruhu ile Tanrısal ruh aynı mahiyettedir. Tanrı ile evren arasındaki
ilişki ruh ile beden arasında da kendisini gösterir. Ruh mutlak anlamda ölümsüz değildir.
Öğrencisi Kleantes’e göre ruhlar, her şey Tanrısal ruha dönünceye kadar yaşarlar. Khrysippos
ise bu durumun bilge kişinin ruhu için geçerli olduğunu, sıradan insanların ruhunun bedenle
birlikte yok olduğunu belirtir.
6.1.3.1.1.5. Ahlak Görüşü
Zenon Kyniklerin ahlak anlayışına bağlı kalır. Ona göre insanı ve tabiatı tanımayan
doğru bir eylemde bulunamaz, dolayısı ile mutlu olamaz. Bilgi ile eylem arasında doğru bir
orantı vardır, ahlakça yetkinlik bilgice yetkinliğe bağlıdır. Bilge kişi faziletli kişidir. Fazilet
ise akla ve tabiata uygun olandır. Bilgenin fazileti akıl bilgisinden, oradan da irade gücü
doğmuştur. Fazilet aklın doğru bir durumda olmasıdır. Bu da tabiata uygunlukta ortaya çıkar.
Bu yüzden “tabiat kanununa boyun eğmek” Stoa ahlakının temel ilkesidir.
Zenon bilgi ile fazilet arasında ayrılmaz bir ilişki kurar. Ona göre bilge faziletli kişidir,
bu bilgenin olumlu niteliğidir. Kötülük ise ruhun bilgeliğinin bozulması, baskı ile kendi
tabiatına ters düşmesi olup bilgenin yapısıyla uyuşmaz. Bu nedenle kötülük, insanı mutsuz
yaparken fazilet mutlu yapar. Ayrıca dış değerlerin mutluluk üzerinde hiçbir etkisi yoktur.
Stoa ahlakçıları, fazileti tabiat kanununa uyma şeklinde belirleyerek, ahlaka ilk defa “vazife”
kavramını sokmuşlardır. Onlar olan ile olması gerekeni bağdaştırarak, düşünce tarihine büyük
bir hizmetleri olmuştur.
Zenon’a göre iyi ile kötü, bilge ile cahil arasında mutlak bir karşıtlık vardır. Đnsanlar
ya iyi ya da kötüdür, eylemleri ya ahlaka uygundur ya da değildir. Bilgenin davranışları
görünüşte değersiz olsa da doğru, cahilinki ise akla ve genel ahlaka uygun olsa da doğru
sayılmaz. Çünkü cahil eylemini doğru ve değişmez bir amaca göre yapmamıştır. Zenon’un
10
düşüncesinde bilge idealine ulaşmayanların tamamı ruh hastası ve kaçıktır. Bu yüzden Stoa
ahlakı kendi kendine yeten bilge ideali ve modeliyle ferdiyetçi bir öğretidir. Kendi kendine
yeten bilgenin ne topluma ne de devlete ihtiyacı vardır. Bütün tarihi ve ırka dayalı ayrılıklar
aklın gücü önünde ortadan kalkar. Çünkü akıl (tabiat, Tanrı) aynı kanuna göre aynı hakları her
insana vermiştir.
6.1.3.1.2. Kleanthes (M.Ö. 331-233)
Zenon’un ölümü sonrası okulun başına, öğrencisi Assos’lu Kleanthes geçmiş ve
Stoa’cılığa Platon’un etkisiyle dini bir renk getirmiştir.
Kleanthes, Aristoteles gibi, alemi yukarıya doğru gelişerek yükselen bir
basamaklanma şeklinde anlar. Bu yükseliş Tanrı’ya doğru olup, bu da Tanrı’nın varlığının en
açık delilidir.
Ona göre Tanrı, alemin birliğini sağlayan ilke olup güneştir. Tanrı yetkin ve
mükemmel olup kötülüğün nedeni değildir. Ona göre ruhun bir akıllı, birde akıllı olmayan
yanı vardır. Bu sebeple insanın, kalkınmak ve yücelmek için Tanrı’nın yardımına ihtiyacı
vardır. Zenon’daki kuru, soğuk ve katı akılcılığın yerini Kleanthes’de bir gönül sıcaklığı ile
dini bir hava almıştır.
6.1.3.2. ORTA STOA
6.1.3.2.1. Panaitos (M.Ö. 180-110)
Orta stoa okulunun başında Panaitos vardır. O Roma ile sıkı ilişkiler kurmuş, Çiçero
(M.Ö. 106-43) gibi filozofların yetişmesinde büyük rol oynamıştır. Uzun süre Roma’da
yaşayan Panaitos, devrin büyük komutanı ve Roma ile Yunan dünya görüşlerini uzlaştırmaya
çalışan Scipio ile yakın ilişkiler kurmuştur. Panaitos, Yunanlı olmasına rağmen Scipio’nun
etkisiyle Roma’ya hayranlık duymuştur. Scipio yaşıyorken bazen Roma’da bazen de Atina’da
bulunan Panaitos, Scipio öldükten sonra M.Ö. 129 yılında Stoa Okulunun başına geçmiş ve
ölünceye kadar Atina’da kalmıştır.
6.1.3.2.1.1 Felsefesi
Panaitos felsefi yönden genel olarak Eski Stoa felsefesine bağlıdır. O bu felsefeyi aynı
zamanda birçok yönden Platon ve Aristoteles’in görüşleriyle de birleştirmiştir. Ayrıca o, Eski
Stoa’ya üç yönden karşı çıkar:
1. Eski Stoa’nın katı ahlak anlayışındaki insanın ya “bilge” ya da “aptal” şeklinde
değerlendirilmesini eleştirir, yine onların bilge için belirledikleri, “kendisini ihtiraslardan
kurtarıp hayatına aklı hakim kılmış insan” tipini bütün insanlar için tek ideal olarak
görmelerini anlamsız bulur. Hayat tarzları farklı olan insanları, aynı hayat idealinde
birleştirmek doğru değildir, zira her insanın hayat ideali kendi şahsında bulunur. Herkes
kendisinde gizli olarak bulunan bu nüveyi geliştirmelidir. Dolayısı ile bütün insanlara bir tek
ideali dayatmanın anlamı yoktur.
11
2. Eski Stoa, bir tarafta tek insan, diğer tarafta da her şeyi içeren bir kainat kabul
ettiğinden, insanlar arasında millet ve devlet ayrışmasını gerekli görmez. Panaitos’a göre ise
millet ve devletler meşru kuruluşlardır. Bunların tarihte belli görevleri de vardır. Her millet
tarihte kendi misyonunu yerine getirir. Örneğin Roma’nın misyonu bütün dünyaya hakim
olmaktır.
3. Eski Stoa’lılar uzakta da olsa bir gün “dünya devleti”nin kurulacağına inanırlardı.
Orta Stoa’lılar ise bunun Roma devletiyle gerçekleştiğine inanmışlardır.
Eski Stoa ile Orta Stoa arasındaki bu görüş ayrılıklarına rağmen, birçok açıdan da
benzer görüşleri savunurlar. Örneğin Panaitos’a göre de Logos, bütün alemi idare eder ve
bütün varlıkları şekillendirir. Alem üstün bir düzenleyicinin eseri olup, düzenli bir bütündür
ve bu düzen sonsuza kadar devam edecektir.
6.1.3.2.1.2. Đnsan Görüşü ve Felsefesi
Panaitos, Phythagoras’cular ve Platon’un ruh ve bedeni birbirinden ayrı zıt şeyler
olarak kabul etmelerine karşıdır. O insanı, ruh ve bedenin bir birine bağlı bir bütün olarak
görür. Çünkü ruh ve beden ayrı ayrı bir değere sahip olamazlar. Đnsan dış dünya bilgisini
duyularla elde eder. Kosmos’u duyularıyla tanır, buradan Tanrı’nın bilgisine geçer. Đnsanlar
duyu organlarıyla diğer insanlarla anlaşır, bilim ve kültürü meydana getirir. Diğer taraftan
beden de ruhsuz olamaz, bedeni canlandıran ve harekete getiren ruhtur. Tanrı ruh ile bedeni
birlikte yaratmıştır. Ölüm bu birlikteliğin sonudur. Ölümle ruh, beden ayrılır ve havaya
karışır. Böylece Panaitos, ruhun ezeliliğini reddeder.
Eski Stoa’lılar ruhun akıldışı güçlerini inkar etmişlerdi. Panaitos ise ruhun akıldışı
güçlerini ayırmaya çalışmış, ruhun bu güçleri akılla dizginlediği taktirde, vahşi bir güç
olmaktan çıkacağını, ayrıca bazen insanın bu güçlere ihtiyacının olabileceğini belirtir.
Örneğin aklın kontrolü altındaki bir aşırı istek insanı daha verimli sonuçlara götürebilir.
6.1.3.2.1.3. Ahlak Görüşü
Panaitos’a göre insan kendi kendini yetiştirerek mutluluğa ulaşabilir, akılla ruhun aşırı
isteklerini kontrol altına alabilir ve ruh huzuruna erişebilir. Đnsan hür irade sahibidir. Bu
nedenle insan dünya nimetleri karşında, gerçek hayatın gereklerini yerine getirmelidir. Đnsanı
diğer varlıklardan ayıran en büyük özellik akıllı olmasıdır. Đnsanın aklı, Tanrı’nın kendisi olan
alemin aklı ile benzerlik içindedir. Bu nedenle insan diğer varlıklardan farklı olarak Tanrı’nın
bilgisine ulaşabilecek tek varlıktır.
Đnsan aklı sayesinde diğer varlıklara üstünlük sağlar ve onlardan faydalanmasını bilir.
Đnsanın güzel, uyum ve düzen hakkında bir anlayışa sahip olması ve estetik başarılarda
bulunması, onu hayvandan ayıran nitelikleridir.
Panaitos da, Yunan düşüncesinin en yüksek değer saydığı “mutlak iyi” ve “mutlak
faydalı olan”ı bir ve aynı saymıştır.
12
Panaitos’a göre, insanın, bir bütün fertlerle ortak olan genel insanlık yanı, bir de ferdi
yanı vardır. Đnsanın yetenekleri, karakteri, yaşadığı çevre ve ailesi ile ilgili olan ferdi yanıdır.
Đnsanın bu iki yönüne karşılık, insanlığa karşı iki görevi vardır. Genel insanlık nitelikleri,
insanı, insanlıkla ilgili temel faziletleri yerine getirmekle yükümlü kılar. Đkinci görevi ise,
doğuştan getirdiği yeti ve yetenekleri geliştirmektir. Çünkü her insanın ferdi ideali bu ferdi
yeteneklerinde yatmaktadır. Đnsan kendi içindeki bu cevheri geliştirmek zorundadır.
Dolayısı ile Eski Stoa’lılarda olduğu gibi insanlık için tek bir ideal gösterilemez. Zira
her bir insanın şahsına uygun düşen ideal, bir başkasına uygun olmayabilir.
6.1.3.2.1.4. Devlet Görüşü
Panaitos, Roma’yı ideal devlet olarak görür. O Roma gibi daha başka ve farklı devlet
ve milletlerin olmasını, bunların her birinin tarihi akışı içerisinde değişik görevler üstlendiğini
kabul eder. Nasıl her bir insanın kendine has nitelikleri var ve kendi idealini gerçekleştirmek
isterse, her devletin de tarihte kendine has oynayacağı bir rol vardır. Her devlet kendi görevini
yerine getirmek zorundadır.
Oysa Eski Stoa’ya göre kendi kendisine yeten bilge insanın devlete ihtiyacı yoktur.
Akıl önünde bütün tarihi ve milli ayrılıklar ortadan kalkar. Çünkü akıl (tabiat) herkese aynı
hakları vermiş ve aynı kanunlara uymayı istemiştir. Bunun sonucu olarak her bilgenin sosyal
ideali dünya yurttaşlığı olarak ortaya çıkmıştır.
Panaitos, Eski Stoa’nın ileri sürdüğü bu dünya devleti idealinin, Roma
Đmparatorluğunda gerçeklik kazandığına inanır.
6.1.3.2.2. Poseidonios (M.Ö. 135-51)
Poseidonios, Suriye asıllı olup, Panaitos’un önde gelen öğrencilerindendir ve sistemli
bir dünya görüşünü benimser. O felsefi sistemler arasındaki farklılıkların felsefeye sırt
çevirmeyi gerektirmediğini ileri sürer. Onun delilleri daha çok empirik karakterlidir. Bu
nedenle Poseidonios felsefeyi bilimlerle sıkı bir ilişki içerisine sokar ve felsefeyi pozitif
bilgiye dayandırmak ister.
Poseidonios, varlık açıklamasında insan organizmasını örnek alır. Ona göre organizma
doğrudan kavranan “kuvvetlerin canlı birliği”dir, alem de büyük bir organizmadır. Bir hayat
ilkesi, bu organizmayı adım adım yükselen bit bütün olarak yaratır ve her şeyi içten bir
yatkınlık, duyuş (sempati) bağı ile bağlayıp bu bütünde birleştirir. Orta Stoa’da dünyanın
canlı olduğu anlayışının ön plana çıkmasıyla, Eski Stoa sistemi yeni bir şekil kazanmıştır.
6.1.3.2.2.1 Ruh ve Đnsan Görüşü
Poseidonios, ruh ve insan anlayışında Platon ve Aristoteles’in görüşlerini uzlaştırmaya
çalışır. O da ruhu bölümlendirir ve bu bölümleri aynı cevherin farklı yetileri olarak niteler.
Ona göre insanın bir Tanrısal yanı (akıllı) bir de hayvani yanı (duygulu) vardır. Đnsanda bu iki
yan arasında büyük bir gerginlik hüküm sürer. Ruhun duygusal yanı bedene bağlıdır, beden
ise sadece beslenmek için vardır. Bu yüzden beden, değersizdir ve ruh için bir zindandır.
13
Onun bilgi ve ahlak anlayışları da bu öğretiden doğar. Bilginin yetkinliği, ruhun akıllı
olmayan yetilerin tesirinde daha az kalmasıyla orantılıdır. Yani insan ruhu bu tesirler altında
ne kadar az kalırsa, bilgi de o kadar mükemmel olur. Bu da ruhun büyük bir çaba ile kendisini
bedenin bağlarından kurtarması ve Tanrısal olana yaklaşmasıyla mümkün olur. Aynı durumu
kültürün başlangıcında bulmak mümkündür, zira insan o zamanlarda Tanrısal köke daha
yakındır. Çünkü ruh, Tanrı katıdan gelip bedene yabancı bir varlık olarak girmiştir. Bu
nedenle ruh daha önceden vardı, ölümden sonra da var olmaya devam edecektir. Ruh kainat
yok oluncaya kadar var olmaya devam edecek, sonra kaybolup yeni alemin oluşmasıyla
yeniden ortaya çıkacaktır (bir tür mead inancı). Ruh bedeni terk ettikten sonra, yukarıya
yükselip burada her şeyin bilgisini edinmiş olarak mutlu bir şekilde yaşayacaktır.
6.1.3.2.2.2. Ahlak Görüşü
Poseidonios’un ahlak anlayışı ruhun akıllı olan ve olmayan yetileri arasındaki zıtlıkta
yatar. Eğer insan ruhun akıllı olan yanıyla, akılsız yanı üzerinde hükümran olursa, ruhun
beden üzerindeki bu hükümranlığı, fazileti ve mutluğu meydana getirir.
Duyguların kaynağı ruhun akıllı olmayan yetileridir. Ruhun bu yanı akıllı yanını
çiğnerse insan mutsuz olur. Yapılması gereken şey, ruhun akıllı olmayan yanını akıllı yanına
bağımlı hale getirmektir. Bu ve benzeri görüşleriyle Poseidonios, çok kuvvetli mistik
temayüller taşımaktadır. O ilmi düşüncelerini halk inançlarıyla (mitos) bağdaştırmaya çalışır.
Hocası Panaitios, astrolojiyi ve kahinliği boş ve batıl diye reddettiği halde öğrencisi onların
gerçekliğine inanır. Ona göre dinlerle ilgili mitoslar hayal ürünü değil, metafizik alem
hakkında insanların sahip olduğu müspet birer görüş ve sezgidir. Zaten gökyüzü bazı
insanüstü varlıklarla, diamon’larla doludur.
Poseidonios’un üzerinde durduğu başka bir husus da, bilge kişi idealinde, sadece bilgi
edinme ve ideal olanı temaşadan ibaret bir hayatı yeterli görmeyip, insanlar için çalışmayı da
şart koşmasıdır. Zira insanlar için çalışmak bilgenin bir görevdir. Bu görev maddi ve manevi
her alanda yerine getirilebilir. Đnsan önce Tanrı’sına, sonra yurduna ve insanlığa, daha sonra
da ebeveynine karşı bazı görevleri yerine getirmekle mükelleftir.
Orta Stoa’nın bu ikinci temsilcisi bizi ilk çağın son devresine getirmiştir.
6.1.4. YENĐ STOA (ROMA STOASI)
Bu Stoa Okulu bilgilerini Panaitios’tan öğrenmişlerdir. Romalı Stoa’lılar arasında
Seneca (3-65), Köle Epiktetos (50-130) ve Đmparator Marcus Aurelius Antonius (121-180)
çok önemli üç isimdir.
Bu filozoflardan Seneca, devlet adamı, Roma Đmparatoru Neron’a hocalık yapmış,
Đmparator’un gidişatını beğenmediği için üzülmüş ve daha sonra Neron’un emriyle Stoa
davranışı göstererek intihar etmiştir. O Stoa görüşlerine bağlı olmanın yanında Platon ve
Aristoteles’in görüşlerine de yer vererek ve Epicuros’tan da yararlanarak çeşitli Latince
eserler yazmıştır. Çünkü Seneca “bütün büyük filozofların tek bir felsefesi vardır” inancını
taşır. Onun estetik tarafı hemen fark edilir.
14
Epiktetos ise azat edilmiş bir köle olup önceleri Roma’da öğretmenlik yapmış daha
sonra dönemin Đmparatorunun kendisini sürmesi üzerine Yunanistan’a gidip Epiros’da ünlü
okulunu kurmuştur. O tamamen Eski Stoa’ya dayanmakta olup, Stoa ahlakının eski sert
tutumunun temsilcisidir. Epiktetos, teoriden çok pratiğe değer verir, teoriyi pratiğe geçit veren
bir köprü olarak görür. O Orta Stoa’yı sapmış bir felsefe olarak kabul eder. Epiktetos’un
felsefi yaklaşımı katı bir okul felsefesi ve ahlakçı görünümü ortaya koyar.
Marcus Aurelius Antonius ise bir kraldır. O, Stoa ahlakının bir özelliği olarak
kendisini denetlemeyi bir alışkanlık haline getirmiş ve bu nedenle “Kendine Bakışlar” adını
taşıyan bir eser yazmıştır.
Bu üç düşünür de, ahlakı temele alarak ahlak felsefesi, ahlak eğitimi ve “insanın
kendisini bağımsız bir kişi olarak yetiştirmesi” konuları ile uğraşmışlardır. Bununla birlikte
aralarında bazı farklılıklar da bulunmaktadır. Bunlar kısaca şunlardır:
Hem Epiktetos hem de Aurelius’ta sert bir çizgi varken Seneca’da zaman zaman
ortaya çıkan bir duygusallık vardır. Aurelius, ölçüsüzlük ve kendini beğenmişliğinden dolayı
kendisini daima bir asker, bir imparator, bir Romalı, görevi başında bir komutan olarak görür.
Seneca ise kötü şeyler yapmamış ve başkalarına eziyet etmemişse bu davranışlarını Tanrı’ya
borçlu olduğunu belirtir.
Aurelius’ta kedisine görevini yerine getirmek için gerekli yetenekleri veren Tanrı’ya
şükretmek önemli bir yer tutar. Bu alçak gönüllülük Stoa felsefesindeki, “insanın vazifeyi, bir
asker gibi Tanrı’nın emirlerini yerine getirmek ve kendisini bu vazifeyi yerine getiren bir
vasıta olarak saymak” anlayışına dayanır. Belirttiğimiz üç filozofun görüşleri Stoa felsefesinin
ortak bir niteliği olarak dini bir renk taşır. Hem Seneca hem de Aurelius ruhun ölümsüzlüğüne
inanırken, Epiktetos ahiret hayatını kabul etmez. Ona göre ebedi hayatı istemek saçmadır.
Tabiat bilimleriyle en çok uğraşan Seneca’dır. O bu konuda Aristoteles ve Panaitios’u
takip etmiştir. Seneca kehanete inanır ve tabiat olaylarının kendine ait doğal sebepleri
yanında, bunların çeşitli belirti ve işaretler olduğunu da ileri sürer. Ona göre bütün doğal
sebepler Tanrı’da birleşirler. Fakat Tanrı tek tek varlıkların keyfi yöneticisi değil her şeyi
kuşatan bir tabiat kanunudur. Her şey bu kanuna göre zorunlu bir düzen içinde olup biter. Her
şeyde Tanrısal olanı görüp sayan kimse sıkıntı çekmez ve kaderin yükü altında ezilmez.
Tanrı’ya tapma, ibadet etme aslında tabiatın iradesine, tabiatta hüküm süren Tanrısal
öngörüye gönülden bağlanmanın bir ifadesidir.
Romalı Stoa’lılar kehanete inanmakla birlikte, iyi ve kötünün ne olduğunu insana
bildirenin kahinler değil ahlak bilinci olduğunu ileri sürerler. Yine onlar, insanın ancak kendi
gücü ile faziletli olabileceğini ve mutluluğa erişebileceğini, insanı iyiye götürenin akıl
olduğunu, hayatın en yüksek amacının fazilet yani tabiata uygun yaşamak olduğunu
belirtirler. Onlara göre, insanın kendisiyle uyum içinde olması için aklın hakim olması
gerekir, bu hal aynı zamanda tabiat ve Tanrısal kanunla uygunluk içerisindedir. Bunları
gerçekleştirenler, asıl amaç olan mutluluğa erişirler. Faziletin değeri bu söylenenlere bağlı
değildir, çünkü fazilet başlı başına bir değerdir. Faziletin dışındaki değerler ise bel
bağlanılmayacak, aldırılmayacak değerlerdir.
15
Zikrettiğimiz üç düşünüre göre aldırılmayacak şeyler arasında hayat ve ölüm de var
olup başlı başına bir değer değildirler. Đnsan tıpkı bir bağ kütüğü gibi meyve vermek için
vardır. Aklımız bedenimiz üzerinde hakimiyet kuramayacaksa, dış şartlar bizi akla ve hakka
aykırı davranmaya zorluyorsa, kendi isteğimizle hayattan ayrılma imkanı elimizdedir. Esas
olan uzun yaşamak değil yettiği kadar yaşamaktır. Tanrı insanı ölümlü olarak yaratmıştır. Bu
dünya bir bayram yeridir ve her bayramın bir sonu vardır, bayram bitince sen de şükrederek
git.
6.1.4.1 STOA FELSFESĐNĐN ÖNEMĐ VE ETKĐSĐ
Stoa’cı ahlakın insana yüklediği sorumluluk ve şahsiyetli insan düşüncesi Romalı
yöneticilerin kişiliğine uygundu. Bu düşüncenin neticesi olarak evlilik, aile, toplum ve devlet
gibi kurumlar tümüyle değersiz ve önemsiz olmaktan kurtarılmıştır. Stoa’lıların
benimsedikleri adalet ve insan sevgisi gibi önemli ilkeler, toplumun her kesimini
kucaklayacak hale getirilmiştir. Roma Đmparatorluğu, birçok insana haklarını sağlamış ve
böylece Stoa’lıların etkisiyle, ünlü Roma Hukuku doğmuştur. Stoa’lılar en kapsamlı insanlık
ülküsünü dile getirmiş ve dünya yurttaşlığı ülküsünü savunmuşlardır.
Roma imparatoluğu yıkıldıktan sonra da Stoa düşüncesi batılıları etkilemeye devam
etmiştir. G. Bruno, Descartes, Spinoza, J. Locke, Đ. Kant, Schiller, Goethe vb. birçok filozofta
bu izlerin etkisi görülmektedir.
Stoa’lılar azla yetinme, dünyalıkların ardından koşmama, kendilerine hakim olmayı
bilme vb. faziletlere değer vermişler, Tanrı’ya “Baba” diye seslenmişler ve evrensel bir insan
sevgisiyle (hümanizm) tüm insanlığı kucaklamışlardır. Bütün bu hasletler, Hıristiyanlığın
gelişmesi ve yayılması için elverişli bir ortam hazırlamıştır. Fakat Stoa’lılar, Roma Devleti
Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul edince ona yardım etmek yerine karşı çıkmışlardır.
Örneğin, Đmparator Marcus Aurelius Hıristiyanlığa hoşgörü ile bakmamıştır.
Stoa’lılar tenkit ettikleri eski halk inançlarından da bir türlü vazgeçememişlerdir. Bazı
çekişme ve sürtüşmelere rağmen Hıristiyanlığın, Stoa düşüncesinden ve sağladıkları hoşgörü
zemininden faydalandığı inkar edilemez bir durumdur.
ÖZET
Roma Devleti’nin farklı coğrafyaları egemenliği altına almasıyla, farklı kültür ve
dinlerin tanınması, felsefeyi de etkilemiştir. Bu etkilemenin bir sonucu olarak Helenistik
felsefe ortaya çıkmıştır. Bu felsefede hem Đlkçağ Yunan felsefesinin hem Ortadoğu dinlerinin
hem de Uzakdoğu kültür ve dinlerinin yansımalarını bulmak mümkündür. Bu felsefede bilgi
konusunda şüpheci anlayışlar daha çok dikkat çekmekte, ahlak anlayışında hedonist
yaklaşımlar öne çıkmakta, varlık anlayışında ise materyalist eğilimler görülmektedir. Bu
dönemin en çarpıcı isimlerinden birisi Epiküros olup, Stoa düşüncesini adeta temsil
etmektedir.
KAYNAKLAR
16
Hüsameddin Erdem, İlkçağ Felsefe Tarihi.
Kamuran Birand. İlk Çağ Felsefesi Tarihi,
DEĞERLENDĐRME SORULARI
S.1. Aşağıdakilerden hangisi, Timon’a göre, mutluluğa ulaşmak isteyen bir kimsenin göz
önünde bulundurmak zorunda olduğu hususlardan değildir?
a- Nesnelerin gerçek yapısı nedir?
b- Nesnelerin karşısındaki durumumuz ne olmalıdır?
c- Nesneler karşısında doğru bir duruştan ne kazanırız.
d- Epokhe
e- Ataraxtepia
S.2. Aşağıdakilerden hangisi septiklerin delillerinden değildir?
a- Aynı şeyler farklı insanlarda farklı etki yaparlar.
b- Duyu bakımından her insan farklı yaratılmıştır.
c- Algılar, içinde bulunduğumuz duruma göre değişir.
d- Akıl her şeyi tasavvur edebilir
e- Hepsi
S.3. “Ona göre haz ”hedone” maddi ve manevi hazların bileşiminden meydana gelir. Esas
olan maddi hazdır. Manevi hazlar da bedenden bağımsız değildir. Bu haz “acıdan kaçma,
kurtulma” anlamındadır.” Bu görüş kimindir?
a- Epicuros
b- Pyrron
c- Demokritos
d- Zenon
e- Karneades
S.4. Đslam dünyasında “Revakiyyun” hangi felsefe okuluna denir?
a- Aristoteles’çilik
b- Yeni Platonculuk
c- Epiküros’çuluk
d- Stoa’cılık
e- Demokritos’çuluk
S.5. “Kendi kendine yeten bilgenin ne topluma ne de devlete ihtiyacı vardır. Bütün tarihi ve
ırka dayalı ayrılıklar aklın gücü önünde ortadan kalkar. Çünkü akıl (tabiat, Tanrı) aynı kanuna
göre aynı hakları her insana vermiştir.” Bu görüş kime aittir?
a- Zenon
b- Pyrron
c- Epiküros
d- Gorgias
e- Parmanides
17
CEVAP ANAHTARI
1. E; 2. D; 3. A; 4. D; 5. A
1
FELSEFE TARİHİ
Hafta 7
Dini Dönem
Doç. Dr. Nazım HASIRCI
2
ÜNİTE7
Dini Dönem
İÇİNDEKİLER
7.1.Dini Dönem
7.1.1. Yeni Platon’culuk
7.1.1.1. Plotinos (203-270)
7.1.1.1.1. Felsefesi
7.1.1.1.1.1. Tanrı Görüşü
7.1.1.1.1.2. Varlık Görüşü (Sudur Teorisi)
7.1.1.1.1.3. Ruh Ve Beden Görüşü
7.1.1.1.1.4. Madde Görüşü
7.1.1.1.1.5. Bilgi Görüşü
7.1.1.1.1.6. Sanat Görüşü
7.1.1.2. Değerlendirme ve Etkisi
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Yeni Platonculuğun anlamını kavrayacak
• Plotinus‟un Tanrı, varlık, bilgi, ruh, madde ve estetik anlayışlarını açıklayabilecek
• Yeni Platonculuğun Đslam Felsefesine etkilerine temel oluşturabilecek
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• Ahmet Arslan'ın Felsefeye Giriş isimli kitabı okumalı,
• Hüsameddin Erdem'in Đlkçağ Felsefe Tarihi isimli kitabını gözden geçirmeli
• Kamuran Birand'ın Đlk Çağ Felsefesi Tarihi kitabı edinilmeli
3
Dini Dönem
7.1. DĐNĐ DÖNEM
Đlkçağ felsefesinin son dönemine doğudan alınmış fikir ve tasavvurlar etki etmiştir. Bu
fikirler genel olarak ruhun ölümsüzlüğü, tenasüh inancı ve yıldız ilmine inanç gibi dini ve
mistik karakterlidir. Bu devirde felsefe için iki önemli husus vardır:
Birincisi, bilgi anlayışında geçilen merhaledir. Aristoteles’ten bu yana bilgi gözlem ve
mantığa dayalı elde edilirken, Đlkçağın sonlarına doğru bazı hakikatlerin gözlem ve mantığa
dayalı elde edilmeyeceği görüşü hakim olmaya başladı. Dolayısıyla bu dönemde insanların
bazı hakikatlere, deruni yolla yani vahiy ve ilham yoluyla ve ancak özel yeteneklerle
donatılmış insanların ulaşabilecekleri öne sürüldü. Bu üstün yetenek ve bilgi gücüne sahip
örnek insan tipi ise Phythagoras’tır. O, bu dönemin ideal bilgesi olarak kabul edilmektedir.
Đkinci husus ise bu zamana kadar hakim olan Sokrates idealinin yerini Phythagoras
idealinin alması ve Sokrates’in ikinci plana itilmesidir. Oysa Septikler, Epikürcüler ve
Stoa’lılar, Sokrates’i “bütün ihtiraslarına akıl yoluyla hakim olmasını bilmiş insan” ideali
olarak görmüş ve kendilerine rehber edinmişlerdir. Sokrates olmadan bu okulları anlamak
mümkün değildir. Fakat bu dönemde onun yerine efsanevi bir insan konulmuş ve mistik bir
dünyanın bilgisinin peşine düşülmüştür. Böylece Antik Çağın son dönemlerinde Epikürcüler
dışındaki bütün felsefe sistemleri dini eğilimler taşımaya ve içlerine dini ve mistik motifler
almaya başlamışlardır.
Bu dönemin, ilmi, dini, mistik ve felsefi merkezi Đskenderiye şehridir.
Đskenderiye’deki bilim ve kültür zenginliği Atina’yı gerilerde bırakmıştır. Đskenderiye’de
yetişen en önemli filozoflardan biri ise Philon (M.Ö. 25- M.S. 50)’dur.
Philon bu çağın en önemli Yahudi filozoflarından biridir. Yahudi filozofları dinin
esasları ile Yunan felsefesini özellikle de Platon’un felsefesini uzlaştırmaya çalışmışlardır.
Philon da eserlerinde Tevrat ve Yahudi ilahiyatını Platon felsefesi açısından yorumlamaya
çalışmıştır. Çünkü o Platon’u Hz. Musa’nın bir öğrencisi olarak kabul etmekteydi. Philon’un
eserleri de Platon’un felsefi bakış açısından Tevrat’ın bir tür tefsirinden ibarettir. O Platon’un
Đdeler Nazariyesini ilginç bir şekilde yorumlayarak, Đdelerin Tanrı’nın ruhunda, düşüncesinde
saklı olan fikirler olarak kabul etmiş ve Đdelerin, Tanrı’nın onları düşünmesiyle varlığa
geldiğini ileri sürmüştür. Böylece o, yaratıcı Tanrı kavramı ile Đdeler nazariyesin bu şekilde
uzlaştırmaya çalışmıştır. Oysa daha önce de geçtiği üzere Platon ve Aristoteles’te, Tanrı
yaratıcı değil ilk muharrik, mimar, mevcut malzemeyi düzenleyen ve amaç verendir. Philon
ise Tanrı’yı kainatın yaratıcısı yapmaktadır.
Đlk çağın sonlarında din ve felsefenin birbirinden ayrılmaz olduğunu düşündüren en
büyük felsefe ise Yeni Platon’culuk (Neo-Platonizm) olmuştur.
4
7.1.1. YENĐ PLATON’CULUK
Bu ekol Doğu ve Batı mistisizminin temel kaynaklarındandır. Antikçağın sonlarında
felsefi temele dayanarak dini bir dünya görüşü ortaya koymaya çalışan Yeni Platon’culuk,
sonraki düşünceler üzerinde de etkili olmuştur. Bu felsefe Platon felsefesi niteliğine sahip
olmakla birlikte, Rönesans’a kadar, Yeni Platon’cu bir şekilde varlığını sürdürmüştür.
Bu akımın fikir babası Ammanios Saccas’tır, fakat fiilen kuran Plotinos (203-207)’tur.
Plotinos, düşüncelerini Platon’un eserlerine dayandırarak ortaya koymaya çalışmış, hatta
ayrıntılarda bile buna dikkat etmiştir. Onun bu kadar Platon’a sadık kalması, ortaya koyduğu
felsefenin Neo Platonizm adını almasına yol açmıştır.
7.1.1.1. Plotinos (203-270)
Plotinos’un hayatı ile ilgili bilgileri, öğrencisi ve eserlerini (Ennead) toplayıp neşreden
Prphyrios’tan elde etmekteyiz. Plotinos, Mısır’da Lykopolis’de 203 yılında doğmuş, 28
yaşında felsefeyle ilgilenmeye başlamış, o dönemde Đskenderiye’de ders veren birçok
düşünürü dinlemiş, Ammanios Saccas’ın yolunu takip etmiş ve onun ölümüne kadar on bir yıl
okuluna devam etmiştir.
Daha sonra Roma’ya giden Plotinos, orada bir okul açarak felsefesini öğretmiştir. O
Roma’da Đmparator Galleinus ve eşinden büyük destek görmüştür. Plotinos’u alçak gönüllü,
ince, nazik ve kendisini Tanrı’ya adamış bir olarak gören halk, ona büyük saygı göstermiş ve
bir ermiş saymıştır. Ömrünün sonlarında cüzzam hastalığına yakalanan Plotinos 270 yılında
ölmüştür.
Plotinos’un 54 yazısı, öğrencisi Porphyrios tarafından, konularına göre dokuzar
bölüme ayrılarak altı kitap halinde düzenlenmiş ve yayınlanmıştır. Bu sebeple onun eserine
Ennead’lar (dokuzlar) denmiştir. Bu eserin içeriği şöyledir:
I. Kitap; genel olarak, hayat, insan ve ahlak konuları incelenir.
II. Kitap; kainat ve tabii olayların işleyişi, nesnelerin duyulara nasıl göründüğü ele
alınır.
III. Kitap; kader, sezinleme, nefis, zaman, aşk vb. konular incelenir.
IV. Kitap; ana konu olarak ruh ele alınır, ayrıca duyum ve hafızaya ait konulara da
yer verilir.
V. Kitap; “ilk üç esas”, tek tek nesnelerin idelerinin olup olmadığı konusu
düşünülür, güzelliğin ne olduğu, aklın, ideaların ve var olanın yapısının neden
ibaret olduğu incelenir.
VI. Kitap; cinsler, sayılar, “Đyi” veya “Bir”le ilgili konular araştırılır.
7.1.1.1.1. Felsefesi
Plotinos, felsefeyi teorik olmaktan ziyade bir hayat tarzı olarak görmüştür. Bununla
birlikte materyalizmin de en büyük düşmanıdır. Zira Epicuros’cular tam bir materyalist ve
ateist, Stoa’cılar ise panteist- materyalist düşünceyi temsil etmekteydiler. Plotinos, alemin
menşeini manevi bir varlık olan ruha dayandırmış ve materyalistlerle mücadele etmiştir. Ona
5
göre ruh, bir birlik ve bütünlüktür, ne bir cisim ne de bir kuvvettir. Bu görüşleri doğrultusunda
Plotinos’u “Đdealist” felsefe anlayışı içerisine yerleştirmek mümkündür.
7.1.1.1.1.1. Tanrı Görüşü
Plotinos’a göre Tanrı ne Stoa’lılardaki gibi içkin (immanent) ne de Aristoteles’teki
gibi aşkın (transcendent)’dır, bu iki görüşün uzlaştırılmasıyla elde edilen mutlak ve değişmez
bir Birlik’tir. Bu en yüksek varlık Uluhiyetin kendisidir, bütün zıtlıkların ve sınırlı
belirlemelerin üstündedir, aşkın, akılla kavranamayan ve hiçbir nitelik yüklenemeyen
sebeptir. Onun hakkında hiçbir şey söylenemez, onun ne olduğu değil ancak ne olmadığı
söylenebilir. O varlığın, zamanın ve niteliğin ötesindedir. O şekilden yoksundur fakat her
şeklin sebebidir.
Bir akıl olmadığı gibi ruh da değildir, onun tabiat içinde bir karşılığı yoktur, tabiatın
tamamı da değildir; aklın, ruhun ve tabiatın bir toplamı da değildir. Her arzu ve etkinlik ona
yönelir, fakat o hiçbir şeye yönelmez, hiçbir şeyi arzu etmez. O asla sözle anlatılamaz, onun
hakkında söylenen her şey yalnızca söylenmiş bir şey olur, halbuki o, her şeyin ötesindedir.
Onu tam olarak ne belirleyebilir ne de kavrayabiliriz. Çokluk ve değişkenlik ise bu “Birlik”in
yani Tanrı’nın etkisiyle ortaya çıkmaktadır. Tanrı tanımlanamazdır, fakat bütün
tanımlanabilen ve sınırlı varlıkların tek kaynağıdır.
Onun belirsizliği anlatıldıktan sonra, Ondan gelenlerin hepsi ortaya konur ve “Bir”in
bunlardan hiçbiri olmadığı söylenebilir. Ayrıca Bir, akılla kavranamayanların da ötesindedir.
Ona ulaşmak için anlaşılmaz olandan da kopmak ve Onu sezme sevgisine kendini bırakmak
gerekir. “Bir” ile ilişki, Onunla Onu sezebilecekler arasında söz konusu olan bir etkinlik
aracılığı ile olur.
7.1.1.1.1.2. Varlık Görüşü (Sudur Teorisi)
“Đlk”, “Var” ve “Bir” olan Tanrı, aynı zamanda mükemmel ve en iyidir. Alem bu
üstün kuvvetin bizzat kendisinden iyilik, bolluk ve mükemmelliği sebebiyle zorunlu olarak
sudur (fışkırmış) etmiştir. Bu sudur esnasında da asli Cevher olan Tanrı’nın mahiyetinden
hiçbir şey eksilmemiş ve Onda hiçbir değişiklik de meydana gelmemiştir.
Bu oluş sürecinde Tanrı’dan taşan ilk taşkın, kendi üzerinde kıvrılır ve kendisine
döner, bu dönüşle kendisinin Nous olduğunu anlar, taşkın Nous’un üzerinden akıp gider,
kendi üzerinde döner ve Ruh olduğunu anlar. Bunun gibi Ruh da kendi üzerinde döndüğünde,
Nous olduğunu; Nous kendi üzerinde döndüğünde Bir olduğunu anlar. Buna göre Bir taşınca
Nous’a, Nous taşınca da Ruh’a varlığını vermekte, bu süreç aşağıya doğru sürüp gitmektedir.
Đşte bütün varlıklar Tanrı’dan bu şekilde sudur edip çıkar, tıpkı ışığın güneşten sudur ettiği
gibi. Nasıl ışık güneşten çıkıp uzaklaştıkça şiddetini kaybeder ve sonunda karanlığa
dönüşürse, Tanrı’dan sudur eden varlıklar da Öz’den, Cevher’den uzaklaştıkça
mükemmelliklerini kaybeder, en sonunda da karanlık olan maddeye dönüşürler.
Plotinos’un Tanrı’sı ilahi dinlerdeki gibi alemi yoktan yaratan bir Tanrı değildir. Onun
Tanrı’sı Platon ve Aristoteles’te olduğu gibi mevcut olan bir malzemeye sadece biçim
kazandıran bir varlık da değildir. Ona göre Tanrı kendisinden her şeyin sudur ettiği bir
6
kaynaktır, var olan her şey Tanrı’nın bir açınması, taşmasıdır. Tanrı her şeyin kaynağı olduğu
için, bir şeyin var olması Tanrı sayesinde mümkün olur. Bu nedenle Tanrı mevcuttur
diyemeyiz, çünkü O, varlığın ta kendisidir, bizatihi varlıktır. Tanrı birdir de diyemeyiz, zira
Tanrı birliğin kendisidir. Yine Tanrı için etken ve fail de diyemeyiz, çünkü O müessir ve fail
olanın da kendisidir.
Varlık kademesinde Tanrı’dan sonra ikinci sırada Nous (akıl) sahası şekillenir. Đlk olan
Tanrı’dan ilk sudur eden Nous’tur. Nous tabakası, Tanrı’nın bu tabakayı düşünmesi ve kendi
özüne dönmesiyle meydana gelmiştir. Çünkü Tanrı’da düşünme, varlığa getirme, yaratmayla
aynı şeydir. Nous da kendi kendini düşünmeye başlayınca, düşünen ve düşünülen olarak
ikileşir. Bu ikileşmeden çokluk ve diğer tabakalar meydana gelir. Bu ikinci kademe mutlak
birlikten mahrumdur. Yalnız bu alemdeki çokluk, zaman ve mekan içinde bulunan çokluk gibi
değildir. Bu yüzden de ideler hep sabit kalır, ezeli ve ebedidirler. Bu ideler (fikirler) faaldir,
ancak bunlar her tür faaliyetin ezeli ve ebedi modellerini meydana getirirler. Platon’da olduğu
gibi Plotinos’a göre de ideler zaman üstü ve Tanrıca düşünceler olup, ideler alemi manevi bir
alemdir. Đdeler her tür etki ve fiilin ezeli ve ebedi örnekleridir.
Üçüncü tabakada Ruh alemi bulunur. Ruh da birlik ifade eden ve yok olmayan bir
cevherdir. Ruhun etkin olmasını sağlayan irade, zaman içinde cereyan eder. Ruh irade
sayesinde cisimlere şekil kazandırabilir.
Ruh aleminin altında cisimler dünyası vardır. Bu alemde kevn ve fesat hakimdir. Ruh
bedene şekil verdiği gibi cisimlere de şekil kazandırır. Cisimler de faal ve etkin olabilirler.
Onların etkisi, kendisindeki niteliği, bir başka cisme intikal ettirmek şeklinde ortaya çıkar.
Örneğin sıcak bir cisim kendi sıcaklığını bir başka cisme geçirir.
Varlıklarda Tanrı’nın müessir olması, kendi varlığını diğer varlıklara yaydırması
şeklinde olur. Bu nedenle Tanrı bir sebep olmaktan ziyade, bütün varlıkların asıl kaynağıdır.
Tanrı’nın bu hali tamamen bir yaratma halidir. Đdeler ise bütün gayretlerin kendilerine
çevrilmesi ve kendilerinin model alınmaları şeklinde tesir ederler. Ruh ise cisimlere şekil
kazandırma doğrultusunda etki eder. Cisimlerin etkisi de, kendi niteliklerini diğerlerine intikal
ettirmek suretiyle gerçekleşir.
Cisimlerin altında birde madde sahası bulunmaktadır. Burası cisimlerin kendilerinden
gelip tekrar kendilerine döndükleri sahadır. Madde her tür gerçeklikten yoksun bir hiç olup bir
varlığa sahip değildir. Birlikten tamamen yoksundur ve sonsuz çokluğu temsil eder. Bu
nedenle onun hiçbir tesiri de yoktur.
Plotinos bu anlayışı ile tesir etme güç ve imkanını bütün varlıklardan kaldırarak her
şeyi Tanrı’ya irca etmiştir. Böyle bir anlayış, Plotinos sisteminin varlığı tamamen dini
karakterli açıklama çabası olarak görülebilir.
7.1.1.1.1.3. Ruh ve Beden Görüşü
Yeni Platon’culuk ruh anlayışında materyalist görüşlere zıt bir anlayış ileri sürer. Bu
anlayışa göre ruh, ne bir cisim ne de bir kuvvettir; o kendisine has bir cevherdir. Ruh insanda
bedeni bir araç olarak kullanır. Beden bileşik bir nesne iken ruh, salt ve bölünmez bir birliktir,
7
kendi kendisiyle özdeştir. Bu nedenle ruh cisimden tamamen farklı bir yapıdadır ve bedeni
düzenleyen güçtür. Şayet ruh olmasaydı beden çözülüp dağılırdı. Ruh bedenden daha yüksek
bir realitedir. Beden güzelliğini ruhtan alır, bedenin düzeni ve uyumu da ruhun güzelliğini
yansıtır.
Beden çürür ve dağılır, gelip geçicidir. Ruh ise ölümsüzdür, daima kendi kendisiyle
aynı kalır. Plotinos ruhun ölümsüzlüğünü tenasüh ile açıklar. Bu dünya hayatı ruh için bir
cezadır. Fakat sudurun bir basamağının gerçekleşmesi için ruhun maddeye düşmesi bir
zorunluluktur. Aksi taktirde cisimler meydana gelemezdi. Ruhun maddeye düşmesi, Tanrısal
ışığın kaynağına yabancılaşmasıdır. Zira bu dünya kötüdür. Fakat bu dünyayı idealar örneğine
göre düzenleyip biçimlendiren de ruhtur. Dünya bu nedenle akla uygun ve güzel
olabilmektedir.
Plotinos’a göre ferdi ruhların dışında bir de Alem Ruhu denilen Külli ruh vardır. Ferdi
ruhlar bu alem ruhunda yer alır. Belirttiğimiz üzere Nous’tan sonra Ruh gelir. Ruh Nous ile
dünya arasında etkinlikte bulunur. Böylece o Nous’un sonuncusu duyuların da ilkidir. Ruh
devamlı Nous ve Bir ile ilişkisini sürdürmek zorundadır. Çünkü ruh, ideler dünyasını seyreder
ve on göre nesneler dünyasını şekillendirir. Ruh Nous karşısında pasifken, nesneler
dünyasında aktiftir. Đdelerin seyrine dalmış ruh gerçek bir ruhtur, ruh nesneler dünyasını
şekillendiren olarak ise aşağı bir ruhtur. Ruhun yukarı seviyesi Bir ile bileşmesidir. Bu
seviyedeki bir ruh için beden, bir kötülük bir engeldir. Ruhun aşağı seviyesinde ise beden, ruh
için bir iyilik bir zarurettir.
Plotinos’a göre insan ruhu, Alem ruhundan ayrılmış bir parçadır. Đnsan ruhu bedene
girerek bu dünyadaki üzüntüleri yaşamak suretiyle ahiret hayatını daha iyi değerlendirme
imkanını bulur. Đnsan, ruhunu maddenin baskısı altında bulundurursa, yukarı yönü ile
gördüğünü artık göremez ve kavrayamaz olur. Böylece daha üstün dünya ile alakasını kesmiş
olur. Polotinos daha önce de belirttiğimiz gibi ruhun ölümsüzlüğünü tenasühle açıklar. Ona
göre ruhun esas gayesi bedenden tamamen kurtulup saflaşmak ve alem ruhuna dönmektir.
7.1.1.1.1.4. Madde Görüşü
Maddenin Bir’e nispeti karanlığın ışığa nispeti gibidir. Cisim maddeden meydana gelir
fakat madde bir cisim değildir. Çünkü alem tamamen Ruh cinsinden bir varlığa sahiptir.
Dolayısı ile madde her tür realiteden yoksun bir hiçliktir.
Madde, Tanrı’nın nurundan ışıklanamamasıdır. Dolayısı ile madde iyinin de
olmayışıdır. Bunun için madde sadece kötülüktür, iyinin yokluğudur. Bu nedenle dünya,
Platon’daki gibi, Tanrı’dan, iyiden pay aldığı ölçüde iyi ve düzenli, maddeden yani kötüden
pay aldığı ölçüde de kötüdür. Bu yönden cisimler dünyası ile madde birbirinden ayrıdır.
Plotinos’a göre asıl olan ruhtur, tabiat ancak bir Ruh olarak gerçekliğe sahiptir, madde
ise sadece bir görünüştür. Varlığı gizleyen bir örtüden ibarettir. Ruh cisimleri Nous’a bakarak
belirlemedikçe, onlar varlıkta duramazlar, kaybolup giderler.
8
7.1.1.1.1.5. Bilgi Görüşü
Đnsan ideler alemini kendi içinde temaşa edebilir. Böylece insanın bir taraftan cisimleri
algılayan duyuları, diğer taraftan da manevi dünyayı ve varlıkları kavramaya yarayan Sezgi
(manevi gözü) kabiliyeti vardır.
Plotinos’a göre en üstün bilgi Tanrı’nın, Bir’in bilgisidir. Đnsanı Tanrı’yı bilmeye
götüren yol, içte yaşanan bir yoldur. Bu bilgiye iki şekilde ulaşılabilir:
1. Adım adım düşünme yani Diyalektikle.
2. Vecde kapılarak Tanrı ile birleşmeyi sağlayan istiğrak ve sevgi yoluyla.
Plotinos’ta sevgi, her varlığı kendi iyiliğini aramaya götüren en mükemmel güçtür.
Maddenin iyiliği şekildir, bedenin iyiliği Ruhtur, Ruhun iyiliği ise fazilettir, Noustur, Bir’dir.
Ruhun Bir’e ulaşması bir hazırlık süreci gerektirir. Bu hazırlık sürecinin sonunda
insan, şuurunu kaybedip kendi dışına çıktığında birden bire vecd ortaya çıkar. Đnsan cezbe
halindeyken Tanrı ile birleştiğini hisseder. Bu nedenle vecd, bir çeşit cezbe hali olup ruhun bir
çeşit Birlik şuuruna varmasıdır. Cezbeye gelen insan ruhu, Tanrı’ya açılır ve zaman zaman
Tanrı ile birleşir. Bu birleşme, bir anlamda, Ruhun en büyük amacı olan bedenden kurtulma
halidir. Bu nedenle Plotinos’a göre, cezbe, en yüksek bilgi derecesini meydana getirir.
Böylece insan, mistik bilgi yoluyla Tanrı’yı kavramış ve bilmiş olur.
Mistik bilgi metodu, Ortaçağda önce Müslüman, daha sonrada Yahudi ve Hıristiyan
filozoflarını da derinden etkilemiştir.
7.1.1.1.1.6. Sanat Görüşü
Plotinos estetik anlayışını metafizik bir temele dayandırır. O güzeli, Platon ve
Aristoteles’te olduğu gibi, ahlaki etkinlikleri bakımından ele alır. Đdealist bir estetik kuran
Plotinos’a göre, “asıl gerçek, nesnelerin kendisi, onları etkiyen her şey cisimsel değil, salt
manevi niteliktedir. Onun estetiği şu ana fikre dayanır: “Cisimler dünyası üzerine, sadece
manevi dünyadan bir nur, ışık vurursa değer kazanır ve güzel olur.”
Plotinos’a göre cisim özce güzel olmayıp, güzelliği dışarıdan alır. Güzel, uyumda
parıldayan şey, maddeye hükmeden ve onu gayesi doğrultusunda kendi birliğine tabi tutan
(suret); Ruhun bedene, Nous’un ruha, Tanrı’nın Nous’a yansımasıdır. Güzel duygusunun
temeli, ruhun güzeli görünce, onunla kendisi arasında bir yakınlığın, bir uyumun olduğunu
yaşamasıdır. Bir cismi özümüze yabancı ve aykırı bulursak ona “çirkin” deriz.
Güzelliğin sebebi olan ruh da çirkin olabilir. Bu onun maddeye bulaşmasından ve
bağlanmasından kaynaklanır. Ruhu güzel yapan cisimden uzak durması, akla ve manevi olana
yönelmesidir. Bu nedenle, Plotinos’a göre, varlığa esas güzelliği veren Mutlak Güzeldir.
Mutlak güzellik ise sureti olmayan bir idedir. Yani güzellik, bir çeşit ideal mahiyetin duyular
dünyasına yansımasıdır. Güzeli seyreden kimse, duyu dünyasında daima idenin yansımasını
bulur.
9
Sanatın konusu ise, objelerin idelerini yansıtmalarıdır. Sanat, kendi özü içinde
meydana getirme ve güzel bir objenin Nous ve idesiyle çalışarak bir eser ortaya koymaktır.
Bu nedenle sanat eseri, ideye objeden daha yakın; sanatkarın yaratıcılığından dolayı tabiattan
daha üstündür. Çünkü sanatçı, idelere yönelerek tabiatı taklit etmekten öte onu tamamlar.
Buna göre, sanat Tanrısal aklın aleme yansıması demek olup taklittir. Fakat bu taklit, ilahi
akıldan pay almış ve onu yansıtabilen varlıkların taklididir. Tanrı bu alemin hem yaratıcısı
hem de sanatkarıdır. Zira her sanat hüneri Mutlak’ta mevcuttur.
Sonuçta Plotinos’un bu estetik görüşü, bütün idealist sanat görüşlerinin beslendiği bir
ana kaynak olmuştur.
7.1.1.2. Değerlendirme ve Etkisi
Plotinos’un sistemi, başta Platon olmak üzere önceki filozofların görüşlerinin izlerini
taşımaktadır. O bazı yönlerden –sisteminin temeli olan Bir gibi- tamamen Platon’u taklit
ederken bazı yönlerden de onu aşmıştır.
Onun Platon’u aştığı hususlara gelince; Platon idealar ile varlık arasındaki ontolojik
bağı bir türlü kuramazken, Plotinos bu ilişkiyi “sudur” teorisini tasarlayarak kurmuştur. Đkisi
arasındaki en önemli fark ise Platon’un ideaları epistemolojik düzeyde ele almış olması,
Plotinos’un da ideaları tabiata geçiş basamağı olarak, tabiatın meydana gelmesi için bir ara
unsur olarak görmesidir.
Yine Platon ile Plotinos’un “Bir”leri sadece isim yönünden benzerlik gösterirler.
Platon’un Bir’i ile tabiat arasında hiçbir ontolojik bağ kurulmaz ve bu durumu kendisi de
eleştirir. Platinos ise “Bir”i Đlk Neden olarak görür ve tabiatın var oluşunun kaynağı sayar.
Zamanla Platon ile Platinos arasındaki temel farklılıklar unutulmuş, birçok insan
Platinos’un görüşlerini benimsedikleri halde kendilerini Platoncu saymıştır. Yine Plotinos’un
Ennead’larından özetlenen bölümlerle Hıristiyan doğmalarının bir karışımından meydana
gelen “Aristoteles’in Tanrıbilimi” adlı eser, hem Đslam hem de Hıristiyan dünyada
Aristoteles’e ait zannedilmiştir.
Platinos’tan sonra öğrencisi Porphyrios (232-304) hocasının felsefesini savunmaya ve
anlatmaya çalışmıştır. Porphyrios’un bir öğrencisi olan Suriyeli Đamblikos (ö.333) da
Politinos’un görüşlerini politeizme temel yapmaya çalışmış ve Yeni Platon’culuğun Suriye
kolunu oluşturmuştur. Proklos (410-485) ise Yeni Platon’culuğun Atina kolunu teşkil ederek
Antik dinleri bu ekolle kurtarmaya çalışmıştır.
Yunan düşüncesi zaman ilerledikçe gücünü kaybetmiş, Roma Đmparatoru Justiniaus,
529’da hem Akademi’yi hem de Lise’yi kapattırmış. Yunan felsefesi, Hıristiyanlığa aykırı
görülerek okunması yasaklanmıştır. Başta Yunan felsefesi akılcı tutumu ile kendisini
mitolojiden kurtarmışken, Yeni Platon’culuk ile tekrar irrasyonelizme varmıştır. Bundan
sonra Ortaçağ dönemi başlayacak ve Batı’da akıl ve bilim yerine “Theosophia” (Tanrı
bilgeliği) hüküm sürecektir. Her şey dini inanca bağlanacak ve onunla açıklanacaktır.
10
ÖZET
Helenistik dönemde hem Đlkçağ hem de ait olduğu Helenistik dönemden farklı bir
yaklaşımla felsefe yapan filozofu Plotinus’tur. Plotinus, kısmen Platon’dan etkilenmekle
birlikte, felsefe ve din uzlaşımcılığını kendi dönemine nispetle en üst düzeyde açıklamış ve
Hıristiyanlık dogmalarıyla felsefeyi uzlaştırmaya çalışmış, diğer yandan da Ortaçağ
felsefesinin rengini ilk defa ortaya koyduğu görüşlerle belirlemiş olan filozoftur.
KAYNAKLAR
Hüsameddin Erdem, İlkçağ Felsefe Tarihi.
Kamuran Birand. İlk Çağ Felsefesi Tarihi,
DEĞERLENDĐRME SORULARI
S.1. “O Platon’un Đdeler Nazariyesini ilginç bir şekilde yorumlayarak, Đdelerin Tanrı’nın
ruhunda, düşüncesinde saklı olan fikirler olarak kabul etmiş ve Đdelerin, Tanrı’nın onları
düşünmesiyle varlığa geldiğini ileri sürmüştür.” Bu filozof kimdir?
Aaa- Philon
b- Plotinos
c- Pyrron
d- Zenon
e- Alkıbyades
S.2. Yeni Platon’culuğun kurucusu kimdir?
a- Platon
b- Pyyron
c- Zenon
ddd- Plotinos
e- Porphyrios
S.3. Plotinos’un eserinin adı nedir?
Aaa- Enneadlar
b- Tabiata dair
c- Oluş
d- Kevn ve fesat
e- Metafizik
S.4. Felsefe tarihinde “sudur” teorisini ilk defa kim oluşturmuştur?
a- Platon
b- Aristoteles
ccc- Plotinos
d- Parmanides
e- Porphyrios
11
CEVAP ANAHTARI
1. A; 2. D; 3. A; 4. C
1
HAFTA 8
ORTAÇAĞ
FELSEFESĐ
2
ÜNİTE 8
ORTAÇAĞ
FELSEFESĐ
ĐÇĐNDEKĐLER
1. ORTAÇAĞ FELSEFESİ ...............................................................................................................4
1.1. Giriş ........................................................................................................................................4
1.2. Ortaçağ Felsefesinin Genel Özellikleri ......................................................................................4
1.3. Tümeller Tartışması .................................................................................................................5
1.4. Patristik Felsefe .......................................................................................................................6
1.4.a. Aurelius Augustinus (354-430) ..............................................................................................7
1.5. Skolastik Felsefe ......................................................................................................................9
1.5.2. Skolastiğin İlk Dönemi ........................................................................................................ 11
1.5.2.a. Anselmus ......................................................................................................................... 11
1.5.3. Skolastiğin Yükseliş Dönemi ................................................................................................ 12
1.5.3.a. Albertus Magnus ............................................................................................................. 12
1.5.3.b. Aquinolu Thomas ............................................................................................................ 13
1.5.4. Skolastiğin Son Dönemi ...................................................................................................... 14
1.5.4.a. Duns Scotus ..................................................................................................................... 14
1.5.4.b. Ockhamlı William ............................................................................................................ 14
1.5.4.c. Roger Bacon .................................................................................................................... 14
3
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
Öğrenci ortaçağ felsefesi hakkında bilgi sahibi olacak,
Modern Batı felsefe ve kültürünün temel özelliklerinin ortaçağ felsefesi
içinde barındığını kavrayacak,
Ortaçağ felsefesinin yekpare bir düşünce olmayıp kendi içinde dönemlere
ayrıldığını bilecek,
Her bir dönemin kendi içinde taşıdığı özellikleriyle diğer dönemlerden
ayrıştığını kavrayacak,
Dönemlerin içinde yaşamış olan filozof ve din adamlarının bulundukların
dönemin özelliklerini taşıdıklarını öğrenecek,
Patristik felsefe, Kilise Babaları, Apolojik, Skolastik kavramlarının anlamları
hakkında bilgi sahibi olacak,
Ortaçağ felsefesinin kendi içinde taşıdığı dikatomileri ve dikatomilerin süreç
içindeki ayrışmalarını(din-akıl, tümel-tekil vb) kavrayacak,
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce,
• Yeniçağ felsefesiyle ilgili yazılan eserlerin incelenmesi,
• Siyasi ve sosyal yönleri bakımından 17.yüzyıl batı devletlerinin incelenmesi,
• Ortaçağ batı devletleri zamanı kültür ve bilimini anlatan kaynak eserlerin
araştırılması,
• Ortaçağ siyasi ve kültürünü anlatan yazılı ve görsellerin incelenmesini,
• Ortaçağ kültür ve siyasi atlaslarına bakılmasını,
• Batı düşüncesine dair yazılan eserlerin incelenmesini,
• Batı bilim tarihi adı ile yazılan değişik eserlerin ortaçağ felsefe hareketleriyle
ilgili bölümlerin okunmasını,
• Felsefe sözlüklerinden ihtiyaç duyulan felsefi kavramlara bakılmasını,
• Ünitenin düşünce ve bilim tarihiyle ile ilgili bölümleri için sesli ve görsel
olarak hazırlanmış (film, dizi, belgesel vb.) materyallerin seyredilmesini,
• Ortaçağ filozoflarının düşüncelerinin, daha önceki filozoflara benzer olan
kısımlarıyla farklı olan yönlerinin mukayese edilmesini,
• Ortaçağ batı tarihine damgasını vurmuş olan Hristiyanlığı daha iyi
kavrayabilmek için dinler tarihi eserlerine müracaat edilmesini,
• Özellikle Hristiyan teolojisinin dogmalarını, konsillerini, ihtilaf konusu olan
inanç esaslarını, sıfat tartışmalarını ayrıntılı şekilde inceleyen eserlere bakmalarını,
4
1. ORTAÇAĞ FELSEFESĐ
1.1. Giriş
Bugünkü şekliyle tarihi zaman dilimlerine ayırma batılı tarihçilerin benimsediği bir
ayırımdır. Buna göre ortaçağ sıfır “0” ile başlayıp Fatih’in Đstanbul’u fethettiği tarih olan
1453’te sona erer. Bu uzun süreçte önemli dini ve siyasi olaylar meydana gelmiştir. M.S.
33’de Hz. Đsa’ya vahyin gelmesiyle Hristiyanlık, M.S. 610’da Hz. Muhammed’e Đslam’ın
vahyedilmesi Ortaçağın en önemli iki olayıdır.
“Karanlık Çağ” gibi çoğu zaman menfi nitelemelerle anılan Ortaçağ, Batı
Ortaçağıdır.1
Batı ortaçağı aynı zamanda “Skolastik” devir olarak da isimlendirilir. Buna
göre ortaçağ felsefesi tabiriyle kastedilen Hristiyan veya Skolastik Felsefedir. Ortaçağda
felsefe ve ilahiyat doğru idrake götürdüğünü iddia eden iki ana öğrenim dalıydı.
Yunanlı filozoflara göre taşlar, bitkiler, insanlar ve tanrılar bu evrenin içindeyken;
Hıristiyanlıkta insan ve Tanrı birinci; evren ise ikinci konumdadır. Ortaçağdaki felsefi ve
entelektüel ortama Hıristiyanlığın en bariz etkisi şunlardır:
1)Đnsanın, evrenin merkezi olarak algılanışı
2)Tarihe, doğrusal bir bakış
3)Tanrının, bir kişi ve yaratıcı olarak kavranışı
1.2. Ortaçağ Felsefesinin Genel Özellikleri
1) Bundan önceki felsefeler belli bir halkın ya da bireylerin felsefesiyken, Ortaçağ
felsefesi, bireylerin ve halkların karakteristik özelliklerinin üstünde olan dini bir
topluluğun, bir ümmetin felsefesidir.
2) Antik Yunan Felsefesi bütünüyle dünyevi bir felsefeyken, Ortaçağ felsefesinde öte
dünyaya ilgi hâkimdir. Yunan Felsefesinde insanın temel problemi dünyevi
mutlulukken, Ortaçağda problemler, bu dünyadaki hayattan ziyade ahiret hayatıyla
ilgili problemlerdir. Aranan mutluluk bu dünyadaki mutluluk değil fakat edebi
saadettir. Bundan dolayı, Antik Yunan’da bağımsız bir felsefe disiplini olan etik ve
estetik yerine çok büyük ölçüde teknolojiye bırakır.
3) Ortaçağ düşünürleri önemli olan biricik şeyin doğaüstü varlık alanıyla, aşkın ve
mutlak olarak yetkin varlıkla olan ilişkisi olduğunu öne sürmüşlerdir. Bu da, doğal
olarak Ortaçağ’da felsefenin mahiyetini ve konu alanını baştan sona değerlendirmiştir.
Antik felsefede insan, ahlaklılığı bir toplumsal etik içinde ve mutluluk amacı gözeterek
ele alırken, Ortaçağ’da ahlaklılık dinin bir parçası haline gelmiştir. Dolayısıyla,
Yunan’da etik kozmolojik ya da toplumsal zemin üzerine temellenirken, Ortaçağ’da
etik teolojik bir düzlemde temellenir.
4) Yunan insanı kendisini evrenin bir parçası olarak, yani bir mikrokosmos olarak
görürken, Ortaçağ insanı kendisine yabancı bir evrende yaşamak durumunda olmuştur.
1
Son elli yıldır batı dünyasında yapılan çalışmalar, ortaçağ felsefesine dair olumsuz bakış açısını
sorgulayarak daha aydınlık bir felsefe olarak ele almaktadır.
5
5) Ortaçağ Felsefesi, Đlkçağ Felsefesinden öncelikle bir kopuşu gözler önüne serer.
Bununla birlikte, iki felsefe arasında, önemli bir noktada da ortaklık vardır. Kopuş
temelde Đlkçağ felsefesinin dini ya da mitolojiyi reddederken, Ortaçağ felsefesinin,
tümüyle dine, dini dogmaya tâbi olan bir felsefe olmasından kaynaklanmaktadır.
Ortaçağ felsefesi dine dayalı, din temelli bir felsefe olsa bile, kavram ve kategorilerini
terminolojisini kendi başına yaratmış bir felsefe değildir. Ortaçağ Felsefesi, ihtiyaç
duyduğu kavram ve kategoriler için doğrudan doğruya Yunan felsefesine yönelmiştir.
6) Ortaçağ felsefesi, teolojik bir anlayışla, doğayı Tanrı tarafında belli bir amaca göre
yaratılmış ve düzenlenmiş statik bir sistem olarak görmüştür. Açıklamadan niteliksel
bir açıklamayı anlayan ve nedensellikten büyük ölçüde ereksel nedenselliği anlayan
Ortaçağ düşünürlerine göre, maddi dünya, tanrısal gerçekliğin çok soluk bir
göstergesinden başka hiçbir şey değildir.
1.3. Tümeller Tartışması
Tümeller problemi, tümel kavramın gerçekliğinin olup olmaması, gerçekliğinin kabul
edilmesi halinde dış dünyada mı yoksa zihinde mi olduğuyla ilgili bir konudur. Bu tartışma
ortaçağ felsefesi için hayati bir konumdadır. Konu, hem varlığı hem bilgiyi hem de
teolojiyi yakından ilgilendiren bir konudur. Tümeller, zihinden bağımsız bir gerçekliğe
sahipse ve bu tümel tekil varlıkların içindeyse Tanrı’yı mücessemleştirmekte dolayısıyla
onun tinselliğine zarar vermektedir. Aynı zamanda bu anlayışa göre Tanrı’nın tümelleri
bildiği fakat tikelleri bilmediği sonucu da çıkmaktadır. Yani Tanrı tekil varlıkların
durumunu, onların dua ve niyazlarını bilememekte, onların istek ve dualarına kayıtsız
kalmaktadır. Bu durumda da Tanrı oluş ve değişim dünyasının dışında kalmakta ve bu
sürece müdahalesi olamamaktadır.
Eğer tümellerin zihinden bağımsız bir gerçekliği bulunmuyorsa o takdirde de tümeli
Tanrı kabul eden Hristiyan düşüncenin temelleri sarsılmaktadır. Yani gerçek olan tümel
değil tek tek bireysel var olan şeylerdir. O zaman da Hristiyanlığın Teslisi şüpheye açık
hale gelmektedir. Çünkü Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un bir ve aynı Tanrı olduğu anlayışı
kabul edilemez. Ortaçağın en önemli tartışma konusu olan tümellerin aynı zamanda
rönesansla başlayan modern bilim ve felsefenin de hazırlayıcısı olduğu görülmektedir. Zira
tümellerle ilgili tartışmada ortaya çıkan üç yaklaşımdan nominalizm modern bilim ve
düşüncenin dayandığı temel konumundadır. Tümel tartışmaları esnasında ortaya çıkan üç
akım şunlardır:
1. Aşırı Realizm: Platoncu anlamda tümellerin zihinden bağımsız bir gerçekliği vardır.
Buna göre tümeller, sadece insan zihninden değil dış dünyadan da bağımsız ayrı bir var
oluşa sahiptir. Yani tümel kavramlar(Tanrısal ideler olarak) nesnelerden önce kendi başına
objektif bir realiteye sahiptir. Buna göre tümel kavramın nesne ile olan ilişkisi aşkındır.
Ortaçağda bu düşünceyi savunan Anselmus’tur.
2. Ilımlı realizm (Kavramcılık): Aristotelesçi anlamda tümellerin bir gerçeklikleri
olduğu fakat onların dış dünyadan ayrı var oluşa sahip olmadıkları anlayışıdır. Tümeller,
tikel varlıkların içinde bulunmakta yani tümel kavramın nesneyle ilişkisi içkin olmaktadır.
Zihin, tikel varlıklardaki ortak özellikleri soyutlama ve kavrama özelliğine sahiptir.
6
Böylelikle insan zihni, tümeller için isim ve semboller üretir. Ortaçağda bu düşünceyi
savunanlar, Abaelardus, Albertus Magnus ve Aquinolu Thomas’tır.
3. Nominalizm(adcılık): Tümellerin zihinden bağımsız bir dış gerçeklikleri olmadığı
onların sadece ağızdan çıkan sesler olduğunu savunur. Gerçekten var olanlar sadece tekil
varlıklardır yani şu insan, şu at vs. gibi tek tek fertlerdir. Bu anlayışa göre tümel kavram
nesneden sonra ortaya çıkmaktadır. Tümel kavramlar, insanların nesneyle irtibatından
sonra anlaşmayı sağlayabilmek için verdikleri isimlerden(nomen) ibaret olmaktadır.
Ortaçağ düşüncesinde bunu önce Roscelinus(1050-1125) daha sonra da Ockhamlı William
savunur.
Tümeller tartışması ortaçağda Boethıus(480-524) ile başlamıştır. O bu üç yaklaşımdan
ikincisi olan ılımlı realizmi çok tutarlı olmamakla birlikte benimser. Fakat erken dönem
skolastik düşünceye egemen olan realizmdir(Anselmus). Ortaçağın ileriki dönemlerinde
Thomas Aquinas’la birlikte hakim olan görüş ılımlı realizmdir. Ortaçağın sonlarına doğru
Ockhamlı William ve Martin Luther gibi kişiler sayesinde kabul edilen görüş
nominalizmdir.
Tümellerle ilgili tartışmanın diğer bir yönü de “tümel kavramlar nasıl elde edilir?”
sorusu çerçevesinde ortaya çıkar. Bu soruya iki şekilde yanıt verilir:
1. Augustinus’a göre idealar yani tümel kavramları Tanrı’da seyrederiz. Tanrı’dan
gelen bir ışık insana ideayı gösterir, insan bunu daha sonra nesnede de bulur. Bu
düşüncenin kökleri Platon’a kadar gitmektedir.
2. Aristotelesçi anlayışa göre ise tümel kavrama insan algıladığı tek tek nesnelerden
karşılaştırma ve soyutlama yaparak ulaşır.
Tümeller tartışmasının yaşandığı ortaçağ felsefesi kendi içinde kısımlara ayrılarak
incelenir:
1. Dönem: Patristik Felsefe(Kilise babaları dönemi Đ.S. 0-500, temsilcileri
Origenes, Đskenderiyeli Clemens, St. Agustinus) )
2. Dönem: Skolastik (500-1400)
a. Ön-Skolastik
b. Erken Skolastik (1000-1200), Anselmus, Roscelinus, Abelardus
c. Yüksek Skolastik (13 y.y.), Albertus Magnus, Aquinolu Thomas
d. Geç Skolastik (14 y.y.), Duns Scotus, Ockham’lı William
1.4. Patristik Felsefe
Patristik felsefe Yeni Platonculuktan yararlanarak Hristiyan öğretisini temellendirme
yaklaşımıdır. Đlkçağ Felsefesi ile ortaçağ arasında bir nevi köprü oluşturan düşüncedir. Bu
düşünceler daha sonraki dönem Hristiyan düşünürlere kaynaklık etmiştir. Patristik
felsefeye, Kilise babalarının felsefesi de denilir. Kilise Babaları 2-6. Yüzyılları arasında
yaşayan Hristiyan öğretisinin temellerini kurmaya çalışmış, Kilisenin “aziz, kutsal ermiş”
diye tanımladığı bilgin, din adamlarıdır.
Hristiyanlık ortaya çıktığı ilk dönemlerden başlayarak 2-2.5 asırlık süreçte Roma
devleti tarafından sürekli baskı ve şiddet görmüştür. Roma devletinin politeist din anlayışı
7
aynı zamanda siyasi otoriteye itaati de ifade ettiği için Hristiyanlığın monoteist görüşü
resmi dinden ayrılmakta dolayısıyla da siyasi suç sayılmaktaydı. Çünkü Roma’nın devlet
düşüncesi, kendi dinine bağlı olmayı yurttaşlık ödevi sayıyordu. Politeist din anlayışında
birden fazla Tanrı’ya bağlanabilirken; Hristiyanlık bu düşünceye karşı çıkmaktadır. Bu
şiddet ve baskı Konstantin’in 313 yılında Hristiyanlığı diğer dinler yanında resmi bir din
olarak tanımasıyla sona erecektir.
Patristik Felsefenin en önemli iki temsilcisi; Đskenderiyeli Clemens(Clement of
Alexandria 150-216) ve onun öğrencisi Origenes(185-254) idi. Bu isimler, havarici
Hristiyan din adamlarından sonraki II. Yüzyılda yetişen en önemli Kilise Babalarıdır.
Bunlar genellikle Yunan düşüncesi özellikle Eflatun ve Stoa felsefeleri ile Hristiyanlığı
yorumlamışlar, Hristiyanlığın ilk teolojik düşüncesini temellendirmeye çalışmışlardır. Bu
Kilise Babaları ırk ve kültür bakımından Yunanlı oldukları için teolojilerine “Yunan
Teolojisi” denmektedir.
Üçüncü yüzyılın ortalarında Kapadokyalı Hristiyan teologlar, Yunanlı Kilise
Babalarının teolojisini tam bir teslis dogmasına çevirmişlerdir. Bu dogma, Aziz
Anthanasius’un ifadesiyle bir “amentü” şeklini almıştır. Roma’nın 313’te Hristiyanlığı
resmi din olarak kabul etmesi, imparatorluğun farklı bölgelerinde oluşmuş farklı dini
kiliselerin Roma merkezli bir çatı altında toplanma ihtiyacını doğurdu. 325 yılında Đznik’te
toplanan Konsil, bugünkü teslisçi Hristiyan inanç sistemini, Anthanasius’un amentüsünü
esas alarak onayladı. Bu olay, Đskenderiye, Antakya ve Urfa merkezli Hristiyan teolojisinin
Batı’ya kaymasını sağladı. Bu ortaya çıkan akıma “Latin teolojisi” denir.
451 Khalkedon ve 553 ikinci Đstanbul Konsili Đsa’nın Tanrı ve insan, gerçek Tanrı ve
gerçek insan; açınlayıcısı içinde var olan açınlanmış Đnsan-Tanrı olduğunu kabul etmiştir.
Böylelikle antik Yunan düşüncesinde ortaya çıkan Tanrılar ve insanlar kutuplaşması
ortadan kalkmakta ama bunun yerine düşüncenin merkezine niçin Tanrı insandır? sorusu
gelmektedir.
Kilise Babalarının düşüncesi, Hristiyan inancının akılla bağdaşabilirliğini ispatlamaya
çalışmıştır. Bunu yapmaya çalışan en önemli isimlerden biri de St. Augustinus’tur. O, dinle
düşünceyi uzlaştırmaya çalışırken aynı zamanda ortaçağ batı felsefesinin de temellerini
atmıştır.
1.4.a. Aurelius Augustinus (354-430)
Aziz Augustinus olarak da nitelenen Kilise Babaları döneminin en büyük filozofu,
Antik dünyayla kopuşu tamamlarken, gelenekten gelen itikadi mirası, aklın yöntemiyle
aydınlatmaya çalışmasıyla bilinir. Hristiyanlığın hâkim din haline gelmesinden ve Roma
imparatorluğunun parçalanmasından sonra, Germen kavimlerinin istilasının Batı Roma
Đmparatorluğunu yıkmasından hemen önce yaşamıştır. Roma egemenliği altında bugünkü
Cezayir yakınlarında bulunan Tagaste şehrinde doğdu. Babası Pagan olduğu halde
annesinin dini olan Hıristiyanlığı seçti ve zaman içerisinde bu dinin temel öğretilerini
kurmada başrol oynadı. Hippo piskoposu olarak ömrünü tamamladı. Önemli eserleri,
Đtiraflar ve Tanrı Krallığı’dır.
8
Augustinus, antik düşünceyi ve onu takip eden Hristiyan dönemini birbiriyle
kaynaştıran ilk büyük ilahiyatçıdır. Hristiyanlık ile Neo-Platonculuk arasında bir sentez
kurmaya çalışır. Bütün düşünceleri iki konu üzerine odaklanır. Bunlar Tanrı ve ruh
konularıdır. Bunlar dışında kalan konuların (mesela doğa bilgisinin) önemli bir değeri
yoktur. Hakikatin insanın içinde olduğunu savunur(“Hakikat, insanın içindedir” önermesi,
içsellik ilkesi olarak da ifade edilir). Hakikat ise, bizzat Tanrının kendisidir. Yani Tanrı
insandadır. Bunu anlamaya çalışmak felsefedir ve felsefe insanın kendisiyle uğraşmasıdır.
‘Anlayabilmek için inanıyorum’ anlayışıyla felsefeyi dine tabi kılmış Augustinus,
Hıristiyan dininin temel öğretilerini temellendirebilmek için Yeni Platoncu felsefeden ve
Platoncu kavramlardan yararlanmıştır. Yeni-platonculuğu takip ederek ruhu, insandaki
ilahi olanı temsil eden kısmı; bedeni de günahın kaynağı olarak kabul eder. Bu sebepten
dolayı insan, kendini mümkün olduğunca bedenden kurtarmalı ruh üzerine
yoğunlaşmalıdır. Böylelikle insan, var oluşun kaynağı olan Tanrı’ya yaklaşabilir.
Đnancı temel alan Augustinus’a göre aklın görevi, Tanrısal vahiy temeli üzerinde,
inanç yoluyla bilinen şeylerin açıklanması ve aydınlığa kavuşturulmasıdır. Akıl, Tanrı
tarafından insana “Tanrı’yı’’ bilmek için verilmiştir. Ama önce Tanrı’ya inanmak gerekir.
Bu nedenle Augustinus ünlü ‘anlamak için inanıyorum’ önermesini geliştirir. Augustinus’a
göre mutluluk bilgelikte bulunur. Mutluluğun güvencesi de Tanrı’dır. Öyleyse bir bakıma
bilgelik Tanrı’ya kavuşmadır. Ama her şeyden önce Tanrı’yı aramak gerekir; Tanrı’yı
aramak, insanın kendisini aramasıdır. Kendini aramak da temelini itiraf etmekle bulur.
Augustinus için, insan ancak Tanrı aracılığıyla anlaşılacaktır; önemli olan önce Tanrı’yı
bilme sonra kendini bilmedir. Çünkü iyi olan her şey Tanrı’dır (en yüne iyi), ya da
Tanrı’dan gelir (sınırlı iyi) veya “her şey ya doğası gereği ve özü bakımından ya da katılım
yoluyla iyidir”.
Tanrı ve şeytan arasındaki mücadele, ona göre her insanın kendi içinde yaşadığı bir
mücadeledir. Bu sadece bireysel bir süreç değil aynı zamanda tarihsel ve toplumsal
düzeyde de tezahür eden bir zıtlaşmadır. Tanrının şehri ile yeryüzü şehri şeklinde ortaya
çıkan bu tarihsel mücadele süreci, insanın yaşamış olduğu kurtuluş ile günah arasındaki
mücadeleye benzer. Ona göre iyi devlet ile kötü devlet arasındaki cereyan eden zıtlaşma
tarihi bir realitedir. Augustinus’un ikili devlet düşüncesi imparatorluğun çöküşüne sebep
olmakla suçlanan Hristiyanların zımnen bir cevabı gibi de değerlendirilebilir. Her ne kadar
açıkça ifade etmese bile sanki kilise “ilahi devleti” imparatorluk da “yeryüzü devletini”
temsil ediyordu. Bu ikili devlet, insanın tabiatı gereği toplumsal bir varlık olduğuna dair
Aristo ve Thomasçı görüşlerden ayrılmaktadır.
Augustinus’un Hıristiyan dogmasına biçim veren ve Hıristiyanlığın temelini oluşturan
görüşlerini maddeler halinde vermek gerekirse:
1) Yaradan ile yaratılan arasında özce anlaşılmaz bir başkalık vardır.
2) Tanrı ile yalnızlığı içindeki tek ruh karşı karşıyadır ve kurtuluş ruhun içinde olup
biten reel bir olaydır.
3) Evren süreci bir defalık tarihi bir oluştur.
9
1.5. Skolastik Felsefe
5-14. asırlar arası bir zamanda gerçekleşen Skolastik Felsefe dar anlamıyla, Ortaçağ
Felsefesidir. Çünkü hem bu çağ felsefenin ağırlık merkezidir hem de zaman bakımından
tam Ortaçağ içinde olmuştur. Roma imparatorluğu, M.S.4.yüzyılda bölünmüş ve 400
yılının hemen öncesinde Hristiyanlık imparatorluğun hâkim dini haline gelmiştir. 5.yüzyıl
boyunca Germen kabilelerinin istilalarının hız kazanmasıyla birlikte Batı Roma
imparatorluğu yıkıldı. Antikite sona erdi ve Ortaçağ başlamış oldu.
Hellenistik dönemde teorik felsefeye olan ilginin azalması, insanları pratik felsefeye
yani kişisel ve ahlaki sorunlara/konulara yöneltti. Antiketinin sonlarına doğru bu yaşam
felsefesinin de yetersiz olduğu hissedilmeye başlanmasıyla dini alana doğru bir yönelim
ortaya çıktı. Neo-platonculuk ve son dönem Stoa düşüncesi uyanan bu dini özlemi ifade
etmeye çalışan akımlardı. Böyle bir ortamın bulunması Hristiyanlığın hızlı bir şekilde
gelişmesini mümkün kıldı. Çünkü Hristiyanlık herkese hitap ediyordu ve herkes için umut
vadediyordu. Fakat ilk dönem Hristiyanları, antik ve hellenistik dönem düşüncesiyle
yetişmiş entellektüellere nasıl hitap edeceğine dair bir problemle karşılaştılar. Onları
Hristiyanlaştırmak için Đncil’i onların diline tercüme mi etmeliydiler yoksa felsefeyi
putperest kabul edip, Đncil’in dilinden mi konuşmalıydılar. Felsefeye karşı küçümseyici
tutum olan ikinci düşünceyi Tertullian (M.S. 160-222) “saçma olduğu için
inanıyorum(credo quia absurdum)” önermesiyle ifade eder. Yani ona göre inanç, akıldan
bağımsızdır.
Đlk düşünce ise kilise babaları tarafından benimsenmiş olmalı ki apolojik yazarak
Đncil’i açıklamaya çalışırlar. Đncil’in mesajları, Yunan ve hellenistik felsefenin yardımıyla
anlaşılır hale getirilmeye başlandı. Bu teolojik sentez(Hristiyanlık-Neo-Platonculuk) M.S.
300 ile 1200’lere kadar Ortaçağın genelinde hakim olmuştur. Bu sentez daha sonra Roma
Katolik Kilisesinin de hakim felsefesi olacaktır.
Ortaçağın 4-10 yüzyılları arası karanlık devir olarak nitelenir. Bu dönem homojen ve
istikrarlı bir toplumsal sistemle tanımlanamamaktadır. Ama genel itibariyle yönetim
biçimi, değişik formları bulunmakla birlikte feodal sistemdir. Bu sistem kralla(/imparator)
aristokratlar(/vassal) arasında tımarlı arazi karşılığı vergi ve askeri destek taahhütlerine
dayalı bir sistemdi. Devletlerin merkezi bir otoriteye sahip olamamaları, derebeylik
rejiminin doğmasına ve kökleşmesine zemin hazırlamıştır. Bu dönemin toplumsal yapısı,
aristokratlar, din adamları, burjuva sınıfı ve köylüler olmak üzere dört ayrı sınıftan
meydana gelmektedir.
Hristiyanlığın hakim olmasıyla ortaçağın siyasi ve toplumsal hayatın da köklü
değişiklikler meydana geldi. Seküler devlet ile kilise arasındaki ilişkiler çatışma üzerinden
ortaçağ boyunca devam etti. Hristiyanlığın resmi din olarak ilanı ile Kilise, Roma
Đmparatorluğunu hâkimiyeti altına almaya başladı. Hristiyanlık, hakimiyetini artırmasıyla
birlikte özellikle Hristiyanlık dışı kabul ettiği Arianizm, Nesturyanizm, Monifizitizm gibi
akımları engizisyon mahkemeleri yoluyla cezalandırmaya, putperest bir kültüre sahip
dolayısıyla Hirstiyanlığa karşı olduğunu düşündükleri Yunan ve Helenistik felsefe ve
10
bilimleri yasaklamaya başladı. Bu atmosfer içinde Đmparator Jüstinyen, 529’da Atina’daki
Eflatun Akademisini ve doğu felsefe okullarını kapattı, buralarda bulunan son yedi hocayı
sürgüne yolladı.
11
1.5.1. Genel Özellikleri
1) Patristik Felsefe bütünüyle Platonizm’in damgasını taşırken, Skolastik Felsefe
Aristo’nun felsefesine yönelmiştir.
2) Skolastik deyimi Latince schola (okul) sözünden gelme; Skolastik Felsefe de
Okul Felsefesidir, öğretisidir; öğrenmek ve öğretmek için işlenmiş, sistemleştirilmiş
olan bir teolojidir.
3) Skolastiğin yöntem bakımından yapmak istediği, felsefeyi vahyin doğrularına
uygulayarak inanç duygularını kavranır yapmaktır.
4) Skolastik felsefenin istediği temellendirmek ve çürütmektir; yeni bir şey bulmak
değildir. Temellendirme için Aristotales mantığına dayanır.
5) “Anlayayım diye inanıyorum” görüşü, skolastik felsefe yönteminin çıkış noktası
ve ereğidir.
6) Skolastiğin temel bir görüşü de realizmdir. Bu anlayışta bilmek, Tanrının
egemen olduğu gerçeğini önermeler ve sonuç çıkarmalar ile yansıtmak demektir.
7) Skolastik, şüpheciliğe, bilginin her türlü subjektifleştirilmesine,
relatifleştirilmesine karşı çıkmıştır.
8) Skolastiğin ahlakı emir ahlakıdır: “Đyiyi yapmak Tanrı’ya itaat etmektir. Bir
diğer yönü de değer ahlakıdır: Tanrı iyinin tümüdür.
9) Devlet özü gereği evrensel bir devlettir, Hıristiyan ümmetinin devletidir.
10) Ortaçağ resim sanatında insan, insandan başka bir şeydir: ya ölüdür ya da
donuktur. Sanatın ilgi alanı, dini konular ve azizlerin yaşam öyküleridir. Resim yapmak,
dini bir görev yapmaktan başka bir anlam taşımaz. Resimde gerçek anlamda ne doğa ne
de insan bulunur. Rönesansta ise dini gerçekliği ifade eden görünümler canlanacak,
doğa canlı bir şekilde ifade edilmeye başlanacak, zamanla da dinden bağımsızlaşacaktır.
1.5.2. Skolastiğin Đlk Dönemi
Frankların Kralı sonra Batı Roma Đmparatoru tacı da giyen Büyük Karl’ın kurduğu
düzen (742-814, Karoling Devleti) ortaçağın ilk evrensel devletini meydana getirdi. Bu
sistemde, evrensel Roma devletiyle Tanrı Devleti diye anlaşılan evrensel Hristiyan devleti
birleşti. Bu gelişmenin felsefe bakımından önemi, Skolastik felsefenin başlaması olmuştur.
Skolastiğin ilk dönemi, 9.y.y.’da başlamış ve 12. y.y.’da bitmiştir. Bu dönem Batı
Roma Đmparatorluğunun yıkılmasından sonra ortaya çıkan gerilemenin kültür bakımından
kalkınmaya başladığı zamana rastlar. Bu dönem büyük ölçüde Platon düşüncesinden
etkilenmiştir. Platonculuk, Yeniplatonculuk ve Augustianizm bu evrenin egemen felsefi
eğilimleridir.
1.5.2.a. Anselmus
1033–1109 yılları arasında yaşamıştır. Đtalyalıdır ama 1093’ten sonra Đngiltere’de
Canterbury başpiskoposluğu yapmış ve orada ölmüştür. Yalnız skolastiğin değil, bütün
ortaçağın en önemli düşünürlerinden biridir.
Tanrının varlığına ilişkin ontolojik kanıtıyla tanınır. “Đnanmak için, anlamaya
çalışıyorum” değil de “anlamak için inanıyorum” tavrının başlatıcısıdır. Đnanç-akıl ilişkisi
12
söz konusu olduğunda akıl karşısında inanç ya da imana, bilgi karşısında da otoriteye
öncelik veren Hıristiyan düşünür Augustinus’un ‘anlamak için inanıyorum’ sözünü
kendine öncül olarak almış, inancı akıl ile temellendirmeye çalışmıştır. Anselmus’un bu
çabası, Skolastizmi, akıl ile inancı birleştirmeye çalışmasının bir göstergesidir. Anselmus,
yargıların, mutlağı olmalıdır der. Örneğin iyi varsa mutlak iyi de olmalıdır. Varlık varsa
mutlak varlık da olmalıdır. Düşünce yoluyla Tanrı’nın varlığı ispatlanmış olur.
Anselmus’un, bir başka Tanrı kanıtlaması da şöyledir; Tanrı en yetkin varlıktır.
Tanrı’nın var olmadığını düşünürsek bir yanıyla Tanrı eksik kalmış olur. Oysa Tanrı’nın
tanımı en yetkin varlık olduğudur. Demek ki Tanrı vardır(ontolojik kanıt). Anselmus,
Augustinus’un ilk günahın bütün nesiller boyu sürdüğü düşüncesini kabul eder. O’na göre
Tanrı insanları bu ilk günahtan kurtarmak için insan biçimine girmiş (Đsa) ve bütün
insanları ilk günahtan kurtarmak için çarmıha gerilmiştir.
Skolastizm’in bu ilk döneminde din ve felsefe uzlaştırılmaya çalışılmıştır. Dinsel
kavramlar akılla açıklanmaya çalışılmış ve bunun için Platon’un kavram realizm’i
kullanılmıştır. Platon terimleri ile nesnelerin gerçek özleri ve nesnelerin öncelleri olarak
(universaila sunt realia antae res) algılanmaktadır. Bu, Anselmus’un öncü olduğu Platonik
gerçeklik kuramıdır.
1.5.3. Skolastiğin Yükseliş Dönemi
Skolastiğin yükselmesinin en önemli nedeni olarak Đslam felsefesinin öğrenilmesi
gösterilir. Batı ancak Đslam felsefesiyle Aristoteles’i tam olarak tanımıştır. Aristo’yu batıya
tanıtanların başında ise Đbn-i Sina gelir. O daha çok tümel kavramlar üzerinde durmuştur.
O’na göre tümel kavramlar üç biçimde gerçekleşir: 1. Tanrı’nın düşündüğü ideler olarak 2.
Tek tek nesnelerin iç özü olarak 3. Đnsan zihninde soyut kavramlar olarak. Bu anlayışı
Skolastiğin yükseliş dönemi kendisine çok uygun bulacaktır.
Đslam felsefesini Batı’ya tanıtan diğer bir düşünür de Đbn-i Rüşt’tür. O’na göre ‘din’,
felsefi doğruların mecazi olarak anlatılmasıdır. Din ile akıl arasında ihtilaf bulunmaz. Din
ile felsefe, hakikatleri insanlara öğretmek bakımından gaye birliği içerisindedirler, onlar
birbirinin sütkardeşidir. Din bütün insanlara hitap ederken felsefe belirli sayıda insana
hitap etmektedir. Böylece din hitap ettiği kitle bakımından felsefeden daha genel
olmaktadır.
1.5.3.a. Albertus Magnus
Ortaçağ’ın en büyük Alman filozofu Büyük Albert 1193-1280 yılları arasında
yaşamıştır. Yaptığı çalışmasıyla Aristoteles felsefesini ve Arap Yahudi yorumcularını
çağdaşlarına tanıtmıştır. Doğa bilimleriyle de ilgilenen Albert, gözlemlerinden
yararlanmıştır. Ondaki gözlem, çağdaş bilimde olduğu gibi doğayı eleştirmek olmayıp
yalnız olguları toplamadır.
Zamanın hemen her alanındaki tüm bilgilerini serimleyip yorumlayışıyla ün kazanmış
olan Büyük Albertus, inanç ve vahiy yoluyla kazanılan bilgiyi birbirinden ayırmış ve bu
13
ikisinin birbirine karşıt olmadığını söyleyerek inanç için bir hakikat, akıl için de ona çelişik
bir hakikat bulunmadığını iddia etmiştir.
1.5.3.b. Aquinolu Thomas
1225-1274 yılları arasında yaşayan Thomas, bütün skolastiğin en büyük düşünürüdür;
öğretisi bugün de Katolik resmi felsefesidir.
Thomas’a göre dini doğrular ile akıl iki ayrı bilgi kaynağıdır, bize başka başka şeyler
öğretirler. Onun için, ‘inanma ve bilme’ alanları bütün bütüne örtüşmezler, birbirlerini
ancak kısmen karşılarlar. Đnanç, aklın kavrama gücünü aşmaktadır. Üçlü birlik, Tanrının
insan olması, kurtuluş, dünyanın yedi günde yaratılmış olduğu dogmaları gibi. “Bileyim
diye inanıyorum” sözü yerine “inanayım diye biliyorum” sözüne geçilmiştir. Tanrı’yı
bilmek bilginin yönelip yükselebileceği en yüksek nokta ve son sınırdır.
Thomas’a göre bilginin çıkış noktası deneydir. Bilmek objenin özsel ve nedensel
yapısını düşüncede yansıtmak demektir. Objenin düşüncedeki bu yansısı da gerçeğe
uyuyorsa bilgimizde doğrudur. Bu soyutlayan ve genelleyen işlemin bizi vardıracağı en
yüksek kavram da ‘varlık’ kavramıdır, dolayısıyla temel bilimi de ontolojidir. Ontolojinin
başında kendiliklerinden kesin olan ilkeler yer alır. Hem düşünmenin hem de varlığın
yasalarıdır.
O’na göre yaradan ile yaratılan arasında ayrım vardır. Tanrıda öz ile varoluş
birbirinden ayrılamazlar, bunlar Tanrı’da bir arada bulunurlar. Gerçekte hareketin var
olmasından bir ilk hareket ettiricinin, ‘relatif iyi’nin olmasından ‘mutlak iyi’nin var olduğu
sonuç olarak çıkarılmalıdır. Gerçeğe bakarak Tanrı’nın var olduğunu göstermek isteyen bu
kanıtlamaya ‘kozmolojik kanıt’ denir.
Tümeller tartışmasında ılımlı realist bir tavır sergilemektedir. O’na göre tümel
kavramlar nesnede bulunurlar, nesnenin özüdürler, özsel formlardır, bir nesneyi o nesne
yapan zorunlu belirlenimlerdir. Gerçekte her olup biten de nesnedeki özsel formların bir
açılmasıdır, bir evrimidir. Formlar, tıpkı sonradan serpilecek bir tohum gibi madde de gizli
bir güç olarak yerleşiktirler. Bundan dolayı dünyadaki oluş organik-teolojik bir oluştur.
Oluşu başlatan Tanrı olduğu gibi, oluşun ereği de yine en yüksek iyi olan Tanrı’dır. Madde
bireyleme (individuation) ilkesidir. Ruh ise canlı nesneye biçim kazandıran güçtür,
maddesi olmayan salt formdur, her ruh da kendi başına bir öz ve kişidir; her biri Tanrı’nın
özel bir yaratmasıdır. Thomas’ın ahlak öğretisi intellektüalist (akılcı)dır. O’na göre akıl
değerleri bilmesi ve amaçlar koymasıyla istence yön verir.
Devlet doğal bir zorunluluktur. Devletin ereği, erdemli bir yaşayış için insanı
yetiştirmedir, insanı sonunda Tanrı ile birleşmeye hazırlamadır. Bu hazırlığa da başlıca
kilise aracılık ettiği için kilise dünya devletinden üstündür. Akıl ile imanı; Kilise ile devleti
uyumlu hale getiren Thomasçı sentez Geç Dönem Ortaçağının düşüncedeki doruk
noktasıdır.
14
1.5.4. Skolastiğin Son Dönemi
Bu dönemde akıldan türeyen felsefe ile doğaüstü kaynaktan gelen inanç, birbirinden
bütünüyle ayrılmaya çalışılmıştır. Yalnız başına olan ruh Tanrıdan uzak bir doğa içine
yerleştirilmiştir. Bu anlayış yeniçağın doğa bilimlerine yol açmıştır. Yine bu dönem ‘Tanrı
devletini’ ve ‘yargı gününü’ umutla beklemektedir; bu anlayış ise Renaissance’taki Martin
Luther’in Reformation’unu hazırlamıştır. Yani Yeniçağ başlarının iki büyük kültür
olayının köklerini skolastiğin son dönemlerinde görüyoruz.
1.5.4.a. Duns Scotus
Đskoçyalı olan düşünür nominalist değildir, ona göre tümel kavramlar obje dünyasının
reel yapısını yansıtırlar. Ancak belli bir anlamda individualisttir. Her varlığın genel ve
bireysel yönleri vardır ve bunlar kavramsal olarak bilinebilir.
Scotus’a göre bilgiye götüren istençtir ve mutluluğun kaynağı da akıl değil istençtir.
Tanrı’da da istenç akıldan önce gelir. Tanrı istediği için iyi’dir. Tanrı isteseydi başka ahlak
kuralları sistemi koyabilirdi. Scotus’un insana verdiği yüksek değer, insanın kilise
karşısındaki özgürlüğüne yol açacaktır.
1.5.4.b. Ockhamlı William
Fransisken mezhebine mensup Ockhamlı William(1285-1349), skolastiğin son
döneminin en büyük düşünürüdür. Skolastik felsefede nominalizmin kurucusu ve başlıca
temsilcisidir. Ona göre tümeller yapma şeylerdir; bütün gerçekler individuel olan tek tek
nesnelerden kurulmuştur. Tekil varlıklar Tanrı’nın mutlak gücüyle mevcudiyetlerini
sürdüren birbirlerinden bağımsız bir yapıya sahiptirler. Ancak ‘birey’in gerçekliği vardır;
dolayısıyla deney, her türlü bilginin temelidir. Yani Tanrı’nın birliği, sonsuzluğu, varlığı
tanıtlanamaz, ancak bunlara Kutsal Kitaba ve kiliseye bağlı kalınarak inanılabilir. Daha
sonra ortaya çıkacak olan bilimsel olan ile dini olan şeklindeki ayrım Ockhamlı’nın bu
düşüncesinden kaynaklanacaktır.
Ockhamlı’nın ileri sürdüğü nominalizm, metafiziğe dayalı ilahiyatı dışlayan bir
fonksiyona sahipti. Dolayısıyla akılla iman arasında belli bir ayrımı esas almaktaydı. Bu
düşünce, dini olanı bireysel iman ve bireysel dindarlık şeklinde değerlendiren Protestan
teolojisine de zemin teşkil edecektir. Din ile siyaseti veya devlet işlerini birbirinden ayrı
değerlendiren ve dini bireysel alanla sınırlayan modern yaklaşım da bu anlayış üzerine bina
edilmektedir.
Ahlak ve istenç sorunlarında voluntaristtir. Ahlak kurallarının temeli tanrının özgür
istencidir, O bu kuralları istediği gibi değiştirebilir de.
1.5.4.c. Roger Bacon
Universal bir bilgin olan Roger Bacon, Aristo’nun mantığıyla savaşmıştır. Ona göre
bilgiye vardıran yol, deney ve deneylemedir. Deneyi ikiye ayırır; dışsal duyumlara bağlı
olan (insan ya da felsefe) ve içsel görünüm (tanrısal esinlenme). Böylece, “bilgi, yalnızca
tinsel şeyler değil, aynı zamanda yapısal konular ve felsefe bilimleridir” sonucuna
ulaşılmaktadır. Böyle içsel deneyim aracılığı bir esrime ya da gizemli bilgi konumuna
15
ulaşır. Roger doğa bilgisinin anlam ve amacını ‘doğa üzerinde insanın egemenlik kurması’
diye anlıyordu.
Skolastik felsefe, inanç ile bilgiyi uzlaştırmak amacıyla yola başlamıştı fakat bunu
başaramadı ve bilgi ile inanç alanlarının büsbütün ayrılmasına sebep oldu.
DEĞERLENDĐRME SORULARI
1. Yunanlı filozoflara göre taşlar, bitkiler, insanlar ve tanrılar bu evrenin içindeyken;
Hıristiyan düşüncede birinci derecede var olan şeyler aşağıdakilerden hangisidir?
a. Melekler ve şeytanlar
b. Đnsanlar ve bitkiler
c. Hayvanlar ve insanlar
d. Tanrı ve insan
e. Tanrı ve gökyüzü
2. Aşağıdakilerden hangisi ortaçağ düşüncesinin özelliklerinden biri değildir?
a. Ortaçağ felsefesi, dini bir topluluğun felsefesidir.
b. Ortaçağ felsefesi, bütünüyle dünyevi bir felsefedir.
c. Ortaçağ felsefesinde öte dünyaya ilgi hâkimdir.
d. Ortaçağ felsefesi, teolojik bir anlayışa sahiptir.
e. Maddi dünya, tanrısal gerçekliğin çok soluk bir göstergesinden başka hiçbir şey
değildir.
3. Aşağıdakilerden hangisi ortaçağ düşünürleri arasında yer almaz?
a. Agistunus
b. Ockhamlı William
c. Thomas Aquinas
d. Anselmus
e. Platon
4. Ortaçağ felsefesi dönemlere ayrılarak ele alındığında aşağıdaki şıklardan hangisi bu
tasnifin içinde yer almaz?
a. Hellenistik felsefe
b. Patristik Felsefe
c. Ön skolastik
d. Erken Skolastik
e. Yüksek Skolastik
16
5. Ortaçağ felsefesinde tümeller tartışmasını başlatan düşünür kimdir?
a. Agustinus
b. Ockhamlı William
c. Boethıus
d. Anselmus
e. Platon
KAYNAKLAR
A.Baudart ve diğerleri, Felsefe Tarihi I, Đstanbul 2011
A.Kadir Çüçen-M.Zeynep Zafer-Adnan Esenyel, Varlık Felsefesi, Bursa 2009
Afşar Timuçin, Düşünce Tarihi 2, Đstanbul 2005
Bekir Karlığa, Đslam Düşüncesinin Batı Düşüncesine Etkileri, 2004
G.Skırbekk-N.Gılje, Antik Yunan’dan Modern Döneme Felsefe Tarihi, Đstanbul 2006
Kasım Küçükalp-Ahmet Cevizci, Batı Düşünce Tarihi, Đstanbul 2009
Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Đstanbul 1999
Tarnas, Batı Düşünce Tarihi II, Đstanbul 2012
Cevap Anahtarı: 1. D 2. B 3. E 4. A 5. C
1
HAFTA 9
RÖNESANS
FELSEFESĐ
2
ÜNİTE 9
RÖNESANS
FELSEFESĐ
ĐÇĐNDEKĐLER
1. RÖNESANS FELSEFESĐ ...................................................................................................4
1.1.Rönesans Felsefesinin Genel Özellikleri .............................................................................5
1.2. Nominalizmin Rönesans Felsefesine Olan Etkisi ..............................................................7
1.3.Reform ...................................................................................................................................7
1.4. Devlet ve Hukuk Felsefesi ..................................................................................................8
1.5. Doğa Felsefesi ......................................................................................................................9
1.5.1.Galileo-Kilise Đlişkisi ....................................................................................................... 11
2. FRANCĐS BACON (1561-1626)...................................................................................... 12
2.1.Bilim ve Yöntem Anlayışı .................................................................................................. 12
2.2.Ahlak ve Siyaset Felsefesi .................................................................................................. 13
3
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
Öğrenci Rönesans felsefesi hakkında bilgi sahibi olacak,
Modern Batı felsefe ve kültürünün temel özelliklerinin rönesansla birlikte
nasıl ortaya çıktığını kavrayacak,
Rönesans felsefesinin yekpare bir düşünce olmadığını eski ile yeni arasında
bir geçiş dönemi olduğunu bilecek,
Rönesansın kendi içinde taşıdığı özellikleriyle ortaçağ döneminden ayrıştığı
belli başlı özellikleri kavrayacak,
Rönesans dönemi düşünce ve sanatçılarının bulundukların dönemin
özelliklerini taşıdıklarını öğrenecek,
Ortaçağ felsefesinin kendi içinde taşıdığı dikatomileri ve dikatomilerin süreç
içindeki ayrışmalarını(din-akıl, tümel-tekil vb) Rönesans ile birlikte geldiği
noktayı kavrayacak,
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce,
• Yeniçağ felsefesiyle ilgili yazılan eserlerin incelenmesi,
• Siyasi ve sosyal yönleri bakımından 15-16 ve 17.yüzyıl batı
devletlerinin incelenmesi,
• Ortaçağ batı devletleri zamanı kültür ve bilimini anlatan kaynak
eserlerin araştırılması,
• Rönesans dönemi siyasi, sosyal ve kültürünü anlatan yazılı ve
görsellerin incelenmesini,
• Rönesans dönemi kültür ve siyasi atlaslarına bakılmasını,
• Batı düşüncesine dair yazılan eserlerin incelenmesini,
• Batı bilim tarihi adı ile yazılan değişik eserlerin rönesans felsefe
hareketleriyle ilgili bölümlerin okunmasını,
• Felsefe sözlüklerinden ihtiyaç duyulan felsefi kavramlara bakılmasını,
• Ünitenin düşünce ve bilim tarihiyle ile ilgili bölümleri için sesli ve
görsel olarak hazırlanmış (film, dizi, belgesel vb.) materyallerin
seyredilmesini,
• Rönesans filozoflarının düşüncelerinin, daha önceki filozoflara benzer
olan kısımlarıyla farklı olan yönlerinin mukayese edilmesini,
• Rönesansın batı tarihine damgasını vurmuş olan yönlerini daha iyi
kavrayabilmek için önceki ve sonraki dönemleriyle mukayese edilmesini,
4
RÖNESANS FELSEFESĐ
1. RÖNESANS FELSEFESĐ
1.1. Giriş
Rönesans, genel olarak yeniden doğuş demektir. Dar anlamıyla “antikçağ üzerindeki
incelemelerin yenilenmesi, yeniden doğması” karşılığında kullanılır. Rönesans ilkçağ ile
ortaçağ felsefelerinin sonuç ve bütünlüğünün yeniden okunması ve değerlendirilmesi
sonucu yepyeni bir insanın, farklı bir zihniyetin ortaya çıkmasıdır. Bunun neticesi
Rönesans sürecinde Leonardo, Mikelanj ve Raphael şaheserlerini üretti; Kolomb Yeni
Dünya’yı keşfetti, Luther Katolik Kilisesi’ne başkaldırdı ve Reformu başlattı, Kopernik
güneş-merkezli bir dünya tasavvuru geliştirerek Bilimsel Devrime zemin hazırladı.
Rönesans adı verilen dönem ortaçağ ile yeniçağ düşüncesi arasında bir geçiş dönemini
ifade eder. Bu manada eski ile yeni arasında bir köprüdür. Bu görevi, eski felsefe ve bilimi
yeniye aktarmakla sınırlı değildir. Ortaçağ felsefe ve bilimine ait teori ve tartışmalar
rönesansta yeni form ve içerik kazanarak yeni gelişmelere aktarılmıştır.
Tarih olarak rönesansın başlangıcını kesin bir şekilde belirlemek güçtür, bu hususta
farklı tercihler söz konusudur. 1453 Đstanbul’un fethi ile 1517 reformun başlaması en çok
kabul edilen tarihlerdir. Kesin bir tarih belirlenememesinin sebebi, kültürel dönüşümler
siyasi ve sosyal olaylar gibi hızlı ve radikal devrimlerle gerçekleşmemesidir. Kültürel
dönüşümlerde eski ile yeni arasındaki bağ süreklidir, dolayısıyla yavaş yavaş değişim
dönüşüm meydana gelir. Bu sebepten rönesansa dair kesin bir yıl belirlenememektedir.
Bununla birlikte Batı felsefesi için bu genelleme çok afaki de kalabilmektedir. Zira
rönesansın gerçekleşmesi bütün ülkeler için eş-zamanlı olmadığından, bir ülkenin
rönesansdaki ilerlemeleri, diğer ülkeler için söz konusu olamamaktadır. Aynı şekilde
felsefede mesafe alan bir ülke, sanat ve bilimde benzer gelişmeyi eş-zamanlı olarak
gösterememektedir.
Ayrıca eski ile yeni arasındaki sınırları felsefe, bilim, sanat ve diğer kültür alanlarında
belirlemek pek de mümkün görünmemektedir. Bundan dolayı rönesansa etki eden
gelişmeleri 14. Yüzyılın sonlarından itibaren başlatmak daha uygun bulunmaktadır. Çünkü
bin yıla yakın Hristiyan Avrupa’yı birlik içinde tutan evrensel ortaçağ devleti 14. yüzyılda
ayrı ayrı ulusal devletlere bölünmeye başlamıştır. Uyanan orta sınıfın girişim ruhu
Kilise’nin maddi gücünü sarsan ekonomik gelişmelere yol açmıştır. Ekonomik ve sosyal
yapıdaki değişiklikler feodalizmin (derebeyliğin) çözülmesine neden olmuştur. Şehirli orta
sınıf(burjuvazi) yeni bir eğitim modelinin gelişmesini sağladığı gibi yeni hayat biçimiyle
Kilise’nin etkisinden çıkılmasına da öncülük etmiştir.
14.yüzyıldaki bu ve buna benzer bütün gelişmeler eskinin tesirinden kurtulup yeninin
egemen olmasına imkan sağlayan gelişmelerdir. Bu gelişmelere Doğu kökenli dört önemli
etkinliğin, Batı’da yaygın olarak kullanılmasını da ilave etmek gerekir. Zira bu icatların
5
Batı toplumlarında kullanılması büyük kültürel sonuçlara yol açmıştır. Bu dört önemli
etkinlik şunlardır:
1. Manyetik Pusula: Yerküreyi Batı keşiflerine açan denizcilikteki başarıların elde
edilmesini mümkün kılmıştır.
2. Barut: Eski feodal düzenin yıkılmasına, milliyetçiliğin ortaya çıkmasına katkıda
bulunmuştur.
3. Mekanik Saat: Đnsanın faaliyetlerini tabiata bağlılıktan kurtaran, insanın zaman,
tabiat ve işle ilişkilerinde köklü değişikliğe sebep olmuştur.
4. Matbaa: Eğitim ve bilgi sahibi olmada olağanüstü bir artışın yaşanmasına, hem
klasik hem de modern eser ve bilgilerin elde edilmesine imkan tanıyan böylece Kilise’nin
tekelini kıran önemli bir icattır.
Bu icatların hepsi sonuçları bakımından insanı modernleştirici ve sekülerleştirici
özelliği olan icatlardı. Ağır silahların ortaya çıkması ulus-devletlerin doğuşu olmakla
kalmayıp feodal yapıların yıkılmasına ve Katolik Kilisesi karşısında seküler güçlerin
ortaya çıkması anlamına da geliyordu. Mekanik saat, tekerlek ve direksiyon sistemlerini
hızlandırarak modern makinanın sembolü oldu. Bu aynı zamanda mekanik icatları ve her
tür makine üretimini hızlandırdı. Matbaa, reform gibi bir olayı, ücra bir Alman taşrasında
tartışılan küçük bir teoloji meselesi olmaktan kurtarıp geniş kitlelere süratle yayılmasını
mümkün kıldı.
Böylece Avrupa kültür yapısının değişimine paralel olarak felsefe alanında da
temelden değişimler görülmeye başlanır. Felsefede yaşanan değişimler daha sonra ortaya
çıkacak yeniliklere kaynaklık edecektir. Yeni bir zihniyetin ve buna bağlı yeni hayat
tarzının ortaya çıkması felsefedeki değişimin neticesi olmasından dolayı bu dönemin
özelliklerini ortaçağ felsefesiyle mukayeseli olarak değinmek gerekir.
1.2.Rönesans Felsefesinin Genel Özellikleri
1. Rönesans eski ile yeninin çarpışmasının ileri seviyede yaşandığı dönem olmakla
birlikte, eski ile yeninin yan yana hatta uyumlu olduğu bir dönemdir. Bundan
dolayı rönesans dönemi düşünürleri çelişmelerle yüklü kişilerdir. Bu dönemin
düşünürleri kültürün belli alanlarında eskiye bağlı iken felsefe ve bilimde yeni
bilgi ve değerleri şiddetle savunur.
2. Ortaçağda felsefe dinle özdeştir. Bu dönem düşünürlerinin ana karakteristiği
kilisenin öğretisini desteklemekti. Felsefenin görevi de Hıristiyanlığın
dogmalarını açıklamak ve savunmaktı. Ortaçağda felsefe, teolojinin bir alt branşı,
ona hizmet eden parçası durumundaydı.
Rönesans ise felsefe, kendini her türlü bağdan kurtulma, kendi ayakları üzerine
durma misyonuna bürünmüştür. Buna göre felsefe, hazır verili olan hakikatten
değil, akıl ve deneyle elde edilen hakikatten bahseder.
3. Ortaçağda felsefesi kendi içine kapalı bir felsefedir. Katolik Kilisesi merkezinde
teşekkül eden bu felsefe herhangi bir ulus veya bireyin malı değil, bütün
6
Hristiyanların ortak malıdır. Rönesansta felsefe tek bir sistem etrafında değil,
birden fazla sistem etrafında yapıldı. Bu sistemler çokluğu beraberinde ilkçağ,
Helenistik ve Ortaçağ felsefe ve biliminin bütün renklerinin yeniden gündeme
gelmesini sağladı. Ayrıca ileri sürülen fikir ve teoriler ulus ve bireyin imzasını
taşımaktadır. Ortaçağda felsefe-bilimin dili Latince iken rönesansta ulusların
kendi dilleriydi.
4. Ortaçağda hakikat aranan değil, hazır bulunan bir şeydir. Filozof bu hakikati daha
iyi anlatmak için çaba sarf ederdi. Ortaçağda okutulan felsefeye skolastik felsefe
denmesinin nedeni de budur. Latince schola kökünden türetilen ve okul anlamına
gelen skolastik terimi, araştırılan değil, yalnız okutulan, okul felsefesidir.
Rönesans düşünürü ise hakikatin verili olduğunu reddeder, hakikat sürekli
aranması gereken bir şeydir.
5. Ortaçağ, birlik ve bütünlük taşıyan bir yapıda iken rönesansta herhangi bir birlik
ve bütünlüklü yapı ve konudan bahsedilemez. buna bağlı olarak ortaçağda
filozoflar din adamlarıydı: Agustinus, Anselmus, Thomas Aquınas hem filozof
hem de kilisenin önemli isimlerindendir. Rönesans’ta ise felsefe yapanlar sadece
din adamları olmayıp daha çok yazar, araştırmacı ve üniversite öğrencileridir.
6. Ortaçağda felsefe ile dinin birleşebileceğine olan inanç hakimdir. Tanrı’nın
yasası(Lex Dei) ile aklın yasası(Lex natura) arasında zıtlık yoktur aksine birbiriyle
örtüşen konulardır. Ortaçağın sonları itibariyle bu düşünceye olan inanç
zayıflamaya rönesansla birlikte bu düşünceyi terk etme eğilimi ağırlık kazandı.
Rönesans dönemi felsefenin dinden kopuşunun hızlandığı ve ondan hızla
bağımsızlaştığı devir olacaktır.
7. Ortaçağ özellikle skolastik felsefe Aristoteles düşüncesinin belli başlı konularını
esas alarak kendi öğretisini temellendirdiği için, Rönesans dönemi filozofları
Aristoteles etkisinden kurtulmayı kendilerine hedef olarak belirlemişlerdir.
Rönesanssın başlangıcında Aristo’ya karşı olan sert tepki zamanla yumuşayarak
gerçek Aristoteles ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır.
8. Rönesansın “otoriterlerden bağımsız olmayı istemek” hedefi, ortaçağın yerleşik
yapısının çözülmesine yol açmıştır. Đnsan artık büyük yapının basit bir parçası
değildir. Aksine kendine göre özelliği olan bir bireydir. Buna bağlı olarak
uluslarda kilisenin bir parçası değil, her biri kendi özellik ve bağımsızlığını
kazanan gerçekliklerdir.
9. Genel olarak ortaçağ felsefesi, kapalı, monoton ve monist yapıda iken rönesansta
birlik ve bütünlük parçalanmış, çok renkli, çok çeşitli ve çok hareketli bir
felsefeye dönüşmüştür. Rönesanssın bu çeşitliliğine ilkçağ düşüncesi ile Đslam
felsefesi kaynaklık etmiştir.
10. Ortaçağ düşünürleri, tarihi Đsa’dan önce ve Đsa’dan sonra şeklinde bölümlerken;
Rönesans tarihçileri ilk kez tarihi eski çağ-orta çağ ve modern çağ şeklinde üçlü
bir yapı olarak bölümlediler. Böylece kendilerinin de içinde bulunduğu rönesansı
klasik ve ortaçağ dönemlerinden net bir şekilde ayırdılar.
7
1.3. Nominalizmin Rönesans Felsefesine Olan Etkisi
Rönesans dönemi din felsefe ilişkisi ortaçağdaki uyumun aksine zıtlaşmanın baş
gösterdiği bir devirdir. Dinle felsefenin ayrışmasının en önemli sebebi nominalizm
konusudur. Ortaçağın değişik zamanlarında tartışılan tümel-tekil meselesi rönesans
devrinde gerçek olanın tümel değil tek tek bireylerin gerçek olduğu iddiasının ağırlık
kazandığı dönemdir. Böylece felsefenin eski zamanlardan beri tartıştığı mesele, varolanın
bireyler olduğu, tümel olarak kabul edilenlerin gerçekte varolmadıkları bunların sadece
sesten ibaret oldukları düşüncesini doğurdu.
Nominalizmin kabul edilmesi bilginin değerlendirmesinde de kökten değişikliğe sebep
oldu. Varolan tek tek bireyler ise bilginin kaynağı da iç ve dış deneydir. Zira gerçek olan
duyularımızın konusu olan tek tek varlıklardır; dogmalar duyulur-üstü olduklarından ancak
dini inançların bilgisi olan teolojinin konusu olabilirler. Bilginin temeli deney olunca, o
günkü koşullar çerçevesinde kilisenin dogmalarını izah etmek imkansız hale gelir. Çünkü
Tanrı, ruh ve evrenin yedi günde yaratılması gibi dinin temeli olan hususlar, deney
bilgisiyle temellendirilmesi mümkün olmayan konulardır. Bunları ispatlamak boşuna bir
çabadır, bunlara oldukları gibi inanmak gerekir. Bu anlayışa göre hakikat iki yönlü
olmaktadır. Bilgi bakımından doğru olan, inanç bakımından yanlış veya inanç bakımından
doğru olan bilgi açısından yanlış olabilir. Böylelikle nominalizm, felsefe ve bilime kendi
alanını kazandırmış olmaktadır. Bu düşünce felsefenin etkinlik gösterdiği bütün alanlara
sirayet ederek zamanla eskinin çözülmesine bunun yerine yeninin egemen olmasına imkan
sağlayan en önemli adım olacaktır. Nominalizm ve rönesans düşüncesinin etkili olması
neticesinde kültürün değişik alanlarında ortaya çıkan teori ve hareketlerin başında dini alan
gelir.
Rönesansın getirdiği yeniliklerin başında gelen din bu dönemde “reform” ile kendini
gösterir. Hıristiyanlık, Katolik ve Ortodoksluk yanında Martin Luther’in başlattığı
hareketle farklı bir mezhep olan Protestanlıkla rönesansta karşılaşacaktır. 1517’de 95
maddeyle ortaya çıkan bu mezhep, Katolik Kilisesinin para karşılığında günah bağış
belgesi dağıtmasını temelinde eleştirilerini yoğunlaştırarak ortaya çıktı. Mistizm ve YeniPlatoncu
düşüncelerin etkisiyle geniş kesimlerin Katolik Kilisesine olan hoşnutsuzluğu
yaygınlık kazanmaya başladı. Mistizm ve Yeni-Platonculuk, evrende varolan her şeyin
Tanrı’dan sudur ettiğini ileri sürer. Bu anlayışa göre insan da Tanrı’nın özünden meydana
gelmiştir o halde Kiliseye muhtaç olmadan da insan Tanrı’yı bulup ona ulaşabilir.
Mistizmin oluşturduğu bu anlayış zamanla reformun doğmasına sebep olan zihniyeti ortaya
çıkaracaktır.
1.4.Reform
Reform geniş anlamıyla din hayatının yeni baştan düzenlenmesi karşılığında
kullanılır. Reform ve onun görünen yüzü olan Protestanlık, ilk Hıristiyanların din
anlayışına dönmeyi esas alan bir harekettir. Luther, Hıristiyanlığın Aristo ile
yorumlanması olan skolastiği sapma sayıyor, hümanistlerin Aristoculuğunu da paganların
bir işi diye reddediyordu. Hristiyanlık yüzyıllar boyunca özüne aykırı eklentilerden
temizlenmeli ve arınmış orijinal haline tekrar geri döndürülmelidir. Luther zamanla bu
8
düşüncelerinden vazgeçmek zorunda kalmıştır. Çünkü Katolik Kilisesinin karşına
çıkabilmek sadece hatalarını gündeme getirmekle mümkün değildi, bunun yanında örgütlü
bir yapı, tutarlı ve sağlam bir teorinin de olması gerekliydi.
Luther, Reformun ilkesi olan “kilise ile ilgiyi kesmek” düşüncesinden vazgeçip yeni
bir kilise kurmaya başlamıştır. Protestanlık, dini bakımdan kendine Đznik konsilinin kabul
ettiği Đncil metnini esas alır. Tarihi temeli olarak kabul ettiği bu Đncil aynı zamanda
öğretisinin de dayanağıdır. Protestanlık öğretisini daha savunulabilir kılmak için başta
karşı çıktığı felsefeden yardım alacaktır. Felsefe olarak kendilerini Aristo felsefesini uygun
gördüler. Fakat bu Aristo rönesans Aristotelizmidir. Protestan öğretisinin bilgi görüşü
rönesansın genelinde olduğu gibi akıl ve deneydir. Ancak bu bilgi, Kitaba aykırı ise
Kitabın dediği esas alınır.
Rönesansın sonlarına doğru her türlü gelenekten uzak, insanın kendi içinde yerleşik
bir dinin bulunduğunu ileri süren görüşler ortaya çıkar. Bu akıma “doğal din veya “akıl
dini” denir. Kökleri Stoa felsefesinde bulunan bu görüşe göre din, Tanrı’dan gelen bir
vahiy ürünü değil, aklın ürünüdür. Stoa felsefesinde doğa ile akıl aynı anlama gelir. Buna
göre doğal din demek, akıl dini demektir. Rönesans döneminde bu düşünceyi Jean Bodin
ve H. Cherbury savunmuşlardır.
1.5. Devlet ve Hukuk Felsefesi
Rönesans, “bu dünyaya bağlı olmak” isteyen bir kültürün kurulmaya çalışıldığı devir
olması itibariyle bilim, sanat, din, devlet ve hukukun kendi özerkliğini kazandığı bir
dönemdir. Bütün alanlarda görülen yeniliklerin temelinde insan meselesine olan bakış
açısındaki değişimin rolü göz ardı edilemez. Rönesans düşüncesinin insan sorunu üzerine
eğilmesiyle ortaya çıkan insanın özünü ve bu dünyadaki yerinin ne olduğunu araştıran bu
çabalara daha sonra humanizm denilecektir. Hümanizm, skolastiğin baskısından kurtularak
dinden bağımsız bir kültür kurmak insan ve dünya merkezli bir felsefe meydana getirmek
istiyordu. Bu anlamıyla hümanizm insan anlayışı veya insanı gerçek anlamıyla
temellendirme arayışıdır. Bireysellik bu akımın en önemli özelliği olmakla birlikte insanın
kendi doğasını, kendi öz yasasını bulmasını da ister. Reform da bunun dindeki
yansımasıdır. Bu düşünce bireyle sınırlı kalmayıp devlet, toplum ve hukuka da hakim
olmuştur.
Ortaçağ devleti Roma Đmparatorluğunun varisi olarak evrensel bir devletti. Farklı ulus
ve devletler, Tanrı’nın yeryüzündeki bir kurumu olan Kutsal Roma Đmp.’nun birer organı
idi. Bu anlayışa göre devletin amacı, “yeryüzünde Tanrısal devlet düzenini
gerçekleştirmektir.” Bu durumda Kilise devletin üstünde konumlanmaktadır. Çünkü devlet
insanın; Kilise Tanrı’nın meydana getirdiği bir kurumdur. Dolayısıyla ortaçağ kilisesi
kendini her türlü siyasi yapıdan daha üstün görüyordu. Rönesans düşüncesinin Kiliseyi
hedef alarak birlikli yapıyı bozup ulus devletlerin ortaya çıkmasına imkan sağlamasının
yanında devlet ve hukuk açısından da yeni fikirlere zemin hazırlamıştır. Bu dönemde
ortaya çıkan devletle ilgili fikirler aynı zamanda yeniçağ devlet felsefesinin de temelini
oluşturur.
9
Rönesans felsefesinde devlet ve siyasetle ilgili fikirleri en dikkate değer düşünürlerin
başında Makyevelli gelir. Önemi yeniçağ düşüncesinin ana fikirlerinden olan ulus devlet
fikrini ortaya atmasından gelir. Đdeali, kuvvete dayanan ulusal bir devlettir. Ona göre bir
devlet ulusa dayanıyorsa yeter bir gücü var demektir. Devlet bütün gücünü bu kökten
almalı, Kilise’den almamalıdır. Hukuk da Kilise’den bağımsız olmalıdır. Devlet başkanının
biricik amacı devleti yaşatmak ve gücüne güç katmak olmalıdır. Bu uğurda yapılacak her
şey doğru ve meşrudur. Din, ahlak ve hukuk devlete bağlıdır.
Bu dönemin diğer önemli düşünürü Jean Bodin’dir. Makyevelli, güçlü ulus devletin
filozofu iken Bodin, hükümdarlık fikrinin filozofudur. Ona göre en iyi yönetim şekli
mutlak monarşidir. Rönesans düşüncesinde doğal hukuku, devletin temeli yapan filozof ise
Hugo Grotius’tur. Makyevelli(Đtalya) ve Bodin(Fransa) ülkelerinin karışık olduğu
zamanlarda yaşamışlardı. Grotius ise zengin sömürgeleri sayesinde büyük bir hızla
kalkınan Hollanda’da yaşamıştır. “Savaş ve Barış Hukuku Üzerine” adlı eseriyle hukuk
alanında büyük katkıda bulunan Grotius, Stoa felsefesinden etkilenerek doğal hukuk ile
pozitif hukuk arasında bir ayırıma gider.
Doğal hukuk, belli bazı hakların insanın doğasında bulunduğunu ileri sürer. Bu haklar,
insan doğası gibi her yer ve zamanda aynıdırlar. Bu haklar değiştirilemezler nasıl 2 ile
2’nin 4 etmesini Tanrı bile değiştiremezse tabi hakları da değiştiremez. Fakat bu hukuku
gerçekleştirmek için reel bir güce yani devlete ihtiyaç vardır. Grotius’un devleti,
Makyevelli’nin tersinedir yani Makyevelli de hukuku meydana getiren devlet iken
Grotius da devleti oluşturan hukuktur. Antikçağda önce Sofistlerin sonra Epikür’ün
savunduğu devleti “sözleşme” ile kurma düşüncesini Grotius da savunur. Sosyal hayat
insanın akıllı doğasında bulunan bir ihtiyaçtır. Đhtiyaçtan dolayı bir araya gelen insanlar
kendi çıkarlarını muhafaza edebilmek için aralarında sözleşip birleşmişlerdir.
1.6. Doğa Felsefesi
Rönesans felsefesinin yenilik kazandırdığı alanlardan biri de doğa anlayışıdır. Ortaçağ
felsefesi, Aristoteles’in niteliği esas alan fizik öğretisi, Batlamyus’un astronomisi ve Kutsal
Kitap’ta bulunan bazı öğretiler etrafında teşekkül etmişti. Aristo felsefesi, yeryüzü(ay-üstü)
ile gökyüzü(ay-üstü) aleminin kesin ayrımı üzerine kuruludur. Gökyüzü daimi bir alem
olup oluş ve bozuluştan uzaktır. Yeryüzü bunun aksine oluş ve bozuluşun olduğu bitimli
bir yerdir. Hareket bakımından da gökyüzündeki varlıkların hareketi dairevi olarak
nihayetsiz ve düzgünken yeryüzündeki nesneler doğru çizgi hareketi olarak(dışarıdan
içeriye veya içerden dışarıya doğru) bitimli bir şekilde cereyan eder. Öz bakımından ayrı
olan gökyüzü ile yeryüzü ana maddeleri bakımından birbirinden ayrıdır. Gökyüzünün
maddesi mürekkep olmayıp basit bir maddeden yani “ether”den meydana gelirler. Yeryüzü
ise dört unsur(anasır-ı erbaa) denilen toprak, su, hava ve ateşten oluşur.
Aristo-Batlamyus evren tasarımında, dünya evrenin ortasında hareket etmeden sabit
dururken güneş ve yıldızlar onun etrafında dönerler. Bu düşünce Hristitanlığın
dogmalarıyla da uyumlu bir anlayıştır. Çünkü Hristiyanlığa göre bütün evren, dünya ve
üzerindekiler için yaratılmıştır. Yeryüzü, insanın günah yüzünden düşmesi ile Adem’den
10
başlayıp Đsa’nın kurtarıcılığı ile zirveye çıktığı ve Kıyametle sona erecek insanlık dramının
geçtiği bir sahnedir. Buna göre evrendeki her şey insanın yüzü suyu hürmetine var olan
şeylerdir.
Ortaçağın bu evren tasarımı, rönesansla birlikte baştan aşağı yenilenecektir. Artık
evren basit bir dekor ve sahne değil, kendisine doğrudan doğruya ilgi duyulan sırlarla dolu
bilinmeyen bir dünyadır. Ortaçağın statik, monoton ve sınırlı evren anlayışı, rönesansta
yerini dinamik ve sonsuz evren tasarımlarına bırakacaktır. Aristo-Batlamyus sisteminin
dayandığı temel direkleri rönesansta yıkan düşünürlerin başında Kopernikus gelir.
Kopernik’in evren tasavvuru ortaçağ boyunca egemen olan dünya merkezli(geosentrik) bir
anlayış yerine güneş merkezli (helosentrik) bir anlayışı getiriyordu. Arisro-Batlumyus
sisteminde bütün gök cisimleri evrenin merkezinde bulunan ve kendisi hareketsiz duran
yerin etrafında hareket ediyorlardı. Kopernik ise bu tabloyu tersine çevirerek merkezin
güneş olduğu, dünyanın da dahil olduğu diğer gezegenlerin onun etrafında hareket ettiği
bir evren modeli ileri sürdü.
Kopernik, Aristo-Batlumyuscu evren tasavvuru yerine ileri sürdüğü yeni modelinin
köklerini antikçağda bulmuştur. Phthagorasçılar özellikle Aristarkhos, yeri evrenin merkezi
olmaktan çıkarmakta, bütün gök cisimlerini evrenin ortasında bulunan ateşin etrafında
batıdan doğuya doğru dönen bir veren tasavvurunu savunmaktaydı. Ama bu görüş,
Aristo’nun otoritesi karşısında pek tutunamamıştır. Rönesansın birçok düşünürü gibi
Kopernik de ilkçağın birikimini göz önüne alarak, antikçağın birikimini yeniden gündeme
getirerek işe başlamıştır. Đleri sürdüğü bu evren tasavvuru, büyük bir yenilik getirmenin
yanında ortaçağın yerleşik inanç ve bilgilerini kökten etkileyen tehlikeli ve radikal bir
devrimdi.
Geosentrik evren yerine heliosentrik evren modelini savunmak, insan
merkezli(anthroposentrik) dünya görüşünü de ortadan kaldırmak demektir. Dünya merkezli
evren anlayışı aynı zamanda insanı da evrenin merkezi yapan bir anlayıştı. Evrenin var
oluş amacı insandı, evrendeki her şey de insan içindi. Kopernik bu düşünceyi ortadan
kaldıran, sonsuz evren içinde dünya diğer gezegenler gibi küçük bir şey, insan da bu
küçücük gezegen de diğer nesneler gibi sıradan bir varlıktı. Böylece ay-altı ay-üstü alem
ayrımı ortada kalkıyor, ay-üstü varlıkların mükemmelliği düşüncesi reddediliyordu.
Kilise’nin kopernik devrimine olan tepkisi, dünyanın ve ona bağlı olarak insanın önemini
sıradanlaştıran bu düşünceden dolayıdır. Kopernik’in evren tasavvuru üç anlayışı altüst
etmiştir:
1. Gözle görülen görüşü
2. Kilise’nin dünya görüşünü
3. Ortaçağın resmi felsefesi olan Aristo felsefesini.
Rönesans düşüncesini bilim yönünden ileri götüren diğer önemli düşünürü Galileo’dir.
Doğa araştırmasına temel olarak deneyi almak, doğanın ancak matematikle
kavranabileceğini, bilim ile pratik arasında sıkı bir bağın olduğunu sağlam bir sistem
halinde geliştiren Galileo olmuştur. Rönesans’ta doğru bilgiye ulaşmanın yolu ve
11
yöntemini açık olarak bir sorun gören ilk kişidir. Skolastik, kıyas yöntemine bağlı olarak
hareket etmekteydi. Bu yöntem, Rönesans düşünürlerine göre yeni bilgi vermeyen zaten
bilineni aydınlatan veya onu kanıtlayan kısır bir metottu.
Yeniyi arayan Rönesans, yeni bilgileri verecek yeni yöntemler bulmak zorundaydı.
Rönesans döneminde yoğun bir şekilde tartışılan yöntem sorunu daha sonraki yüzyılların
da ana konusu olacaktır. Galileo, yöntem sorunu üzerine geniş bir şekilde durarak, modern
doğa biliminin de temeli olan mekaniği bulmuştur. Mekanik hareket teorisiyle düşme
teorisi, modern fiziğin temeli olan iki önemli düşüncedir. Kilise ile modern düşünce
arasında cereyan eden savaş, Galileo ile sona ermiştir.
Yöntem konusunda Galileo, skolastiğin yöntemi olan formel mantığı (kıyası)
eleştirerek yeni bilgiler veren ama aynı zamanda kesinliği sağlayacak bir metot arar. Bu
metot, deney ile matematik düşünceyi bir araya getirir, böylece deneyi araştırmanın temeli
yapmanın yanında onu diğer fenomenlerle matematiksel ilişki kurarak, kanıtlanabilir bir
bilim haline getirir. Önümüzde serili olan doğa, büyük bir kitap gibidir, ancak onun dilini
bilirsek onu doğru bir şekilde okuyabiliriz. Ki bu dilde Galileo’ye göre matematiktir. Onun
harfleri üçgen, daire, kare ve diğer geometrik şekillerdir.
Galileo’nin yöntemini kısaca vermek gerekirse: araştırılacak olaydan bağımsız bir
ana-önerme kurmak, varsayılan bu önermenin gözlem ve deneyle kontrol etme esasına
dayanır. Bu yöntem hem tümdengelim(ana önerme) hem de tümevarımı birlikte kullanarak
birbirlerini karşılıklı tamamlamaktadırlar. Đlk adım sentetik (birleştirici yöntem), ikinci
adım analitiktir (çözümleyici yöntem). Bu anlayış, her zaman değeri olan bilgilere
ulaştırmayan empirizmin tümevarım metodundan mahiyet itibariyle farklıdır.
Galileo, yeni deneysel metodun yanında düşen cisimler ve sabit hızla hareket
kanunlarını buldu. En önemli felsefi katkısı, Aristocu evrenin doğa görüşünü çürütmesiydi.
Ay-altı alemle ay-üstü alem arasındaki ayrım artık ortada kalkmakta bütün nesneler
ontolojik olarak aynı seviyeye gelmektedir. aynı doğa kanunları evrenin her yerinde
geçerlidir. Galileo ile birlikte Aristocu dünya görüşü tamamen hükmünü yitirdi.
Yeni anlayışa göre bütün sorular, matematikle sorulması gerekir. Çünkü doğanın
kitabı matematikle yazılmıştır. Bu düşüncesiyle Galileo, matematiksel bir ontolojiyi
savunur. Değişim içinde değişmeyen şeyler matematiksel biçimlerdir. Matematiksel akıl,
doğanın özünü kavramamıza imkan sağlıyan tek araçtır.
1.6.1.Galileo-Kilise Đlişkisi
Kilise, Đncil’in dünya merkezli bir dünyayı onayladığını savunuyordu. Bu Đncil’in bir
yorumuydu. Papazlar, Đncil’deki bazı problemli pasajları yorumlayarak sorunları çözmeye
çalışıyorlardı. Buna göre Đncil kesinlikle yalan söylemez ve yanılmaz ama bazı yorumcular
çeşitli sebeplerden dolayı yanılabilir. En başta gelen yanılma sebebi de, sözlerin literal
anlamıyla sınırlama isteği gelir. Galileo, Đncil’in literal anlamının dünya merkezli olduğunu
biliyordu. Bunu intibak teorisi ile açıklıyordu: Đncil’in dili basit ve cahil insanların
ihtiyaçlarına göredir. Şaşkınlığı önlemek için dünya merkezli bakış açısına dayanmıştır.
Đncil, Kopernik teorisiyle de uzlaştırılabilir. Ama Đncil, astronomi kitabı değildir.
12
Galileo, Đncil’in görevinin göksel cisimlerin nasıl hareket ettiğini değil, insanların
nasıl kurtuluşa ereceğini göstermek olduğunu söyler. Ona göre bilimsel bilgiyle Đncil’in
doğru tefsiri arasında bir çatışma yoktur. Çünkü Tanrı kendini Đncil’de ve doğa kitabında
gösterir, ikisinin de yazarı olduğu için ve Tanrı kendisiyle çelişmeyeceğinden dolayı
Đncil’le doğa, din ile bilim arasında çelişme yoktur. O halde Đncil’i doğanın hakikatleriyle
uyuşturmak her zaman mümkündür. Galileo’nun bu düşünceleri papazlar tarafından da
kabul gören düşüncelerdir.
Asıl tartışma intibak ve uzlaştırma teorisinde kendini göstermektedir. Galileo, Đncil’i
yorumlarken bilimsel teorilerin kullanılması gerektiğini söylemekteydi. Buna göre Đncil’i
bilim adamları, din adamlarından daha iyi anladığı sonucu çıkmaktadır ki Katolik
Kilise’sinin bunu onaylaması mümkün değildi. Çünkü bu anlayış, din adamlarının Đncil’e
dair yorumlarındaki otoritelerine karşı saldırıydı. Bunun yanında din ile bilim arasındaki
anlaşmazlıklarda din adamlarının yetersizliğini ima edilmekteydi.
2. FRANCĐS BACON (1561-1626)
1561 yılında Londra’da doğmuş, felsefe, edebiyat, hukuk, siyaset ve bilimde devrinin
önemli adamlarındandır. Bütün hayatı, Kraliçe I. Elizabeth ve Kral I. James döneminde ve
saray civarında geçti. Eserleri, Denemeler, Yeni Atlantis, Bilimlerin Değeri ve Büyümeleri
Üzerine, Novum Organum’dur.
Bilimciliği açık seçik bir biçimde ilk kez savunan Bacon, doğayı doğrulukla bilmenin
tek güvenli yolunun bilim olduğunu, bilimsel yöntemin insana doğayı denetleyeceği bilgiyi
sağlayacağını ileri sürer. Bacon, Aristotelesçi bilim ve mantık anlayışını reformdan
geçirme yolunda ilk önemli adımı atar. Bu yeni bilim anlayışını “Bilmek egemen olmaktır”
düşüncesi üzerine inşa eder. Sokrates bilgiyi erdemle eşitlerken Bacon, bilgiyi güçle
eşitliyordu. Bilginin pratik kullanışlılığı onun geçerliliğinin ve değerinin tek ölçütü oldu.
Bacon’la birlikte bilim, fayda ve ütopya bakımından Tanrı’nın yeryüzündeki muadili
olmaya başladı. Đnsan Tanrı tarafından tabiatı yorumlamak ve tabiat üzerine hakimiyet
kurmak için yaratılmıştı.
2.1.Bilim ve Yöntem Anlayışı
Bacon, tasarladığı doğrultuda yol alabilmek, projesini hayata geçirebilmek için, önce
çok seküler veya modern bir tutumla çeşitli disiplinlerin, söz gelimi, felsefe ve teolojinin
birbirleri karşısındaki durumunu, onları birbirlerinden ayıran sınırları ve nihayet bilimlere
ilişkin sınıflamasını ortaya koyar. Bu sınıflamada, bilginin farklı dalları veya çeşitli
bilimler insan zihninin farklı meleke ya da yetilerini temsil eder veya yansıtır; buna göre,
tarih belleğe, şiir ya da edebiyat hayal gücü, felsefe de akla karşılık gelir.
Bacon, doğa felsefesinin uzun yıllar boyunca yeterince gelişme kaydedememesinin
nedenini teoriyle pratiğin birbirinden kopartılmasında görmekteydi. Gerçek bir ilerleme
için teoriyle pratiğin kesinlikle birleştirilmesini savunur. Ona göre, bütün hataların
kaynağında, gözlem boyutu kadar tümevarımsal temelleri de eksik olan Aristoteles’in
bilim anlayışı bulunmaktadır.
13
Bilginin “güç” olduğunu söyleyen, bilgiyi sağlayacağı sömürü imkanları için isteyen
Bacon, bilgide amacın doğruluk değil fayda olduğunu, bütün bir geçmişin bilgeliğini inkar
edip, bilimlerin, yeni baştan inşasını kendisine en büyük amaç edinir. Bilim yapmak,
doğayı tanımak ve onu kontrol altında tutmaktır. Bacon’a göre, doğa bilimi tasım veya
bütünüyle tümdengelimsel bir bilim değildir, olamaz: “Bizim yegane ümidimiz gerçek
tümevarımdır.”
Bacon, güvenilir bilgiye ulaşmak için bu yöntemi önerirken insanı hataya düşüren
konular hususunda uyarmayı da ihmal etmez. Ona göre insanları yanlış yargılara götüren,
insan zihninde bulunan kuruntu ve putlardır(idol). Doğru bilgiye ulaşmak için bu
idollerden kurtulmak gerekir. Bacon’a göre insan doğasında dört çeşit “put” vardır.
a. Kabile Putları: Bu idoller, insan soyu için ortaklaşa önyargılara sebep olur. Bu
putlardan dolayı insan nesneleri kendine benzetir ve ona göre anlar. Örneğin insan kendi
korku ve umutlarını doğaya aktarır, doğayı gerçekliği üzerine değil insan biçimci bir
şekilde görür.
b. Mağara Putları: Platon’un mağara benzetmesine atfen mağara putları denen şey,
her insanın mizacı, içinde yaşadığı çevre, gördüğü eğitim ve öğretim, bazı önyargıların
kaynağı olmaktadır. Đnsanlar çevrelerine içine kapanmış oldukları mağaralarından
bakmaktadırlar.
c. Çarşı (piyasa) Putları: Önyargılarımızın bir bölümü de konuştuğumuz dilden,
kullandığımız kelimelerden kaynaklanır. Çünkü geçmiş zamanların bazı görüşleri dil
kalıpları halinde gelir ve bunlar bazı önyargılara sebep olurlar.
d. Tiyatro Putları: Bacon tiyatro benzetmesi ile teori, doktrin ve otoritelere
bağlanmaktan doğan önyargılara işaret eder. Böylece otorite sayılan kimselerin yanılmaları
yaygınlık kazanır. Bunlar aslında var olmayan gerçekliğin simgesel temsilleridir. Đnsanın
yolu üzerindeki bu engelleri(putları) kaldırdıktan sonra doğayı öğrenmeye başarabilir.
2.2.Ahlak ve Siyaset Felsefesi
Bacon’un etiğinin temelindeki insan anlayışı, büyük ölçüde materyalist bir insan
telakkisiydi; insanların özde arzulardan meydana geldiğini, politik toplumların ve
devletlerin kökeninde işte bu arzuların bulunduğunu öne sürmüştü. Bununla birlikte,
insanın bir de aklı olduğunu, bu aklın insanlığın cennetten kovuluşunun sonucu olan
dünyevi problem ve sıkıntıların yine akıl yoluyla aşılabileceğini iddia etti. Bacon’a göre,
aklıyla doğaya tabi olup, ona nüfuz etme çabası veren insan ancak böylelikle doğaya
egemen olabilirdi. Bacon, ahlakında doğalcıdır, yani doğrudan doğruya insan doğasından
yola çıkar, doğallıkla hazcılığı benimser. Ona göre, insan hayatının nihai hedefi, yeryüzü
mutluluğudur. Đnsan, mutluluğuna engel olan batıl inançlardan, korku ve tedirginliklerden
kurtulmak suretiyle erişebilir. Bunun yolu da bilgi yoluyla aydınlanmadan geçer. Đnsan,
mutluluğa ikinci olarak, bilime dayalı teknik ilerlemenin temin ettiği refah ortamında
arzularını tatmin etmek suretiyle erişebilir.
14
Bacon, aynı Machiavelli gibi, siyaset felsefesini normatif değil de, ampirik bir disiplin
olarak düşünmekteydi. Ütopyacı gelenek içinde yer almasına rağmen Bacon, en iyi politik
düzenin ancak doğaya egemen olma yolunda birtakım ilerlemeler kaydedildikten sonra
tasarlanıp hayata geçirilebileceğini düşündü. O, insanların sadece bilgi yolunda böyle bir
ilerleme gerçekleştirdikten sonra, kendi gerçek iyilerini görebileceklerini, neyi
istemelerinin doğru olduğunu anlayacaklarını savundu. Bacon’un ütopyası Pasifik
Okyanusu’ndaki, onun “vaat edilmiş” veya “kutsal topraklar” diye anlattığı veya “mutlu
bir dünya” diye tasvir ettiği bir adada geçer; bir yeryüzü “teknoloji” cennetinin öyküsünü
anlattığı, dünyanın gelecekteki düzenini teknoloji üzerinden resmettiği adayı yaratan en
büyük itici güç, teknolojik ilerlemeye beslenen sonsuz inançtır.
Değerlendirme Soruları:
1. Rönesansın kelime anlamı aşağıdakilerden hangisidir?
a. Yeniden doğuş
b. Siyasi düşünceyi akılla tanzim etme
c. Pratik konulara keşfetme
d. Bilimsel felsefe
e. Empirik yöntemle düşünme
2. Rönesans düşüncesinin özelliklerini yansıtmayan düşünce aşağıdakilerden
hangisidir?
a. Eski ile yeninin yan yana hatta uyumlu olduğu bir dönemdir.
b. Felsefe dinle özdeştir.
c. Çok renkli, çok çeşitli ve çok hareketli bir felsefedir.
d. Her türlü otoriteden kendini kurtarmaya çalışan bir felsefedir.
e. Felsefe her ulusun kendi diliyle yapılmaktadır.
3. Rönesans dönemi yeni bilim ve düşüncenin gelişmesine etkide bulunan doğu
kökenli buluşlar hangi şıkta doğru bir şekilde verilmiştir?
a. Pusula/ Elektrik/ Saat /Barut
b. Pusula/ Buharlı makine/ Lamba/Barut
c. Pusula/ Kağıt/ Saat /Barut
d. Pusula/ Teleskop/ Saat /Barut
e. Pusula/ Matbaa/ Saat /Barut
15
4. Bacon, insan tabiatında dört çeşit putun olduğunu ileri sürmektedir.
Aşağıdakilerden hangisi onun saydığı putlardan biri değildir?
a. Kabile
b. Mağara
c. Çarşı
d. Siyasi
e. Tiyatro
5. Galileo ile Kilise arasındaki ihtilaf hangi teorilerden kaynaklanmaktadır?
a. Đntibak ve uzlaştırma teorisi
b. Đdea ve uyum teorisi
c. Akıl ve nefis teorisi
d. Ahlak ve siyasi teorisi
e. Kozmoloji ve metafizik teorisi
KAYNAKLAR
A.Baudart ve diğerleri, Felsefe Tarihi I, Đstanbul 2011
A.Kadir Çüçen-M.Zeynep Zafer-Adnan Esenyel, Varlık Felsefesi, Bursa 2009
Afşar Timuçin, Düşünce Tarihi 2, Đstanbul 2005
Bekir Karlığa, Đslam Düşüncesinin Batı Düşüncesine Etkileri, 2004
Ernst Von Aster, Đlkçağ ve Ortaçağ Felsefe Tarihi, Đstanbul 2005
G.Skırbekk-N.Gılje, Antik Yunan’dan Modern Döneme Felsefe Tarihi, Đstanbul 2006
Kasım Küçükalp-Ahmet Cevizci, Batı Düşünce Tarihi, Đstanbul 2009
Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Đstanbul 1999
Tarnas, Batı Düşünce Tarihi II, Đstanbul 2012
Cevap Anahtarı: 1. A 2. B 3.E 4.D 5. A
1
HAFTA 10
17. YÜZYIL
FELSEFESĐ ve
DESCARTES
2
ÜNĐTE 9
17. Yüzyıl Felsefesi
ve Descartes
ĐÇĐNDEKĐLER
1. ON YEDĐNCĐ YÜZYIL FELSEFESĐ TARĐHĐ .................................................................4
1.1 Yeniçağ Felsefesinin Genel özellikleri ..........................................................................4
1.2. Thomas Hobbes(1588-1679) ...........................................................................................5
1.2.1. Hobbes’un Felsefesi ......................................................................................................5
1.2. 2. Ahlak ve Siyaset Anlayışı ...........................................................................................7
2. RENE DESCARTES(1596-1650) .....................................................................................8
2.1. Felsefesi ............................................................................................................................8
2.2. Yöntem Anlayışı ..............................................................................................................9
2.3. Tanrı Đspatı ...................................................................................................................... 11
2.4. Açık-Seçik Bilgi ............................................................................................................. 12
2.5. Kartezyen Düalizm ve Uzlaşım..................................................................................... 12
2.6. Etik Anlayışı ................................................................................................................... 14
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
Öğrenci 17. yüzyıl felsefesi hakkında bilgi sahibi olacak,
Modern Batı felsefe ve kültürünün temel özelliklerinin 17.yüzyılla birlikte
nasıl ortaya çıktığını kavrayacak,
Rönesans felsefesiyle başlayan yeni düşünce ve bilimin 17. Yüzyılda
istikrarlı bir yapıya kavuştuğunu öğrenecek,
17. Yüzyıl felsefesinin Rönesans ve ortaçağ felsefeleriyle ayrıştığı belli başlı
özellikleri kavrayacak,
3
Rönesans dönemiyle başlayan yeni düşünce Descartes’le birlikte birlikli ve
bütünlüklü bir sisteme ulaştığını bilecek,
Ortaçağ ve Rönesans felsefelerinin kendi içinde taşıdığı dikatomileri ve
dikatomilerin süreç içindeki ayrışmalarını(din-akıl, tümel-tekil vb) 17.
Yüzyılla birlikte nasıl farklı şekillerde ele alındığını kavrayacak,
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce,
• Yeniçağ felsefesiyle ilgili yazılan eserlerin incelenmesi,
• Siyasi ve sosyal yönleri bakımından 15-16 ve 17.yüzyıl batı
devletlerinin incelenmesi,
• 17. yüzyıl batı devletleri zamanı kültür ve bilimini anlatan kaynak
eserlerin araştırılması,
• 17. yüzyıl dönemi siyasi, sosyal ve kültürünü anlatan yazılı ve
görsellerin incelenmesini,
• 17. yüzyıl dönemi kültür ve siyasi atlaslarına bakılmasını,
• Batı düşüncesine dair yazılan eserlerin incelenmesini,
• Batı bilim tarihi adı ile yazılan değişik eserlerin 17. yüzyıl felsefe
hareketleriyle ilgili bölümlerin okunmasını,
• Felsefe sözlüklerinden ihtiyaç duyulan felsefi kavramlara bakılmasını,
• Ünitenin düşünce ve bilim tarihiyle ile ilgili bölümleri için sesli ve
görsel olarak hazırlanmış (film, dizi, belgesel vb.) materyallerin
seyredilmesini,
• 17. yüzyıl filozoflarının düşüncelerinin, daha önceki filozoflara benzer
olan kısımlarıyla farklı olan yönlerinin mukayese edilmesini,
• 17. yüzyıl batı tarihine damgasını vurmuş olan yönlerini daha iyi
kavrayabilmek için önceki ve sonraki dönemleriyle mukayese edilmesini,
4
17. Yüzyıl Felsefesi
1. ON YEDĐNCĐ YÜZYIL FELSEFESĐ TARĐHĐ
1.1 Yeniçağ Felsefesinin Genel özellikleri
Modern felsefe, genelde Rönesans’la başlayan yepyeni bir çağın Đngiltere’de Francis
Bacon’la, Fransa’da ise Rene Descartes ile başladığına inanılan felsefesini tanımlar. Onda
geçen modern deyimi, özü itibariyle Ortaçağ felsefesi veya Skolastik düşünüş ile Ortaçağ
sonrası felsefe ya da Yeniçağ düşüncesi arasında bir kopuş bulunduğu anlamına gelir.
Modern felsefe her şeyden önce, yeni bir tarih felsefesinin, ya da en azından yepyeni bir
tarih duygusunun egemen olduğu bir felsefedir.
Modern felsefe, bu yeni tarih duygusunun bir sonucu olarak, düşüncede de yepyeni ve
beyaz bir sayfa açan, geçmişi inkar edecek, geleneği yok sayacak şekilde bir “tabula
rasa”dan başlayan, özne temelli bir felsefedir. Felsefenin teolojiden bağımsız olmak
anlamında özerkliği, modern felsefenin çok temel ve belirleyici başka bir özelliğine, onun
insan merkezli veya özneden hareket eden bir felsefe olması anlamında, homosantrik
oluşuna işaret eder. Nasıl ki teosantrik bir felsefe mistisizme, ama en çok da teolojik
kavrayışa yol açarsa, aynı şekilde homosantrik felsefe de rasyonalizmi doğurur. Buna göre
modern felsefeye damgasını vuran tavır veya eğilim, en azından on dokuzuncu yüzyıla
kadar, rasyonalizm olmuştur.
Genel bir tavır olarak rasyonalizm, aklın, bilim ve felsefe olmak üzere, bütün
alanlarda yegâne otorite olması anlamına gelir. On yedinci yüzyılın bütün büyük
filozoflarına göre, hakikat, dini otorite veya kutsal metinler tarafından aktarılan bir şey
değildir; hakikat, akla dayalı, özgür ve tarafsız araştırma ile keşfedilen bir şeydir. Buna
göre, fiziki ve zihinsel dünya, toplum, ahlak, siyasi kurumlar ve hatta dinin kendisi,
doğaüstü nedenler yerine, doğal nedenlerle açıklanmalıdır.
Modern felsefede insan, “düşünen öz” olarak tanımlanır; bilme olayındaki düşünce
boyutu, duyum, duygu ve hayal gücü boyutunu gölgede bırakarak, insanı insan kılan şey
olarak belirlenir. Đnsanın özü, matematiği model olarak kabul etmiş olan akla indirgenir.
Ortaçağ’dan modern zamanlara geçişte en belirleyici unsur, modern bilimin doğuşu,
bilimsel yöntemin kaydettiği gelişme olmuştur. Klasik felsefe ya da Đlkçağ felsefesinin
yıkılışında dinin kendisinin, Ortaçağ’ın Tanrı’yı keşfetmesi olgusunun bulunduğu
söylenebilirse, Ortaçağ felsefesini de yıkan şeyin, bilim adamlarının doğayı keşfetmeleri
olduğunu söylemek gerekir. Bu, sadece sekülarizm ve klasik doğalcılığın canlanışıyla
açıklanabilecek bir olay ya da keşif değildir; o, olgular dünyası olarak bilinen yeni bir
dünyanın, dili matematik olan bir dünyanın keşfidir. Bilim artık ilerlemenin tek ve en
büyük motoru, modernliğin özüdür. Bilgi artık klasik dünyada olduğu gibi, salt anlamak
veya merakı tatmin etmek için ya da Ortaçağ’da olduğu gibi, Tanrı’nın doğal dünyaya
5
amaçlılık ve düzen kazandırmış planını keşfetmek için değil, fakat sağladığı fayda için
istenir.
Modern felsefede, epistemoloji veya bilgi teorisi, ontoloji veya metafiziğin önüne,
felsefenin merkezine geçmiştir. Modern düşüncede keşfedilen şey, dünyanın birliği
düşüncesi ya da evren kavramıdır. Kopernik, dünya merkezli evren anlayışı yerine getirmiş
olduğu güneş merkezli evren anlayışıyla, evrenin bir merkezinin olmadığı düşüncesini
gündeme getirdiği için büyük önem taşır. Kopernik, teorisiyle Yunan ve Hristiyan
kozmolojisinin belli bir bölümünü değil, fakat onun Platon ve Aristoteles’ten çıkan bütün
temelleri yerle bir eder. Yeni kozmolojide evren ya da doğa, büyük ve cansız bir makine
olup, hem insan varlıklarının ve hem de Tanrı’nın dışında kalır. Artık doğa birdir; o,
amaçlılıktan kurtulmuş ve kullanılabilecek bir makine haline gelmiştir. Đnsanı merkeze
alan, insanın iradesine vurgu yapan modern politik öğretiler, toplumu da, doğal bir yapı
olarak değil, fakat kurulmuş, insan tarafından yaratılmış bir yapı olarak değerlendirirler.
1.2. Thomas Hobbes(1588-1679)
1588 yılında Đngiltere’de bir köy papazının oğlu olarak doğdu. Uzun yaşamında
Đngiliz iç savaşının yanı sıra Stuart dönemine tanık oldu. Oxford’da eğitim gördükten sonra
Devonshire Kontu’nun hocası oldu. Bu ona üç şey kazandırdı: 1. Birinci sınıf bir
kütüphaneden yararlanma imkânı 2. Birçok seyahate çıkma 3. Farklı ve ilgi çekici
insanlarla tanışma fırsatı. F. Bacon’ı sık sık ziyaret etmesi, matematikçi Gassendi ile ve
Descartes’in yakın arkadaşı Mersenne tanışması Hobbes’un felsefi görüşlerinin
gelişmesinde etkili olan faktörlerdir.
1.2.1. Hobbes’un Felsefesi
Hobbes, Bacon, Descartes ve Locke gibi, rasyonalist, bilimci ve yöntemcidir; çağını
doğru anlayıp iyi ifade etmenin ve anlamlandırmanın mücadelesi içinde olmuştur.
Gerçekten de Hobbes, modern dünyanın problemlerinin, geleneği tamamen bir kenara
bıraktıktan sonra, ancak akıl ve bilim yoluyla çözülebileceğine inanır. Ona göre felsefe,
doğru bir şekilde akıl yürüterek sonuçlardan nedenlerin; nedenlerden sonuçların
çıkarsanmasıdır. Akıl yürütmenin anlamı, hesaplamaktır, hesaplamak ise toplama ve
çıkarmadır veya bir birleştirme, ayrıma/ayrıştırmadır. Bu anlayış şu sonuçları doğurur:
1. Felsefe ve bilim(doğa bilimi) özdeştir. Felsefe maddi olan cisimsel olan dışındaki
şeyleri konu edinmez. Çünkü cisimsel olmayan şeyler hesaplanamaz. Ayrıca Hobbes,
cismin dışında bir şeyi kabul etmez.
2. Bu dünyaya aşkın olduğu düşünülen her şeyi felsefenin konusu olmaktan çıkarır.
Buna göre felsefe teolojiyi yani Tanrı’ya ilişkin öğretiyi dışarıda bırakır. Bu anlayış, yani
teolojiyi ve Tanrı’yı felsefenin dışında tutma, A.Comte ile daha sistematik hale
getirilmiştir. Hobbes, felsefeyi bugünkü anlamıyla “doğa bilimine” dönüştürür.
3. Felsefenin amacını bilimin amacıyla özdeşleştirir. Buna göre felsefenin amacı,
sonuçları/etkileri/eserleri önceden kestirebilmek ve onları yaşamda kullanabilmektir.
Hobbes, töz konusunda materyalisttir. Ona göre töz var olan demektir yani
maddi/cisimsel olan demektir. Maddi olmayan ise var olmayan demektir. Buna göre o,
6
Descartes’in tözlerinden sadece birini kabul etmektedir: yer kaplayan töz. Ona göre
ruh/düşünen diye ayrı bir töz yoktur. Madde ve zihin homojendir, aynı yasalara tabidir.
Bilinç duyumların bir devamından ibarettir.
Hobbes, fizik dünyanın mekanik bir sistem olduğuna inanmıştır. Her şeyin kökeninde
hareket olduğundan evren mekanik doğa yasalarına göre hareket eden cisimlerin
toplamından ibarettir. Savunuculuğunu yaptığı mekanik materyalizm, klasik doğa
görüşünü ve teleolojik evren telakkisinin yıkıp, yerine hareket halindeki maddenin her yere
yayıldığı mekanik bir doğa tasarımı ikame etmesinde önemli bir rol oynamıştır. Hobbes’un
sözünü ettiği yeni doğa, hareketin Galile tarafından keşfedilen fizik yasalarına göre
gerçekleştiği, kendi içlerinde hiçbir amaç taşımayan cisimlerin harici bir engelle
karşılaşmadıkça, sınırsızca hareket halinde olduğu mekanik bir doğadır.
Hobbes, modern felsefenin Bacon ve Descartes gibi kurucu ya da öncülerine tamamen
benzer bir biçimde felsefenin geçmişle, eski felsefeyle olan bağını tümden koparma azim
ve kararlılığı sergilemiştir. Gerçekten de, Hobbes, nedenlerin bilgisinden oluşan yeni
bilimin hem savunucusu, hem de icracısıydı. Bacon gibi bilim ve felsefenin pratik değerini
tanıyan Hobbes, sadece Yunan bilimi ve felsefesini değil, Ortaçağ teolojisinin, bilimsel
olma iddiasından başka, bizatihi kendisini de reddeder. O bu bağlamda çağdaşı
Descartes’ın töz anlayışına şiddetle karşı çıkar ve sadece bilimin gerçek kurucuları olarak
gördüğü Kopernik, Galile, Kepler gibi bilim adamlarının yeni doğa bilimini kabul eder.
Hobbes, bunun bir sonucu olarak felsefeye yeni doğa biliminin temelinde bulunan mekanik
dünya görüşüne göre şekil vermiştir. Mekanik materyalizmine uygun olarak, biri evreni
meydana getiren madde, diğeri insanı oluşturan beden ve sonuncusu da bir vatandaşlar
topluluğunu meydana getiren politik gövde olmak üzere, üç ayrı cisim ya da beden
bulunduğunu öne süren Hobbes’un amacı, uygun ve gerekli politik kurumları, insan
doğasıyla ilgili olgulardan çıkartan bir bilim ya da felsefe ortaya koymak olmuştur.
Hobbes, evren teorisi, etik ve politikadan oluşan üç kısımlı felsefesi, geometrik
yöntemi esas alır. Geometri terimi, Hobbes tarafından oldukça geniş bir biçimde, sadece
geometrik şekillere ilişkin araştırmayı değil, fakat bütün matematiksel bilimleri, hareket ve
kuvvete ilişkin araştırmaları ve matematiksel fiziği de kapsayacak şekilde kullanır. Var
olan her şeyin ilk nedenleri, Hobbes’a göre madde ve harekettir. Bu yüzden, geometrik
yönteme göre, işe fiziğin yasalarıyla başlamak, onlardan daha sonra bireylerin ya da
insanların davranışlarının nedenlerini, yani tutkuları, tutkulardan da sosyal ve politik
hayatın yasalarını çıkarmak gerekir.
Hobbes, varlık görüşü bakımından bir materyalist, bilgi görüşü bakımından
deneyimcidir. Buna göre, o, varolan her şeyin maddi bir yapıda veya fiziki olduğunu öne
sürmekle kalmaz, fakat her tür bilginin duyu deneyi yoluyla kazanıldığını söyler.
Hobbes’un ampirizmine göre, duyum olmadan düşünce olamaz; düşünceler nedensel
olarak duyuma bağlı olmak durumundadırlar. Duyularımızı etkilemeyen varlıkların
varoluşunu öne sürmek, Hobbes’a göre, kabul edilemez ve anlatılamaz bir şeydir. Ona
göre, fiziki nesneler duyuma, duyum da düşüncelere neden olur. Zihin, duyum ve
düşüncelerin toplamından başka hiçbir şey değildir. Duyum ve düşünce ise, hareket
7
halindeki maddeye indirgenebilir. Dolayısıyla ontolojik olarak ifade edildiğinde, zihin
hareket halindeki madde olmak durumundadır.
1.2. 2. Ahlak ve Siyaset Anlayışı
Ahlak felsefesini din ya da teolojinin etkisinden kurtaran Hobbes, onu bilime tabi
kılmış ve etiğin, insanın ahlaki eylemlerine, gerçek amacına ve ahlaki olgulara dair sağlam
ve güvenilir bir bilgi olmak durumundaysa eğer, geleneğe, dini dünya görüşüne ya da
kilisenin otoritesine değil de, psikoloji ve biyolojinin nesnel yasalarına dayanmak
durumunda olduğunu iddia etmiştir. Hobbes, hayatın korunması ve sürdürülmesinin insan
eyleminin biricik ve temel amacı olduğunu söylemiş, ahlak ve siyasi görüşünü bu kendini
koruma güdüsüne göre şekillendirmiştir.
Hobbes, insan doğasına baktığında, onun özü itibariyle bireyci, asosyal, yarışmacı ve
saldırgan olduğunu görür. Buna göre, insan kendi varlığını koruma güdüsüyle hareket edip,
her yerde ve her zaman kendi hazzını ve dolayısıyla iyiliğini, arzularının tatminini, kişisel
mutluluğunu, kısacası kendi öz çıkarını arar. Çünkü Hobbes’a göre insanda iki temel
duyum vardır: arzu/isteme ve nefret/kaçınma. Örneğin arzunun nesnesine ulaşması haz
duygusu yaratırken kaçınılan veya nefret edilen şeye uğrama acı duygusu yaratır. Ona göre
insan her zaman haz peşinde koşan ve acıdan kaçan bencil bir varlıktır. Haz peşinde koşma
ve acıdan kaçma duyumlarının temelinde ise bir içgüdü olan yatmaktadır: kendini koruma
ya da yaşama içgüdüsü. Temelde böyle bir içgüdü olduğu için yaşamın sürdürülmesine
imkan veren her şey iyi; tersi olan her şey de kötüdür.
Hobbes, politik düzeni rasyonel, özgür ve eşit kişiler arasında bir sözleşme yoluyla
meşrulaştırmanın yöntemini ifade eden toplum sözleşmesi öğretisiyle tanınır. Hobbes,
doğa durumunu anlatırken, doğanın insanları eşit yarattığını söyler; bu eşitlik, bununla
birlikte, bütün insanların aynı ölçüde fiziki güce ya da zihinsel yeteneğe sahip oldukları
anlamına gelmez. Buna göre, “amaçlara erişme umudu bakımından eşitliğinden”, insanlar
arasında bir güvensizlik ve savaş doğar. “Homo homini lipus” (insan insanın kurdudur)
yani insanı hiçbir egemen güce tabi kılmadan kendi başına bırakırsan, bu insanların
birbirleriyle sürekli savaş halinde olma durumuna götürür. Çünkü, her insanın tutkularının
peşinden gitme konusunda eşit güce sahip olduğu koşullarda, güvensizliğin ve savaşın
ortaya çıkması kaçınılmazdır. Söz konusu doğa durumunda temel insani motifler,
tahakküm etme ve ölümden kaçınma arzusudur. Hobbes’a göre, ortak bir otoritenin
yokluğunda, daha doğrusu toplum ve devlet olmadığı zaman, doğa durumunda herkes
herkese karşı savaş hali içinde olur.
Ölümden kaçınmak için, insanın savaşın yerine barışı, rekabetin yerine uzlaşmayı
koymak zorunda olduğunu bildiren Hobbes’a göre, söz konusu doğal savaş halinden
çıkmak insanın çıkarınadır. Doğal savaş halinden kurtuluşu sağlayacak olan şey, doğa
yasasıdır. Hobbes’a göre, insanların kendi güçlerini kendileri arasında egemen hale gelen
ortak bir güce aktardıkları bir ilk antlaşma olmalıdır. Doğa yasası sadece barışın tesis
edilmesi gerektiğini değil, fakat bunun nasıl yapılacağını da söyler. Doğa durumuna, yani
“herkesin herkesle savaşına” son verecek olan şey, her insanın her şey üzerinde sahip
8
olduğu doğal haktan başkalarıyla aynı ölçüde vazgeçmesi, yani sahip olduğu hakkın
başkalarının hakkıyla eşit ölçüde sınırlandırılmasına rıza göstermesidir. Bu sınırlandırma,
insanların sahip oldukları doğal hakkı karşılıklı olarak tek bir kişiye devretmelerini ve onu
egemen olarak tanımalarını öngören bir sözleşme sayesinde gerçekleşir. Ona göre, bu
sözleşmeyle bir egemen güce sahip olur, herkesin herkesle savaş içinde olduğu doğa
durumundan hayatlarımızı güvenle sürdürebileceğimiz sivil toplum haline geçeriz. Burada,
yalnızca ölüm korkusundan kurtularak güvenlik içinde yaşamakla kalmayız, fakat aynı
zamanda rahat ve mutlu yaşama imkanına sahip oluruz. Hobbes’un siyaset felsefesinde
toplum sözleşmesini mümkün kılan şey, doğa durumu ile sivil toplum durumu arasındaki
orta terim olarak “doğal hak” kavramıdır.
Doğal hak, insanın kendi doğasını, yani kendi hayatını korumak için kendi gücünü
dilediği gibi kullanması ve bu amaca ulaşmaya yönelik her şeyi yapma özgürlüğünü ifade
eder. Gerçekten de, Hobbes’ta bütün doğa yasaları, tüm sosyal ödev ve politik
yükümlülükler doğal hakka tabi olup, bireyin kendi varlığını koruma doğal hakkından
türetilir. Bu anlamıyla Hobbes modern liberalizmin kurucu babası olarak görülebilir.
Hobbes’ta politik düzen “iyi yaşam” için değil, “yaşamın kendisi” için vardır ve onun
kurucu kavramı ödev değil, haktır. Hobbes’a göre, en iyi yönetim monarşi biçiminde söz
konusu olur.
Doğa durumundan bir toplum sözleşmesiyle sivil toplum haline geçişte ortaya çıkan
politik otoritenin, yani Leviathan’ın gücünün sınırsız olması gerektiğini söylemeye özen
gösteren Hobbes’a göre, bunun nedeni insanların iki efendiye birden itaat edememesidir.
Ona göre, dinin gerçek bir temeli yoktur; o, gerçekten varolan bir Tanrı’ya dayanmaz; din,
sadece insandaki korkuya dayanır. Dinin doğaüstü ve tinsel bir temeli veya nedeni
olmadığına göre, onun nedenleri ve sonuçları bütünüyle insanda, insani alanda olmalıdır.
Hobbes’un gözünde dinin ayırıcı bir yönü, kendisini bilimden farklılaştıran ideal bir
boyutu yoktur; başka cismani veya insani unsura, temel bir itkiye dayanır ve değerden
bağımsız bir araştırma konusu yapılması gerekir.
2. RENE DESCARTES(1596-1650)
Rene Descartes Latinceleştirilmiş hali Renatus Cartesius; Cartesianizm isminden
türetilerek çağa verilen isimdir. 1596’da Fransa’da doğdu. Ailesi varlıklı bir Fransız
aristokrat ailesidir. Vücut bakımından zayıf, hastalıklı bir çocuk olan Descartes küçük
yaşlarda Cizvitlerin yanında felsefe ve matematik dahil iyi bir eğitim aldı. Eğitimini
tamamlamak amacıyla orduya katıldı, bu sayede Avrupa’yı köşe bucak gezdi. Daha sonra
Avrupa’nın en gelişmiş ve en geniş özgürlüklere sahip Hollanda’ya yerleşti. 1629-1649
yılları arası özgün eserler verdiği dönemdir. En önemli eserleri Yöntem Üzerine
Konuşmalar(1637) ve Meditasyonlar’ı(1641) bu dönemde yazmıştır.
2.1. Felsefesi
Rene Descartes, bilimle dini bir şekilde uzlaştırma, modern dünyada bilim ile dini bir
şekilde barıştırma çabası içine girmiştir. O, gerçekliği ikiye bölerken, bilim ile teoloji ya da
dinden her ikisini de bir şekilde korumuş, ama aklı ve bilimi her şeyin nihai yargıcı yapıp,
9
bütünüyle tartışılmaz ve sağlam bir zemine oturtmuştur. Descartes,Bacon ve Hobbes’tan
daha moderndir. O, dünyanın matematik yapısını çok daha güçlü bir biçimde vurgu
yaparken, felsefede özneden veya birinci şahsın bakışından yola çıkıp, modern dünyanın
inşasını özne eliyle gerçekleştirdi.
Aristotelesçi araştırma tarzına karşı çıktı. Bu tür bir araştırma tarzının değersiz
olduğunu, dünyaya dair gerçek bir kavrayış vermediğini öne süren Descartes, bilgide tam
ve gerçek bir reformu amaçladı; geleneksel bütün kategorileri reddederek, onların yerine
Kepler ve Galile gibi kimseler tarafından icra edilen bilimin yeni kategorilerini geçirmenin
mücadelesini verdi.
Aristoteles için matematik, özellikle doğal dünyada hiçbir kullanımı olmayan bir bilgi
türünü temsil etmekteydi. Zira Aristoteles’e göre, fiziki dünya, form ve maddenin
karışımından meydana geldiği için, matematiğe elverişli değildi. Platon açısından ise,
matematik gerçekliğe uygulanabilir bir şey olmakla birlikte, gerçekliğin kendisi onun için
duyusal veya fiziki dünyadan başka bir varlık alanında bulunuyordu. Oysa, doğanın
akliliğini matematiğe indirgeyen bu yepyeni ve modern bakış, Galile ve Kopernik gibi bazı
bilim adamı-filozoflar bir tarafa bırakılacak olursa, hemen tümüyle Descartes’in eseridir.
Descartes’in temel amacı veya en büyük projesi, bütünüyle seküler bir araç olan akıl
aracılığıyla, sağlam bir köke, apaçık ve tartışılmaz ilkelere dayanan doğru önermeler
sistemi, parçaları arasında organik ilişkilerin bulunduğu yepyeni bir sistem meydana
getirmek olmuştur. Descartes, kendi bilgi sisteminde, tek bir otoriteye dayanmak,
düşüncesini sadece kendisine ve Tanrı’nın ona vermiş olduğu akla dayandırmak istedi.
Duyuların, antik metinlerin, kadim filozofların ve hocalarının otoritesine dönük bu reddiye,
Descartes’in düşüncesini ve sistemini birkaç yönden çok temel bir biçimde etkilemiştir.
Bunların en önemlisi ise, Descartes’in sisteminin, işte bundan dolayı, benliği bilginin
başlangıç noktası olarak öne süren meşhur “Cogito argümanı”yla başlamasıdır. Bu her
şeyden önce, Descartes’te, felsefenin benlikten ya da modern özneden yola çıktığı;
epistemolojinin ontoloji karşısında öncelik kazandığı anlamına gelir.
2.2. Yöntem Anlayışı
Descartes, görüş farklılıkları ve yanlışların entelektüel güçlerimizi doğru ve yerinde
kullanmamıza imkan verecek iyi bir yönteme sahip olmamamızın, bu güçleri geliştirme
fırsatı bulamamamızın bir sonucu olduğu, doğru yöntemin bu eksikliği gidereceği ve
dolayısıyla eğitimin bütün insanları aydınlanmış ve sorumlu yurttaşlar haline getireceği
kabulünde bulunur. Descartes için yapılması gereken şey, 1. Aklımızın temel yapısını,
sahip olduğumuz entelektüel güçleri ortaya koymak; 2. Bu güçleri, onlara gereği gibi yol
gösterecek kural ve yöntemle teçhiz etmek. Descartes, her ikisi için de matematiğe
başvurur. Çünkü o, matematiğin birtakım temel özelliklerinden çok etkilenmiştir. Bu
çerçeve içinde, matematikte onu en fazla etkileyen şey matematiğin yöntemsel ve
kavramsal bakımdan sergilediği açıklık ve dakiklik, matematiksel kanıtlamaların kesinliği
ile matematikteki akıl yürütmenin sağlamlığı ve pekinliği olmuştur.
10
Descartes, insan zihninin matematikte nasıl işlediğine bakmıştır. Bu incelemesi, ona
insan zihninin iki temel gücü bulunduğunu gösterir. Bunlardan birincisi, insan zihnine
apaçık doğruları tartışılmaz ilkeleri açık ve seçik düşünceleri, hiçbir kuşkuya yer
bırakmadan doğrudan bilme imkanı veren entelektüel sezgidir. Bir kavrayış faaliyeti olarak
sezgi özel bir duygu olup, ayrıca akıl yürütmelerimizde bize yol gösterir, yanıldığımızı ya
da doğru bir sonuca ulaştığımızı bildirir. Aklın ikinci gücü, sezgi yoluyla bilinen apaçık
doğrulardan yeni ve başka doğrular çıkarma ve böylelikle de bilgimizi arttırma imkanı
veren dedüksiyon ya da tümdengelimdir. Aklın bu iki gücü dışında, Descartes’e göre,
başka bir gücü yoktur. Descartes sahip olduğu tüm bilgileri üç başlık altında, genel inanç
türleri olarak toplar. Buna göre, birinci sırada duyulara veya duyu deneyimine dayanan
inançlar, ikinci sırada gerçek “basit doğalara” ilişkin bilgi ve üçüncü sırada da akıl
yürütmeye dayanan inançlar ve matematiksel doğrular bulunur.
Descartes’in kuşku yöntemine ilk olarak duyulara dayanan inançlar konu olur, zira
bilgilerimizin en önemli kaynaklarından birisi duyulardır. O burada, duyular yoluyla
öğrenilen her şeyin doğru ve inanılmaya değer olduğu naif inancına karşı çıkarken,
öncelikle bizim görme, işitme, koklama, tat alma ya da dokunma yoluyla kazandığımız
bilgilerin bir şekilde yanlış olabilmelerinin mümkün olup olmadıklarını sorar ve hemen
ardından duyularımızın bizi zaman zaman yanıltabildiklerini belirtir. Bu da, duyularımız
bizi zaman zaman yanıltıyorlarsa eğer, onların bizi sürekli olarak yanıltma olasılıkları her
zaman vardır, sonucuna götürür. Bununla birlikte, Descartes’e göre, matematiksel
doğrulardan da kuşku duymak için geçerli bir nedenimiz var gibi görünmektedir. Burada
onun ünlü “Kötü Cin Hipotezi” gündeme gelir. Söz konusu varsayıma göre, insanları
aldatan bir Tanrı veya şeytani bir varlık, kötü bir cin var olabilir. Descartes’e göre, böyle
bir güç var ise eğer, o bizi sürekli ve sistematik olarak yanıltabilir ve dolayısıyla, bizim
hakikate ulaşma yönündeki tüm çabalarımız boşa çıkar.
Descartes, bu son noktayla birlikte, daha önceden bildiğini sandığı her şeyin kuşkuya
açık olduğunu görerek, tüm inançlarını bir kıyıya atar. Fakat bu kuşku süreci, ona bir
yandan daha önce kazanmış olduğu tüm bilgilerini atma, bir yandan da sisteminin,
üzerinde insan bilgisinin yeni baştan edileceği, kesin ve mutlak başlangıç noktasını verir.
Buna göre, her şeyden kuşku duyulabilir, fakat bir şeyden kuşku duyulamaz. Maddi dünya
gerçekte varolmasa da, Descartes gerçekte sürekli olarak düş görüyor olsa da, her zaman
birileri tarafından yanıltıyor olsa da, o en azından var olması gerektiği sonucuna varır.
Neden, nasıl ya da niçin kuşku duyuyor olursa olsun, onun kuşku duyabilmesi için
öncelikle var olması gerekir. Đstisnasız her şeyden kuşku duyan bir insan, kuşku duymakta
olduğundan kuşku duyamaz; çünkü kuşku duyarken, kuşkuyu duyan “ben”inin var
olduğunu açık ve seçik olarak bilir. Bu ise, son çözümlemede kuşkuları dağıtan ve ona
sisteminin başlangıç doğrusunu veren çok önemli bir sonuçtur. O, böylelikle
“Düşünüyorum, o halde varım” sonucuna varır ve dolayısıyla düşünen bir varlık olarak
kendi varoluşunu kanıtlar.
Kendi varoluşundaki bu “ben”, Descartes’in, bir beden ve zihinden oluşan bütünsel
varlığı değil, sadece zihnidir:
11
“Ben varım: Bu muhakkak; fakat ne kadar zaman? Düşündüğüm müddetçe; zira
eğer düşünmekten kesilseydim, belki aynı zamanda var olmaktan da kesilirdim."
Aristoteles’inki gibi bir felsefede, biz önce dünyanın parçaları arasındaki karşılıklı
ilişkilerin potansiyelden aktüele doğru hareketlerden meydana gelen organik bir bütün
olduğunu öğreniriz. Descartes’in cogito’yla öncülüğünü yaptığı, bilgi teorisini temele alan
özne çıkışlı bu ikinci yaklaşım, içerden dışarıya doğru bir yaklaşım diye tanımlanabilir.
Bu, esas itibariyle Descartes’in bütün bir dünyayı düşünen benlikten hareketle kurma
projesine karşılık gelir. Temel olan zihindir, hatta zihinden ziyade, birinci şahsın zihnidir.
Descartes önce “düşünüyorum, o halde varım” önermesine bağlı olarak kendi
doğruluk ölçütünü ortaya koyar. Sonra bu teoriye uygun bir varlık görüşüne ulaşabilmek
için, dış dünyaya geçer. Fakat o, bu sonuncu adımı atabilmek için, bir nevi bir atlama
tahtasına ihtiyaç duyar. Descartes’in içeriden dışarıya geçmeden önce, gidebileceği tek bir
yer vardır, o da Tanrı’dır. Çünkü Tanrı’nın var olduğu ve aldatmadığı kanıtlanmadıkça,
onun zihnindeki idelerin kaynağı olarak dış dünyadan veya maddeden söz edebilmesi
mümkün değildir. Bu yüzden, o, benliğin ya da zihnin varoluşunu kanıtladıktan sonra,
bilginin teminatı, zihinden dış dünyaya geçişin bir aracı olarak Tanrı’nın varoluşuna geçer.
2.3. Tanrı Đspatı
Descartes, üç ayrı Tanrı argümanı ortaya koyar:
Đlk Kanıt: Buna göre, Descartes’ın kendisinde bir Tanrı idesi vardır ve bu idenin
nesnel gerçekliği veya yetkinliği, onun kendisiyle ilgili idesinin gerçekliğinden çok daha
fazladır. Bu yüzden, Descartes’ın kendisine ek olarak, zihnindeki Tanrı idesinin ihtiva
ettiği yetkinliklere sahip olan bir şeyin daha var olması gerekir. Zihindeki Tanrı idesiyle
birleşen bu yetkinliklerin tümüne birden sahip olan varlık da, açıktır ki Tanrı’nın
kendisidir.
Đkinci Kanıt: Descartes, bu kanıtta düşünen bir töz ya da zihin olarak varoluşunu kime
ya da neye borçlu olduğunu sorar. Sırasıyla kendisi, anne-babası ve Tanrı’dan daha az
yetkin başka bir kaynak olmak üzere üç alternatifi gündeme getiren Descartes, bir tür
eleme yöntemiyle, bunlardan hiçbirinin kendi varoluşunun nedeni olamayacağını
gösterdikten sonra, varlık sebebinin Tanrı olması gerektiği sonucuna varır.
Üçüncü Kanıt: Onun üçüncü Tanrı delili, ontolojik argümandır. “Bende en yetkin , en
yüksek derecede bir varlık yani Tanrı idesi var. Bir yetkinlikten yoksun olan varlık, en
yüksek derecede yetkin bir varlık olamaz. Dolayısıyla, Tanrı’yı hem en yüksek derecede
yetkin bir varlık, hem de bir yetkinlik özelliğinden yoksun bir varlık olarak düşünmek bir
çelişki olur. Varoluş bir yetkinlik özelliğidir. Varoluştan yoksun olmak ise bir yetkinlik
özelliğinden yoksun bulunmaktır. Tanrı’yı hem en yüksek derecede yetkin bir varlık, hem
de var olmayan bir varlık olarak düşünmek bir çelişkidir. Öyleyse, Tanrı sadece düşüncede
değil, fakat gerçekten var olur. Descartes, varoluşunu üç ayrı argümanla kanıtladığı
Tanrı’nın doğası bağlamında, üçüncü olarak onun mutlak iyi olduğunu gösterme ihtiyacı
hisseder; çünkü onun dış dünyanın bilgisine ulaşabilmesi için, Tanrı’nın aldatan bir varlık
olmadığını gözler önüne sermesi gerekir.
12
2.4. Açık-Seçik Bilgi
Doğru bir önermenin temel özellikleri olarak açıklık ve seçiklik nedir?
Açıklık zihne doğrudan olarak sunulmuş olup, zihin tarafından kolayca bilincine
varılan bir şeyin özelliğidir. Buna göre, algılayan zihnin görme alanı içinde olup, göze
yeterince güçlü bir biçimde etki eden şeyler, açıktır. Seçiklik ise, Descartes’te tam ve dakik
olup, başka her şeyden farklı olan ve kendisinde yalnızca açık olanı içeren bir şeyin
özelliğidir. Ona göre, bir düşünce seçik olmaksızın açık olabilir, fakat açık olmaksızın
seçik olamaz. Şu halde, açıklık ve seçiklik iki ayrı özelliktir. Descartes’in burada verdiği
örnek diş ağrısıdır. Dişi ağrıyan bir insan, dişinin ağrıdığını bilir, onun dişinin ağrıdığının
farkında olmaması söz konusu değildir. Dolayısıyla, onun dişinin ağrısıyla ilgili deneyimi
açıktır. Fakat bu deneyim seçik değildir; çünkü insan dişi ağrıdığı zaman, ağrıyan yerini
tam olarak gösteremez, ağrının zihinde mi, yoksa dişte mi, yoksa her ikisinde birden mi
olduğunu kesin olarak bilemez. Öyleyse, diş ağrısı örneğinde olduğu gibi, bir şey çok canlı
ve güçlü bir biçimde hissedildiği zaman, açıktır. Bir şeyi başka herhangi bir şeyle
karıştırılamayacak kadar şekilde tanımladığımız ya da belirlediğimiz zaman ise, o açık
olduktan başka seçik hale gelir. Açık seçik ve kesin olarak bilebildiğimiz her şey
matematiksel ilişkiler olduğu için, dış dünyayla ilgili olarak yalnızca nesnelerin
matematiksel özelliklerini bilebiliriz.
Descartes, maddi nesnelerin birincil nitelikleriyle ikinci nitelikleri arasında bir ayrım
yapar. Tat, ses, koku, renk gibi niteliklere ikincil nitelikler adını veren Descartes, onların
sadece ve sadece zihindeki duyumlar olup, şeylerin kendilerinin nitelikleri olmadığını
söyler. Đkincil nitelikler, maddi şeylerin bizde yarattıkları duyumlardan başka hiçbir şey
değildir. Birincil nitelikler ise, ikincil niteliklerin aksine, maddi nesnelerden veya fiziki
cisimlerden ayrılmaz olan, duyularımız tarafından koşullanmayan niteliklerdir.
2.5. Kartezyen Düalizm ve Uzlaşım
Descartes’ın doğruluğunu kabul ettiği temel ontolojik ilkeye göre, var olan her şey ya
bir töz ya da bir tözün özelliği veya sıfatıdır. Tanrı, ruh ve madde birer özellik ya da sıfat
olmadığı için, her biri ayrı birer tözdür. Bu ise, düalist bir ontolojinin, kapalı bir yapı
içinde her yerde, tıpkı saat gibi mekanik bir düzen sergileyen bir evren telakkisinin aldığı
anlamına gelir. Descartes’ın sisteminde sonlu ve sonsuz olmak üzere iki töz vardır. Sonsuz
olan töz Tanrı’dır.
Sonlu olan töz ise birbirine indirgenemeyen iki kısma ayrılır: ruh ve madde. Üç tözden
biri olan Tanrı, yaratılmamış bir töz olarak, esasen sistemin dışındadır. Başka bir deyişle,
Descartes’ın Tanrı’sı, Ortaçağ’ın bir ucu kendisine uzanan hiyerarşik varlık anlayışında
evrene müdahale edebilen, onu himayesi altında bulunduran teistik Tanrı’sından ziyade,
Yeniçağ’ın, Descartes’ın ortaya çıkışında çok etkili olduğu, dünyayı ve yasalarını
yarattıktan, hareket için gerekli enerjiyi aktardıktan sonra kıyıya çekilen, dolayısıyla
dünyaya müdahale etmeyen, mucize yaratmayan, evrenin muhafazası ve himayesi
fonksiyonundan yoksun deistik Tanrı anlayışıdır. Yaratılmamış, ezeli-ebedi ve yetkin
13
varlık olarak Tanrı’nın karşısında ise, Descartes’ın mekanizminde, canlılıktan ve akıldan
yoksun kaba bir maddi varlık olarak doğa bulunur.
Kartezyen düalizm, Tanrı-doğa düalizmi olduğu gibi zihin-beden düalizmi olarak da
ortaya çıkar. Descartes’in zihinle beden arasındaki ayrımı ortaya koyma ve düalizmi ifade
etme tarzı, gelenekten ciddi bir kopuşu gündeme getirecek ve modern düşüncenin bundan
sonraki seyrini önemli ölçüde değiştirecek kadar farklılık gösterir. Descartes’e göre, her
tözün doğasını karakterize eden bir özü, bütün diğer özelliklerinin kendisinden çıktığı
temel bir niteliği, bir ana niteliği vardır.
Đnsanı meydana getiren iki tözden biri olan ruhun özü düşünme; bedenin özü ise yer
kaplamadır. Descartes’in işte bu düalist ontolojisi, Skolastik anlayıştan tam bir kopuşu
ifade eder. Çünkü Aristoteles veya Aristotelesçi Skolastik düşünürlere göre, her nesne ya
da özel olarak beden bir madde ve formdan meydana gelir. Bunlardan madde, değişme
boyunca aynı kalan; form ise bedenlere ya da nesnelere sahip oldukları karakteristik
özellikleri kazandıran şeydir. Oysa Descartes için, madde, bu ister masanın kendisinden
yapılmış olduğu ağaç, ister insan vücudu olsun, hep aynı türdendir; o, sadece geometrik
özellikler sergileyen, geometrinin nesnelerinin somutlaştırdığı özelliklere sahip olan bir
tözdür.
Zihin, Aristotelesçiler ve Skolastikler tarafından hayatın açıklanması amacıyla
kullanılmıştı. Çünkü Aristoteles’te canlı bedenin formu olarak değerlendirilen ruh, canlı
bir vücudu cansız bir şeyden ayıran şeydir. Zihin, bu anlayışta ruhun, insanları karakterize
eden akli parçasıdır; fakat o, birçok durumda Tanrı’nın da inayetiyle, bedenin ölümden
sonra varlığını sürdürebilmekle birlikte, gerçek anlamında bir töz olarak görülmez. Oysa
Descartes’te, zihin bütünüyle gerçek, ayrı ve müstakil bir tözdür; bedenin ölümünden
sonra, Tanrı’nın yardımı olmadan ve doğal olarak varlığını devam ettirir. Bununla birlikte,
Descartes’te, insandaki hayati fonksiyonların hemen tamamı organik maddenin veya
bedenin fiziki organizasyonu yoluyla açıklanır. Gerçekten de, ona göre, insan bedeninde ve
diğer rasyonel olmayan tüm hayvanlarda meydana gelen bütün hareket ve davranışlar,
mekanik mikro olaylara başvurularak açıklanabilir.
Doğa içerisinde bulunan canlı ve cansız tüm varlıklar aynı yapıya sahip oldukları için,
aynı yasalara göre işleyerek faaliyetlerini sürdürürler. Sadece “Tanrı’nın kendi elleriyle
yapılmış mükemmel bir makineden ibaret” olan canlı varlık, cansız varlığa göre biraz daha
karmaşık yapı sergiler. Cansız doğayla ilgili mekanist anlayışı canlı doğayı da içine alan
Descartes’te, bundan dolayıdır ki, zihin, yaşam ilkesi değil de, düşünce ilkesi olarak ortaya
çıkar. Descartes’te zihin ve beden, sonuç olarak, aralarında ortak hiçbir nokta olmadığı
için, birbirinden tamamen bağımsızdır. Bu yüzden zihinlerin bilimiyle cisimlerin biliminin
çatışması, onların birbirlerinin alanına müdahale edebilmeleri imkansızdır. Descartes’in bu
anlayışından çıkan en önemli sonuç, ilahiyatçıların fizikçilerin alanına müdahale
etmemeleri gibi, fizikçilerin de ilahiyatçıların alanına müdahale etmemesi gerektiğidir.
Bilim ve dinden her biri kendi alanında mutlak yargıç ve egemen olduğuna göre, ikisi
arasında asla bir çatışma olmaz.
14
Zihin ve bedenin ayrı olarak var olabildikleri için, birbirlerinden ayrı ve bağımsız
tözler olduklarını öne süren Descartes, yine de onların bu dünyada ayrı olmadıklarını
söyler. Descartes kendisinden sonra zihin felsefesinde önemli bir problem haline gelecek
olan zihin ile beden arasındaki ilişki problemini, “etkileşimcilik” adı verilen bir
yaklaşımla, iki ayrı töz arasındaki çalışma birliği olarak tasarlar. Buna göre zihin, bedende
meydana gelen birtakım uyarımları doğrudan almak suretiyle, onlara birtakım duyumlarla
tepki verir; beden ise ruhun birtakım eğilim ve isteklerini bazı hareketler olarak
gerçekleştirir. Zihinle beden arasındaki bu karşılıklı etki bağı ve etkileşimin, Descartes,
beynin iç kısmında bir yerlerde, “kozalaksı bez”de gerçekleştiğini öne sürer.
2.6. Etik Anlayışı
Esas amacı, insan doğasıyla ilgili gerçek bir bilimin kurulup gelişmesine bağlı olarak
önerebileceği bir bilimsel etik olan, fakat bilimsel gelişme sürecinde henüz bu aşamaya
varılamadığı veya yeni etiğin toplumsal dayanakları pek olmadığı için, geçici veya eğreti
bir etikle yetinen Descartes, önce irade özgürlüğünün bütünüyle mümkün olduğunu
savunur.
Đnsanın özgür olduğu Descartes’e göre, apaçık bir şeydir. Zira onun şüphe edebilmesi,
yöntemsel kuşkuyu uygulayabilmesi tamamen özgür olabilmesine bağlıdır. Đnsanın,
düşünen varlık olmak dışında, ahlaklı bir varlık olmasını da mümkün hale getiren bu
özgürlüktür ki, ona göre, insanın yegane yetkinliğini meydana getirir.
Đrade özgürlüğünün her koşul altında mümkün olduğunu ortaya koyan Descartes, daha
sonra geçici etiğinin temel öğe ve kurallarını ortaya koyar. Bu etik, her şeyden önce insan
hayatının nihai ve en yüksek amacının mutluluk olduğunu öne sürdüğü için teleolojik bir
etik anlayışıdır. Bununla birlikte, bu saadet Ortaçağ’ın etik anlayışlarında olduğu gibi, bir
ebedi saadet olmayıp, doğal dünyanın sınırları içinde gerçekleşecek dünyevi bir
mutluluktur. Bu mutluluk insanın, kendi çaba ve gayretlerine, erdemli yaşayışına bağlı
olan, bir ruh dinginliği veya sükunetinden oluşur.
Đnsana mutluluk veren şeyleri, onun elinde olan ve olmayan şeyler olarak ikiye
ayıran; gerçek mutluluğun insanın elinde olan şeylerden, esas itibariyle erdem ve
bilgelikten geldiğini söyleyen Descartes, aslında antik Yunanlıların ihtiraslar ile erdemler
arasında yaptığı ayrımın yerine iyi ihtiraslar ile kötü ihtiraslar arasındaki ayrımı geçirir.
Bundan sonra da, söz konusu yeniliğin bir sonucu olarak erdemleri, gerçek erdemler ve
gerçek olmayan erdemler diye ikiye ayırır.
Erdemi “ruhun, aklın neyin gerçekten iyi olduğuna dair yargılarıyla uyumlu seçme
yeteneği ya da yönelimi” olarak tanımlayan Descartes’e göre, gerçek erdemlerle gerçek
olmayan erdemler arasında bir ayrım bulunduğu gibi, hakikatin tam ve gerçek bilgisiyle
kazanılan erdemler ve bilgisizlik veya yanlışla karışık erdemler arasında da ayrım vardır.
Onun “yalancı” diye nitelediği erdemler, bilgisizlik ya da yanlışla karışmış erdemlerdir.
Salt iyiliğin bilgisi dışında hiçbir şeyden gelmeyecek ölçüde katkısız ve eksiksiz olan
erdemlerin tümü aynı içerikte olup, onlar bilgelik adı altında toplanabilirler.
15
Ona göre, aklını her zaman gücü yettiği ölçüde iyi kullanabilen ve tüm işlerinde en
iyi olduğuna inandığı şeyi yapmak için sağlam ve istikrarlı bir iradeye sahip olan kişi,
doğasının elverdiği oranda, gerçekten bilge biri olup, onun aynı zamanda doğru, yürekli ve
ölçülü olduğu ve diğer bütün erdemlere sahip olduğu söylenebilir. Descartes’e göre, erdem
insan doğasının mutlak ya da koşulsuz olarak en iyi bir boyutunda temellenir. Bu boyut da,
ruhun, insanı kendi kendisinin efendisi yapmak suretiyle belli ölçüler içinde Tanrı’ya
benzer hale getiren yetkinliği olarak irade özgürlüğüdür. Descartes’ın bilgi ağacının en
önemli dalı olan etik, sağlam ve gerçek bir disiplin haline ancak insan doğasının kesin bir
bilimi kurulup gelişince gelebilecektir.
KAYNAKLAR
A.Baudart ve diğerleri, Felsefe Tarihi I, Đstanbul 2011
A.Kadir Çüçen-M.Zeynep Zafer-Adnan Esenyel, Varlık Felsefesi, Bursa 2009
Afşar Timuçin, Düşünce Tarihi 2, Đstanbul 2005
Bekir Karlığa, Đslam Düşüncesinin Batı Düşüncesine Etkileri, 2004
Ernst Von Aster, Đlkçağ ve Ortaçağ Felsefe Tarihi, Đstanbul 2005
G.Skırbekk-N.Gılje, Antik Yunan’dan Modern Döneme Felsefe Tarihi, Đstanbul 2006
Kasım Küçükalp-Ahmet Cevizci, Batı Düşünce Tarihi, Đstanbul 2009
Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Đstanbul 1999
Tarnas, Batı Düşünce Tarihi II, Đstanbul 2012
1
HAFTA 11
OCCASİONALİSTLER
ve
SPİNOZA
2
ÜNĐTE 11
Occasionalistler ve Spinoza
ĐÇĐNDEKĐLER
1. OCCASIONALISTLER .................................................................................................4
1.1. Malebranche( 1638-1715) ...........................................................................................4
2. BENEDICTUS SPINOZA(1632-1677) ..........................................................................5
2.1. Felsefesi ......................................................................................................................6
2.2. Töz Anlayışı ................................................................................................................6
2.3. Bilgi ve Yöntem Anlayışı ............................................................................................9
2.4. Ahlak Anlayışı .......................................................................................................... 10
2.5. Devlet Anlayışı ......................................................................................................... 11
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
Öğrenci occasionalistlerle birlikte Spinoza felsefesi hakkında bilgi sahibi
olacak,
Modern Batı felsefe ve kültürünün temel özelliklerinin 17.yüzyıl
filozoflarıyla birlikte nasıl ortaya çıktığını kavrayacak,
Rönesans felsefesiyle başlayan yeni düşünce ve bilimin 17. Yüzyılda
occasionalist ve Spinoza ile çeşitlenerek istikrarlı bir yapıya nasıl
kavuştuğunu öğrenecek,
17. Yüzyıl filozoflarından olan occasionalistlerle Spinoza’nın Rönesans ve
ortaçağ felsefeleriyle ayrıştığı belli başlı özellikleri kavrayacak,
Rönesans dönemiyle başlayan yeni düşüncenin occasionalist ve Spinoza ile
birlikte birlikli ve bütünlüklü bir sisteme ulaştığını bilecek,
3
Ortaçağ ve Rönesans felsefelerinin kendi içinde taşıdığı dikatomileri ve
dikatomilerin süreç içindeki ayrışmalarını(din-akıl, tümel-tekil vb) 17.
Yüzyıl filozofları olan occasionalistler ve Spinoza ilee birlikte nasıl farklı
şekillerde ele alındığını kavrayacak,
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce,
• Yeniçağ felsefesiyle ilgili yazılan eserlerin incelenmesi,
• Siyasi ve sosyal yönleri bakımından 15-16 ve 17.yüzyıl batı devletlerinin
incelenmesi,
• 17. yüzyıl batı devletleri zamanı kültür ve bilimini anlatan kaynak eserlerin
araştırılması,
• 17. yüzyıl dönemi siyasi, sosyal ve kültürünü anlatan yazılı ve görsellerin
incelenmesini,
• 17. yüzyıl dönemi kültür ve siyasi atlaslarına bakılmasını,
• Batı düşüncesine dair yazılan eserlerin incelenmesini,
• Batı bilim tarihi adı ile yazılan değişik eserlerin 17. yüzyıl felsefe
hareketleriyle ilgili bölümlerin okunmasını,
• Felsefe sözlüklerinden ihtiyaç duyulan felsefi kavramlara bakılmasını,
• Ünitenin düşünce ve bilim tarihiyle ile ilgili bölümleri için sesli ve görsel
olarak hazırlanmış (film, dizi, belgesel vb.) materyallerin seyredilmesini,
• 17. yüzyıl filozoflarının düşüncelerinin, daha önceki filozoflara benzer olan
kısımlarıyla farklı olan yönlerinin mukayese edilmesini,
• 17. yüzyıl batı tarihine damgasını vurmuş olan yönlerini daha iyi
kavrayabilmek için önceki ve sonraki dönemleriyle mukayese edilmesini,
4
Occasionalistler ve Spinoza
1. OCCASIONALISTLER
17. yüzyıl felsefesi, Descartesciliğin egemen olduğu bir dönemdir. Çünkü bu felsefe
Descartes’in ortaya koyduğu düşüncelerden veya onların çıkarmış olduğu sorunlardan bir
ya da birkaçını esas alır. Descartes, gerçeği, cismin dünyası ve ruhun dünyası diye ikiye
bölmüştü. Cisim ve ruh iki ayrı tözdürler, yapı ve öz itibariyle birbirlerinden kökten
ayrılırlar: cisim yer kaplar, ruh düşünür. Bunlar birbiriyle bağdaşmayan niteliklerdir,
düşünen yer kaplamaz, yer kaplayan düşünemez. Ama bu iki farklı töz, insanda bir arada
bulunmaktadır. Đki ayrı tözün insanda bir arada olması, iki ayrı tözün birbiriyle ilişkisinin
nasıl gerçekleştiği problemini ortaya çıkarmaktadır.
Descartes, bu bağlantıyı, karşılıklı etki ve işbirliği olarak açıklamıştı. Ancak bu
problemi çözen bir açıklama değildir. Çünkü iki tözün kökten birbirinden ayrılması aynı
zamanda aralarında aşılmaz bir uçurumun meydana gelmesi sonucunu doğurmaktadır.
Cisim dünyasındaki bütün değişmeler hareket nedeniyle meydana gelmekte; ruh
dünyasındaki bütün olaylar da bilinç ve düşüncenin değişik hallerinden
kaynaklanmaktadır. Bu iki farklı dünya arasında geçiş nasıl olacak? Problem olarak önemli
bir sorundur. Yani bilinç içinde tezahür eden şeyler, bilinç dışındaki bir harekete etkisi
nasıl olabilir? Descartes’in açık bıraktığı “ruh ile beden arasındaki bağlantı” problemi onun
izinden giden düşünürlerin başlıca konusu olmuştur.
Ruh-beden bağlantısı üzerine ileri sürülen çözümlerden birisi occasio yani vesileci
düşüncedir. Dıştaki uyarma ile içteki isteme bunlar ruhta bir durum, bedende bir hareket
meydana getirmek için yalnız vesilelerdir. Bunlar asıl neden değil, “vesile neden”lerdir.
Asıl neden Tanrı’dır. Tanrı, bedendeki uyarma vesilesiyle, ruhta bir düşünce meydana
getirir. Bir isteme vesilesiyle de bedende hareket yaratır. Ruh ile beden arasındaki ilgiyi
böyle anlayanlara “occasionalistler” denir. Bu düşünceyi savunanların en çok bilinenleri,
Arnold Geulincx ve Malebranche’tir.
1.1. Malebranche( 1638-1715)
Occasionalism anlayışını sonuna kadar götüren Malebranche, Descartes’ten sonra
17.yüzyılda yaşayan Fransa’nın en büyük filozofudur. 1638 yılında Paris’te büyük bir
memurun oğlu olarak dünyaya geldi. Çocukluğundan itibaren bünyesinin zayıf olması onu
düşünme ile geçen bir hayat aramaya sevk etmiştir. Gerçekleştirmeye çalıştığı proje, yeni
fizik, gerçek din, genel olarak da felsefi akıl ve Kutsal Kitap arasında uyumlu bir sistemi
kurabilmekti. Özellikle de düşünceyi bütünüyle Tanrı’yla birlik bilinci içinde yeniden
5
bulmaya çalışır. Ona göre felsefi akıl yürütmeleri, sadece Hristiyanlığın ortaya çıkardığı
gerçekler yönlendirebilir. Gerçek felsefenin de amacı, bunları yeniden bulmak olmalıdır.
Bununla birlikte düşünceyi gerçekleştiren ve insanın iç dünyasını düzenleyen “aklın”
aydınlığıdır.
Malebranche’ın felsefesi için çıkış noktası, Descartes’in töz anlayışıdır. Descartes’in
töz anlayışının sebep olduğu problemi occasionalist bir bakış açısıyla çözmeye çalışır. Ona
göre ruhi tözle, maddi tözün birbirlerine etki etmeleri söz konusu değildir. Farklı iki tözün
birbirleriyle olan ilişkisini sağlayan Tanrı’nın aracılığıdır. Sonlu tözler, ne ruh ne de madde
etkin değildir, bütün etkinliğin tek nedeni sonsuz töz olan Tanrı’dır. Evrende eylemde
bulunana tek varlık, Tanrı’dır. Bu dünyada olan biten şeylerin tek ve gerçek nedeni O’dur.
Beden ile ruh arasındaki bağlantıyı kuran ve düzenleyen olduğu gibi cisimler arasındaki
etkilere aracılık eden de O’dur. Bir cisim kendisine çarpan bir başka cisim yüzünden
harekete geçiyorsa buradaki hareketin nedeni çarpan cisim değildir. Gerçek neden
Tanrı’nın istencidir, cisimler ancak vesile nedenlerdir.
Ruh da bağımsız bir töz değildir. Ruhta olup bitenlerde ancak vesile nedenlerdir.
Tanrı’nın etkisi olmadan insan ruhu anlayamaz. Tanrı, ruha ve maddeye kendi gücünden
bir kısmını vererek onları etkin kılmıştır denemez. O zaman Tanrı’nın tanrılar yaratması
gerekirdi. O da bunun yapmaz. Nasıl gerçek din tek bir Tanrı olduğunu bildiriyorsa gerçek
felsefede tek bir nedenin olduğunu öğretir. Kısaca Malebranche evrende var olan her şeyi
Tanrı’da görür(panentheizm).
Malebranche’ın felsefesi Descartes’in rasyonalizmi ile Augustinus’un mistizmini bir
uzlaştırma denemesidir. Bu uzlaştırma denemesi Malebranche ile sınırlı kalmayıp
kendinden sonraki düşünürler tarafından sürdürülür. Bu deneme özellikle 17.yüzyılın en
büyük düşünürlerinden olan Spinoza ile en yüksek noktasına ulaşacaktır.
2. BENEDICTUS SPINOZA(1632-1677)
Amsterdam’da ticaretle uğraşan bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi.
Ortodox bir Yahudi olarak yetişti ve eğitim gördü. Fakat heterodoks görüşlerinden dolayı
24 yaşında Yahudi cemaatinden çıkartıldı. Hayatının geri kalan yıllarını yalnız sürdürdü.
Geçimini gözlük, mikroskop ve teleskop camları parlatarak sağladı. Parlattığı camların
tozunu solumaktan yakalandığı akciğer hastalığı sonucu 1677 yılında 45 yaşındayken öldü.
Yazılarını Latince yazacak kadar hakim olmanın yanında Flamanca, Đbranice,
Đspanyolca ve Portekizce’yi iyi biliyordu. Eserleri, “Descartes Felsefesinin Đlkeleri;
Teolojik-Politik Đnceleme (Kitabı Mukaddes ve Hristiyan ilahiyatı konusundaki tartışmalı
görüşlerinden dolayı yasaklandı); Devlet Üzerine Đnceleme; Anlığın Düzeltilmesi Üzerine
Đnceleme; Tanrı, Đnsan ve Đnsanın Mutluluğu Üzerine Đnceleme ve ana eseri sayılan Ethica
(Kartezyen ikiliği panteizm lehine reddeder)”. Spinoza fikirleriyle Hegel, Schopenhauer,
6
Nietche, B.Russell, Einstein, Freud, Goethe ve G.Eliot gibi filozof, bilim, sanat adamlarını
etkilemiştir.
2.1. Felsefesi
Spinoza, Descartes’ın açtığı yoldan yürümüştür. Onun düşüncesi mutlak ya da radikal
bir rasyonalizm olarak tanımlanabilir. Zira o da, tıpkı Descartes gibi, en azından
metafiziksel, epistemolojik ve etik anlamda rasyonalist bir düşünürdür. Buna göre, Spinoza
evrenin zorunlu bir rasyonel düzen sergilediğine; bu düzenin insan zihni tarafından ilke
olarak bilinebilir olduğuna ve insan varlıkları için gerçekten iyi olanın bu düzenin
bilgisiyle söz konusu bilgi tarafından yönetilen bir hayat olduğuna inanır.
Spinoza’nın öğretisi çeşitli etkilerden oluşmuştur. Etki edenler arasında Yahudi
mistizmi, skolastizm, G.Bruno’nun panteizmi ile yeni doğa bilimini saymanın yanında en
çok Descartes felsefesini saymak gerekir. Çünkü tümdengelimci matematik yöntem
Spinoza’nın güvenip kullandığı biricik yöntemdir.
Descartes’ın modernizminden çok etkilenen Spinoza’ya göre de bilim, varlığın ve
dünyanın gerçekliğini açığa çıkaran bir özelliği bulunmaktaydı. Doğayla Tanrı’yı
özdeşleştirirken, bütün bir varlık alanını ve her şeyin davranışını yöneten birkaç yasa
tarafından açıklanması gerektiğini öne sürdü. Fakat evren adı verilen kapalı sistemin dışına
epeyce bir süreden beri atılmış olan Tanrı’yı, sistemin içine çektiği için, hemen her tarafın
gazabına uğradı.
Töz sorunu, onun felsefesinin de ana problemidir. Beden ile ruhun ilişkisi problemi,
Descartes’in geriye bıraktığı bir güçlüktü. Descartes’te iki ayrı töz olan ruh ve beden,
“birlikte işleme” ya da “karşılıklı etkileme” ile veya beyindeki “kozalaksı bez” sayesinde
birbirleriyle bağlantı kurabilmekteydi. Ama bu açıklama, çelişkiler taşıdığı için inandırıcı
bir çözüm olamamıştır. Occasionalistler bu problemi, Tanrı aracılığıyla çözmeye çalıştılar.
Onlara göre ruh ile bedenin doğrudan birbirleriyle irtibatı yoktur. Onları birbirine
bağlayan, birlikte işlemelerini mümkün kılan Tanrı’nın aracılığıdır. Spinoza, ruh-beden
problemini hem Descartes hem de Occasionalistlerden daha farklı çözmeye çalışacaktır.
Descartes’in ayrı birer töz saydığı ruh ve beden Spinoza’ya göre töz değildir. Onlar sonsuz
tözün(Tanrı) birer öz niteliğidir.
2.2. Töz Anlayışı
Spinoza felsefesinde her şeyin tek kaynağı olan Tanrı, tek tözdür geri kalanlar- ruh ve
madde dahil her şey- bu tek ve sonsuz özün birer görünüşü olacaktır. Spinoza, töz
kavramını geleneksel anlamı içinde alıp, onu “varolmak için kendisinden başka bir şeye
ihtiyaç duymayan varlık” olarak tanımlar. Ona göre töz, kendi kendisine var olan, kendi
kendisiyle kavranan şeydir. Buna göre töz, kendi kendisinin nedenidir, var olması
kendinden dolayı olup başkasından dolayı değildir. Söz konusu töz tanımının yalnızca,
7
Descartes’ın yaratılmamış tözü, yani Tanrı için geçerli olduğunu kabul eden Spinoza,
“yaratılmış töz” düşüncesinin kendi kendisiyle çelişik olduğunu öne sürer. Bu tek tözün
“kendi kendisinin nedeni olan” varlık olarak betimlenebileceği, bu biricik tözün bir bütün
olarak anlaşılan evrenle özdeşleştirilmesi gerektiği düşüncesi, metafiziğinin en temel tezi
olarak karşımıza çıkar. O, her şeyi kucaklayan bu biricik bütüne, “Tanrı ya da Doğa” adını
verir. Bu töz kavramından daha üst bir kavram yoktur, diğer bütün kavramlar töz
kavramının altına girerler.
Töz, kendi başına ve kendisi aracılığıyla, kendisinin dışındaki bir nedene
başvurulmaksızın bilindiğinden, bu, O’nun yalnızca kendisine bağımlı ve her şeyden
bağımsız olduğu anlamına gelir. Spinoza’nın töz kavramı çerçevesinde söylediği şeyler,
sadece düşüncede kalan bir tanım değildir. Aksine bu tanımın karşılık geldiği bir
gerçekliğin olduğu yani tözün var olduğu şüphe götürmez.
Spinoza’nın tözle ilgili temel düşüncesinin sonuçları şöyledir: töz meydana gelmiş ve
sonradan yok olacak bir şey değildir. Kendisini bölemez, sınırlayamaz. Ancak tek bir töz
vardır, geri kalanlar ya tek tözün “nitelikleri(attributum)” ya da “görünüşleridir(modus)”.
Asıl varlık olan Tanrı bütün var olanların nedenidir. Spinoza anlayışına göre her şeyin
nedeni olan Tanrı aşkın bir varlık olarak tasavvur edilmemektedir. O, içkin bir nedendir,
nesnelerin içindedir dışında değildir. Yani Spinoza’da töz, Tanrı ve doğa özdeş kavramlar
olmaktadır. Bunlar aynı şeylerdir. Yani töz için söylenenler Tanrı için de söylenmiş olur.
Tanrı ile görünüşleri arasındaki fark, Tanrı “yaratan doğa(natura naturans)” iken
görünüşler “yaratılmış doğa(natura naturata)”dır. Spinoza, Tanrı’yı tek töz ve neden
yapmakla evrenle Tanrı arasındaki başkalığı da kaldırmaktadır. Tanrı, evrenin içinde, onun
kendisi olmaktadır. Tek tek nesneler Tanrı’nın özünden zorunlulukla türerler. Nasıl
üçgenin tanımından “üçgenin iç açılarının iki dik açıya eşit olduğu” sonucu çıkıyorsa
nesnelerde Tanrı’nın özünden öyle çıkarlar. Spinoza’nın doğayı tanrılaştırması 18. ve 19.
Yüzyıl Romantik Hareket için ilham kaynağı olacaktır.
Tanrı’yı evrenin biricik nedeni yapma düşüncesi, Occasionalistlerin de kabul ettiği bir
düşüncedir. Fakat Spinoza ile onların düşüncesi arasında bariz farklar vardır.
Occasionalistlere göre evrende var olan bütün nedenler Tanrı’nın etkinliği için bir
vesileden ibarettir. Onlara göre Tanrı “yaradandır”, Spinoza’ya göre ise Tanrı var olanların
genel özüdür. Occasionalistlere göre Tanrı evreni, iradesiyle ile yaratmıştır, Spinoza’ya
göre evren Tanrı’nın özünden zorunlu bir sonuç olarak çıkmıştır. Tanrı evreni
yaratmamıştır evrenin kendisidir. Spinoza’nın bu düşüncesinde Tanrı, canlı bir varlık
olmaktan çıkıp lojik-matematik bir sebep, evrende böyle bir sebepten meydana gelen bir
sonuç olmaktadır.
8
Spinoza düşüncesine göre Tanrı zorunlulukla var olmanın yanında aynı zamanda
sonsuzdur. Tanrı’nın yalnızca kendi türünde değil, fakat mutlak bir biçimde sonsuz
olduğunu söyler. Spinoza, töz ya da Tanrı’nın mutlak bir biçimde sonsuz olduğu tezinden
sonra, panteizmine uygun olarak, her şeyin Tanrı’da olduğu ve hiçbir şeyin Tanrı olmadan
var olamayacağı ya da kavranamayacağı sonucunu çıkartır. Onun, Tanrı’yla evrenin bir ve
aynı olduğunu dile getiren panteizminin mantıksal temelini oluşturan bu görüşe göre,
kendinde var olan ve kendisi aracılığıyla kavranan mutlak olarak sonsuz Tanrı dışında
hiçbir töz var olamayacağından, var olan her şey Tanrı’nın bir tezahürü ya da modüsü, yani
hal veya değişimi olmak durumundadır. Bir modüs ise, tanım gereği, bir şeyin (=Tanrı’nın)
modüsü, hal ya da değişimi olduğundan, o Tanrı olmadan var olamaz ve anlaşılamaz. Var
olan her şey, Tanrı’da olmak, Tanrı’nın bir tezahürü, bir modüsü, yani hali, değişimi olarak
var olmak durumunda olduğundan, Tanrı neden olduğu şeylere aşkın, onların dışında
olamaz. Bu düşünce, Spinoza’nın panteizminin en açık ifadesidir.
Doğa ya da Tanrı denilen töz, bir takım niteliklerle görünür. Đnsan, Tanrı’nın sahip
olduğu sonsuz niteliklerden sadece iki tanesi madde ve ruhu bilebilir. Ruh ve beden,
Spinoza düşüncesinde iki farklı töz değil, tek tözün iki farklı algılanışı olmaktadır. Çifte
yön teorisi ya da paralelizm olarak bilinen bu anlayışa göre yer kaplayan her şey için bir
düşünce, her düşünce için de yer kaplayan bir şey vardır. Görünen ya da kavranan her şey
bu iki niteliğinin görünümlerinden biridir. Evrende var olan bütün nitelikler tek töz olan
Tanrı’dan ve onun sonsuz ana niteliklerinden çıkmaktadır.
Spinoza evrende gördüğü zorunluluğu, madde ve ruh içinde geçerli olduğu
düşüncesindedir. Madde dünyası nedenlerin sonucu olarak zorunlulukla gerçekleşen
mekanist bir doğadır. Dolayısıyla onda teleoloji yani bir amaç aramak yanlıştır. Bundan
ötürü maddi dünyada rastlantı, amaç ve mucize olmaz. Ruh dünyası da maddi dünya gibi
zorunluluğa bağlı bir dünyadır. Ruhta olan biten şeylerde matematik zorunlulukla
birbirinden çıkarlar. Bu düşünce doğal olarak irade özgürlüğünü redde götürür. Spinoza
zaten özgürlüğü bir kuruntu olarak görür. Ona göre gerçek özgürlük, insanın kendi
doğasının zorunluluğuna uymasıyla gerçekleşir.
Tek töz, tözün iki ana niteliği ve ana niteliklerin sonsuz sayıdaki modüs ya da
değişiminden meydana gelen bu görüşün en önemli avantajı, onun Descartesçı zihin-beden
düalizminin yol açtığı problemi bertaraf etmesidir. Spinoza’ya göre, kendi görüşü kabul
edildiğinde, düşünceyle yer kaplama veya ruhla beden arasındaki karşılıklı etkileşim
problemi ortadan kalkar. Zihin ve beden, zaman zaman düşünce ana niteliği, zaman zaman
da yer kaplama ana niteliğiyle değerlendirilen bir ve aynı bireydir.
Spinoza’nın söz konusu zihin-beden görüşü, zihin ve bedenin, ya da bireysel zihinlerle
onlara karşılık gelen bedenlerin, yalnızca tek bir tözün iki ayrı yönü, tezahürü ya da
9
görünümü olduğunu iddia eden görüş olarak bilinir. Bu görüş, zihin ve bedenin, tek töz ya
da temel bir gerçekliğin, örneğin yazı ile turanın bir ve aynı madeni paranın ayırt edilebilir
fakat gerçekte ayrılmaz yönleri olması gibi, soyutlama yoluyla birbirinden ayırt
edilebilmekle birlikte, fiilen birbirinden ayrılmaz yönleri olduğunu dile getirir.
2.3. Bilgi ve Yöntem Anlayışı
Spinoza çoğu çağdaşı gibi bilimden çok etkilendi ve bilimsel bilgilerimizi bina
etmenin doğru yolunun şüphe götürmez öncüllerden başlamaktan ve bunlardan sonuç
çıkarmaktan geçtiği yolunda Descartes’in görüşünü kabul etti. Onun çıkış noktası Tanrı
bilgisi kavramıdır. Tanrı’yı bilmek aynı zamanda varılmak istenen en son noktadır. Bütün
var olanları Tanrı, belli bir düzene göre kendi özünden türetmiştir. Kökleri Tanrı’da olan
bütün bu nesnelerin ideleri de onda olacaktır. Dolayısıyla Tanrı’yı bilince bu kavramın
kapsadığı bütün öteki şeyler ve bunların birbirleriyle olan ilişkileri de öğrenilir. Bu
düşüncesiyle Spinoza, pantheizmi net bir şekilde formülüze etmiş olur. Bu düşünceye göre
“ide” ile “gerçek” birbiriyle tam bir uygunluk içindedir. Aynı şekilde “mantıki sebep” ile
“gerçek sebep” özdeştir. Diğer bir deyişle, düşüncedeki bir düzen gerçeklikteki bir düzeni
karşılar. Nasıl Tanrı gerçeklikteki her şeyin kaynağı ise Tanrı idesi de bütün bilgilerin
kaynağıdır.
Tanrı idesinden kalkarak birtakım düşünce işlemleriyle felsefi sistemi kurma
denemesinde Spinoza, Descartes’i örnek alır. Matematik yöntem, sağlam bir felsefe
kurmada kullanılabilecek biricik yöntemdir. Fakat Spinoza, Descartes gibi önce kendi
varlığını bulup bundan sonra Tanrı’yı ispatlama işine girmez. Doğrudan doğruya Tanrı
idesini esas alır ve sistemini bunun üzerine kurar. Bundan dolayı Spinoza’nın sistemine
matematik yöntemden ziyade geometrik yöntem denir. Bu yönteme göre önce tanımlar
verilir sonra aksiyomlar, bundan sonra da önermeler ile bunların ispatı yapılır. Geometrinin
şekilleri için uzay ne ise tek tek nesneler için de Tanrı odur.
Uzay, geometrik şekillerin var olmasının şartıdır, bu şekiller ancak uzay dolayısıyla
var olabilirler. Aynı bunun gibi Tanrı bütün nesnelerin “olabilirliğini” kendinde
bulunduran biricik özdür. Uzay olmaksızın geometrik şekiller nasıl hiçse nesneler de Tanrı
olmaksızın bir hiçtir. Geometrik şekiller, uzaydan nasıl matematik bir zorunlulukla
çıkıyorsa tek tek varlıklar da Tanrı’nın özünden matematik bir zorunlulukla oluşurlar.
Spinoza düşüncesinde evren zorunlu bağlantılar sistemi olmaktadır. Spinoza bu
düşüncesiyle Descartes dualizmini, maddi tözle ruhi töz arasındaki kökten ayrılığının
problemini çözer.
Spinoza’da gerçek bilginin ölçütü upuygunluktur. Başka bir deyişle, gerçek anlamda
bilgi upuygun bir bilgi olup, upuygun idelere dayanır. Bu yüzden, Spinoza öncelikle insan
10
zihninin bir imkan olarak bu türden upuygun idelere sahip olabileceğini göstermeye çalışır.
Upuygun bir ideyi, o şöyle tanımlar:
“Upuygun bir ideyle, nesneyle ilişki olmadan kendi başına ele alındığında, doğru bir
idenin bütün özelliklerine ya da içsel belirlenimlerine sahip olan bir ideyi anlatmak
istiyorum.”
Doğruluk ve upuygunluk, karşılıklı olarak birbirini gerektiren kavramlardır; başka bir
deyişle, bütün upuygun ideler, nesneleriyle uyuşmak anlamında doğrudur ve doğru ideler
de upuygundur. Upuygunluk bütün doğru idelerin içsel bir özelliği olduğu için, o, aynı
zamanda bir hakikat ölçüsü olma işlevi görür. Đşte bu yüzden, doğru bir ideye sahip olan
kişi, onun doğruluğunu hemen görür.
2.4. Ahlak Anlayışı
Spinoza’nın, metafiziği ve bilgi teorisiyle çok yakından ilişkili olan ahlakı, bir
özgürlük ve kendini gerçekleştirme ahlakıdır. Spinoza’nın ahlakında erdem düşüncesi
korunmakla birlikte, büyük ölçüde anlam değişikliğine uğrar; nitekim erdem, onda, insanın
kendi varlığını koruma ve geliştirme istek ve gücü anlamına gelir. Ahlaki iyi de, doğallıkla
insanın gücünün artması açısından yararlı, kötü de bu amaç açısından zararlı olanla
özdeşleştirilir.
Spinoza ahlak anlayışını duygu öğretisi üzerine inşa etmektedir. Ona göre insanın
bütün duygu hayatına temel olan ana duygu, kendini koruma ya da varlığını sürdürme
isteğidir. Bir şeyin iyi veya kötü olması da bu duyguyla parelel olarak ortaya çıkar. Đnsanın
kendini koruma güdüsüne uygun olanlar iyi; bu duyguya aykırı olanlar kötüdür. Buna göre
Spinoza’da bir şey kendinden dolayı iyi veya kötü değildir. Đyi ile kötü göreceli değerler
haline gelmektedir. Haz ve acı da bu temel duygudan doğmaktadır. Đnsanın varlığını
koruyan, onun gelişip ilerlemesini sağlayan şeyler sevinç verirken, buna engel olan
şeylerden de acı ve üzüntü verir.
Spinoza, erdem anlayışı ile kendini koruma isteği arasında bir bağ kurmaktadır.
Đnsanın kendini korumayı istemesinin özü, kendisini güçlendirme ve elden geldiğince
yetkin olmaktır. Erdem bu amacın gerçekleşmesinden başka bir şey değildir. Burada
“erdem”, “güçlü olmak” “yetkin olmak” aynı anlama gelir. Çünkü Spinoza’ya göre ahlak
yasası doğa yasasından farklı değildir, ikisi bir ve aynıdır. Doğa yasası gereği beden gelişip
güçlenmek ister, aynı şekilde ruhta da bu istek ve eğilim görülür. Beden maddi olarak
güçlenmek isterken ruh düşünce bakımından yetkinleşmek ister. Ruhtaki bu yetkinliği
sağlayan Descartes’te olduğu gibi açık ve seçik bilgilere sahip olunmasıdır. Đnsan böyle
açık ve seçik bilgilere sahip olursa beden bakımından da güçlü olur. Bu düşünce, Spinoza
felsefesindeki ana niteliklerin paralelliği düşüncesinin ahlaka yansımasıdır. Buna göre
11
insanın erdemli olması demek, hem ruhen hem de bedenen aynı yetkinliğe kavuşması
demektir.
Đnsanı ruhen ve bedenen yetkinleşmesini mümkün kılan erdem, gerçek bir bilgiden
başka bir şey değildir. Đnsanı erdeme ve özgürlüğe ulaştıran gerçek bilgi, Spinoza
felsefesinde Tanrı’yı bilmek, her şeyi onun özünden zorunlulukla türediğini kavramaktır.
Tanrı bilgisi, bilginin zirvesi olduğu gibi erdemin de zirvesidir. Bu bilgi ve erdem
sayesinde insan, istek ve arzularından kurtulup, özgürlüğe ulaşır. Spinnoza’ya göre,
dünyada özgür olmak için yapılacak ilk şey, dünyayı, dünyada hüküm süren determinizmi
kabul etmektir. Đstediğimiz her şeye sahip olamayız. O halde, nedenleri bilerek; sahip
olduğumuz şeyi isteyerek, kendimizi özgür kılabiliriz. Đnsanın bilgisi arttığı, o doğanın
bütününe dair sezgisel bir kavrayışa eriştiği ölçüde, tek tek her eyleminin sonsuz nedenler
zincirindeki zorunlu bir halka olduğunun bilincine varır. Onun özgürlüğü, kendi kendisini
belirlemek anlamında bir özgürlük değil de, söz konusu bilince erişmenin sonucu olan bir
özgürlüktür.
Spinoza’nın sistemi, Tanrı düşüncesi ile başladığı gibi sonu da “Tanrı’ya karşı
duyulan entelektüel sevgi” olmaktadır. Bu bilgiye dayanan sevgi, insanı sonsuz varlığa
yükseltmekte tam bir özgürlüğe, tam bir yetkinliğe kavuşturmaktadır.
2.5. Devlet Anlayışı
Bütün varlığı sıkı bir determinizme bağlayan Spinoza devlet ve toplumu da bu yasaya
göre belirlemektedir. Spinoza’nın naturalist-mekanist anlayışı ahlak ve devlet düşüncesinin
tamamında geçerli olan bir düşüncedir. Đyi ve kötü psikolojik özellikte kavramlar olduğu
gibi hak kavramı da psikolojik nitelikte bir kavramdır. Nasıl iyi insanın elde etmek istediği,
kötü de kaçındığı şey olarak insanın“kendini koruma” duygusundan doğan şey ise; hak
kavramı da “kendini koruma” duygusundan ortaya çıkan bir kavramdır. Ona göre insanın
kendi bencilliğini geliştirme en doğal hakkıdır. Bir insanın ne kadar gücü varsa o kadar
hakkı vardır. Ancak insanın kendini koruma isteği, kendi varlığını, gücünü ve haklarını
“güven” altında bulundurmasını gerektirir. Bu güvenliğe insan ancak devlet halinde
ulaşabilir. Đnsanların bunu anlamaları, bir sözleşme ile devlet kurmaya götürür. Devlet
sayesinde her bireyin varlığı ve kendini koruma duygusu güven altına alınmış olur.
Spinoza’ya göre devlet ve toplum tabii değil yapay bir kurumdur. Đnsanın kendin
güven ve mutluluğu için kurmuş olduğu büyük bir makine gibidir. Devlet ve toplum
düşüncesi genel olarak Hobbes’la uygunluk göstermektedir. Fakat devletin yönetim
biçiminde Spinoza, Hobbes’tan farklı düşünür. Hobbes’a göre en iyi yönetim biçimi,
mutlakiyetçi devlettir(absolutizm). Herkesin birbirinin kurdu olduğu “doğal hale” ancak bir
otoriteye mutlak itaatle ve bireyin kendi haklarını bu otoriteye devretmeleriyle son
verilebilir. Spinoza böyle bir yönetim şeklini uygun görmez. Çünkü bu yönetim biçimi
12
devlet kavramına aykırıdır. Bütün erk, tek bir kişi veya bir grupta toplanması, bireyin hak
ve gücünü ortadan kaldırır. Halbuki bireyin hakkı ile gücü birbirine bağlıdır, insanın
gücünü kaybetmesi, haklarını da kaybetmesi anlamına gelir. insanın gücünün sınırı aynı
zamanda haklarının da sınırıdır.
Bu sebeplerden dolayı Spinoza absolist devlet şeklini, devlet içinde birleşme amacına
uymayan bir yönetim modeli olduğunu belirterek karşı çıkar. Onun yerine içinde yaşadığı
Hollanda demokrasisinden esinlenerek demokrat yönetim modelini savunur. Bu tarz bir
devletin görevi, bireyin hak ve güçlerini birbirlerinin huzurunu bozmayacak şekilde gelişip
güven altına alınmasını sağlamaktır. Daha sonraları, demokrasinin eksikliklerini görerek
“en iyilerin” bilgi ve tutumlarına dayanan “aristokrat bir cumhuriyetin” en iyi yönetim
biçimi olduğu düşüncesine ulaşacaktır.
17. Yüzyılda ortaya çıkan hak ve özgürlük mücadelelerinde Spinoza’nın önemli bir
yeri vardır. Ona göre devletin görev ve amacı, insanların sınırsız istek ve arzularının
yaratacağı genel bir savaş durumuna son verip barışı sağlamasıdır. Ancak bu barış, devletin
insanı hayvan veya makine haline getirdiği bir kölelik şeklinde olmamalıdır. Aksine
insanın hem bedenen hem de ruhen gelişmesine imkan tanıyan özgür bir ortam şeklinde
olmalıdır. Spinoza’ya göre devletin gücü de, bireylerin özgür iradelerinden, devlete
özgürce katılmalarından ve devleti özgür olarak onaylamalarından kaynaklanır.
Đnsanın devlet içinde yaşaması, haklarının ortadan kalkması veya haklarından
vazgeçmesi anlamına gelmez, aksine bu hakların güvence altına alınması sağlar. Onun için
devlet, konuşma, düşünme, yazma özgürlüğüne karşı müdahalede bulunursa amacına
aykırı hareket etmiş olur. Bütün bu özgürlüklerin yanında Spinoza, din özgürlüğünü de
şiddetle savunur. Ona göre, din ne devlete ne de bilime karışır. Devlet de ancak dış
eylemlere karışabilir, gönüllere karışamaz. Devlet görevi gereği, insanların manevi
hayatını özgür bir şekilde gelişmesini sağlamak zorundadır. Devlet ve toplum hakkındaki
düşünceleri, Spinoza’yı yeniçağın ilk liberal devlet filozoflarından biri yapar.
Değerlendirme Soruları:
1. 17. yüzyıl felsefesinin temel özelliği nedir?
a. Din ağırlıklı bir felsefedir.
b. Ahlak düşüncesinin egemen olduğu bir düşüncedir.
c. Şüphe çağıdır.
d. Metafiziğin dışlandığı bir felsefedir.
e. Descartesciliğin egemen olduğu bir dönemdir.
2. Occasio (vesileci) düşüncesi ile ne kastedilmektedir?
13
a. Ruh ve maddenin birbirleriyle olan ilişkisi Tanrı’nın
aracılığıyladır.
b. Ruh, maddi töze etki edemez.
c. Ruhi töz asıl değil maddi tözün vesilesidir.
d. Maddi töz asıl değil, ruhi tözün vesiledir.
e. Töz, sıfatların vesilesidir.
3. Hangisi 17. yüzyıl filozofları arasında yer almaz?
a. Descartes
b. Malebranche
c. Spinoza
d. Roger Bacon
e. Arnold Geulincx
4. Descartes düşüncesine göre töz kabul edilen ruh ve beden, Spinoza
düşüncesinde nasıl değerlendirilir?
a. Ruh asıl beden niteliğidir.
b. Beden asıl ruh onun sıfatıdır.
c. Her ikisi de sonsuz tözün niteliğidir.
d. Beden ruhun modusudur.
e. Ruh, maddenin modusudur.
5. Aşağıdakilerden Spinoza düşüncesinin özelliklerinden biridir?
a. Teolojik bir felsefedir.
b. Naturalist-mekanist bir düşünceye sahiptir.
c. Teleolojik bir evren anlayışına sahiptir.
d. Metafizikten uzak pratik felsefe ağırlık bir düşüncedir.
e. En önem verdiği konu toplum ve siyasettir.
14
KAYNAKLAR
A.Baudart ve diğerleri, Felsefe Tarihi I, Đstanbul 2011
A.Kadir Çüçen-M.Zeynep Zafer-Adnan Esenyel, Varlık Felsefesi, Bursa 2009
Afşar Timuçin, Düşünce Tarihi 2, Đstanbul 2005
Bekir Karlığa, Đslam Düşüncesinin Batı Düşüncesine Etkileri, 2004
G.Skırbekk-N.Gılje, Antik Yunan’dan Modern Döneme Felsefe Tarihi, Đstanbul 2006
Kasım Küçükalp-Ahmet Cevizci, Batı Düşünce Tarihi, Đstanbul 2009
Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Đstanbul 1999
Tarnas, Batı Düşünce Tarihi II, Đstanbul 2012
Cevap Anahtarı: 1. E 2. A 3.D 4. C 5. B
1
HAFTA 12
LEĐBNĐZ ve
AYDINLANMA
FELSEFESĐ
2
ÜNĐTE 12
LEĐBNĐZ ve AYDINLANMA
FELSEFESĐ
ĐÇĐNDEKĐLER
1. Gottfrıed Wilhelm Leibniz (1646-1716) .......................................................................4
1.2. Yöntem Anlayışı ......................................................................................................4
1.3. Bilgi Anlayışı ..........................................................................................................6
1.4. Töz Anlayışı ............................................................................................................7
1.5. Ruh-Beden Đlişkisi ...................................................................................................9
1.6. Ahlak Anlayışı .........................................................................................................9
1.7. Din Görüşü ..............................................................................................................9
1.8. Kötülük Problemi .................................................................................................. 10
1.9. Mümkün Olan Dünyaların En Đyisi ........................................................................ 10
2. 18. Yüzyıl Aydınlanma Felsefesi ............................................................................... 11
2.1. Giriş ...................................................................................................................... 11
1.2. Aydınlanmanın Özellikleri ..................................................................................... 11
KAYNAKLAR ............................................................................................................ 13
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
Öğrenci 17. yüzyıl filozoflarından Leibniz hakkında bilgi sahibi olacak,
Leibniz’in töz problemine getirdiği çözümü öğrenecek,
Teodise nedir, Leibniz’in bu konudaki çözümü nasıldır sorularının yanıtını
verebilecek,
Leibniz felsefesinin barındırdığı zıt fikirlerin birlikli bir yapıya nasıl
dönüştürüldüğünü öğrenecek,
3
Modern Batı felsefe ve kültürünün temel özelliklerinin 17.yüzyılla birlikte
nasıl ortaya çıktığını kavrayacak,
Rönesans felsefesiyle başlayan yeni düşünce ve bilimin 17. Yüzyıl
filozoflarıyla istikrarlı bir yapıya kavuştuğunu öğrenecek,
17. Yüzyıl felsefesinin Rönesans ve ortaçağ felsefeleriyle ayrıştığı belli başlı
özellikleri kavrayacak,
Rönesans dönemiyle başlayan yeni düşüncenin Leibniz’le birlikte nasıl
büyük bir sistem haline geldiğini bilecek,
Felsefe tarihi boyunca birbirine zıt olan teorilerin Leibniz felsefesindeki
uzlaşmasını kavrayacak,
Ortaçağ ve Rönesans felsefelerinin kendi içinde taşıdığı dikatomileri ve
dikatomilerin süreç içindeki ayrışmalarını(din-akıl, tümel-tekil vb) 17.
Yüzyıl filozoflarında ve özellikle Leibniz’le birlikte nasıl farklı şekillerde ele
alındığını kavrayacak,
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce,
• Yeniçağ felsefesiyle ilgili yazılan eserlerin incelenmesi,
• Siyasi ve sosyal yönleri bakımından 15-16 ve 17.yüzyıl batı
devletlerinin incelenmesi,
• 17. yüzyıl batı devletleri zamanı kültür ve bilimini anlatan kaynak
eserlerin araştırılması,
• 17. yüzyıl dönemi siyasi, sosyal ve kültürünü anlatan yazılı ve
görsellerin incelenmesini,
• 17. yüzyıl dönemi kültür ve siyasi atlaslarına bakılmasını,
• Batı düşüncesine dair yazılan eserlerin incelenmesini,
• Batı bilim tarihi adı ile yazılan değişik eserlerin 17. yüzyıl felsefe
hareketleriyle ilgili bölümlerin okunmasını,
• Felsefe sözlüklerinden ihtiyaç duyulan felsefi kavramlara bakılmasını,
• Ünitenin düşünce ve bilim tarihiyle ile ilgili bölümleri için sesli ve
görsel olarak hazırlanmış (film, dizi, belgesel vb.) materyallerin
seyredilmesini,
• 17. yüzyıl filozoflarının düşüncelerinin, daha önceki filozoflara benzer
olan kısımlarıyla farklı olan yönlerinin mukayese edilmesini,
• 17. yüzyıl batı tarihine damgasını vurmuş olan yönlerini daha iyi
kavrayabilmek için önceki ve sonraki dönemleriyle mukayese edilmesini,
4
Leibniz ve Aydınlanma Felsefesi
1. Gottfrıed Wilhelm Leibniz (1646-1716)
17.yüzyılın en önemli düşünürlerinden olan Leibniz, 1646’da babasının hukuk
profesörü olduğu Almanya’nın Leipzig şehrinde doğdu. Çok erken yaşlarda Platon,
Aristoteles, Descartes, Hobbes gibi filozofların eser ve sistemlerini yakından tanıdı. Hiçbir
zaman üniversitede çalışmadı ama saraylı, diplomat, kütüphaneci, Hannover düklerinin
hizmetinde hukukçu ve tarihçi olarak görev yaptı. Görevi gereği birçok seyahate çıktı. Bu
yolculukları ve yayınlanmamış mektupları sayesinde çok tanınan ve hayranlık duyulan bir
kişi haline geldi. Bir filozof olmanın yanında parlak bir matematikçi ve mantıkçıdır. Bilim
açısından da Leibniz önemli bir kişidir. Özellikle Newton ile eş-zamanlı olarak difransiyel
ve integral hesabını bulup geliştiren bir kişi olması bunun en güzel örneğidir. Hem
matematik bilimini hem de Tanrı düşüncesini içeren bir gerçeklik görüşü kurmaya
çalışması en önemli özelliklerindendir.
Çalışmaları teorik alanlarla sınırlı değildir. Sosyal ve siyasal alanı düzenleyen pratikle
de ilgilidir. Özellikle Almanya’da Protestanlığın sebep olduğu kargaşalık Otuz Yıl
Savaşları ile ülkeyi zafiyete uğrattı. Leibniz, ülkeyi zayıflatan mezhep tartışmalarını
ortadan kaldırmak için değişik çalışmalar yaptı. Katolik ve Protestan kiliseleri arasında
uzlaşma sağlanması için planlar hazırladı. Bunun yanında Hannover devletinin para
sistemini, madenciliğini, ipekçiliğini düzeltmek için programlar düzenlemiştir. Berlin
Akademisinin kurulmasına da etkide bulunmuştur.
Almanya-Fransa arasındaki olumsuz münasebetleri düzeltmek için çaba sarf ettiği de
bilinmektedir. Fransa Kralı XVI. Louis, Almanya’nın topraklarını kendi yönetimi altına
almak için çabalıyordu. Leibniz, XVI. Louis’in dikkatini Almanya’dan uzaklaştırabilmek
için Mısır’ın Osmanlılardan alınmasını böylelikle Osmanlının sonunu hazırlayacağını
belirten teklif ve planlar yaptı.
Eserleri: Leibniz çok sayıda ve çok farklı alanlarda eserler yazmıştır. Felsefeyle ilgili
olanları, Teodise, Doğanın ve Đnayetin Đlkeleri, Monadoloji (Metafizik Üzerine Konuşma),
Đnsan Anlığı Üzerine Denemeler.
Teodise adlı eserinde Tanrı ve kötülük ilişkisine dair problemi ele alır. Ona göre bu
dünya olabilir dünyaların en iyisidir. Đnsan Anlığı Üzerine Denemeler, J.Locke’un
epistemolojisini eleştiren bir eserdir.
Leibniz düşüncesinin en bariz özelliği pratik ve teorik alanlarda uzlaştırmacı bir bakış
açısına sahip olmasıdır. Leibniz’in bu özelliği dini, felsefi, epistemoloji ve diğer alanlarda
rahatlıkla görülür. Empirizm-rasyonalizm, inayet-kötülük, Protestanlık-Katolik Kilise
arasındaki arabuluculuğu bunların en bariz örnekleridir.
1.2. Yöntem Anlayışı
Leibniz, 17. yüzyılın genel problemi olan yöntem anlayışında Descartes’in takipçisidir.
Bu anlayışa göre matematik, felsefeye rehberlik edecektir. Matematik yöntem, felsefede de
sıkı sıkıya uyulması gereken bir metottur. Çünkü sadece matematikçiler ileri sürdüklerini
5
ispatlayabilirler. Sayılarla nasıl kesin hesaplar yapılabiliyorsa, kavramlarla da aynı şekilde
ölçülebilir kesin bilgiler elde edilir. Hesap hatasının bulunması gibi bir düşünce hatası da
bulunabilirse felsefedeki ayrılıklar ve çekişmeler giderilebilir. Bunun için matematikte
yapıldığı gibi kavramları bazı işaret ve simgelerle göstermek, aralarındaki bağlantıları bazı
işlemlerle ortaya çıkarmak gerekir. Böylece felsefe bir ulusun diline bağlı olmaktan
kurtulacak, evrensel bir felsefe ve bilim dili haline gelecektir. Felsefe ve bilim için böyle
bir akademik ve evrensel dil kurmak için Leibniz üzerinde çok durmuş ama istediği
seviyede bir sonuç alamamıştır.
Leibniz’in aradığı genel yöntem, iki özelliğe sahip bir yöntemdir. Bir yandan eldeki
bilgileri, kanıtlamaya yarayacak, öbür taraftan da yeni bilgiler bulmaya yol açacaktır.
Çünkü bilim yalnız ispatlamayı değil aynı zamanda yeni bilgilerin nasıl bulunduğun da
gösteren bir metoda sahip olması gerekir. Bu tarz bir metot anlayışı, Leibniz’e göre işe
kesin şüphe edilemez bilgilerden başlamalıdır. Ona göre bu bilgiler, insana kendini
doğrudan doğruya gösteren ilk olanaklar veya ilk doğrular adını verdiği temel
önermelerdir. Bunlar en son önermeler olup, diğer bütün önermelerin elde edilmesine
imkan sağlayan, kendilerinin ispatlanmasına gerek duyulmayan önermelerdir. Leibniz’in
yöntemi, önermeleri birleştirerek, bunlar arasında belli başlı bağlar kurarak yeni önerme ve
bilgilere ulaşmanın tekniğini, bir sanatını geliştirmeyi esas almaktadır. Bu aynı zamanda
doğru bilgiye varmayı mekanikleştirme gayretidir.
Doğruluk konusu da Leibniz önemle durduğu bir meseledir. Leibniz yaşadığı dönemde
doğruluk konusunda iki farklı görüş revaçtaydı. Doğruya, objesine uygun olan yargılara
duyu algılarıyla varılacağını iddia edenlerin bu düşüncesine empirizm denir. Onlara göre
doğru yargılara ancak duyu algılarıyla ulaşılabilir. Dolayısıyla insanda doğuştan gelen
hiçbir bir bilgi bulunmaz. Bütün bilgilere sonradan ulaşılır. Đnsan zihni doğuşta tabula rasa
(boş levha), üzerine hiçbir şey yazılmamış boş sayfa gibi olup, deney ve gözlemle
sonradan dolar. Bu dönemde bu düşünceyi savunanların başında J.Locke gelir.
Leibniz, J.Locke’un ileri sürdüğü bu düşünceyi eleştirir ve karşı çıkar. Ona göre insanda
doğuştan gelen doğrular vardır. Bu tür bilgiler deney bilgisine göre doğruluk bakımından
daha değerlidir. Leibniz savunduğu bu düşünceye rasyonalizm denir. Bu düşünceyi
Descartes ve Spinoza’da savunmaktadır.
Leibniz, duyulardan gelmemiş hiçbir şeyin akılda olmayacağını savunan J.Locke ile bu
konuda hemfikirdir. Onunla ayrıştığı yer, aklın kendisini bundan hariç tutmasıyla başlar.
Yani duyu verilerinin meydana gelebilmesi akılla mümkündür. Akılda da bazı kavramlar
deneyden önce bulunur. Örneğin geometrinin kavramları ve Tanrı düşüncesi bu tür
bilgilerdendir. Bunlar ruhun derinliklerinde saklı, uyku halinde olup zamanla farkına
varılan bilgilerdir. Locke’un yeni doğan bir çocukta geometriye dair bir bilginin olmadığını
ileri sürerek yönelttiği eleştiri elbette doğrudur ama bunlar çocuğun ruhunda gizli olan
uyku halindeki bilgilerdir. Leibniz bunu a priori deyimi ile ifade edecektir.
Ruhta bulunanlar sadece kavramlarla sınırlı değildir. Birtakım ilke ve doğrular da
vardır. Özellikle mantığın ana ilkeleri bu tarz bilgilerdendir. Özdeşlik ve çelişmezlik bu
ilkelerdendir. Leibniz düşüncesinde özellikle çelişmezlik ilkesinin önemli bir yeri vardır.
Metafizik meselelerde Leibniz çelişmezlik ilkesinden hareketle bazı yargılara ulaşır.
6
Mesela ruh konusunu bu ilkeye göre değerlendirir. Ona göre yalın bir töz bölünme ile
ortadan kaldırılmaz; ruh da yalın bir tözdür. O halde ruh ölümsüzdür. Bunun karşıtını
söylemek çelişme ve yanılmadır. Tanrı ile ilgili düşüncelerini de çelişmezlik ilkesine göre
açıklar. Tanrı “en gerçek varlık” şeklinde tanımlanır. Bundan dolayı varlığının olması
zorunludur. Bunun karşıtı bir çelişki ve hata olur. Yani Tanrı var olmasaydı
“gerçekliğinden” bir şey eksilirdi ve o zaman da “en gerçek varlık” olmaz.
Leibniz, aklın doğrudan doğruya kendisinden devşirdiği bu tarz bilgilere “öncesiz
sonrasız doğrular” adını verir. Bunların karşıtları, çelişme ve hataya sebep olan
doğrulardır. Çelişme ilkesinden hareketle elde edilen bu doğrulara Leibniz, “zorunlu olan
doğrular” der. Bunlar salt akıl bilgisi olup başka tarzda olması düşünülemeyen bilgilerdir.
Kökleri akılda olan bu bilgilere karşılık, deneyden gelen “olgunun doğruları” vardır.
Aklın doğruları zorunlu iken olgunun doğruları ise rastlantısal ve mümkündürler. Yani
bunların başka türde olmaları düşünülebilir ve bundan dolayı bir çelişkiye de düşülmez.
Bunlar genellikle ya duyulardan ya da gelenekle elde edilir. Aklın doğruları çelişmezlik
ilkesine bağlı iken olgunun doğruları, Leibniz düşüncesinin temel ilkelerinden olan yeter
sebep ilkesine dayanır.
1.3. Bilgi Anlayışı
Leibniz, duyu ile akıl bilgisi arasında ayrım yaparak bilgi konusunu inceler. Ona göre
duyu bilgisi tam olmayan bir bilgidir. Asıl bilgi, akılla elde edilen, rasyonel bilgidir. Bu
ayrımın akabinde Descartes’in ortaya attığı açık ve seçik kavramlarına göre bunları dört
basamakta inceler:
Duyu Bilgisi: son ögelerine kadar çözümlenmemiş olan bu bilgi, seçik olmayan bilgi
çeşididir. Bu sebepten ona “karışık bilgi”de denebilir. Kendi içinde iki kısma ayrılır:
1. Bulanık Duyu Bilgisi, bir şey duyularla yeniden tanınabilecek kadar
kavranmamışsa bulanık bilgi denir. Örneğin bir şeyi karanlıkta görmek bu kısma
giren bir bilgidir. Zira o nesnenin ne olduğuna dair insanda bir bilgi net olarak
bulunmamaktadır.
2. Açık Duyu Bilgisi, bir şey ikinci bir defa görüldüğünde net tanınabiliyorsa
ona açık bilgi denir. Açık bilgi, duyuya bağlı bir bilgi olduğundan seçik bilgi
olamaz. Hayvanlar seçik bilgi seviyesine kadar olan bilgilere sahip olabilirler ama
seçik bilgi seviyesine ulaşamazlar.
3. Tam Bilgi, duyu bilgisiyle elde edilenler arasında ayrımlar ve tanımlamalar
yapılmaya başlandığı seviyedeki bilgilere denir. Bu seviyedeki bilgi, hem açık hem
de seçik dolayısıyla tam bir bilgidir. Örneğin, bir bitkiyi, renk, biçim, sertlik vb.
gibi özellikleriyle algılamanın yanında onun kök, gövde, yaprak, çiçek, meyve
şeklinde ayrımlara giderek tanınır. Bu seviyede duyu bilgisinden akıl bilgisine
geçilir. Đnsanların çoğu duyu bilgilerini çözümler, ayrımları kavrar, bunları net bir
şekilde de tanımladıkları üçüncü seviyede kalırlar. Halbuki Leibniz’e göre asıl bilgi
dördüncü seviyedeki bilgidir.
4. Upuygun Bilgi, bir nesneyi kuran her bir unsur seçik bir şekilde kavrandığı
zaman yani analiz sonuna kadar götürüldüğünde ortaya çıkan bilgiye denir.
7
Leibniz’e göre sayı bilgisi böyle bir bilgidir. Örneğin 103
=1000 matematik eşitlik
kavramı, bütün kurucu öge ve bağlantılarıyla bilinen bir kavramdır. Bütün bilgiler,
matematik seçiklik şeklinde bilinirse, bilgi tam ve upuygun bir bilgi haline gelir.
yani evrensel bir matematiğe ulaşılırsa bilgi tam olur. Evrensel matematik, bilginin
tüm konularını kesin matematik önermeler olarak kavranması demektir. Leibniz’in
bilgi ideali evrensel bilim budur.
Leibniz’in, bilgi konusuna dair getirdiği yeni bakış açılarından birisi de önermeleri
analitik ve sentetik şeklinde kategorize etmesidir. “
“Komşumuz, kızıl saçlı bir adam ve onun şişman karısıdır” önermesi doğru da yanlış da
olabilir. Doğruluğu veya yanlışlığı araştırma sonucu bilinebilir. Yani olgular kontrol
edildiğinde sonuç net bir şekilde ortaya konabilir.
Ama “komşum bekar ve şişman bir karısı vardır” denirse bu önermenin yanlış olduğu
hemen bilinir. Çünkü bekar evlenmemiş adam demektir, dolayısıyla hem evlenmemiş hem
de eşli olamaz. Bu kendi içinde çelişkilidir bu yüzden doğru olması düşünülemez.
Leibniz’e göre bilgiler, bu iki kategoriden birini girer. Ya belli bir önermenin doğru veya
yanlışlığını bulmak için olguları incelemek gerekir ya da olgulara gitmeden kullanılan
terimlere göre doğru ya da yanlış olduğu söylenir. Birinciye sentetik, ikinciye analitik
önerme denir.
1.4. Töz Anlayışı
17. yüzyıl felsefesi, yöntem ve bilgi konularını daha çok önem vermekle birlikte töz
sorununu da ihmal etmemiştir. Leibniz felsefesinin dikkat çeken yönlerinden bir tanesi de
tözle ilgili düşüncesidir. Leibniz, tözle ilgili konuları 17. Yüzyıl filozoflarının tamamından
farklı bir şekilde ele alır. Ona göre töz, etkin kuvvete sahip, bağımsız bir varlıktır.
Descartes felsefesinde öz niteliği yer kaplama olan maddi tözün kendiliğinden bir kuvveti
yoktu. Cisimde var olan kuvvet, Tanrı’nın başlangıçta cisme yerleştirdiği miktarı belli olan
ve değişmeyen bir kuvvetten ibaretti. Buna göre doğa sadece mekanik niteliği olan cansız
bir makine gibi tasavvur edilmekteydi. Hâlbuki Leibniz’e göre cismin özü kuvvettir. Ama
bu kuvvet maddi tarzda olmayan bir kuvvettir. Tözler kuvvettirler ama maddi olmayan
varlıklardır. Dolayısıyla yer kaplama tözün öz niteliği değil, etkinliğinin bir sonucudur.
Descartes, tözü önce sonlu ve sonsuz diye ikiye ayırmakta sonra sonlu tözü, madde ve
ruh şeklinde taksim etmekteydi. Spinoza bu tözlerden sadece sonsuz olanı kabul edip
diğerlerini nitelik haline getirip monist bir düşünce kurmuştu. Leibniz ise onun tersine
tözlerin sayıca sonsuz birçokluğu olduğu düşüncesindedir. Sonsuz olan bu tözlere Leibniz,
monad adını verir. Monad, Grekçe monas kökünden türetilmiş olup, “bir olan, birlik”
anlamlarına gelir. Monadlar, her biri kendi başına var olan ruhi özellikte ve bölünemeyen
ve kendi içlerine kapalı birlikli yapılardır. Kapalı olduklarından dolayı birbirlerine
etkileyemezler.
Ama doğada bütünlüklü ve insicamlı bir düzenin olduğuna göre monadlar arası ilişki
nasıl cereyan etmektedir? Leibniz, bu sorunu monadların kendi bünyelerinde var olan
bağlantıyla çözmeye çalışır. Ona göre her monad, evrenin bütününü kendinde taşır, her bir
monad evrenin aynasıdır. Leibniz’in ifadesiyle “monadların pencereleri yoktur” yani her
8
monad kendi içinde yaşar ama bütün monadlar aynı şeyi tasarlayarak yaşarlar. Bundan
dolayı birbirlerinden etkileniyormuş gibi görünürler. Leibniz, monadlar arası bu bağlılığa
“önceden kurulmuş uyum” adını verir. Bu uyum sayesinde monadlar sıkı bir determinizme,
kesin bir zorunluluğa bağlanmaktadır. Aksi takdirde monadların rastlantıyla veya isteyerek
bu tasarımdan ayrılması evren şemasının bozulmasına sebep olur. Bu düşüncesiyle
Leibniz, individuum ile universum yani bireyle bütün arasında bağlantı kurar. Her monad
diğer monadları da temsil etmektedir. Buna göre monad öğretisi çokluk içinde birliği ifade
etmektedir.
Leibniz’in uzlaştırdığı diğer bir konu da mekanizm-teleoloji zıtlaşmasıdır. Ona göre
evren hem mekanik bir zorunluluğa göre hareket etmekte hem de bir amacı
gerçekleştirmeye yönelmektedir. Evrendeki olayları açıklamada iki zıt görüş olan
mekanizm ve teleoloji, Leibniz düşüncesinde zıtlıktan çıkıp birbirlerini karşılıklı gerektiren
konumuna gelmektedir.
Varlığı monad öğretisine göre ele alan Leibniz, varlık hiyerarşisini de açık ve seçik
bilgiye göre belirlemektedir. Ona göre sonsuz olan monadlar kendi içlerinde belli bir sıraya
göre tertip olunmuştur. Onların tertibinde etkili olan husus da açık-seçik bilginin bulunup
bulunmamasına göre olmaktadır. Sıralamanın bir ucunda açık-seçik bilgiye sahip olmayan
monadlar, diğer ucunda da açık ve seçik bilgiye sahip olan monad gelir. Monadların
bilgilerine göre belirlenen bu sıralama yalnız duyumsanabilen monadlarla başlar salt
düşünce etkinliğinde bulunan monadla sona erer. Karışık duyu bilgisinden öteye
geçemeyen monadlar pasif, seçik düşünce bilgisine sahip olan monadlar ise aktiftir. Bu
tasarımda en altta pasif halde bulunan madde, en yukarıda da Tanrı bulunur. Çünkü onun
bilgisi en açık ve seçik olan bilgidir. En yüksek monad, Leibniz’e göre bir tane olup onun
altında sıralanan diğerleri sonsuz sayıdadır.
Leibniz’in monad öğretisi ilk bakışta atom nazariyesine benzerlik gösterdiği
düşünülebilir. Ama görünüşe aldanmamak gerekir zira gerçekte monad düşüncesi atom
nazariyesine göre çok farklıdır. Atom düşüncesinde bütün atomlar birbirine eşit olarak
kabul edilir. Atomları birbirinden ayıran büyüklük ve biçimlerdir. Atom nazariyesinde,
atomların birleşip ayrılabilmeleri kısaca varlıktaki hareketin meydana gelebilmesi uzay
sayesinde olmaktadır. Atomlar, boş uzay içinde hareket ederler. Ama monad öğretisinde
cisim, canlı-ruhlu bir töz olarak kabul edilir. O zaman da cismin yer kaplama özelliği
ortadan kalkar bunun sonucunda da boş uzayın gerekliliğine ihtiyaç kalmaz. Yani uzay
metafizik bir gerçek değildir, sadece bir görünüştür.
Monad öğretisinde “ayırt edilemeyenin özdeşliği” en temel ilkedir. Buna göre her
monad kendi başına var olan bir birliktir yani individuumdur. Bu dünyada birbirine eşit iki
şey yoktur. Aksi takdirde monadlar birbirinden ayırt edilemezlerdi. Halbuki monadların
her biri bir başkasında bulunmayan kendine özgü bir özelliği vardır. Monadların bu
özelliklerine bağlı olarak bir sıralama meydana gelmektedir. Tanrı’nın en başta olduğu bu
düzenin en alt sırasında madde bulunur. Đkisi arasında sonsuz sayıda ara basamaklar vardır.
Đnsanda bu ara basamaklarda yer alır. Đnsan monadı, evrene dair bilgisi sınırlı seviyededir.
9
1.5. Ruh-Beden Đlişkisi
Ruhla beden arasındaki irtibatı Leibniz, önceden kurulmuş uyum düşüncesiyle izah
eder. Ruhun monadları ile bedenin monadları arasında illiyet bağı bulunmaz. Ama ruh
bedende olup biten şeylerin aynısını tasarladığından bedeni etkiliyormuş, beden de ondan
etki alıyormuş gibi görünür.
Ruhla beden arasındaki ilişkiye dair 17.yüzyıl filozoflarının görüşlerini paralel çalışan
iki saat örneğiyle mukayeseli olarak şöyle verebiliriz:
1. Đki saat, işlem bakımından birbirine bağlıdırlar. (Descartes)
2. Đki saatin işlemlerini usta sürekli düzenler. (Occasionalistler)
3. Her iki saat başlangıçta birbirleriyle paralel olacak şekilde kurulmuştur.
(Leibniz)
Birinci görüşü, Descartes savunur. Ona göre ruhla beden karşılıklı etki halindedir. Đkinci
görüş, occasionalistlerin görüşüdür. Onlara göre ruhla beden arasındaki bağlantıyı her an
kurup düzenleyen Tanrı’dır. Üçüncü görüş, Leibniz’in düşüncesini yansıtır. Đki saatin
baştan beri ayarları birdir, aralarında önceden kurulmuş bir uyum vardır. Tanrı yalnız ruhla
beden arasında değil bütün monadlar arasında sürekli bir uyum olacak şekilde her şeyi
düzenlemiştir. Bundan dolayı ikide bir evrenin düzenine müdahalede bulunma durumunda
kalmaz.
Bedenin merkezi monadı olan ruh töz olması hasebiyle ölümsüzdür. Çünkü töz kavram
olarak yok edilemeyene denir. Hiçbir ruh başka bir bedene atlayamaz. Đnsan ruhu akıl
özelliğine sahip olduğundan açık seçik tasarımlara ulaşabilir. Bu sebepten dolayı insan
ruhu ölümden sonra bilinçli olarak yaşamaya devam eder.
1.6. Ahlak Anlayışı
Leibniz’in ahlak öğretisi, Descartes ve Spinoza gibi akılcıdır(rasyonalist). Akılcı
teorilere göre insanın özgür olması bütün eylem ve davranışlarda aklı kılavuz yapmayı
gerektirir. Leibniz’e göre ahlak bakımından doğru ile doğru olmayanın ölçüsü “doğru ve
yanlış tasarımlardır”. Bir insanın tasarımları bulanık ise bulanık eğilimlerin etkisi
altındadır dolayısıyla özgür değildir, köledir. Ahlaki istenç, açık ve seçik bilgiden doğar.
Açık seçik bilgi sahibi olan monad, önceden kurulmuş uyum prensibine göre diğer
monadların tasarımını bilir ve onlarla birlikte oluşturduğu bütünü kavrar. Bu kavrama ne
kadar açık ve seçikse insanın bencilliği o kadar azalır, başkalarının iyiliğini isteme o kadar
artar. Đnsanın diğer kişilerin iyiliğini istemesi, açık ve seçik bilgiyle aydınlanmasına
bağlıdır. Bundan dolayı Leibniz düşüncesinde erdemle bilgeliğin özdeşleştiğini, insanın
yetkinliğe ulaştığını söyleyebiliriz. Erdem sahibi insan da aynı zamanda mutlu olmaktadır.
1.7. Din Görüşü
Leibniz, Spinoza ve Malebranche’ta olduğu gibi Tanrı’nın varlığını kesin kabul
etmektedir. Felsefe ile dini birbirinden ayırma düşüncesine karşı çıkan bir düşünürdür. Ona
göre dinde asıl olan “Tanrı sevgisidir”, “Tanrı’yı akılla kavramak” da bilginin en önemli
görevidir. Çağdaşları gibi o da “pozitif din” ile “akıl dini” arasında bir ayrım yapar.
10
Akıl dini, inançların kökü akılda bulunan, akılla temellendirilebilen dine denir. Pozitif
din ise gerçeklikte var olan, tarihi dinlere denir. Akıl dini, aklın doğruları arasında yer alır,
pozitif din olguların doğruları arasında yer alır. Akıl dininin esasları akıldan türetilebilir.
Mesela Tanrı’nın varlığı aklın bir doğrusudur, bundan ötürü zorunludur, karşıtını
düşünmek çelişki doğurur.
Pozitif yani tarihi dinlerin inanç esasları olgunun doğruları kapsamına girer. Dolayısıyla
bunlar rastlantılıdır akılla temellendirilemezler. Pozitif din tarihe dayanır, tarihe nasıl
inanılıyorsa onlara da öyle inanılır. Akıl dini, aklın doğrularına; pozitif din, olgu
doğrularına bağlanınca asıl din bilginin kesinliğinden dolayı akıl dini olmaktadır. Pozitif
din derece olarak akıl dininden daha aşağı mertebededir.
1.8. Kötülük Problemi
Evrende en güçlü varlık olan Tanrı ile bu dünyadaki bela, hastalık, musibet, eksiklik
nasıl bir arada düşünülebilir, uzlaştırılabilir? Ya da Tanrı’nın gücü, bilgeliği, iyiliği ile
onun yarattığı alemin kusurlu, eksik ve bozuk yapısı bir arada nasıl mümkün
olabilmektedir?
Leibniz, Theodise adlı eserinde bu konuyu ele almaktadır. Theodise, Tanrı’nın haklı
olduğunu gösterme anlamına gelir. Leibniz’e göre kötülük, metafizik kötülük olarak
düşünülmemelidir. Çünkü yanlış, doğrunun eksik olmasından kaynaklandığı gibi
monadların pasif olmasından da kaynaklanır. Kötülük de yanlış gibi pasif monadlardan
kaynaklanır.
Leibniz, kötülüğü “fiziki” “ahlaki” ve “metafizik” kötülük diye üçe ayırır. Fiziki ve
ahlaki kötülüğün kökleri, metafizik kötülükten çıkmaktadır. Fiziki ve ahlaki kötülükler,
sonlu monadların karışık bilgi sahibi olmasından kaynaklanır. Diğer bir ifadeyle, fiziki ve
ahlaki kötülükler, metafizik eksikliğin sonucudur. Evrende var olanların yetkinliği, karşıtı
olan eksikliğin olmasını gerektirir. Günah olmasa sevap; acı olmazsa haz olmazdı. Bunun
gibi yetkin olmayış da yetkin olmanın şartı haline gelmektedir.
1.9. Mümkün Olan Dünyaların En Đyisi
Her şeyi en iyi bilen, en güçlü varlık olan Tanrı neden böyle acı, kötü ve felaketlerin
olduğu bir dünya yarattı? Kötü ve felaketlerin olmadığı bir alem yaratamaz mıydı? Leibniz
bu sorulara cevabı şöyle verir: Tanrı bu evreni yaratırken olabilir bütün dünyaları tasavvur
etmiştir. Bu olabilir dünyalar arasından bu dünyayı tercih etmesi, olabilir dünyaların en
iyisi olmasından dolayıdır. Bu düşüncesiyle Malebranche’ın Tanrı’nın daha iyi bir dünya
yaratabileceği düşüncesine karşı çıkmaktadır. Zira Tanrı, dünyayı yaratmak için herşeyi
kesinlikle ölçüp biçip ona göre yaratmıştır.
Tanrı’yı bu dünyayı seçtiren onun iyiliği olmuştur. Çünkü olabilir olan birçok eksik
dünyalar arasında en az eksik olanını yaratmıştır. Bu dünya iyi bir dünya değil ama olabilir
dünyalar arasında en iyisidir. Tanrı, dünyayı yaratırken mutlak özgürlükle hareket
etmemiştir. Çünkü sonsuz bilgeliği, onun sınırsız bir özgürlükle hareket etmesine engeldir.
Yaratılacak bütün dünyalar ve içindeki varlıkların sonlu ve eksik olması kaçınılmazdır.
Aklın doğruları zorunlu olduğundan Tanrı iradesine göre değil bilgeliğine göre hareket
11
etmiştir çünkü Tanrı’nın bilgeliği iradesinden üstündür. Bundan ötürü O, olabilecek en iyi
dünyayı yaratmıştır. Leibniz bu düşüncesinden dolayı iyimser filozof olarak bilinir.
2. 18. Yüzyıl Aydınlanma Felsefesi
2.1. Giriş
18.yüzyıl felsefesine aydınlanma felsefesi, bu zaman dilimine aydınlanma çağı denir.
Burada kullanılan aydınlanma ve aydınlatılma ile ne kastedilmektedir? Aydınlanma ile
insanın kendisinin aydınlanması, aydınlatılan da insan hayatının anlam ve düzenidir.
Aydınlanma her ne kadar 18.yüzyıla hasredilse de kökleri Rönesansa kadar gider. Çünkü
15. Yüzyıldan itibaren “insanın varlığının anlamı ve bu dünyadaki yeri” problemi
felsefenin en önemli konusu olmuştur. Ama 18.yüzyılda bu sorun en geniş şekilde ele
alınmış, ortaçağ-skolastik düşünceden sıyrılarak insan merkezli cevaplar verilmiştir. Bu
yüzyılın sonlarında meydana gelen Fransız Devrimi, aydınlanma felsefesinin sosyo-politik
alana yansımasından doğmuştur.
2.1. Aydınlanmanın Özellikleri
Aydınlanma ile ilgili yapılan iki tanım öne çıkar: “insanın düşünme ve değerlemede
din ve geleneklere bağlı kalmaktan kurtulup kendi aklı ile hayatını aydınlatma
girişmesidir.” Diğer tanım Kant’a ait olup şöyle tarif eder: “aydınlanma insanın kendi suçu
ile düşmüş olduğu bir ergin-olmayış durumundan kurtulup aklını kendisinin kullanmaya
başlamasıdır.” Kant’a göre insan bu duruma aklından dolayı değil onu kullanmamasından
dolayı düşmüştür. Çünkü insan aklını kullanacağı yerde başka şeylerin kılavuzluğuna
sığınmıştır. Ona göre artık parola “aklını kendin kullanma cesaretini göster” sözü
olmalıdır. Đnsanın tam olarak gelenekten kopması Rönesans ile başlar. 18.yüzyıl bu
gelişmenin en zirve noktası, en klasik formuna ulaşmasıdır.
Geniş anlamıyla aydınlanma, ortaçağın hayat anlayışına karşı yeni bir dünya görüşü
olarak ortaya çıkmıştır. Rönesansla başlayan bu süreçte aşkın dünya anlayışından içkin
olana yani kökü ve amacı üst-dünyada bulunan bir hayat anlayışından kökü ve amacı bu
dünyada bulunan bir hayat düzenine geçişin başlangıcıdır. Bu geçişte Rönesans kendini
bütün tarihi otoritelerden bağımsız kılmaya, her konuda akıl ve deney doğrularını esas
almaya çalışmıştır. Ama bu her alanda tam manasıyla gerçekleştirilememiştir. Bunun
sebebi, rönesansın geçiş dönemi olmasından kaynaklanır.
17.yüzyıl rönesanstaki bulanıklığın ortadan kalktığı, bir durulma dönemidir. Bu
yüzyılda rönesansta ortaya konulan yeni buluş ve fikirler, sistematik düzene kavuşmuştur.
17.yüzyıldaki bu düzeni sağlamada matematik fiziği kendisine örnek alması ile
rasyonalizm etkili olmuştur. Bu dönemde doğa ile akıl arasında bir uygunluk olduğuna
inanç, rasyonel yapılı doğayı ratio(akıl) kavrar sonucunu doğurmuştur. Buna inanan
17.yüzyıl felsefesi sadece doğayı değil felsefenin konuları olan Tanrı, ruh, iyi ve doğrunun
da akılla bilinebileceğine inanmıştır. Bu güven konstrüktif-dedüktif sistemler kurulmasına
yol açmıştır. Konstrüktif-dedüktif sistem, Descartes, Spinoza ve Leibniz felsefelerinde
olduğu gibi bir ana düşünceyi çıkış noktası alarak bütün öteki konuları sıkı bir bağlantıyla
12
bu ana düşünceden türetilen sisteme denir. 18.yüzyıl felsefesi, metafizik sistemlerden
bıkıldığı, bu düşüncenin terk edildiği zaman dilimidir.
Yeni doğa bilimi doğanın yapısını kavramakla insana doğa üzerinde egemen olma
yollarını açmıştı. Matematik-fizik rönesanstan beri çok hızlı gelişme göstermiş, doğanın
renkli, gizemli ve bilinemeyen yapıda bulunduğuna olan inancı ortadan kaldırarak yerine
kesin matematik hesaplamaya dayalı şematik bir evren tasavvuru geliştirmiştir. Bu tarz bir
düşünceyle hareket edilerek doğanın yasaları keşfedildi. Yasaları keşfetmede kullanılan
kavramlar matematik-fiziğe aitti dolayısıyla akıldan türetilen kavramlardı. Bu düşünce,
insana bütün nesneler üzerinde egemen olduğu bilinç ve güveni verdi.
Matematik yöntemle hareket eden akıl, doğayı nasıl aydınlattıysa kültür dünyasını da
aynı şekilde aydınlatmalıdır. Böylece doğaya egemen olduğu gibi kültür dünyasına da
egemen olacaktır. Bu inanç ve düşünce, 18.yüzyıla aydınlanma çağı adı verilmesine yol
açmıştır. Aydınlanma çağının ideali, bilginin ilerlemesine dayanan entelektüel bir kültür
meydan getirmektir. Aklına güvenerek hareket eden insan geleneğin köleliğinden
kurtulacak, kaderinin kendisi belirleyecek, özgürlüğü ve mutluluğu giderek artacaktır. Bu
güvenle geleneğin oluşturduğu bütün kurum ve düşünceleri eleştirir. Din, devlet, toplum,
hukuk, eğitim, ahlak aydınlanma aklına göre yeni baştan inşa edilir. Aydınlanma aklıyla
durmadan gelişen kültür dünyası, bütün insanlığın bu zemin üzerinde birleşeceğine inanır.
17.yüzyılda felsefe evrensel bir bilimdi. 18.yüzyılda ise bir kültür felsefesidir.
18.yüzyıl felsefesi bilimin kesin anlatım dilini bırakıp, insanların daha rahat anlayacağı
dilleri(roman, şiir, hikaye, ansiklopedi, piyes vs.) kullanarak felsefeyi geniş kitlelere
ulaştırdı. Aydınlanma dönemi düşünürleri daha önceki dönemlerde olduğu gibi filozofbilim
adamı değildirler. Daha çok geniş çevrelere hitap edebilen Voltaire, Locke gibi
yazarlardır. Kendi ulusal dillerini kullanarak geniş halk kitlelerine ulaştılar böylece geniş
çevreleri aydınlanma fikirleriyle bilinçlendirerek aydınlanma felsefesinin yayılmasını
sağladılar.
Aydınlanma felsefesinin diğer önemli özelliği, laik dünya görüşünü esas almasıdır. Bu
laik görüş hayatın her alanına egemen kılınmalıdır. Rönesansla birlikte başlayan bu süreç
aydınlanmayla zirveye ulaştı özellikle sosyo-politik alanın şekil almasında en yüksek
noktaya erişti. Ama aydınlanma aynı zamanda kendini eleştiren düşüncelerin de doğduğu
dönemdir. Örneğin Shaftesbury, akıl inancı karşına güzele duyulan coşkuyu, güzellik
idealini koyacaktır. Rousseau, akla değer vermek yerine duyguyu savunur. Yine akla karşı
bu dönemde içgüdüler ön plana çıkarılmıştır. Akla karşı oluşan bu bilinç, çağın sonlarına
doğru Kant’la birlikte aklı kritiğe tabi tutacaktır. Kant, aklın sınır ve gücünün nereye kadar
uzanabileceğini araştırmıştır. 19. yüzyılda aydınlanma düşüncesi gücünü iyice yitirmiştir.
Romantizm akımı, irrasyonel (akıldışı) hususlara meylederek akla karşı tepkinin
önderliğini yapacaktır.
Düşünce tarihi açısından bakıldığında 18.yüzyılda görülen esaslar, daha önceki
zamanlarda da görülür. Örneğin M.Ö. 5.yüzyıl Grek Aydınlanması olarak kabul edilir ve
taşıdığı özellikler 18.yüzyılda tarih sahnesine yeniden çıkan özelliklerdir. 18.yüzyıl
13
aydınlanmasında gördüğümüz özelliklerin M.Ö. 5.yüzyıl Grek Aydınlanmasıyla nasıl
paralellikleri olduğunu anlayabilmek için grek aydınlanmasını maddeler halinde şöyle
hatırlayabiliriz:
1. Grek aydınlanması da din tarafından belirlenen kültür hayatını terk edip,
akıl merkezli yeni bir kültür hayatı kurmuştur. Grek aydınlanmasının
temsilcileri olan sofistler, geleneğin değerlerini topyekûn eleştiriye tabi
tutarak yeni değerleri savunmuşlardır. Eski kültürde her şeyin ölçüsü Tanrılar
ve mitoloji iken sofistler hiçbir şeyin ölçüsü olamayacağını olsa da
bilinemeyeceğini iddia ediyorlardı.
2. Sofistlerin yoğunlaştıkları konular, insan ve insanla ilgili konulardır.
Bununla birlikte kültür alanını yeniden inşa etmek de hedefleri arasındadır.
3. Sofistler, metafizik düşünceden uzak durmuşlardır. Metafiziğin konusu
olan varlık ve varlıkla ilintili hususları, bunları sistemli bir felsefi düşünceyle
ele alma sofistlerin benimsemediği bir yaklaşımdır. Onlar insanı merkeze
alarak deney ve gözlem metoduyla felsefe yapmayı tercih etmişlerdir.
4. Grek aydınlanması da devlet, toplum, din nedir? kökleri nerdedir? Nasıl
özelliklere sahiptir? Gibi sorularla ilgilenmişlerdir. Bu sorulara verdikleri
cevaplar, eski düşünceyi yıkıp yeni fikirlerin yerleşmesine etki etmiştir.
Onlara göre devlet, sözleşmeden doğar, onun için bu esasa göre düzenlenmesi
gerekir (Protagoras).
Đnsanlar doğaları itibariyle eşit doğarlar, dolayısıyla özgür ve köle ayrılığı
olmamalıdır (Antiphon).
Din zeki devlet adamlarının halkı kendilerine itaat ettirmek için uydurdukları
bir kurumdur (Kritias).
5. Sofistler, düşüncelerini geniş halk kitlelerine yaymayı amaç edinmişlerdir.
Bunun için gezici öğretmenlik yapmışlardır.
6. Sofistlerin felsefesi süreç içinde edebiyatla da kaynaşmıştır.
Kısaca, her zaman geleneğe, dine karşı ayaklanma; bunun yerine insan aklıyla yeni
hayat nizamı kurabilme aydınlanma düşüncesinin en bariz özelliği olmuştur. Doğa ile akıl
arasında bulduğu uygunluktan cesaret alan Aydınlanma düşüncesi yalnız doğa olaylarını
değil manevi olayları da akılda yerleşik olan ilkeler ile “Tanrı” “iyi” “adalet”i bileceğine
inanmıştır. Bundan da “akıl dini” “akıl ahlakı” “doğal hukuk” doğmuştur.
Aydınlanma düşüncesi Đngiltere’de başlamış, sonra Fransa’ya geçmiştir. Fransa’nın
sosyo-politik yapısı aydınlanmanın radikal bir nitelik kazanmasına sebep olmuştur.
Almanya aydınlanma sürecine daha sonra katılmıştır. Aydınlanma Đngiltere’de deneyci,
Fransa’da rasyonalist, Almanya’da mistik-rasyonalist bir renk taşır. Aydınlanma
düşüncesinin Đngiltere’deki tipik temsilcisi J.Locke’tur.
KAYNAKLAR
A.Baudart ve diğerleri, Felsefe Tarihi I, Đstanbul 2011
14
A.Kadir Çüçen-M.Zeynep Zafer-Adnan Esenyel, Varlık Felsefesi, Bursa 2009
Afşar Timuçin, Düşünce Tarihi 2, Đstanbul 2005
Bekir Karlığa, Đslam Düşüncesinin Batı Düşüncesine Etkileri, 2004
G.Skırbekk-N.Gılje, Antik Yunan’dan Modern Döneme Felsefe Tarihi, Đstanbul 2006
Kasım Küçükalp-Ahmet Cevizci, Batı Düşünce Tarihi, Đstanbul 2009
Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Đstanbul 1999
Nigel Warburton, Felsefeye Giriş, çev: Ahmet Cevizci, Đstanbul 2000
Tarnas, Batı Düşünce Tarihi II, Đstanbul 2012
1
HAFTA 13
J.LOCKE, BERKELEY
ve D. HUME
2
ÜNĐTE 13
J.Locke, Berkeley ve D. Hume
ĐÇĐNDEKĐLER
1. John Locke .........................................................................................................4
1.1. Giriş ..................................................................................................................4
1.2. Bilgi Teorisi ......................................................................................................4
1.3. Siyaset Felsefesi ................................................................................................6
1.4.Yönetim Biçimleri .............................................................................................7
2. George Berkeley .................................................................................................8
2.1. Bilgi Anlayışı ....................................................................................................9
2.2. Varlık Anlayışı................................................................................................ 10
3. David Hume ..................................................................................................... 12
3.1. Bilgi Anlayışı .................................................................................................. 12
3.2. Varlık Anlayışı ................................................................................................ 12
3.3. Nedensellik Anlayışı ....................................................................................... 13
KAYNAKLAR ...................................................................................................... 14
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
Öğrenci aydınlanma felsefesi ve filozofları hakkında bilgi sahibi olacak,
Modern Batı felsefe ve kültürünün pratik alanda temel özelliklerinin
aydınlanmayla birlikte nasıl ortaya çıktığını kavrayacak,
3
Rönesans felsefesiyle başlayan yeni düşünce ve bilimin 18. Yüzyılda kültürel
alanı da içine alacak şekilde istikrarlı bir yapıya kavuştuğunu öğrenecek,
18. Yüzyıl felsefesinin Rönesans, ortaçağ ne 17.yüzyıl felsefeleriyle ayrıştığı
belli başlı özellikleri kavrayacak,
Rönesans dönemiyle başlayan yeni düşünce J.Locke’la birlikte
epistemolojiyi esas alarak farklı bir felsefi sisteme ulaştığını bilecek,
Ortaçağ ve Rönesans felsefelerinin kendi içinde taşıdığı dikatomileri ve
dikatomilerin süreç içindeki ayrışmalarını(din-akıl, tümel-tekil vb) 18.
Yüzyılla birlikte nasıl farklı şekillerde ele alındığını kavrayacak,
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce,
• Yeniçağ felsefesiyle ilgili yazılan eserlerin incelenmesi,
• Siyasi ve sosyal yönleri bakımından 15-16, 17 ve 18.yüzyıl batı
devletlerinin incelenmesi,
• 18. yüzyıl batı devletleri zamanı kültür ve bilimini anlatan kaynak
eserlerin araştırılması,
• 18. yüzyıl dönemi siyasi, sosyal ve kültürünü anlatan yazılı ve
görsellerin incelenmesini,
• 18. yüzyıl dönemi kültür ve siyasi atlaslarına bakılmasını,
• Batı düşüncesine dair yazılan eserlerin incelenmesini,
• Batı bilim tarihi adı ile yazılan değişik eserlerin 18. yüzyıl felsefe
hareketleriyle ilgili bölümlerin okunmasını,
• Felsefe sözlüklerinden ihtiyaç duyulan felsefi kavramlara bakılmasını,
• Ünitenin düşünce ve bilim tarihiyle ile ilgili bölümleri için sesli ve
görsel olarak hazırlanmış (film, dizi, belgesel vb.) materyallerin
seyredilmesini,
• 18. yüzyıl filozoflarının düşüncelerinin, daha önceki filozoflara benzer
olan kısımlarıyla farklı olan yönlerinin mukayese edilmesini,
• 18. yüzyıl batı tarihine damgasını vurmuş olan yönlerini daha iyi
kavrayabilmek için önceki ve sonraki dönemleriyle mukayese edilmesini,
4
J.Locke, Berkeley ve D. Hume
1. John Locke (1632-1704)
1.1. Giriş
Galile ve Newton ile başlayan modern bilim, klasik dünya görüşünü eleştirmesiyle
birlikte Tanrı’yı, evrenin merkezinden çıkarıp yerine insanın olduğu bir tasavvur geliştirdi.
Modern dünya görüşünde, söz konusu insan, kendisi dışında herhangi bir ilkeyle değil de,
bizzat kendinde taşıdığı bir nitelikle kavranılmaktaydı. Dolayısıyla, bu insan artık kendi
kendisinin rehberi olan, çevresini anlayabilme ve kontrol altına alabilme gücüne sahip olan
bir insandı.
Locke, işte bu çizgi üzerinde yer alır. Ama Locke, modern dünya görüşünün inşasına
herkesten çok daha fazla katkı yapmış bir düşünür olarak, bu çizgi üzerinde, şimdiye kadar
gördüğümüz bütün düşünürlerden daha sıkı ve bilinçli bir duruşla konumlanır. Zira eski
dünya görüşüne karşı çıkarken, o sadece skolastisizmin teleolojik dünya görüşüne değil, on
yedinci yüzyılın rasyonalist metafiziklerine de karşı çıkar.
Hayatı,17.yüzyılda geçmesine rağmen düşüncelerinin aydınlanma felsefesine özgü
düşünceler olması nedeniyle Đngiltere aydınlanmasının dolayısıyla Avrupa
aydınlanmasının gerçek kurucusu kabul edilir. 1632 yılında Đngiltere’nin Bristol
yakınlarındaki Wrington’da doğdu. Đyi bir öğrenim hayatından sonra hem yazar hem de
siyaset adamı olarak çalıştı.
Temel düşünceleri:
• Birey özgür olmalıdır.
• Akıl, hayatın kılavuzu yapılmalıdır.
• Bilimde, dinde, devlet ve eğitimde gelenek ve otoritenin her türlüsünden
kurtulmalıdır.
Temel düşünceleri, süreç içersinde siyasi liberalizme, doğal din anlayışına ve rasyonel
eğitime yol açacaktır. Çalışmalarının ağırlık merkezi, insandır. Özellikle insanın bilgisi,
dini, eğitimi, devleti gibi konular üzerinde durur. Metafizik spekülasyonlardan uzak durur.
Aradığı sistematik bir constructiondan ziyade hayat anlayışıdır. Bu hayat anlayışını bilgi
üzerine kurar. Bilgi, Descartes’ten itibaren felsefenin öncelikli konusudur. Ama bilgi
konularını felsefe dalı (epistemoloji=bilgi teorisi) olarak ilk defa geliştiren J.Locke’tur.
1.2. Bilgi Teorisi
Locke, insanın bilgisini “doğuştan gelen bilgiler” üzerine inşa eden düşünceleri
reddederek konuya başlar. Đdelerin doğuştan geldiğini savunanların kanıtı, bir takım teorik
ve pratik ilkelerin bütün insanlarca doğru sayılmasını ileri sürerler. Örneğin özdeşlik ve
çelişmezlik ilkeleri böyle bilgilerdendir. Locke insanların üzerinde birleştiği bu tarz
bilgiler olduğundan şüphe eder. Var olduğu kabul edilse bile bunların doğuştan geldiğini
kabul etmez. Çünkü insan doğuştan böyle bilgilerle dünyaya geliyorsa çocuklarla cahillerin
5
de temel prensip ve ilkeleri bilmesi gerekirdi. Ama bu tür bilgilerin onlarda olmadığı
görülür. Descartes ve diğer birçok filozofun söylediği Tanrı tasavvurunun doğuştan olduğu
fikrini de Locke kabul etmez. Eğer böyle bir bilgi doğuştan gelen bir bilgi olsaydı,
toplumdan topluma bu bilginin değişmemesi ve her toplumda aynı bilgiye rastlanması
gerekirdi. Hâlbuki tarih boyunca tanrı inancı olmayan toplumlarda bulunduğu gibi çok
tanrılı inançlarla birlikte tek tanrı inancı da görülebilmektedir. Teorik bilgiler, insanda
doğuştan olmadığı gibi pratik bilgiler yani ahlakla ilgili bilgiler de doğuştan gelmez.
O halde insanda bulunan ideler nereden ve nasıl gelmektedir? Ona göre akıl,
başlangıçta üzerine hiçbir şey yazılmamış boş levha veya boş kağıt (tabular rasa) gibidir.
Ona göre insanda bazı bir takım ideler (=kavram, tasarım) vardır. Locke ideyi, zihnin
düşünme faaliyeti sırasında konusu veya nesnesi olan şey diye tanımlar. Temsili bir algı ve
bilgi teorisi benimseyen Locke’da ide, zihnin düşünme faaliyeti sırasında kullandığı
malzeme, varlıkların işaretleri veya temsilleridir. Locke’a göre, idelerin varoluşu bir
kanıtlama ya da ispata ihtiyaç göstermez; zira bilginin temel malzemesini oluşturan bu
idelerin varoluşunu herkes açıklıkla kabul eder. Onlar bütün bilgilerimizin nihai temelini
ya da kaynağını oluştururlar; dolayısıyla, bütün bilgilerimiz, aynı köken ya da kaynağa
sahip olmak bakımından bir ve aynı düzeyde bulunur.
Đdeler insana deneyden gelirler her tür ide eninde sonunda deneye dayanır. Deney, iç
deney ve dış deney olmak üzere iki kısma ayrılır. Dış deneyin konusu, insanın dışında
algılanabilen nesnelerdir. Đç deneyin konusu ise ruhun içinde olup biten ruh işlemleridir.
Locke göre bütün ideler bu iki kaynaktan türerler. Buna göre insan duyumdan önce
düşünemez. O sebepten dolayıdır ki Locke, ruhun hep düşünmekte olduğu düşüncesini
reddeder. Bu aynı zamanda düşünmeyi ruhun ana niteliği sayan Descartes’in düşüncesine
bir eleştiridir.
Locke’a göre, bilginin malzemesini oluşturan ideleri temin eden kaynak deneyimdir.
Yani ideler, ya dış dünyadaki varlıkların gözlemlenmesiyle ya da bu varlıklardan duyuorganları
aracılığıyla ulaşan etkiler üzerinde zihnin gerçekleştirdiği çeşitli faaliyetleri idrak
etmenin sonucunda elde edilir. Dolayısıyla deneyim, onda duyum ve düşünüm diğer bir
deyişle dış duyum ve iç duyum olarak iki farklı türe ayrılır. Bunlardan kendisi için temel
deneyim türü olan duyumla Locke, beş duyudan biri veya daha fazlasının kullanılması
yoluyla gerçekleşen algıyı anlatmak ister. Buna göre, fiziki varlık ya da nesneler, dış
dünyayla ilgili olarak sahip olunan bütün idelere duyular aracılığıyla neden olurlar.
Duyusal niteliklere sahip fiziki varlıklarla karşılaşan duyu-organları onlardan çeşitli
şekillerde aldıkları etkileri zihne aktarır. Böylelikle, varlıkların çok çeşitli duyusal
niteliklerinin idelerine sahip olunur. Zihin bir kez bu idelerle donatılınca da, bu ideleri
bilinçli olarak ele almaya, onlar üzerinde çalışmaya başlar. Zihnin bu içe bakışsal
etkinliğine Locke, ikinci deneyim türü olarak, düşünüm ya da iç duyum adını verir.
Locke bilginin kaynağı konusunu açıklığa kavuşturduktan ya da deneyim türleri
arasında ayrım yaptıktan sonra ideleri de, basit ve bileşik ideler diye ikiye ayırır.
Bunlardan basit ideler, bütün diğer ideler gibi, ya duyum ya da düşünüm yoluyla kazanılan
6
ve en temel özellikleri idelerden meydana gelmemek olan idelerdir. Locke’a göre bilginin
bütün malzemesini, işte bu basit ideler meydana getirir.
Bileşik idelere ise, yalnızca bu basit idelere ulaşmış olanlar sahip olabilir; zira basit
ideler olmaksızın bileşik idelere ulaşmak mümkün olmaz. Bileşik ideler, insan zihninin
basit ideleri çeşitli şekillerde işleme faaliyetinin bir sonucu olarak ortaya çıkarlar. Buna
göre, basit ideleri kazanırken bütünüyle pasif olan zihin, bileşik ideleri bizzat kendisi basit
idelerden elde ettiği için bütünüyle aktif hale gelir.
Locke’un bilgi teorisi, felsefesinin ağırlık merkezidir. Đnsan bilgisi yalnız iç ve dış
deneyle elde edilir. Bu tarz bir düşünce modern bir nominalizmdir. Aynı zamanda
empirizmin de en kavranılır şeklidir. Đngiltere’de Bacon ile başlayan empirizm, J.Locke ve
D. Hume ile zirveye ulaşmıştır.
1.3. Siyaset Felsefesi
Politik iktidarın, ilahi yönetme hakkı yoluyla değil de, sadece ve sadece bireyden
hareketle ve ancak halkın rızası yoluyla temellendirebileceğini söyleyen Locke, siyasi
görüşlerini toplum sözleşmesinden yola çıkarak inşa eder. Locke, doğa halini, Hobbes gibi
bir savaş durumu olarak karakterize etmez; çünkü doğa durumuna, hatta güçlü bir politik
otoriteyi temellendirmek için değil, mutlak monarşiyi yargılayıp mahkûm etmede
kullanacağı ölçütleri, politik iktidarın yükümlülüklerini ve hayata geçirmek durumunda
olduğu temel ilkeleri türetmek için başvurur. Locke, bu yüzden doğa durumunu, her
şeyden önce bütün insanların eşit olduğu bir düzen olarak tanımlar. Onda, doğa durumunda
özgürlük, eşitlikten çıkar.
Bununla birlikte, söz konusu eşitlik ve özgürlük durumu, hiçbir ilke veya yasanın
geçerli olmadığı, insanın her istediğini yapmak bakımından sınırsız bir özgürlüğe sahip
olduğu bir keyfilik ya da başıboşluk hali değildir. Başka bir deyişle, özgürlük bir
başkasının iradesinden bağımsız olmaktır, yoksa yasasızlık demek değildir. Bu yüzden,
Locke, doğal özgürlüğü, bir başıboşluk durumu olarak değil, fakat insanların doğrudan
doğruya kendi yasaları olan bir yasa altındaki bir özgürlük durumu olarak tanımlar.
Doğa yasası, insanlara olması gerekeni gösteren, yani normatif kurallar ihtiva ettiği
için, evrensel olan bir yasadır. Tüm zamanlar ve bütün yerler için geçerli olduğu gibi, tüm
insanlar için de geçerlidir; bu yüzden, doğa yasası aklın yasası olup, ona uygun hareket
etmek, akla uygun hareket etmek; onun tersi yönde hareket etmek, akla karşı hareket etmek
demektir.
Locke’a göre, doğa halindeki insanlar, demek ki öncelikle savaş tehdidinden
kurtulabilmek için, bir “toplum sözleşmesi” yoluyla sivil toplum içinde bir arada yaşamaya
başlar ve bu arada hükümranlara ya da üzerlerinde güç sahibi olan sivil yöneticilere itimat
ederek politik devleti kurarlar. Đnsanlar Locke’a göre, doğa durumundan sivil toplum
haline, ikinci olarak, temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alıp, daha nitelikli bir
yaşama kavuşmak için geçerler.
7
Yönetimin ikinci büyük amacı veya insanların uygar toplum adına doğa halini terk
etmelerinin en önemli nedeni, hayatlarının, özgürlüklerinin korunmasıdır ki, Locke buna
genel bir ad olarak mülkiyet adını verir. Locke’un mülkiyet kavramı, insanın ekonomik
ihtiyaçları ve çıkarlarını fazlasıyla aşar ve mutluluk arayışı dediği şeyi meydana getirir.
Locke, iktisadi mülkiyeti temele almakla birlikte, mülkiyetten daha ziyade mülkiyet
sahibinin başkalarına olan köleliğini engelleyip, sahibini özgürleştiren bir değeri anlar.
Locke’a göre, doğada hazır bulunan bir şey mülkiyet hakkı yaratmaz. Mülkiyet
hakkının ortaya çıkabilmesi için, insanın, doğanın içinde bulunan şeyi, ortak durumdan
çıkartıp, kendi emeğiyle bir şeyler ekleyerek, onu diğer insanların ortak hakkından
çıkartması gerekir. Emeği çok önemseyen Locke, on yedinci yüzyılın diğer mülkiyet
teorisyenlerinden farklı olarak mülkiyetin doğa durumunda var olduğunu öne sürer, yani
mülkiyetin uzlaşımla yaratılmadığını, onun sivil toplumla beraber oluşturulmadığını söyler.
Locke, doğal bir mülkiyet hakkı olduğunu söylemekle kalmaz, bizzat mülkiyetin doğal
olduğunu söyler. Ona göre, bu, bireyin kişiliğinden gelen bir hakkın bir şeye
eklenmesinden meydana gelir.
Locke, devletin statüsünü belli bir işleve indirgeme gayreti içinde, devletin mülkiyeti
yaratmadığını, fakat mülkiyetin devleti yarattığını gösterme amacı güder. Bu, onun
toplumdan hareket etmeyip, doğrudan doğruya bireyden ve bireyin doğasından hareket
etmesinin sonucudur.
Mülkiyetin politik toplumun yaratılmasının en önemli nedeni olduğunu söyleyen
Locke, aslında toplumu oluşturan şeyin çalışma olduğunu öne sürer. Yani, onda insanın
emeği ve çalışmasıyla doğayı dönüştürmeye başlamasının bir sonucu olarak, giderek
kendisini de verili bir durumdan çıkartıp, kendisine bir dünya yarattığı söylenebilir. Doğa
verili bir şey olup, insan bu verili dünyayı kendi çalışmasıyla aşar. Demek ki, politik
toplumun sözleşme yoluyla oluşturulmasının bir diğer nedeni de, insanın, doğanın
sınırlarından kurtulmak amacıyla, beşeri veya daha uygar bir dünya meydana getirmek
istemesidir. Đnsanların doğa durumunda isteyip de bulamadıkları şeyler, toplumun
oluşturulma nedenlerini verir.
Locke, birçok düşünürden farklı olarak, toplumun oluşturulmasında her bir bireyin
rızasının gerektiğini, yani oybirliğinin gerekli olduğunu düşünür. Çünkü ona göre, hangi
toplumda yaşayacağına her akıllı varlık, kendisi karar verecektir. Đşte bu yüzden Locke’ta
toplum kurulurken oybirliği gerekir; çoğunluk, yalnızca ana gövde, birleşik yapı
oluşturulduktan sonra karar verebilir. O, her bireyin kendi rızasıyla birleşerek oluşturduğu
şeyi, politik toplum olarak adlandırır.
1.4.Yönetim Biçimleri
Locke’un, akıl sahibi, doğa yasasını bilen insanın ihtiyaçlarından ve çıkarlarından
hareketle oluşturduğu rıza ve çoğunluk yönetimi ilkeleri, yönetimin siyasal meşruiyetinin
temel taşlarını oluşturur. O, işte bu çerçeve içinde, mutlak monarşiye karşı çıkıp, alternatif
yönetim biçimlerini sıraladıktan sonra, daha ziyade karma bir yönetimin veya anayasal
monarşinin savunuculuğunu yapar.
8
Locke, tıpkı doğa durumunda olduğu gibi, burada da, doğa durumunda geçerli
olmakla kalmayıp, sivil toplumun da temelinde yer alan kendini koruma ilkesinden hareket
ederek, mutlak ve keyfi iktidarın doğa durumunun eksiklik, kesinsizlik ve tehlikelerine ilaç
olamayacağını gözler önüne serer. Buna göre, kontrolsüz bir yöneticinin keyfi ve
dolayısıyla sınırsız iktidarına, ona karşı savunma hakkından yoksun bir biçimde tabi
olmak, doğa durumundan bile kötü bir durumu ifade eder. Locke, insanların despotik bir
güce rıza gösterebilmelerini düşünmenin neredeyse imkansız olduğunu; bu yüzden mutlak
monarşinin uygar toplumla hiçbir şekilde uyuşmadığı ve uygar yönetim biçimlerinden biri
olamayacağı sonucuna varır.
Locke’a göre, toplumun tüm gücünü elinde tutan çoğunluk, yasa yapmak için tüm
iktidarı kullanabilir ve kendi atadığı görevlilerin bu yasaları uygulamasını sağlayabilir. Söz
konusu yönetim biçimine, o tam ya da doğrudan demokrasi adını verir. Çünkü çoğunluğu
oluşturan herkes yasamayı da oluşturur ve herkes yasama süreci içinde yer alır; yürütme
gücü ise yasamanın atadığı görevlilerden meydana gelir. Demokrasi dışında diğer yönetim
biçimlerini de uzun uzadıya tartışan Locke, en iyi yönetim tarzının karma yönetim
olduğunu dile getirir. Onun karma yönetimden anladığı şey ise, demokrasi, oligarşi ve
monarşinin unsurlarından meydana gelecek karma bir yönetim değildi hiç kuşkusuz; fakat
daha ziyade anayasal monarşiydi. Güçler ayrılığı ilkesini çok açık bir şekilde ortaya koyan
Locke, karma yönetimle, esas parlamentonun anayasal egemenliğini ve kralın
parlamentoya tabi kılınmasını anlatmak istiyordu.
J.Locke’un felsefesi, kendi içinde taşıdığı renk ve çeşitlilikten dolayı kendisinden
sonra felsefesinin farklı şekillerde anlaşılıp yorumlanmasına sebep olmuştur. Felsefesi hem
materyalizme hem de spirtüalizme yol açacak kadar zengin çağrışımları ihtiva ediyordu.
Felsefesindeki spirtualist hususları esas alıp yorumlayanların başında George Berkeley
gelir.
2. George Berkeley (1685-1753)
18. Yüzyılda materyalist düşünceyi çürütmek için empirizm ve idealizmi kullananların
başında Đngiliz filozof George Berkeley gelir. Berkeley maddenin tek gerçek olduğunu ileri
süren materyalist görüşü eleştirmekle yetinmeyip zihni şeylerin gerçekliği yanında maddi
şeylerin de var olduğunu ileri süren Kartezyen felsefeyi de reddetmektedir. Dolayısıyla
sadece maddenin var olduğunu savunan Hobbes materyalizminin yanında Descartes ve
J.Locke gibi hem maddi hem de ruhi tözü kabul eden düşünürleri de eleştirmektedir. Ona
göre zihinden bağımsız bir gerçeklik olarak maddi tözden bahsedemeyiz. O bu düşüncesini
“var olmak algılanmış olmaktır” şeklinde ifade etmektedir.
Đrlanda’da doğmuş, Dublin Trinity Kolejinde matematik, mantık, dil ve felsefe eğitimi
almıştır. 1710’da Protestan Kilisesine rahiplik görevine, 1724’de Dery kilise başkanlığına
getirilmiştir.1734’de Cloyne piskoposu olarak atanmış, 17553’de Oxford’da ölmüştür.
9
2.1. Bilgi Anlayışı
Berkeley’in sisteminin temelinde yatan öncüller şu şekilde özetlenebilir:
1. Đnsan, ev, dağ, masa gibi nesneleri algılar
2. Sadece ideleri algılar
O halde
3. Đdeler nesnelerdir.
Berkeley, algılanan nesnelerin zihnin bir içeriği olmak dışında maddi olarak gerçek bir
var oluşa sahip olmadıklarını ileri sürer. Bu düşüncesiyle maddi tözün varlığına karşı
çıkmış olur.
J.Locke’un birinci ve ikinci nitelikler ayrımından yola çıkarak maddi tözün var
olmadığını ileri süren Berkeley bu ayrımın çok da gerçekçi olmadığı kanaatindedir. Ona
göre görme ve dokunma duyumlarının bağlantıları mantıksal zorunluluğa sahip olmayan
özelliktedir. Bunlar arasında olduğu varsayılan ilişki alışkanlıktan kaynaklanmaktadır.
Locke’ta nesnel oldukları kabul edilen birinci niteliklerin (yer alan yer kaplama, hareket,
katılık, şekil gibi nitelikler) Berkeley’e göre tat, koku, renk gibi ikinci niteliklerden yapı
olarak farkı kalmamaktadır. Đkinci nitelikler ne kadar öznel ve sübjektif bir yapıya sahipse
birinci niteliklerde o kadar öznel ve sübjektif yapıdadır. Yani bunlar gerçekte nesnede
bulunmamaktadırlar. Bunları ikinci nitelikler gibi nesneye yükleyen insan zihnidir.
Berkeley, ikincil niteliklerin kendilerini algılayan bir zihin olmaksızın var olmadıkları
konusunda J.Locke ile aynı kanaattedir. Ancak Berkeley, Locke’a göre bu düşünceyi daha
da ileri götürerek birinci niteliklerin de var oluşlarını zihne bağlamaktadır. Locke, birinci
niteliklerin zihinden bağımsız var olduklarını ifade ederken Berkeley bunları da zihne bağlı
olarak var olduklarını ileri sürmektedir. Ona göre rengin, tadın veya kokunun sadece
zihinde var olduklarına dair ileri sürülen bütün deliller yer kaplama, hareket ve şekil
açısından da geçerli olmaktadır. Nesnelerin algılayan özneye bağlı olarak uzak ya da yakın
görünmeleri gibi hareketli veya hareketsiz görünmeleri de mümkündür. O halde birinci
nitelikler olarak adlandırılan özelliklerin de nesnelerin kendi özellikleri olmaktan çok
algılayan öznelerin duyumlarının birer sonucu oldukları açıktır.
Bu nitelikler varlıklarını algılanmış olmalarından kazandıklarına göre onların ait
oldukları nesnelerle zati bir ilişkileri bulunmamaktadır. Berkeley düşüncesine göre maddi
tözler, kendi başlarına var olmaktan ziyade yalnızca algılandıklarında var olurlar.
Bu düşüncesini daha da temellendirmek için Berkeley, ne olduğu tam olarak
bilinemeyen ancak niteliklerin taşıyıcısı olarak var sayılması gereken J.Locke’un töz
anlayışının anlamsız olduğunu ifade ederek eleştirir. Berkeley’in bu düşüncesi, çağdaş
felsefede mantıkçı pozitivizm tarafından kabul edilip doruk noktasına ulaştırılacaktır.
Berkeley, bir önermenin olgusal alanda karşılığı bulunmadıkça anlamsız olduğunu
ifade eden doğrulama kriterinden yola çıkarak niteliklerin dayanağı olan tözün empirik
açıdan doğrulanmadığı için anlamsız olduğunu iddia eder.
Berkeley, ileri sürdüğü bu düşüncelerin maddi tözün inkar etmeyeceğini ileri sürenlere
karşı böyle bir tözün varlığının bilgisinin hangi kaynaktan geleceğini gündeme getirerek
izah etmektedir. Zira böyle bir tözün varlığına dair bilgi ya empirik ya da rasyonel yolla
elde edilir. Yani maddi töz ya duyu verileriyle ya da akılla bilinebilir. Duyular, maddi tözü
10
algılayabilmek ve kanıtlayabilmek için algılayan bir zihne ihtiyaç duyar. Yani Berkeley’e
göre dış dünyada var olan nesneler ancak algılandıkları zaman bilinebilir. Zihnin dışına
çıkarak kendiliklerinde var olduklarını iddia etmek mümkün değildir. Duyu verisinin
maddi tözü kavramadaki yetersizliğini bu şekilde izah eden Berkeley, diğer şık olan akılla
kavramayı ele alıp inceler.
Maddenin zihinden bağımsız olduğunu aklın ispat etmesi ancak çıkarım yoluyla olur.
Đdelerden gerçekliğin çıkarsanması ise mümkün değildir. Sahip olunan idelerin, onların dış
dünyada algılanmadan var oldukları hiçbir şekilde ileri sürülemez. Dolayısıyla Berkeley
düşüncesinde bilginin her iki kaynağına göre de maddi tözün varlığı ileri sürülemez.
Đdelerin sebebi konusunda ise Berkeley, J.Lock ile yine ayrışmaktadır. J.Locke, ideler
ile maddi nesneler arasında bir sebep-temsil ilişkisi olduğunu ileri sürer. Halbuki Berkeley
felsefesinde maddi töz olmadığından dolayı idelerin kaynağı fiziki dünya olamaz
dolayısıyla sebep-temsil ile açıklanamaz. Ona göre idelerin kaynağı, Tanrı’dır. Böylelikle
sahip olunan bütün idelerin zihnin dışında var olamayacağı bir kez daha yineler.
2.2. Varlık Anlayışı
Algılayan bir zihin olmadan maddi tözden bahsedilemeyeceğini belirten Berkeley, var
olmayı algılanmaya indirgemektedir: “var olmak algılanmış olmak demektir”. Var olmayı
algılanmaya irca eden Berkeley için idelerin yani zihin içeriklerinin varlığı dolaysız bir
şekilde bilinir. Çünkü insan ancak dolaysız olarak ideleri algılayabilir.
Berkeley düşüncesine göre maddi tözün varlığından bahsedilemezken ruhi tözün
gerçekliğinden şüphe edilemez. Gerçek manada var olanın ideler olduğunu ileri süren
filozof, idelerin var olabilmesini mümkün kılan ruhi ya da zihni tözün zorunlulukla var
olması gerektiğini ifade eder. Var olmanın algılanmış olması gerektiği gibi algılayan olmak
da var olmayı gerektirmektedir. Đdeler de varlıklarını kendilerini algılayan aktif bir zihne
borçludurlar. O halde Berkeley için ruh, bir ideler bohçasıdır.
Berkeley’e yöneltilen eleştirilerin önemli bir kısmı varlığı algıya indirgemesinden
kaynaklanmaktadır. Çünkü Berkeley düşüncesinde hayali varlıklarla gerçek varlıklar
arasında bilinçli bir ayrım gözetilmemektedir. Berkeley felsefesinde gerçek ile hayali
varlıkların birbirinden ayrımı, gerçek varlıkları oluşturan idelerin, istikrar ve canlılığa
sahipliği üzerinden yapılmaya çalışılır. Zira gerçeklik bir düzen içinde algılanmaktadır.
Hayali varlıklarda ise süreklilik söz konusu değildir.
Berkeley sistemine karşı yöneltilen eleştiri ve tenkitleri Tanrı’nın varlığının
kanıtlanmasından hareketle cevap vermektedir. Berkeley idealizminde idelerin nedeni,
Tanrı’dır. O bu düşüncesini şu şekilde temellendirir: idelerin kaynağı ya diğer ideler ya
kendimiz ya da başka ruhlardır. Berkeley’e göre bu şıkların hiçbiri gerçek neden olamaz.
Gerçek neden, benim ve benim gibi zihinlerden daha yetkin olan büyük bir zihin yani
Tanrı’dır. Tanrı’nın ideleri, doğanın her zamanki düzenini meydana getirirler. Bizim
zihnimizde bulunan ideler, Tanrı’nın bize bildirdiği idelerdir. Yani günlük tecrübeye dayalı
olarak algıladığımız nesnelerin nedeni, madde ya da töz değil Tanrı’dır. Sınırlı zihinlerin
tüm deneyimlerini ve düzenliliğini koordine eden de Tanrı’dır. Berkeley’e göre Tanrı’nın
zihnindeki idelerin düzenlilik içinde sıralanmaları, insanların sınırlı ruhlarına/zihinlerine de
bildirilmektedir.
11
Berkeley, varlık anlayışında ezeli-ebedi gerçeklik olarak Tanrı’yı, insanların sınırlı ve
sonlu ruhlarını/zihinlerini ve bu zihinlerin idelerini kabul ederek spirtüalizm ile idealizm
kavramlarına dayalı bir düşünce inşa etmektedir.
12
3. David Hume (1711-1776)
David Hume, Locke ve Berkeley düşüncesinde var olan metafizik unsurları
felsefesinden tamamen reddederek Đngiliz empirizmini en uç noktalara taşıyan Đngiliz
Aydınlanmasının son filozofudur. 1711 yılında Đskoçya Edinburg’da doğdu. Edinburg
üniversitesinde klasik diller ve felsefe okudu. 1734-1737 yılları arasında Fransa’da yaşadı.
Đngiltere’ye dönünce Đnsan Doğası Üzerine Bir Đnceleme adlı eserini yayınladı. Bu eseri
fazla getirmeyince daha sonra Đnsan Zihni Üzerine Araştırmalar adıyla özetleyerek
yeniden yayınladı. Bu eserlerin yanında Ahlak, Siyaset Ve Edebiyat Denemeleri, Đngiltere
Tarihi ve Dinin Doğal Tarihi adlı eserleri de vardır.
3.1. Bilgi Anlayışı
Doğa bilimlerindeki gelişmeler ve bu gelişmeleri mümkün kılan bilimsel yöntem
Hume’a evrenin tüm problemlerini çözmeye yeterli görünmekteydi. Fakat Hume, insan
zihninin mekanizmini belirleyebilmek için bilimsel yöntemin yetersiz kaldığını keşfetti. Bu
sebepten aklı terk edip sağduyuya dayalı bir yönteme yöneldi.
Locke ve Berkeley’in yaptığı gibi işe, bilgi konusunu incelemekle başlar. Ona göre de
zihinde, duyu ve deney aracılığıyla gelenler bulunmaktadır. Zihinde bulunan bütün
idrakler, ide veya izlenimler olmak üzere iki şekilde bulunmaktadır. Onun düşüncesinde
ide, fikir, düşünce, kavram, imge gibi zihinsel içerik anlamına gelmektedir. Đdeler,
izlenimlerin basit bir kopyasıdır. Her idenin meydana gelebilmesi için onu önceleyen bir
izlenimin olması gerekir. Đzlenimler, işitme, görme, dokunma, sevme ve nefret etme
esnasında duyulan canlı izlenimlerdir. Zihin de bu idrakleri birleştirme ve bağlama
görevini yapar.
Düşünce, ruhun kendine gelen duyumlar üzerine yoğunlaştığı zaman duyduğu az
şiddetli idraklerdir. Düşünme, duyumlarla elde edilen malzemeleri, birleştirme, değiştirme,
genişletme veya daraltmadan ileri bir şey yapamaz. Düşünmenin bütün malzemesini iç ve
dış deney sağlar. Hume’un, “tüm idelerimiz deneyimden gelir, deneyimin ötesinde yer alan
hiçbir ide yoktur” şeklindeki empirist ilkesi, Tanrı hakkında onu kuşkucu bir noktaya
götürür. Ona göre Tanrı, bilimsel olarak ister nedensellik isterse gaye ve nizam
anlayışından yola çıkılarak ispatlanamaz. Bu yüzden o Tanrı’nın, ancak inancın konusu
olabileceğini ileri sürer.
Hume için de var olmak Berkeley’de olduğu gibi algılanmaktan ibarettir. Var olma
algılamanın vermiş olduğu bir inançtır. Doğruluk, algılar arasında doğru olan bağlantıların
kurulmasıdır. Bu bağlantılar, çağrışım yasalarına göre kurulur. Hume, Descartes’ten beri
felsefenin en önemli konusu olan töz kavramını da bu bağlamda inceler.
3.2. Varlık Anlayışı
13
Descartes, sonlu(ruh ve madde) ve sonsuz(Tanrı) olarak ikiye ayırdığı tözlerin
metafizik olarak bilinebileceğini ileri sürerken J.Locke, tözlerin varlığını kabul etmiş ama
bilinemeyeceklerini iddia ederek, metafiziğin mümkünlüğünü ortadan kaldırmıştı.
Berkeley, Locke’un düşüncesini esas alarak maddi tözü reddetmiş, sadece ruhi tözün
varlığını asıl gerçek saymıştı. Hume ise Berkeley’in başlattığı süreci tamamlayarak ruhun
töz oluşunu ortada kaldırdı. O, Berkeley’in maddi töze karşı kullandığı argümanları ruhi
töze karşı da kullanır. Böylelikle materyalizm ve spirtüalizm ikileminden kurtulmaktadır.
Ruh ve beden denilen töz, tasarımlar bağlamıdır. Bu bağlamın temeline töz koymaya
gerek yoktur. Çünkü insan için sadece algılar için tasarım vardır. Töz ise bambaşka bir
şeydir dolayısıyla onun hakkında bilgi sahibi olunamaz. Đnsanın tözü var kabul etmesi
alışkanlığının neticesidir. Töz, algının içeriğinde olmadığından onu var kabul etmek
mümkün değildir. Çünkü töz idesine karşılık gelen bir izlenim olmadığından onun
dayandığı ileri sürülen töz de yoktur.
3.3.Nedensellik Anlayışı
Hume nedensellik ilkesine karşı kuşku duyan bir filozoftur. O nedensellik ilkesinin
dayanağını araştırmakla işe başlar. Eğer ideler izlenimlerin birer kopyası ise nedensellik
ilkesinin de bir izlenimi olmalıdır. Ama nedenselliğe karşılık gelecek bir izlenim
bulunmamaktadır. O zaman nasıl oluyor da insan zihninde nedensellik idesi
bulunabilmektedir? Hume, bu soruya objeler arasındaki ilişkilerden hareketle yanıt
vermektedir. Đnsan objeler arası belirli ilişkileri deneyimlediği zaman nedensellik idesini
türetiyor. Ancak ona göre her şeyin bir nedeninin olduğu ilkesi, sezgisel olarak kesin bir
ilke olmadığı gibi ispatlanabilir bir ilke de değildir.
Nedensellik ilkesi, gözlem ve deneyimden kaynaklanan alışkanlığın ve inancın
ürünüdür. Örneğin havanın bulutlu olması (A) ile yağmurun yağması (B) gibi olayların
birlikte ve ardışık şekilde meydana geldiği gözlenmektedir. Bu olay, geçmişte ve şimdide
birbirine bitişik yani illet-malul/sebep-sonuç çerçevesinde gerçekleştiğini dolayısıyla A’nın
illet B’nin de malul olduğu söylenmektedir. Geçmiş ve şimdiye dair deneyimler, A ile B
arasında zorunlu bir bağ bulunduğunu düşündürmektedir. Halbuki bu ikisi arasında
zorunluluk değil olasılıklı bir ilişki vardır.
Hume’a göre deneyim, nesneler arasında üç tür ilişki olduğunu gösterir:1. Yakınlık/art
arda bulunma 2. Zamanda öncelik 3. Sürekli birliktelik. A olayı/nesnesi ile B olayı/nesnesi
arasında zorunlu bir ilişki olduğunu bu üç ilişki biçiminden hiçbiri içermemektedir. O
halde nedensellik, nesnelerin gözlemlenen yönüne ait bir ilke değil A ile B arasında
tekrarlanan ilişkiden üretilen bir çağrışımdan ibarettir. O yüzden Hume, katı determinist
düşünceyi eleştirerek olasılıklı bir determinizmi ileri sürmektedir. O zaman her A olayı
gerçekleştiğinde B’nin gerçekleşeceğini zorunlulukla değil olanaklarda biri olarak ifade
edilebilir. Yani hava bulutlu olduğunda yağmur yağacak yerine; yağmur yağması olasıdır
demek daha doğru olur.
14
KAYNAKLAR
A.Baudart ve diğerleri, Felsefe Tarihi I, Đstanbul 2011
A.Kadir Çüçen-M.Zeynep Zafer-Adnan Esenyel, Varlık Felsefesi, Bursa 2009
Afşar Timuçin, Düşünce Tarihi 2, Đstanbul 2005
Bekir Karlığa, Đslam Düşüncesinin Batı Düşüncesine Etkileri, 2004
G.Skırbekk-N.Gılje, Antik Yunan’dan Modern Döneme Felsefe Tarihi, Đstanbul 2006
Kasım Küçükalp-Ahmet Cevizci, Batı Düşünce Tarihi, Đstanbul 2009
Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Đstanbul 1999
Nigel Warburton, Felsefeye Giriş, çev: Ahmet Cevizci, Đstanbul 2000
Tarnas, Batı Düşünce Tarihi II, Đstanbul 2012
1
HAFTA 14
AYDINLANMA ve
KANT
2
ÜNĐTE 14
AYDINLANMA VE
KANT
ĐÇĐNDEKĐLER
1.Aydınlanma Felsefesinin Pratik Đlimlere Yansıması ..............................................4
1.1.Din Anlayışları ..................................................................................................4
1.2. Ahlak Anlayışları ..............................................................................................4
1.3.Kültür Anlayışları ..............................................................................................5
2. Fransa Aydınlanması ...........................................................................................7
3. Immanuel Kant (1724-1801) ................................................................................8
3.1. Kritisizm Öncesi Felsefe Anlayışı .....................................................................8
3.2. Kritisizm ve Bilgi Teorisi ..................................................................................9
3.3. Kant’ın Ahlak Anlayışı ................................................................................... 12
HEDEFLER
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
Öğrenci 18. yüzyıl felsefesi hakkında bilgi sahibi olacak,
Modern Batı felsefe ve kültürünün temel özelliklerinin 18.yüzyılla birlikte
pratik ve kültür alanına nasıl yansıdığını kavrayacak,
Rönesans felsefesiyle başlayan yeni düşünce ve bilimin kültür alanını da
içine alacak şekilde 18. Yüzyılda istikrarlı bir yapıya kavuştuğunu
öğrenecek,
18. Yüzyıl felsefesinin Rönesans ve ortaçağ ve 17. Yüzyıl felsefeleriyle
ayrıştığı belli başlı özellikleri kavrayacak,
3
Rönesans dönemiyle başlayan yeni düşüncenin Kant’la birlikte kritiğinin
yapılarak yeni bir felsefenin ortaya çıktığını bilecek,
Ortaçağ ve Rönesans felsefelerinin kendi içinde taşıdığı dikatomileri ve
dikatomilerin süreç içindeki ayrışmalarını(din-akıl, tümel-tekil vb) 18.
Yüzyılda özellikle Kant’la birlikte nasıl başka konulara yöneldiğini
kavrayacak,
ÖNERĐLER
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce,
• Yeniçağ felsefesiyle ilgili yazılan eserlerin incelenmesi,
• Siyasi ve sosyal yönleri bakımından 15-16-17 ve 18.yüzyıl batı
devletlerinin incelenmesi,
• 18. yüzyıl batı devletleri zamanı kültür ve bilimini anlatan kaynak
eserlerin araştırılması,
• 18. yüzyıl dönemi siyasi, sosyal ve kültürünü anlatan yazılı ve
görsellerin incelenmesini,
• 18. yüzyıl dönemi kültür ve siyasi atlaslarına bakılmasını,
• Batı düşüncesine dair yazılan eserlerin incelenmesini,
• Batı bilim tarihi adı ile yazılan değişik eserlerin 18. yüzyıl felsefe
hareketleriyle ilgili bölümlerin okunmasını,
• Felsefe sözlüklerinden ihtiyaç duyulan felsefi kavramlara bakılmasını,
• Ünitenin düşünce ve bilim tarihiyle ile ilgili bölümleri için sesli ve
görsel olarak hazırlanmış (film, dizi, belgesel vb.) materyallerin
seyredilmesini,
• 18. yüzyıl filozoflarının düşüncelerinin, daha önceki filozoflara benzer
olan kısımlarıyla farklı olan yönlerinin mukayese edilmesini,
• 18. yüzyıl batı tarihine damgasını vurmuş olan yönlerini daha iyi
kavrayabilmek için önceki ve sonraki dönemleriyle mukayese edilmesini,
4
AYDINLANMA VE KANT
1.Aydınlanma Felsefesinin Pratik Đlimlere Yansıması
1.1.Din Anlayışları
Aydınlanmanın din anlayışı, “akıl dini” veya diğer ifadesiyle “doğal din”dir. Akıl dini,
akılla bulunmuş, aklın benimsediği din demektir. Her türlü dış form ve gelenekten yani
semavi dinlerden bağımsız olarak insanın doğasında yerleşik olan inançlardan oluşan din
anlayışına da “doğal din” denir. Kökleri Stoa felsefesinde bulunan bu anlayışa göre din
Tanrı’nın bir vahyi değil, aklın ürünüdür. Stoa’ya göre akıl ve doğa birdir. Buna göre akıl
dini demek doğal din demektir. Aydınlanma düşünürleri din konusunda iki farklı yol izler.
Bir kısmı akıl dini görüşüyle Hristiyanlığı uzlaştırmaya çalışır. Onlara göre “gerçek
Hristiyanlık” akla uygun bir dindir. Diğer bir kısım da tarihi dinlerden ilgisini tamamen
kopararak akıl dinini esas alırlar. Birinciler arasında Locke ve Wolff vardır. Bunlar,
Tanrı’nın emir ve yasaklarının akla uygun yasalar olduğunu ifade ederler. Vahiy aklın
üstündedir ama akla uygundur.
Đkinciler ise deistler olup birincilerin düşüncelerini sonuna kadar götüren kimselerdir.
Onlara göre “dinin akla uygun olması ilkesi” sonuna kadar götürülürse vahye yani semavi
bir dine bağlanmaya gerek kalmaz. Vahiy bir kenara bırakılınca akla her bakımdan uygun
olan, aklın her konuda kendisinin ortaya koyduğu “doğal dine” varılır.
Deizm, 16 yüzyılda ortaya çıkmış bir kavramdır. Önce atheizme yani Tanrı tanımazlık
düşüncesine karşı “Tanrı’nın varlığına inananlar” için kullanılmıştır. Kilise itikadına bağlı
olanlar “theizm” kavramını kullanınca deistlerle teistler arasında bir ayrım meydana
gelmeye başlamıştır. Kelimeler Yunanca Theos ile Latince Deus köklerinden gelir. Her
ikisi de Tanrısıza karşı Tanrılı, Tanrıcı anlamlarında kullanılır. Teist ile deistin Tanrı’ya
inanmaları ortak noktalarıdır. Ancak deiste göre evreni yaratan Tanrı, daha sonra onu
yasasına göre işlemek üzere kendi başına bırakmıştır. Deizme göre Tanrı ile insan arasında
canlı bir bağlantı kurulamaz. Deist için Tanrı kavramının önemi, ahlakı temellendirmek
için özellikle gereklidir. Çünkü Tanrı ve ölümsüzlük düşüncesi olmasaydı insanların
toplum hayatı yaşaması mümkün olamazdı. O yüzden toplumun ayakta kalması için
Tanrı’ya ihtiyaç vardır. Ama bu dinin Tanrısı değil, aklın yasalarına ters düşmeyen bir
Tanrı’dır.
Teist ise canlı ve zatı olan bir Tanrı’ya inanır. Tanrı hem yarattığı evrenle ilişki
içindedir hem de onun üstünde diğer ifadesiyle her yerde ve her zaman bulunur ve her şeyi
kendi yönetir.
Aydınlanmanın sloganlarından olan özgür düşünür sözü, geniş anlamıyla her türlü
otorite ve gelenek karşısında bağımsız, özgür düşünen anlamına gelir. Dar anlamıyla din
konusunda özgür düşünen anlamına gelir.
1.2. Ahlak Anlayışları
Aydınlanma düşünürlerinin ahlak fikirlerini ortaya koyabilmek için 17. Yüzyıldaki
bazı filozofların düşüncelerini hatırlamak gerekir. Bunlardan Hobbes, naturalist-
5
materyalist sisteminde her şeyi sıkı bir determinizme bağlamıştı. Bu anlayışı sistemde irade
özgürlüğüne yer bırakmıyordu. Ona göre insanın en asli duygusu “kendini koruma
içgüdüsüdür.” Bundan dolayı insanın ahlaki davranışları ya da alturist denilen diğer
insanların iyiliğinin isteme gibi diğerkamlılık duyguları asli değildirler. Bunlar egoizmin
değişik formlarından bazılarıdır. Egoizmin toplum hayrına olanına iyi, kötülüğüne olanlar
ise kötüdür. Hobbes, ahlakı dinden ayırarak bağımsız bir doğal ahlak kurmaya çalıştı. Ama
bencillik ahlakı denebilecek bir sistem ortaya çıktı. Aydınlanma dönemi düşünürleri de bu
düşünceye karşı farklı fikirler ileri sürdü. Bunların başında büyük hukuk filozofu Hugo
Grotius gelir. Ona göre insanın en asli duygusu, “toplumsallaşma eğilimi”dir. “Đnsanın
doğasında ahlaka bir yatkınlık var, bu da Hobbes’un egoizmine karşı savaş halindedir.”
Grotius’a göre ahlaki hayat, dinden bağımsız, insanın doğasından hareketle
kavranmaktadır.
18.yüzyıl aydınlanma felsefesi özellikle Đngiliz aydınlanması ahlakın insanın özünde
nasıl bulunduğunu araştıran bir felsefedir. Bunlardan biri rahip Richard Cumberland’tir.
Hobbes’un düşüncelerine karşı, insanı hem evrenin hem de toplumun bir parçası olduğunu
ifade eder. Evren ve toplum bir bütündür, parçalarının uyumla çalıştıkları bir birliktir. O
yüzden Hobbes’un iddia ettiği “herkesin herkesle savaşı” diye bir şey olmaz. Đnsanda diğer
insanları sevdiren bir içgüdü vardır. Đnsan bu içgüdüsü sayesinde diğer insanların da
iyiliğine olacak tarzda davranır. Đnsanların iyiliğini istemek düşüncesi her tür
alturist(diğerkamlılık) eğilimi kendi içinde toplayan bir kavramdır. Bu düşünce hem
bireysel mutluluğu sağlar hem de toplum hayatının ve devletin kökü olur.
Đngiliz aydınlanma düşünürleri Cumberland’in veya Hobbes’un düşüncelerinden
birine ağırlık verecek şekilde hareket ederler. Cumberland düşüncesine yakın olanlar
Shaftesbury, Hutcheson ve Butler’dir.
Cumberland düşüncesine karşı çıkanların başında Bernard de Mandeville gelir. Ona
göre ahlaki kötülükler olmadan medeniyet olmaz. Toplumun ilerleme ve gelişmesi için
egoist insanların olması gerekir. Doğal insan erdemli insan değil, egoist olan insandır.
Aydınlanma felsefesine göre, uygarlık insanın mutluluğunu sağlamak içindir. Uygarlık
ilerledikçe insan daha ahlaklı ve mutlu olacaktır. Mandeville aydınlanmanın bu genel
kanaatine de karşıdır. Ahlaklılıkla mutluluk bir araya gelemez. Sosyal hayatın gelişmesini
sağlayan erdem değil, egoizmdir. Ona göre ahlak, kendimizi herkesten üstün tutma çabası
ve bu duygunun önemsenmesinden doğan bir şeydir. Yani başkalarına iyilik etmek, iyilik
olsun diye değil kendi kibrimizi tatmin etmek içindir.
Helvetius, Mandeville gibi Hobbes’un bencil ahlak anlayışını savunanlardır. Ona göre
insanın doğal hali egoizmdir, hayatının esası ve amacı ise hazları elden geldiğince
yaşamaktır.
1.3.Kültür Anlayışları
Temel konusu insan ve onun ürettikleri olan 18.yüzyıl felsefesi aynı zamanda bir
kültür felsefesidir. Kültür ile devlet, hukuk, toplum, uygarlık ve tarih sorunlarının tamamı
kastedilir. Devlet ve hukuk ile ilgili yeni görüşler ilk defa Hobbes’la 17.yüzyılda başladığı
için onun düşüncelerine değinmek gerekir. Hobbes, evrende mekanik bir
zorunluluk(determinizm) olduğunu, evrenin bir parçası olan insanın da irade özgürlüğünün
6
olmadığını söylüyordu. Đrade özgürlüğü denen şey ona göre tamamen mekaniktir. Đradenin
mekaniği incelendiğinde en temel duygunun “insanın kendini koruma ve geliştirme isteği”
olduğu anlaşılır. O yüzden esas olan egoist duygulardır, diğerkam tutumlar, bencilliğin
kılık değiştirmiş halidir. Doğal halinde insan sınırsız egoizmini gerçekleştirmek ister, bu
durum da herkesi herkese ve her şeye karşı sürekli savaşması sonucunu doğurur. Bu
sonuca mahal vermemek için devlet kurulmuştur. Devlet, insanların egolarını sınırlamak
için kurulan yapay bir kurumdur. Đnsanlar sahip oldukları hak ve hukuku kendilerinin
yaşama iç güdüsünü garanti altına alan ve barış içinde yaşamalarına imkan sağlayan
devlete devrederler. Devletin meşruiyetini bu düşünceye dayandıran Hobbes, en uygun
devlet yönetim şeklinin de absolist (mutlakiyetçi) yani bütün kudretin tek bir elde
toplandığı modeli savunur. Böylece birbirinin kurdu olan insanlar kendi güçlerini devlete
devrederek, herkesin itaat edeceği en büyük güç olacaktır. Kimse egoist duygularıyla
toplumun huzur ve barışına tehdit olamayacaktır.
J.Locke ise Hobbes’un absolist devlet görüşünün tam tersi olan liberal devleti
savunur. 18.yüzyılın en önemli idelerinden olan ve Fransız devriminin de yöneldiği
“liberal devlet teorisinin” babasıdır. Özgür bir devlet içinde özgür bir din isteyen, dini
devlet işi olmaktan çıkaran Locke insanın istediğine istediği gibi inanmasını savunur.
Locke bu düşüncelerini hükümdarlık hakkını Tanrı tarafından bağışlanmış bir “babalık
hakkı” olarak gören Robert Filmer’e karşı yazmıştır. Filmer, bir ailede babanın nasıl aile
ve çocuklarına hükmetmesi doğal bir hakkı ise devletin başında bulunmak da hükümdar
için doğal hakkıdır. Hükümdar, yasanın üstündedir, yasa onun iradesinin dile gelmesidir.
Bugünkü hükümdarlar babalık haklarını kendilerine doğrudan doğruya Tanrı’nın vermiş
olduğu Kutsal Kitap’taki Đbrahim, Đshak, Yakup vd. gibi Đsrailoğullarının ilk başkanlarının
varisleridir. Locke buna karşı, doğanın insanları eşit yarattığını dolayısıyla “yöneten” ve
“yönetilen” şeklinde bir ayrımın olmadığını söyler. Đnsanlar başlangıçta topluluk içinde
yaşamışlardır. Başlangıç dönemlerinde bile insanlar mal-mülk edinme yani kendi vücudu
ve onunla çalışıp kazandığı üzerinde “doğal bir hakkı” vardır. Devlet, insanın bu doğal can
ve mal hakkını korumak için kurulmuştur. Locke göre de devlet yapma bir kurumdur.
Devlet, aile gibi doğal olarak meydana gelmemiş bir anlaşma ve sözleşmeyle kurulmuştur.
Sözleşmeyle kurulan devlet birkaç kişinin tekelinde ve egemenliğinde olamaz, devlette
egemen olan yasadır. Locke göre bir hukuk devletinin sağlam bir şekilde işlemesi için
yasama erki ile yürütme erkinin birbirinden ayrılması gerekir. Bu da en iyi meşruti
hükümdarlıkta gerçekleşir. Hükümdar, yasanın kendine verdiği yetki ve sınırı aşarsa halkın
kendisine karşı ayaklanmasından başka çare kalmaz.
Đnsanın en temel hakkı olan “mülk edinme hakkını” Locke, çalışma ile sınırlar.
Mülkiyet hakkı, emek ile ortaya konulan şey üzerindeki haktır. Örneğin işlenmemiş toprak
üzerinde insanın mülkiyet hakkı yoktur. Đnsan kendi emeğinin üzerinde hakkı vardır
dolayısıyla onu isterse elden çıkarır isterse başka birine verebilir veya satabilir. Devletten
bağımsız olarak gerçekleşen bu işler, kendine uygun bir toplum ortaya çıkarır. Locke’un bu
düşünceleri aynı zamanda liberal kapitalizmin temelleridir.
7
Erklerin ayrılması teorisi ile Locke, liberal devletin en önemli esasını ortaya koyar. Bu
görüşü daha ileriye götüren Charles Montesquieu (1689-1755) olmuştur. Voltaire ile
birlikte Fransız Devrimini hazırlayan düşünürlerin başında gelir. Hukukun kökü ona göre
Hobbes’un söylediği gibi sözleşme olamaz. Hukuk insanın tabiatında yerleşik olup,
insanların şartlarına göre değişebilen özellikte bir şeydir.
Devlet ve Kilise’nin istibdadına karşı savaşır, siyasi özgürlük için Đngiliz anayasasını
ideal örnek kabul eder. Devlet yönetimi hakkındaki fikirlerini yönetim şekillerini
inceleyerek belirler. Ona göre demokrasi, aristokrasi, monarşi ve istibdat olmak üzere dört
yönetim şekli vardır. Bu yönetim biçimlerinin her biri yaşayabilmesi için temel bir esasa
dayanması gerekir. Demokrasi, bütünün iyiliğini kollayan sosyal erdemler olmaksızın
yaşayamaz. Aristokrasi, yönetenlerin geniş görüşlü ve ölçülü olmadan yaşayamaz.
Monarşi, şeref duygusunu ortaya çıkarıp onu sürekli diri tutmasıyla hayatta kalabilir.
Đstibdat da sürekli korku ve dehşet salarak ayakta kalabilir. Tarih, büyük devletlerin
zorunlu olarak istibdada kaydıklarını, küçük devletlerin ise daha çok cumhuriyetçi bir
yasaya meylettiklerini göstermektedir. Đki aşırı uçtan yani cumhuriyet ve istibdattan
kaçınmak gerekir. Ona göre en iyi yönetim şekli monarşidir. Montesquieu, Locke’un
yasama ve yürütmeyi birbirinden ayırma düşüncesine üçüncüyü yani yargıyı ekleyerek
Liberal devlet anlayışını pekiştirmiştir.
2. Fransa Aydınlanması
Aydınlanma felsefesi, en aşırı ve en radikal sonuçlarına Fransa’da varmıştır. Bunun en
önemli sebebi, Fransa’nın içinde bulunduğu sosyo-politik şartlardan kaynaklanmaktadır. O
dönem ülkeye Kiliseye bağlı mutlakıyetçi bir yönetimin egemendi ve bu anlayışa göre
düzenlenmiş bir sosyal hayat vardı. Rönesans ile birlikte gelişen yeni düşüncelerin sosyopolitik
alana yansıması, ülkede gerginliklerin artmasına neden oldu. Özellikle aydınlanma
felsefesiyle bu radikal bir hal almaya başladı ve nihayetinde Fransa devrimi patlak verdi.
Đngiliz aydınlanması, sakin bilimsel bir yapıda gelişme gösterirken Fransa aydınlanması
eski düşünceleri tamamen ortadan kaldırmak isteyen savaş felsefesi şeklinde tezahür etti.
En önemli özellikleri inkarcı, kışkırtıcı ve dogmatik olmasıdır. Ansiklopedistler, Voltaire,
Montesquieu Fransa aydınlanmasının en önemli temsilcileridir.
François Marie Voltaire(1694-1778), Fransa aydınlanmasının gerçek önderidir. Đngiliz
felsefesinin Fransa’ya gelmesini sağlayan, yazar olması hasebiyle bu düşünceleri geniş
halk kitlelerine ulaştıran kişidir. “Đngilizler Üzerine Mektuplar” adlı eseriyle Kara
Avrupasına, Newton’un mekanist doğa öğretisini, Locke’un empirist bilgi anlayışını,
Đngiliz deizmini tanıtmıştır. Dar anlamıyla bir filozof değildir daha çok yeni dünya
görüşünü yaymaya çalışan ihtiraslı bir yazardır. Kilise’ye karşı olan mücadelesi, baskı
görenleri desteklemesi onu bütün Avrupa’da insanlığın büyük dostu olarak kabul
edilmesini sağladı.
Fransa aydınlanmasına etki eden önemli faktörlerden biri de “Fransa
Ansiklopedi”sidir. Çünkü ayrı ayrı olan yeni fikir ve düşünceler, ansiklopedide bir araya
toplanmıştır. 1751 yılında başlayan süreç 1780’de tamamlanmıştır. Yeni felsefe ve bilimin
8
sonuç ve etkilerini Avrupa’nın tamamına yaymış, geniş halk kitlelerinin bu fikirlere göre
yetişmesini sağlamıştır. Voltaire, Rousseau, Holbach, d’Alembert, Diderot ansiklopedinin
çıkmasında en çok katkısı olan yazarlardır
3. Immanuel Kant (1724-1801)
1724 yılında Doğu Prusya’da Könisberg şehrinde bir saraç ustasının oğlu olarak
dünyaya geldi. Dar ve sade koşullar içinde büyüdü. Kant gençliğinde 17.yüzyılda Protestan
mezhebi çerçevesinde ortaya çıkan, Kilisenin şekilciliğinden uzak duran sade ve gönül
dindarlığını savunan pieteizmin etkisinde kaldı. Gündelik hayatını çok disiplinli bir şekilde
yaşayan Kant, memleketi Prusya’yı hiç terk etmemiştir.
Küçük büyük birçok eser yazdı. Kant’ı felsefe tarihi açısından ayrıcalıklı kılan önemli
eserlerinden ilkini 1781 yılında “Salt Aklın Kritiği” adı altında yayınladı. Bu eseriyle hem
kendi felsefesinin temelini atmış hem de felsefe tarihi açısından çok çeşitli gelişmelere
kaynak olacak bir çığır açmıştır. 1788 yılında “Pratik Aklın Kritiği” 1790’da “Yargı
Gücünün Kritiği” adlı eserlerini yayınlamıştır.
3.1. Kritisizm Öncesi Felsefe Anlayışı
Kant, kendisinden önce Alman aydınlanmasının temsilcisi olan Leibniz-Wolff
felsefesini okuyarak ve ona tabi olarak ilk bilgilerini elde etmiştir. Leibniz-Wolff felsefesi,
rasyonalist bir felsefedir. Rasyonalizm, doğru bilgiye ulaştıran şeyin, “kendisinde tümel
olarak kullanılan kavramların akılda yerleşik (a priori) olduğunu kabul eder. Yeniçağ
felsefesinde bu tarz bir düşüncenin oluşmasına matematik-fizik yol açmıştı. Matematikfizik
rönesanstan beri çok hızlı gelişme göstermiş, doğanın renkli, gizemli ve bilinemeyen
yapıda bulunduğuna olan inancı ortadan kaldırarak yerine kesin matematik hesaplamaya
dayalı şematik bir evren tasavvuru geliştirmiştir. Bu tarz bir düşünceyle hareket edilerek
doğanın yasaları keşfedildi. Yasaları keşfetmede kullanılan kavramlar matematik-fiziğe
aitti dolayısıyla akıldan türetilen kavramlardı. Doğadan yani deney ve gözlemden gelmeyip
salt zihinden çıkmalarına rağmen bu bilgilerin objeye uyması, düşünce ile nesne arasında
bir uygunluk olduğunu gösterdi.
Doğa ile akıl arasında bulduğu bu uygunluktan cesaret alan Aydınlanma düşüncesi
yalnız doğa olaylarını değil manevi olayları da akılda yerleşik olan ilkeler ile “Tanrı” “iyi”
“adalet”i bileceğine inanmıştır. Bundan da “akıl dini” “akıl ahlakı” “doğal hukuk”
doğmuştur. Đnsanın bütün konularda kesin yargılara varacağını düşünmesi Tanrısal akıldan
pay aldığına inanmasından kaynaklanır. “Đlk temel akıl” olan Tanrı, evreni ve insanı
yaratırken onlara temel ilkeleri yerleştirmiş aydınlanma felsefesinin tabiriyle ekmiştir.
Nesne ile düşünce arasındaki uygunluk bundan dolayıdır. Onun için insan, evreni
yaratırken Tanrı’nın ne düşünüp tasarladığını bilebilir ve “ilk düşünceye” kadar geri
gidebilirse evrenin tamamının yapısını kavrayabilir. Bundan ötürüdür ki filozoflarla bilim
adamları “Tanrı düşüncesini” sistemlerinde temel ilke olarak alırlar.
Bu tarz düşünme aydınlanmanın çok tipik akımlarından olan deizmin rasyonelite
anlayışında net görülür. Tanrı evrenin içine matematik-mekanik ilkeler yerleştirmiştir.
Dolayısıyla Tanrı büyük bir mantıkçı ve matematikçi gibidir; istese bile bu rasyonel
9
ilkelere aykırı davranamaz. Çünkü onun iradesi ve isteği bu rasyonel ilkelere bağlıdır. Bu
anlayışa göre Tanrı’nın güç ve kudreti sınırsız değildir. Güç ve kudreti akla bağlı ve ona
tabidir yani akılla sınırlıdır. Onun için Tanrı aklın ilkelerine göre kurduğu evreni, akıl
ilkelerinin dışında müdahalesi olamaz. Mucize ve olağanüstü olayların yeri yoktur. Tanrı,
evreni, mucizelerle değil akıl ilkeleriyle yönetir. Her ne kadar yasaları kendi koysa da bir
defa yarattıktan sonra evrenin gidişatına artık karışmaz olmuş, onu kendi kendine işlemeye
bırakmıştır.
Bu düşüncede “Tanrı” ile “doğa yasaları” aynileşmekte, eşit hale gelmektedir. Yani
doğa, Tanrı’nın kendini açımladığı, gösterdiği veya gerçekleştirdiği bir yer haline
gelmektedir. O halde Tanrı’nın bizi korkutmasından, şaşırtmasından veya Tanrı’dan
kötülük gelmesinden bahsedemeyiz. Bu dünya düzensiz ve kaotik bir evren olmayıp her
şey olması gerektiği gibi yerli yerinde yani iyi bir dünyadır. Kant işte bu aydınlanma
rasyonalizmini ve onun örneği diyebileceğimiz Leibniz-Wolff felsefesini eleştirmiştir. Ki
bu Leibniz-Wolff felsefesi, Almanya’da “okul felsefesi” olarak kabul gören bir gelenektir.
Đlk felsefi eserlerini bu düşünceye bağlı olarak yazan Kant, daha sonraları bu düşünceyi
eleştirerek onu aşmaya çalışır. Dolayısıyla Kant, Aydınlanma felsefesinin içinde yetişmiş,
hayatının belli bir döneminde bu düşünceleri savunmuştur.
3.2. Kritisizm ve Bilgi Teorisi
Kant’ın hayatının ilk dönemlerinde benimsediği bu düşünceleri terk etmesinde
D.Hume’un etkisi büyüktür. Kant, D.Hume’un “kendisini dogmatik uykulardan
uyandırdığını” söyler. Rönesans’tan beri git gide gelişen yeni bilim ve felsefe anlayışının
kritiğini yapmakla Kant, felsefe tarihi açısından bir dönüm noktası olmuştur. Kant’ın
felsefesi 2 ye ayrılır:
1. Kritik öncesi dönem
2. Kritik dönemi
Kritik öncesi dönem genel olarak Leibniz-Wolff felsefesi çerçevesinde düşünüp
eserler verdiği bir zamandır. Bu dönemin ağırlıklı konuları doğa ve metafizik
problemlerdir. “Duyu Dünyası ile Düşünce Dünyasının Formu ve Đlkeleri Üzerine” adlı
eseri kritik öncesi dönemle kritik dönem arasında bir köprü gibidir. Bu eserde duyu
dünyası ile düşünce dünyasını birbirinden ayırır. Bu şimdiye kadarki bütün filozoflar
tarafından yapılan bir şeydir. Kant’ın yaptığı asıl yenilik “salt” kavramını genişletmesiyle
başlar. Salt kelimesi, bilen sujede bulunan, deneyden gelmemiş olan bir form öğesi olarak
daha önceki filozofların “düşünce bilgisi” olarak kabul ettiği bir husustur. Rasyonalist
düşünceyi savunan filozofların “a priori” dedikleri kavram, bilgi ve ilkeler “salt” öğelerdir.
Kant’ın getirdiği yenilik “salt” kavramının duyu bilgisine aktarılmasından kaynaklanır.
Ona göre salt kavramlar aklın dünyasında olduğu gibi duyu dünyasında da bulunmaktadır.
Duyu dünyasının salt kavramları “uzay” ve “zaman”dır.
Uzay ve zaman bütün duyu bilgilerinin koşullarıdır, bunlar olmadığı zaman duyu
bilgisi elde edilemez. Uzay ve zaman; kavramlarla elde edilemez, ancak görülebilir. Salt
görünüm formları olup sağ ve sol gibidir, zira sağ ve sol tanımlanamaz ancak gösterilebilir.
10
Buna göre uzay ve zaman, öznenin gözlükleri olmaktadır, bunlar olmadan duyu dünyası
kavranamaz. Bunlar ayrıca iki kesin bilimle ilişkili olması açısından da önemlidir. Uzay,
matematik ve geometri ile ilişkiliyken; zaman, teorik mekanikle ilişkilidir. Bu ilimlerin
kesinliği, duyunun a priori kavramlarına dayanmasından yani uzay ve zamanla kurduğu
ilişkiden dolayı kesin bilgi sahibi olmaktadır. Kant, asıl önemli etkilerini kritik dönem eseri
olan “Salt Aklın Kritiğinde” ortaya koymaktadır. Bu eseri felsefede yeni bir çığır açmıştır.
Eser, bilginin ne olduğu ve sınırlarının nereye kadar ulaşabildiğinin kritiğini yapmaktadır.
Kritik, terimi, “ayırt etme” “eleştirme” anlamları karşılığında kullanılır. Kant’ın
araştırdığı ve net bir çözüme kavuşturmak istediği konu, bilginin hem kesin hem de yeni
bilgi verebilmesidir. Kesin bilgi, a priori bilgidir. Çünkü “tümel” ve “zorunlu” geçerliliği
olan sadece bu tarz bilgilerdir. A priori bilgiler, zorunludur yani deneyin, bu tarz bilgilerin
başka türlü de olabileceğini göstermesine imkan yoktur. A posteriori bilgiler, bulanık ve
kesin olmayan bilgilerdir. Deney ve gözleme bağlı olarak sürekli değişebilen bilgilerdir.
Kant yargı formundaki bilgileri iki farklı şekilde taksim ederek inceler. Birinci taksime
göre,
BĐLGĐ
A PRĐORĐ A POSTERĐORĐ
- Zorunlu - deneyden türeyen bilgi
- Tümel
olarak ikiye ayrılır. Đkinci taksime göre de bilgi analitik ve sentetik olarak ikiye
ayrılır.
Analitik bilgiler: Apriori olup yalnız kavramı açıklayan, kavramın tanımında saklı
olan bilgilere denir. “Cisim yer kaplar” önermesinde yeni bir bilgi bulunmamaktadır.
Çünkü yer kaplama zaten cismin tanımında bulunan bir bilgidir. “Bekar evli olmayan
kişidir” önermesi de analitik bir yargıdır.
Sentetik bilgiler: Hem apriori hem aposteriori bilgilerdir. Bu tarz bilgiler, bilgiyi
genişletir ve çoğaltırlar. Çünkü bu tarz önermelerde kavramın dışına çıkılarak başka
kavramlarla irtibat kurulur, sentezler yapılır. “Cisimler ağırdır” önermesi yeni bir bilgi
içermektedir. Çünkü ağır olmak cisim kavramında kapsanmış bir bilgi değildir. Cisim ile
ağırlık kavramları birleştirerek cisme dair yeni bir bilgi elde edilir.
Kant’ın asıl ilgilendiği “hem sentetik hem apriori ” olan yargılardır. Yani hem
bilgimizi genişleten hem de zorunlu ve tümel olan bilgilerdir. Kant bunları matematik,
fizik ve metafizik bilgide arar. Buradaki salt bilgilerle elde ettiğimiz kanunlar ve doğrular
sentetiktir. Ör: “Her olayın bir sebebi vardır” ya da “Doğru, iki nokta arasındaki en kısa
yoldur.” Sentetik a priori yargılardır. Bu önermeler sadece olay ve doğru kavramlarının
kendisinden hareketle elde edilen bilgiler değildir. Önermedeki kavramlar hakkında yeni
bir şey de söylenmiş olmaktadır ki bu da sentetik apriori bilgidir. Apriori sentetik bilgi
mümkün müdür? Sorusuna salt aklın kritiğinde Kant;
11
1) Varlığı yalnız kavramlarla anlayamam
2) Bu mantığı bırakıp “mümkün deneye ” uzanan trancentdantel mantık
geliştirmeli
3) Yani, bir şeyi bilmek istesem kavramlarımı görünün salt formları ile duyu
verilerine bağlamalıyım diyor.
Kısaca objelerle ilgili kurulmuş kavramlar olmalıdır. Bu bilgiler deneyden gelemez
yoksa apriori olamaz. Bu bilgiler deneyden bağımsız fakat her türlü deneyin temelidir.
Kant, doğa yani fizik ilmindeki “sentetik apriori yargıları” şöyle izah eder.
Đnsanda deneyden önce birtakım ana kavramlar (kategoriler) vardır. Đnsan bunları
deneyin içine yerleştirir; deney ancak bu salt kavramlarla bir düzen kazanıp bilgi olur.
Kategoriler deneye form bakımından bir çerçeve sağlar. “Yeşili duyumluyorum” yerine
“bu yeşil bir şeydir” demeye olanak sağlar. Kategoriler, objektif a priorilerdir. Yani objeye
uygun apriori formlardır.
Kanta göre “görüsüz kavramlar boş kavramsız görüler kördür.” Ona göre duyusal
öğelerden yoksun kavramlar da kavramlardan yoksun öğeler de bir işe yaramaz. A
postriori bilgilerden ibaret deneyler bir yığın sıvıya benzer ve kavranamaz. Đnsan bu
formsuz bilgilere önceden hazır olan bir kap (anlığın salt formları, kategoriler) içine
yerleştirerek kavrayabilir. Kategorilerin gördüğü iş deney verilerini birbirine bağlama,
birleştirmedir. Böylece kategoriler ve salt yargılar ile doğa yasaları kurulmaktadır.
Kant bu düşüncelerini “salt anlık fenomenlere yasalarını dikte eder” sözü ile ifade
eder. Bu ifade şimdiye kadar ki anlayışı altüst eden bir fikir olup Kopernik devrimine
benzetilir. Çünkü önceden düşünmede asıl olan objeydi yani düşünmenin nasıl olacağını
akla obje dikte etmekteydi. Ama Kant bunu tersine değiştirerek “objelere formlarını salt
anlık dikte eder” demektedir. Diğer bir ifadeyle önceden algı, özne nesneden
etkilendiğinde gerçekleşiyordu. Fakat Kant, nesnenin özneden etkilendiğini ve nesnenin
özneye göre tasavvur edildiğini söyler. Nesne ve özne arasında bilginin oluşumunda bir
düalizm söz konusudur.
Bu sebeple Kant, transdental mantığı geliştirmiştir. Bu mantık mümkün olan deneyde
kalır, bunun ötesine geçerek nesnenin kendisine kadar uzanmaz. Çünkü Kant, görünüşler
(fenomen) ile şeyin kendisi (numen) arasında bir ayrım yapar. Numen özü gereği
bilinemez, insan nesneleri ancak görünüşleri itibariyle bilebilir ama onları oldukları gibi
bilemez. Đnsan fenomenleri algıladığında bunların arkasında bir şeyin olduğunu tasavvur
eder. Numen ile fenomenin ötesinde olduğu kabul edilen şey kastedilmektedir. Dolayısıyla
tamamen belirsiz ve bilinemez olan şeydir. Öbür taraftan insana göründüğü gibi bir şeyler
dünyası vardır ona da Kant fenomenler demektedir. Đnsanın bilebileceği dünya fenomenler
dünyasıdır. Kant’ın numenler dünyası dediği her şey, “aşkın” dediği şeylerdir. Aşkın
olanla dolaysız bir temas kurmak insan için mümkün olmadığından bunları tecrübe
edemez.
12
Deneyin üstüne yükselmeye çalışan düşünce, zorunlu olarak çelişmelere
(antinomilere) düşer. Đnsanı antinomilere düşmesine sebep olan konuların dört tanesi
önemlidir:
1. Evrenin başlangıcı ve sınırı sorunu, yani evrenin zamanda bir başlangıcı,
uzayda bir sınırı var mıdır yok mudur?
2. Maddenin yapısı sorunu, yani maddenin bölünemeyen son parçaları olan
atom var mıdır yok mudur?
3. Özgürlük sorunu, nedenler zincirinde geriye doğru gidildiğinde kendisinin
nedeni olmayan yani özgür olan bir varlığa varılabilir mi varılamaz mı?
4. Tanrı sorunu, evrenin nedeni olan zorunlu bir varlık var mıdır yoksa
rastlantısal bir varlık mıdır?
Kant açısından bu sorunların hem tezleri hem de antitezleri aynı kesinlikle
kanıtlanabilir. Bu sorunlar hem olumlu hem olumsuz olarak yanıtlanabilir. Örneğin evrenin
hem başlangıcı ve sınırı vardır denebilir hem de evrenin başlangıcı ve sınırı yoktur
denebilir. Evrende hem özgürlük vardır denebilir, hem de evrende ancak zorunlu-nedensel
bir bağlantı vardır denebilir.
Kant bu dört antinomiye dair çözümü, ilk ikisi için ne o-ne o sonucuna varır. Yani ne
tez ne de antitez haklıdır. 3 ve 4. Antinomilerde ise hem o-hem odur der. Yani hem tez hem
de antitezler haklıdır.
3.3. Kant’ın Ahlak Anlayışı
Kant’ın ahlak alanında aradığı en temel husus, ahlakın a priori yönüdür. Ahlakta a
priori araması, ahlakın kesin bilgisine varmak istemesinden kaynaklanır. Ahlak alanında a
priori varsa o zaman bilim niteliğinde bir ahlak teorisi olabilir. Bilgide a priori olmasaydı,
düzenli bir evren yerine gelişigüzel ve birbirleriyle çelişen düşünceler olurdu. Bunun gibi
ahlaki değerler de gelişigüzel istek ve eğilimlerle açıklanırsa tümel bir ahlak ilmi
kurulamaz, olsa olsa ahlak tarihi olur.
Kant’a göre ahlak, istek ve içgüdülere bağlı olmayıp akla bağlı olduğundan a priori
bilgilerden hareketle kurulmalıdır. O sebepten fenomenler dünyasından gelen bütün
etkilerin ötesinde olan “ahlaki öz”i, “salt istenç”i bulmak ister. Kant bu arayışını “doğa
insanı bir amaca göre yaratmıştır, bu amaç ne olabilir?” sorusuyla netleştirmeye çalışır.
Birçok ahlak teorisine göre ahlakın amacı, insanın “mutluluğa ulaşmasıdır.” Eğer doğa
insanı bu amaca uygun yarattıysa insanı çok ters yaratmış demektir. Çünkü mutlu olmak
için insanın içgüdüleri yeterdi. Nitekim hayvan bu bakımdan insana göre daha rahattır.
Çünkü içgüdüleri onu istediği yere götürüp istediğini yaptırabilmektedir. Hayvan ne
günahı ne de ölüm korkusunu tanımaktadır. Ama insanda içgüdülerinden öte bir de akıl
var; bu aklın fonksiyonu da sadece insanı mutluluğa ulaştırmakla sınırlı değildir. Ayrıca
mutluluğa ulaştırmada iyi bir rehber de değildir. Bundan dolayı “doğa insan için
mutluluktan başka bir şeyi göz önünde bulundurmuş olması gerekir.” Bu da akıl sahibi
olan insanı, fenomenler aleminin üstüne yükseltip ona bir değer kazandırır. Ona başka
dünyadan gelen bir sesi işittirir; bu ses “ahlak yasasıdır” “kategorik imperatiftir.”
13
Đnsan yapısı gereği sadece mutluluğa yönelmiş olamayacağına göre geriye ödevden
başka bir şey kalmamaktadır. Ödevde aklın sesi dolayısıyla da insanın en yüksek değeri
dile gelir. Ama insan sadece aklı olan bir varlık değildir aynı zamanda içgüdü sahibi bir
varlıktır. Dolayısıyla akılla içgüdü karşı karşıya gelebilir. Yani ödevin emrettiği ile
içgüdülerin isteği arasında bir uyuşmazlık olur. Bazen ikisi arasında uyum da olabilir.
Bütün bu durumlar göz önüne alındığında acaba iyi hangisine denir? Problemi ortaya
çıkmaktadır. Kant’a göre “iyi” ödevle isteğin uyumundan çıkana denemez. Bir eylemin iyi
olabilmesi, “hiç koşulsuz olarak ödevden çıkmış olmasını gerektirir.” Ödevden doğan bir
eylemin ahlaki değeri, kendisiyle varılan amaçla değil, bu eylemin kararını verdiren kural
ve ilkeyle belirlenir. Bir eylem, dışarıda bulunan bir sonuç yüzünden değil, ancak
kendisine dayandığı ilke yüzünden “iyi” olur. eylemin iyi olmasının ölçüsü başardığı
gerçekleştirdiği şey olmayıp, dayanağı olan ilkedir. Bir eylemin iyi olabilmesi için a priori
bilgiye göre yani ödev ilkesine olması gerekir. Ödev de aklın buyruğu olduğundan objektif,
zorunlu ve tümeldir.
Kant’ın aradığı yasalar bu çeşitten yasa niteliği olan şeylerdir. Nitekim ödev, yasaya
karşı duyulan saygıdan doğar. Ama Kant’a göre bu dünyada iki tür yasa vardır:
1. Doğa Yasaları: bu tarz yasalar zorunluluk niteliği taşıdığı için şöyle ya da
böyle olmaları gerekirdi demek mümkün değildir. O yüzden insan onların karşısına
birtakım emirlerle çıkamaz.
2. Ahlak Yasaları: bu tarz yasalar gereklilik yasalarıdır. Đrade sahibi olan bir
varlığa, özgür bir süjeye hitap ederler. Bundan dolayı insana, “şöyle yapmalısın”
böyle davranman gerek” gibi birtakım emirler dikte eder.
Kant, emirleri hipotetik ve kategorik olmak üzere ikiye ayırır. hipotetik emirler, bir
koşula bağlı olan emirlerdir. Örneğin, “şöyle bir şeyi elde etmek istersen şöyle
davranmalısın” bu tarz bir emirdir. Bu şeyi elde etmek istemeyen insanı bu tarz emirler
ilgilendirmez. Yine herkes bu dünyada mutlu olmak ister. Mutluluğun nasıl
gerçekleşeceğine dair birçok farklı emir gösterilebilir. Örneğin “mutlu olmak istiyorsan
ölçülü ol”, “ayağını yorganına göre uzat” vb. daha bir çok emir, mutluluğa ulaşmak için
yerine getirilmesi gereken şart olarak görülmektedir.
Buna karşılık, kategorik emirler (imperatif), hiçbir koşulu göz önünde
bulundurmadan, hiçbir kayda bağlanmadan, kesin ve mutlak olarak emreder. Kant’ın asıl
ahlak olarak kabul ettiği emirler bu tarz yani kategorik imperatiflerdir. Örneğin, “doğruyu
söyle” bu tarz bir emirdir. Bu şu anlama gelmektedir: ne olursa olsun sonu iyi veya kötü
olsun fark etmez her daim doğruyu söyle. Buna göre kategorik imperatifler ahlaki emir
olup, tümel olarak geçerli, zorunlu ve şartsız olarak gerçekleşen emirlerdir. Bu yüzden
ahlak yasası, içgüdüden doğan arzularla deney dünyasındaki sonuçlara yönelmiş olan
istekleri emredemez. Çünkü bunlar fenomenler dünyasında bulunan empirik şeylerdir
dolayısıyla da a priori değildirler.
O halde kategorik imperatifleri emreden ne olmaktadır?
Bu sorunun cevabı nettir: kategorik imperatif kendi kendisine emretmektedir. Bu
cevaptan kategorik imperatifin birinci formülü ortaya çıkmaktadır “genel bir yasa olmasını
isteyebileceğin bir ilkeye göre eylemde bulun.” Örneğin “yakınlarına iyilik yap” “insanlığa
14
hayırlı ol” gibi bilinen şeyler söylenmemektedir. Bu tarz ifadeler bir isteği, menfaati veya
sonucu gözeten emirlerdir. Halbuki kategorik imperatif, içgüdünün istekleri veya dış
dünyadaki sonuçları gözetmez. Kategorik imperatifin gözettiği, bu eylemi yaptırtan kural
diğerleri için de geçerli bir kural olur mu düşüncesidir. Bu kural da “herkes için geçerli bir
yasa olu mu?” Kant’ın kategorik imperatifi sadece yasanın şeklini vermekte ama içeriğini
belirlememektedir. Đşte burada devreye kategorik imperatifin ikinci formülü devreye
girmektedir.
“Đnsanlığı kendinde ve başkalarında hiçbir zaman bir araç olarak değil, hep bir erek
olarak görecek gibi eyle.” Bu formül kategorik imperatifin içeriğini belirlemektedir. Buna
göre insan hiçbir zaman araçsal hale getirilmemelidir. Đnsan akıllı biridir yani “her insanda
insan onuruna saygı göster” diye emreder. Kategorik imperatifin üçüncü formülü de
“özerklik idesine göre davran” şeklindedir. Đnsan ancak kendi yasasını kendi koyabilirse
özgür dolayısıyla ahlaklı bir kişi olabilir. Akıl taşıyan kişinin özü özerk olmasında kendini
gerçekleştirir. Kategorik imperatifin gerçekleşmesinde istencin özgür olması zorunlu bir
koşuldur.
Özgürlük, insanın nedensellik yasasından başka bir yasaya kendi yasasına bağlı
olması demektir. Đşte insanın bu kendi yasası da kategorik imperatiftir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder