Dördüncü Bölüm
Fıkıh
I.
KAVRAM
İkinci
bölümde de ifade edildiği gibi, fıkıh kelimesi sözlükte "bir şeyi bilmek,
iyi ve tam anlamak, iç yüzünü ve inceliklerini kavramak" anlamına gelir
Fürû-i
fıkıh: Fıkhın,
şer‘î delillerden elde edilen fıkhî hükümleri sistematik tarzda ele alan dal.
Usûl-i
fıkıh: Delillerden
hüküm elde etme metodunu inceleyen dal.
Ahvâl-i
şahsiye:
İbadet ve şahsın hukuku.
II.
KAYNAK ve METOT
A)
GENEL OLARAK
Kur'ân-ı
Kerîm ve Hz. Peygamber'in sünneti, İslâm'ın dünya ve âhireti, fert ve toplum
hayatını, inanç, ibadet, ahlâk ve hukuk konularını genel bir yaklaşımla veya
özel bir ayrıntıyla kuşatan hükümlerinin kaynağını teşkil eder.
B)
DELİLLER
Fıkıh
ve usûl-i fıkıh bilginleri sağlıklı bir zihinsel işlemde, araştırılan hususa dair
hüküm vermeye ulaştıran veya bir hükmün kanıtlanmasını sağlayan vasıtaya, daha
özel ifadeyle araştırılan hususta şer‘î-amelî nitelikteki hükme ulaştıran vasıtaya
delil derler.
Fıkıh
literatüründe yaygın genel kabule göre şer‘î delillerden Kitap, Sünnet, icmâ ve
kıyas aslî deliller; istihsan, istislah (mesâlih-i mürsele), istishâb, sedd-i
zerâyi‘ gibi deliller de fer‘î veya tâli deliller grubunda yer alır. Bu aslî
delillerin bir diğer adı da "dört delil"dir (edille-i erbaa). Bu tür
adlandırma bir bakıma, üzerinde ittifak edilen-ihtilâf edilen deliller ayırımı
olarak da algılanabilir. Hatta Kur'an ve Sünnet'i delil, diğerlerini de bu iki
delilden hüküm çıkarma metotları olarak değerlendirmek daha doğrudur.
__________________________________________________________________________________
edille-i
şer‘îyye, edilletü'l-ahkâm: Fıkhî bir hükmün dinîhukukî dayanağı.
__________________________________________________________________________________
a)
Kitap
Kitap,
yani Kur'an Hz. Peygamber'in sünnetiyle birlikte İslâm dininin ve onun
dinî-hukukî (şer‘î) hükümlerinin aslî kaynağını teşkil eder.
b)
Sünnet
Sünnet
fıkıh usulünde, Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onayları (takrir) demek olup
İslâm dininin Kur'ân-ı Kerîm'den sonraki ikinci ana kaynağını teşkil eder.
c)
İcmâ
Fıkıh
usulü terimi olarak icmâ’ "Muhammed (s.a.) ümmetinden olan müctehidlerin
Hz. Peygamber'in vefatından sonraki herhangi bir devirde şer‘î bir meselenin
hükmü üzerinde fikir birliği etmeleridir" şeklinde tanımlanır. Tanım,
icmâın oluşmuş sayılabilmesi için hangi şartların arandığı konusunda da fikir
vermektedir. Bu anlamıyla icmâ, fıkhın kaynakları arasında üçüncü sırayı tutar.
d)
Kıyas
Fıkıh
usulü terimi olarak kıyas, "naslarda (Kitap ve Sünnet'te) hükmü bulunmayan
fıkhî meseleye, aralarındaki illet (gerekçe) birliği sebebiyle, naslarda düzenlenmiş
meselenin hükmünü vermek" şeklinde tanımlanır. Kıyas işlemini meydana
getiren unsurlara "erkânü'l-kıyas" (kıyasın rükünleri) denir. Bu
rükünler şunlardır.
1.
Asıl: Hükmü nas tarafından belirlenmiş fıkhî olay.
2.
Fer‘:Hükmü nas tarafından belirlenmemiş fıkhî olay.
3.
Aslın hükmü: Asıl hakkında sabit olan ve kıyas yoluyla fer‘e de
uygulanmak istenen hüküm.
4.
İllet: Asla ait hükmün konmasına esas teşkil eden özellik.
__________________________________________________________________________________
Mûsî:
Vasiyet
eden.
Mûsâ-lehin:
Vasiyet
alacaklısı.
Erkânü'l-kıyas:
Kıyasın
rükünları.
__________________________________________________________________________________
e)
İstihsan
İstihsan,
müctehidin bir meselede, özel bir delil sebebiyle, o meselenin benzerlerinde
verdiği hükümden vazgeçip başka bir çözümü benimsemesi, ya da iki farklı kıyas imkânı bulunduğunda, ilk
bakışta dikkat çekmeyen kıyası (kapalı kıyası) gerekçe birliği açısından daha
güçlü bulduğu için açık kıyasa tercih etmesidir. Buna göre, istihsan
çeşitlerini iki gruba ayırmak mümkündür:
1.Genel
hükümden istisna yoluyla yapılan istihsan.
2.
Kapalı kıyas istihsanı.
f)
İstislâh (Mesâlih-i Mürsele)
İslâm
hukuk terminolojisinde maslaha terimi geniş anlamda kullanıldığında, hem
"yarar sağlama"yı hem "zararı savma"yı ifade eder. Yorum
yoluyla da olsa- nasların kapsamına girmeyen ya da "illet" bağı
kurularak (kıyas yoluyla) nasta düzenlenmiş bir olaya bağlanamayan fıkhî bir
meselenin hükmünü İslâm fıkhının genel ilkelerine göre belirleme yöntemine
"istislâh", bu metodu uygulayarak hükme ulaşırken esas alınan
maslahatlara da "mesâlih-i mürsele" denir.
g)
Örf ve Âdet
Örflerin
hukuk kurallarına benzeyen ve hukuk kurallarından farklılıklar gösteren yönleri
vardır. Bu benzerlik ve farklılıklar bir yana, örfün sosyal bir norm olduğu,
hukukun da sosyal hayatın bir formu olduğu dikkate alınırsa, örf ile hukuk
arasında derin bir ilişkinin bulunduğu görülür.
h)
İstishâb
Fıkıh
usulü terimi olarak istishâb, daha önce varlığı bilinen bir durumun aksine
delil bulunmadıkça varlığını koruduğuna hükmetme yöntemidir.
İstishâb,
önceden varlığı bilinen hüküm itibariyle üç nevidir:
a)
İbâha-i Asliyye İstishâbı: Buna göre bir şeyden yararlanma veya bir davranışta
bulunma hakkında naslarda özel bir hüküm yoksa veya kıyas yahut istislâh
yoluyla naslardan bu hususta özel bir sonuç çıkmıyorsa, "Eşyada aslolan
mubahlıktır" prensibine göre o şeyden yararlanmanın veya o işi yapmanın
mubah olduğu sonucuna ulaşılır. Bu tarz hüküm verme metoduna
"istishâb" denir.
b)
Berâet-i Zimme İstishâbı: Bir kimsenin borçlu veya suçlu olduğuna dair delil
bulunmadıkça borçsuz ve suçsuz kabul edilmesi esastır. Buna göre, alacaklı
olduğunu iddia eden kimse bunu isbat edemediği takdirde davalının borçlu olmadığına;
yine, suç işlediği iddia edilen kişinin bu fiili isbat edilmedikçe aynı
prensibe göre suçlu olmadığına hükmedilir.
c)
Vasıf İstishâbı:
Şer‘an varlığı kabul edilen bir hükmün, sebebinin ortadan kalktığı ispat
edilmediği sürece sabit sayılması esastır. Meselâ, satım ve mirasçılık gibi bir
mülkiyet sebebine binaen sabit olan mülkiyetin, geçerli bir nikâh akdinden
sonra kurulan evlilik bağının, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, ortadan
kalktığını gösteren bir delil olmadığı sürece devam ettiğine hükmedilir.
ı)
Sahâbe Sözü.
Fıkıh
usulü bilginlerine göre, Hz. Peygamber'e yetişip ona iman etmiş ve örfen
arkadaş denebilecek bir süre onunla birlikte bulunmuş kimseye sahâbî denir.
Sahâbeden intikal eden fetvaların ve onların fıkhî görüşlerinin şer‘î bir delil
sayılıp sayılmayacağı fakihler arasında ayrı bir tartışma konusu olmuştur. Rey
ve ictihad ile bilinemeyecek konularda sahâbe sözünün sünnet kapsamında
değerlendirilmesi, rey ve ictihad ile bilinebilecek konularda ise sahâbî
sözünün bağlayıcı sayılmaması görüşü hâkimdir. Bununla birlikte daha sonraki
dönem müctehidleri, hüküm verirken sahâbeden nakledilen fetvalara ayrı bir
değer atfetmişler özellikle tüm sahâbî görüşlerinin dışına çıkmamaya özen
göstermişlerdir. Dört halifenin görüş ve uygulamaları da amelî değeri ve daha
sonraki dönemlere uzanan kalıcı tesirleri sebebiyle fıkıh literatüründe ayrı
bir önemi haiz olmuştur.
j)
İslâm Öncesi Şeriatlar
Hz.
Muhammed'den önceki ilâhî dinlerin hükümlerinden (şer‘ü menkablenâ) Kur'ân-ı
Kerîm'de veya Hz. Peygamber'in sünnetinde yer almayanların müslümanlar için
bağlayıcı olmadığında âlimler fikir birliği içindedir.
k)
Sedd-i Zerâi‘
Harama,
kötü ve zararlı bir sonuca vasıta olan davranışların yasaklanması, kötülüğe
giden yolların kapatılması demek olan sedd-i zerâi‘, bütün İslâm âlimlerince
benimsenen bir ilke olmakla birlikte daha çok Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinde
telaffuz edilen ve sıklıkla işletilen bir metot olmuştur. Bunun karşılığında
yer alan ve iyiliğe götüren yolların açılması anlamına gelen “feth-i zerâi”’
de yine İslâm hukukunda hâkim ilkelerden biridir.
İslâm
hukukçuları kötülüğe, haram ve zararlı olan şeye götürüp götürmemesi açısından
fiilleri üç kısma ayırırlar:
a) Aslen câiz
olmakla birlikte kötülüğe götürmesi çok şüpheli veya nâdir olan davranışlar
aslî hükmü üzere bırakılmıştır. Meselâ pazarda satılan üzümün şarap imalâtında,
silâhın suç işlenmesinde kullanılması muhtemel olsa bile satıcıya bu kötü
sonuçtan emin olmadığı sürece bir sorumluluk terettüp etmez.
b) Kötülüğe ve
harama yol açması kesin olan davranışlar, meselâ şarap imalâtçısına üzüm
satmak, kumarhane işletmecisine iş yeri kiralamak böyledir. Bu kabil işler
sedd-i zerâi‘ prensibi gereği genelde yasak sayılmıştır.
c) Kötülük ve harama
yol açması kesin veya nâdir olmayan fakat muhtemel olan davranışlara gelince.
Hanefî
ve Şâfiîler
Hhukukî
ilişkilerde istikrarıve güven ortamını koruyabilmek için objektif delilleri ve
şeklî şartları esas almışlar ve kesin veya çok kuvvetli bir sebep-sonuç
ilişkisi olmadığı sürece yasaklama yani sedd-i zerâi‘ ilkesini işletme cihetine
gitmemişlerdir.
Mâlikî
ve Hanbelîler
Aksi
görüştedir.
Mâlikî:
Hukukçular
bazı vadeli satışları, faize yol açacağı endişesiyle yasaklamışlardır.
Hanbelîler: Borçlunun
alacaklısına mûtat ölçü ve âdetin dışında hediye vermesini, bir tür faiz
hükmünde olacağı veya buna yol açabileceği endişesiyle câiz görmezler.
_________________________________________________________________________
Sedd-i
Zerâi: Kötülüğe
giden yolların kapatılması
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
C)
RE’Y ve İCTİHAD
Re’y
ve ictihad, en genel anlamıyla, aslî iki delil olan Kur'an ve Sünnet'i, sayılan
metotları ve benzerlerini kullanarak anlama, yorumlama ve metinle akıl ve
toplum arasını buluşturma faaliyetidir.
Re’y: Sözlükte
"şahsî görüş, düşünce ve kanaat" mânasına gelir. Fıkıh literatüründe
"hakkında açık bir nas yani âyet veya hadis metni bulunmayan fıkhî bir
konuda müctehidin belli metotlar uygulayarak ulaştığı şahsî görüş"
anlamında kullanılan bir terimdir.
İctihad: Sözlükte "zor
ve meşakkatli bir işi gerçekleştirme uğrunda kişinin olanca gayreti
göstermesi", fıkıh ilminde ise "fakihin şer‘î-amelî bir meselenin
hükmünü ilgili delillerden çıkarabilmek için olanca gayreti sarfetmesi"
anlamına gelir. Bu melekeye sahip olan kimseye müctehid denir. İlk
dönemlerde fakih ve müftü de müctehidle eş anlamlı olarak kullanılmıştır.
III.
MÜKELLEFİYET ve HÜKÜM
İslâmî
terminolojide mükellefiyet, kişinin dinin hitabına muhatap olması halini ifade
eden bir terimdir. Mükellef de, dinî hitapla yükümlü tutulan, düşünce, söz ve
davranışlarına birtakım dünyevî-uhrevî, dinî-hukukî sonuçlar bağlanan aklî
melekeleri yerinde (âkıl) ve ergin (bâliğ) olan insan demektir. Mükellefiyetin
temel şartı ehliyet, yani kişinin dinî-hukukî sorumluluk taşımaya elverişli
olmasıdır.
A)
EHLİYET
Ehliyet,
kişinin dinî ve hukukî hükme konu (muhatap) olmaya elverişli oluşu demektir.
Ehliyyetü'l-hitâb:
İnsanın
dinin davetini anlayacak konum ve kıvamda olması.
Ehliyetin
belirlenmesinde kişinin konumu kadar karşılaşılan hak ve borcun, dinî ve hukukî
fiil ve işlemin mahiyeti de önem arzeder. İslâm hukukunda ehliyet "vücûb
ehliyeti" ve "edâ ehliyeti" şeklinde iki ana safhaya
ayrılır.
İnsan
hayatı da “cenin, çocukluk, temyiz, bulûğ ve rüşd” şeklinde devrelere
ayrılmıştır.
Vücûb
ehliyeti,
kişinin haklara sahip olabilme ve borç altına girebilme ehliyetidir. Vücûb
ehliyetinin temelini zimmet ve hukukî kişilik teşkil eder; bu ehliyetin yaş,
akıl, temyiz ve rüşd ile alâkası yoktur. Aklî ve bedenî gelişimi ne durumda
olursa olsun yaşayan her insanın bu tür ehliyete sahip olduğu kabul edilir.
Cenin: Ceninin sağ doğması kaydıyla miras, vasiyet,
vakıf ve nesep haklarının bulunduğu bu sebeple de eksik vücûb ehliyetine sahip
olduğu belirtilir.
Edâ
ehliyeti:
Kişinin dinen ve hukuken muteber olacak tarzda davranmaya ve hukukî işlem
yapmaya elverişli oluşu demektir. Edâ ehliyetinin temelini akıl ve temyiz gücü
teşkil eder. Akıl ve temyiz gücü tam olduğunda tam edâ ehliyetinden, eksik
olduğunda ise eksik edâ ehliyetinden söz edilir.
Temyiz: Kişinin iyiyi
kötüden, faydalıyı zararlıdan ana hatlarıyla olsun ayırabilmesi.
Mümeyyiz:
Temyiz eden; iyiyi kötüden ayırma yeteneğine (temyiz gücüne) sahip kimse.
Temyiz
çağına gelmeyen çocuğun, akıl hastasının ve bu hükümde olan kimselerin edâ
ehliyeti yoktur, haklarını kanunî temsilciler vasıtasıyla kullanırlar. Bunların
dinen ve hukuken geçerli niyet ve iradeleri bulunmadığından imanla ve
ibadetlerle mükellef tutulmazlar, fiilleri sebebiyle cezaî sorumluluk da
taşımazlar. Sözleri, hukukî fiil ve işlemleri hukuken geçersiz olup yok
hükmündedir.
Henüz
bulûğa ermemiş fakat temyiz çağına gelmiş çocuklar ise eksik edâ ehliyetine
sahiptir. Kişiler yaklaşık olarak yedi yaşından bulûğa kadar mümeyyiz sayılır.
Mümeyyiz çocuklar iman, namaz, oruç, hac, kefâret, cihad, iyiliği emredip
kötülüğü engelleme gibi dinî ödevlerle ve bedenî ibadetlerle mükellef değildir.
Mu‘tezile:
Temyiz
çağından itibaren Allah'a imanın vâcip olduğunu söylemiştir.
Ahmed
b. Hanbel:
Çocuğun on yaşından itibaren namaz ve oruçla mükellef sayılacağı görüşündedir.
İslâm
âlimleri:
Mümeyyiz çocuk mükellef tutulsun-tutulmasın, imanın ve ifa ettiği ibadetlerin
sahih olduğu görüşündedir. Ancak bulûğdan önce yapılan hac ibadeti sahih olsa
bile bulûğ sonrası farz olabilecek hac farîzasını düşürmez.
Ebû
Hanîfe'ye göre: Hükmen
bulûğ yaşı erkeklerde 18, kızlarda 17 yaş olduğu görüşündedir.
Ebû
Yusuf, İmam Muhammed, İmam Şafiî' ve Çoğunluğa göre: Fizyolojik belirtiler gecikse de her iki cins
15 yaşına girince hükmen bulûğ sayılırlar. Bulûğla birlikte kişinin yeterli
aklî yetişkinlik kazandığı var sayıldığı için aksini gösteren bir delil
olmadıkça kişi akıl ve bulûğ ile tam edâ ehliyeti kazanır. Tam edâ ehliyetine “
teklif ” ehliyeti de denir.
Rüşd:
Kişinin
malî konularla normal seviyede tedbirli ve basiretli davranması demek.
Genelde
bulûğ ile birlikte gerçekleşir. Kişi bâliğ olmuş da reşid olmamışsa, bu durum
onun dinî ve cezaî ehliyetini etkilemez, bu iki ehliyeti tam olarak mevcuttur,
sadece malî yönü bulunan hukukî işlemlerde ehliyetine bazı sınırlamalar
getirilir.
Dinî
ve hukukî sorumluk için kişinin edâ (teklif) ehliyetine sahip bulunması şart
olduğundan bu ehliyeti yok eden veya azaltan her kalıcı veya ârızî durum
haliyle kişinin mükellefiyetini de yakından etkiler. Bu sebeple edâ ehliyeti
bulunmayan gayri mümeyyiz küçük ve akıl hastaları dinen mükellef sayılmazlar.
Uyku, unutma, baygınlık gibi ârızî hallerde de mükellefiyet yoktur.
B)
HÜKÜM
İslâm
dininin, insanların dünya ve âhiret mutluluğunu sağlamak üzere getirdiği
kuralların bütününe şer‘î hükümler (ahkâm-ı şer‘îyye) veya ilâhî
hükümler (ahkâm-ı ilâhiyye) tabir edilir. Şer‘î hüküm denince, âyet ve
hadislerin doğrudan ifade ettiği hükümler anlaşılır ve bunlar da konuları itibariyle
itikadî, ahlâkî ve amelî olmak üzere üç ana gruba ayrılabilir.
__________________________________________________________________________
Ahkâm-ı
şer‘îyye: Şer‘î
hükümler
Ahkâm-ı
ilâhiye:
İlâhî hükümler
Ahkâm-ı
fer‘iyye:
Amelî hükümler
Ehliyyetü'l-hitâb:
İnsanın
dinin davetini anlayacak konum ve kıvamda olması.
________________________________________________________________________
Fıkıh
usulünde hüküm önce vaz‘î hüküm-teklifî hüküm şeklinde iki gruba ayrılır.
a)
Vaz‘î Hüküm
İki
durum arasında şâriin kurduğu bağı ifade eden vaz‘î hüküm, kendi içinde sebep,
şart ve mâni‘ şeklinde üçe ayrılır. Bu grupta yer alan sebep, rükün, şart,
mâni, sıhhat, fesad, butlân gibi ayırım ve kavramlar özellikle ibadetler ve
ahvâl-i şahsiyye alanında önemli sonuçlara sahip olduğundan öncelikle bu temel
kavramların bilinmesine ihtiyaç vardır.
1-
Sebep
2-
Rükün
3-
Şart
4-Mâni
Sebep: Şâriin varlığını
hükmün varlığı, yokluğunu da hükmün yokluğu için alâmet kıldığı durumdur.
Meselâ vakit namazın, ramazan ayının girmesi orucun, malın nisab miktarına
ulaşması zekâtın sebebidir. İbadetler genelde mükellefin iradesi dışında
gerçekleşen sebeplere, muâmelât ise iradesi ile gerçekleşen sebeplere
bağlanmıştır. Satım akdi mülkiyetin intikali, hırsızlık ve adam öldürme öngörülmüş
cezaların infazı için sebep olduğu gibi. Sebep doğmazsa hüküm de gerçekleşmez.
Rükün: Fıkıh ilminde bir
şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil
eden bir unsuru ifade eder. Bu daha çok Hanefîler'in tanımına göre yapılmış bir
açıklamadır. Diğer fakihlere göre, bir şeyin temelde varlığı kendisine bağlı
husus o şeyin yapısından bir parça teşkil etmese de rükün olarak anılır.
İbadetlerde rükünler ve bunların yanında sıhhat şartları o ibadetin farzlarını
oluşturur. Bunlardan birinin eksik olması o ibadeti geçersiz (bâtıl, fâsid)
kılar. Namazda Kur'an okumanın (kıraat), rükû veya secdenin terkedilmesi
böyledir.
Şart: Bir hukukî sonucun
varlığı kendi varlığına bağlı olan, ancak kendisinin varlığı onun varlığını
zaruri kılmayan ve onun yapısından bir parça teşkil etmeyen fiil veya vasıftır.
Meselâ namaz için abdest, nikâh akdinde şahit şarttır. Bunlar olmadan namaz ve
nikâh olmaz. Ancak bunlar namazın ve nikâhın birer parçası olmadığı gibi abdest
ve şahit namazı ve nikâhı zorunlu kılmaz. Şâri‘ bir şartı bir hükmün muteber
olması için gerekli görmüşse buna şer‘î şart denir. Bu şartlar bulunmadan
ibadetler ve hukukî işlemler gerçekleşmez.
Mâni: "Varlığı
sebebe hüküm bağlanmaması veya sebebin gerçekleşmemesi sonucunu doğuran durum"
şeklinde tanımlanır. Din ayrılığı ve mirasçısını öldürme mirasçı olmaya, hayız
ve nifas halleri namazın farz olmasına, yakın kan hısımlığı nikâh akdine mâni‘
sayılmıştır. Nisab miktarı mala sahip olduğu halde aynı miktarda borcun
bulunmasının zekâtın vâcip olmasına mâni‘ teşkil etmesi de bir diğer örnektir.
_________________________________________________________________________
Sıhhat: Bir fiilin gerekli
rükün ve şartları taşıması.
Butlân: Rüknünün veya
kurucu unsurlarından birinin eksik olması.
Fâsid: Bozuk olan şey. Rüknü
ve unsurları tamam olduğu halde şartlarının eksik olması.
Fesad: Bozulma
İfsad: Bozma
Müfsid: Bir ibadeti bozan
veya bir hukukî işlemi sakatlayan fiil. Diğer bir ifadeyle, ibadetler alanında
müfsid, usul ve âdâbına uygun şekilde başlanmış bir ibadeti bozup geçersiz hale
getiren davranış ve eksiklik demektir.
________________________________________________________________________
b)
Teklifî Hükümler (Mükellefin Fiilleri)
Teklifî
hüküm ise, şâriin mükelleften bir fiili yapmasını veya yapmamasını istemesi
veya onu yapıp yapmama arasında serbest bırakması demektir. Şâriin talebi kesin
ve bağlayıcı tarzda olabileceği gibi daha yumuşak bir üslûpta da olabilir. Bu
yaklaşım ve ayırımın sonucu olarak teklifî hüküm icab, nedb, tahrîm, kerâhet ve
ibâha şeklinde beş kategoride ele alınır.
1-Vacip
2-Mendup
3-Mübah
4-Mekruh
5-Haram
“Hanefîler'in dışında kalan fakihler : Bu
hükümleri vaz‘î hüküm grubunda sayar ve kısmen farklı
bir ayırıma tâbi tutarlar.”
Hanefîler
: Mükelleflerin
fiillerinin sıfatlarına yani farz, vâcip, mekruh gibi nitelendirmelere şer‘î
hüküm derler.
Usulcülerin
çoğunluğu:
Teklifî hükmü şâriin hitabına nisbet ederek icab, nedb, ibâha,
kerâhe ve tahrîm şeklinde beş kısma ayırırken.
Hanefîler
bunu:
Farz, vâcip, mendup, mubah, tenzîhen mekruh, tahrîmen mekruh, haram
şeklinde yedi kısma ayırarak inceler.
________________________________________________________________________
Ef‘âl-i
mükellefîn:
Mükellefin fiilleri.
Tahrîm:
Allah’ın
haram kılması.
İcab:
Vacîb
kılma.
Cumhur
: Çoğunluk.
________________________________________________________________________
aa)
Beş Temel Teklifî Hüküm
1.
Vâcip
2.
Mendup
3.
Mubah
4.
Mekruh
5.
Haram
1.
VÂCİP
Dinî
literatürde vâcip, Hanefîler hariç fakihlerin çoğunluğuna göre, kesin bir
delille ve kesin bir surette yapılması istenen dinî yükümlülüğü ifade ederse de
Hanefîler bunu farz ve vâcip şeklinde iki kademede ele almayı uygun
görürler.
a)
Farz
Sözlükte
"bir şeyi kesinleştirmek, takdir etmek, pay ve parçalara ayırmak, belirlenmiş
şey ve pay" anlamlarına gelen farz fıkıh ilminde, Allah ve Resulü'nün
mükelleften yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiil demektir.
Hanefîler'in
farz-vâcip ayırımının bazı itikadî ve fıkhî sonuçları vardır.
Farzı
inkâr,
kişiyi dinden çıkarır, tekfir sebebi olur. Geçerli mazereti bulunmadığı halde
farzı terkeden kimse fâsık durumuna düşer.
Vâcibin
inkârı
küfrü gerektirmez.
Her
iki fiilin de mazeretsiz terki kişiyi uhrevî cezaya müstehak kılarsa da vâcibin
terki farzın terkine nisbetle daha hafif bir kusur sayılır.
İbadetler
konusunda farz terkedilirse o amel bâtıl olur, aynen tekrarlanması dışında telâfi
imkânı olmaz.
Vâcibin
terki
ile amel bâtıl olmaz, başka bir şekilde telâfi edilmesine imkân tanınır.
Meselâ
hacda Arafat'ta vakfe farz (rükün) olduğundan terkedilirse hac
bâtıl olur. Safâ ile Merve arasında sa‘y terkedilirse, vâcip terkedilmiş
olur ve ceza kurbanı ile telâfi edilebilir.
Farz,
mükellefin ifa sorumluluğu açısından farz-ı ayın ve farz-ı kifâye şeklinde iki
kısma ayrılır.
Farz-ı
ayın:
Şâriin her bir mükellefin ayrı ayrı ifa etmesini istediği
mükellefiyettir.Herkezin yapmak zorundadır. Namaz, oruç, hac, zekât gibi temel
ibadetler böyledir.
Farz-ı
kifâye: müslümanların
ferden değil de toplum olarak sorumlu oldukları mükellefiyetlerdir. Cenaze
namazının kılınması, cihad, ilimle meşguliyet, meslek ve sanatların icrası,
iyiliklerin emredilip kötülüğün engellenmesi, şahitlik böyledir. Bu görevleri
toplumun bir kesimi yerine getirince diğerlerinden sorumluluk kalkar. Hiç kimse
yerine getirmezse bütün Müslümanlar vebal altında kalır. Farz-ı kifâyenin
sevabı yalnız onu işleyene aittir. Toplumda farz-ı kifâyeyi ifa edecek
ikinci bir ehil kimse kalmadığında artık bu farz tek ehil kimse için farz-ı
ayın hükmünü alır. Toplumda bir olayla ilgili şahitlik yapacak, iyiliği
emredip kötülüğü engelleyecek veya hastayı tedavi edecek başka kimse
bulunmadığında bu görevlerin ifası ehliyetli kişi için aynî farz haline
gelir.
b)
Vâcip
Sözlükte
"sabit, lâzım, var ve gerekli olan şey" anlamına gelen vâcip fıkıh
ilminde fakihlerin çoğunluğuna göre farz ile eş anlamlı olup şâriin mükelleften
yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiil demektir. Hanefîler ise
kat‘î delille sabit olan hükme farz, zannî delille sabit olan hükme vâcip
diyerek ikili bir ayırım yapmışlardır. Ancak Hanefîler, vâcibin de farz gibi
kesin olarak yapılması gerektiği görüşündedir. Hanefîler vâcibi çoğu yerde "amelî
farz" olarak da adlandırırlar. Meselâ fıtır sadakası, namazda Fâtiha'nın
okunması, vitir ve bayram namazları, kurban kesme zannî delille sabit
olduğundan Hanefîler'e göre farz değil vâciptirler. Hanefîler'e göre vâcip iki
kısma ayrılır:
a) Kat‘î bir delile
yakın derecede kuvvetli görünen zannî bir delille sabit olan vâcipler. Bu kısma
giren vâcipler amelî farz veya zannî farz adını alır. Vitir namazı, abdestte
başın dörtte bir miktarını meshetme böyledir.
b) Zannî delil olan
haber-i vâhid ile sabit olan vâcipler ise önem derecesi itibariyle amelî farzın
altında ve sünnetin üstündedirler. Meselâ namazda Fâtiha okuma, vitir namazında
kunut tekbiri, bayram tekbirleri, namazın sehiv secdesi ile ikmal edilen
vâcipleri böyledir. Vâcibin inkârı küfrü gerektirmez. Ancak sapıklıkla itham
sebebi görülür. Vâcibin terki farzın terki ölçüsünde olmasa bile yine de günah
ve sorumluluğu gerektirir. Meselâ namazın vaciplerinden birinin yanılarak terk
edilmesi, sehiv secdesini gerektirir. Bir vacibi kasten terk etmek ise,
tahrimen mekruhtur ve namazın iadesini gerektirir.
Ahmed
b. Hanbel'e nisbet edilen bir görüşe göre, Kur'an'da yapılması emredilen
fiillere farz, sünnette emredilenlere ise vâcip denilir.
2.
MENDUP
Mendup,
teşvik edilen, yapılması kesin olmayan bir tarzda istenen, yani farz ve vâcip
olmayan davranışların genel adıdır. Hanefî fıkhında, farz ve vâcip dışında
yapılması uygun görülen davranışlar kuvvetliden zayıfa doğru olmak üzere–;
sünnet, müstehap (mendup) ve âdâb olarak sıralanır. Diğer mezheplerde ise
mendup, bir bağlayıcılık söz konusu olmaksızın yapılması istenen şey olarak
tanımlanır. Bu mezheplerin mendup anlayışı, Hanefîler'in sünnet anlayışına
oldukça yakındır. Burada fıkıh ilmindeki kullanımıyla sünnet ve müstehap
kavramları ele alınacaktır.
a)
Sünnet
Sünnet,
Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onayının genel adı olup fıkıh usulünde Kur'an'la
birlikte İslâm'ın aslî iki kaynağını ve delilini teşkil eder.
Hanefîler'in
dışındaki fakihler,
Allah ve Resulü'nün kesin ve bağlayıcı olmayan tarzda yapılmasını istediği veya
tavsiye ettiği fiillerin tamamını kapsamak üzere mendup terimini kullanırlar.
Hanefîler Mendub kelimesini
genelde müstehap mânasında kullanırlar.
Sünnet
kendi içinde üç kısma ayrılır: Müekked sünnet, gayr-i müekked sünnet, zevâid
sünnet.
Müekked
sünnet:
Hz.
Peygamber'in devamlı yaptığı, sırf bağlayıcı ve kesin bir emir olmadığını göstermek için nâdiren terkettiği fiillere
müekked sünnet denilir . Abdest alırken ağza ve burna su verme, sabah namazının
sünneti, ezan, kamet, cemaatle namaz böyledir. Bu nevi sünneti yerine getiren
Allah katında hoş karşılanır, övgüye lâyık görülür, sevap kazanır. Terkeden cezaya
ve günaha çarptırılmasa da dinen azarlanmayı ve kınanmayı hak eder.
Gayr-i
müekked sünnet:
Hz.
Peygamber'in ibadet ve taat türünden olup bazan yaptığı bazan da terkettiği
veya çoğu zaman yaptığı bazan da terkettiği fiil ve davranışlara gayr-i müekked
sünnet denilir. Nâfile ve müstehap, hatta mendup tabirleri de çoğu kez bu
anlamda kullanılır. İkindi ve yatsı namazlarının farzlarından önce kılınan
dörder rekâtlık namazlar, vâcip kapsamında olmayan infak ve yardım böyledir. Bu
tür sünneti yerine getiren sevap ve övgüye lâyık görülür, terkeden dinen
kınanmaz. Bu iki sünnet (müekked ve gayr-ı müekked) sünnete "hüdâ
sünneti" de denir.
Zevâid
sünnet
Hz.
Peygamber'in, Allah katından bir tebliğ veya Allah'ın dinini açıklama niteliği taşımaksızın
insan olması itibariyle yaptığı normal ve beşerî davranışlara ise zevâid sünnet
veya âdet sünneti denilir. Hz. Peygamber'in giyim ve kuşam tarzı, yeme ve içme
tarzı, zevkleri, kına ile saç ve sakalını boyamış olması böyledir. Esasen bu
fiiller dinî mükellefiyet çerçevesinde değildir. Yapılması dinen tavsiye de
edilmemiştir. Bununla birlikte bir müslüman Hz. Peygamber'in bu tür davranışlarını
ona olan sevgi ve bağlılığından dolayı yaparsa sevap ve övgüye lâyık olur.
Terkederse kınanmaz ve günah işlemiş olmaz.
Şâfiî
mezhebinde: Farz
namazlardan önce ve sonra kılınması sünnet olan namazlar için, vitir namazı ve
şevvalde tutulan altı gün oruç için revâtib sünnet tabiri kullanılır.
Revâtib
sünnet: Müekked
sünnet ile eş anlamlıdır.
Fakihlerin
çoğunluğuna göre:
Teravih namazları da revâtib sünnet’ler arasındadır.
b)
Müstehap
Sözlükte,
"sevimli olan, tercih edilen ve güzel bulunan iş" demektir.
Hz. Peygamber'in bazan işleyip bazan terkettiği, âlimlerin ve sâlih kulların
öteden beri yapageldikleri ve tavsiye ettikleri fiil ve davranışlara dinî
terminolojide müstehap denilir. Müstehaplar ibadetlerin ve beşerî ilişkilerin
daha güzel ve verimli olmasını sağlayan âdâb ve ahlâk kuralları niteliğindedir.
Meselâ sabah namazının ortalık aydınlanıncaya kadar, sıcak mevsimlerde öğle
namazının serin vakte kadar geciktirilmesi, akşam namazında acele edilmesi
böyledir. Müstehabın terki dinen kınamayı gerektirmeyip sadece evlâ ve güzel
olanı terk mânası taşır. Müstehap çoğu kez mendup, nâfile,
tatavvu, âdâb gibi tabirlerle eş anlamlı olarak kullanılır ve
yapılması terkinden evlâ olan fiiller arasında en alt sırayı işgal eder.
3.
MUBAH
Mubah
kelimesi sözlükte "açığa çıkan, açıklanan, serbest bırakılan şey"
demektir. Dinî bir terim olarak ise, bu sözlük anlamıyla bağlantılı olarak,
şâriin mükellefi yapıp yapmamakta serbest bıraktığı fiilleri ifade eder. Helâl,
câiz, mutlak gibi terimler de, genelde aynı mânada kullanılır ve mükellefin
yapması veya terketmesi halinde herhangi bir övgü yahut kınamayı gerektirmeyen
davranışlarını belirtir.
Bazı
usulcüler mubahı, şâriin yapılmasına izin verdiği fiiller olarak da tarif
ederler. Kişinin dilediği zamanda istediği yemek çeşitlerinden yemesi mubah
olmakla birlikte bu konuda ölçüsüz davranırsa, meselâ aşırı beslenir veya açlık
grevi yaparsa artık bu fiil mubah olmaktan çıkıp duruma göre mekruh, haram gibi
dinî hükümler alır. Mubahın hükmü, yapılıp yapılmamasının dinen sevap ve
günahın olmamasıdır.
Fıkıh
usulünde şer‘î-teklifî hüküm beş kategoride ele alınır.
Vâcip
ve Mendup:
Yapılması gerekenleri, ifade eder.
Haram
ve Mekruh:
Yapılmaması gerekenleri ifade eder.
Mubah:
İki
gruba da dahil olmayıp yapılması veya terkedilmesi yönünde herhangi bir
şer‘î-dinî yükümlülüğün bulunmadığı fiil ve konumu ifade eder.
a)
Câiz
Câiz
sözlükte "geçip gitmek, mümkün, serbest ve geçerli olmak"
anlamlarına gelen "cevâz" kökünden türetilmiş bir isim olup fıkıh
terimi olarak, dinen veya hukuken yapılmasına müsaade edilen fiilleri ifade
eder. Bu anlamdaki müsaadeyi belirtmek üzere de "cevâz" kavramı kullanılır.
Sahih (geçerli):
Tabiri meselenin “ dünyevî-hukukî
yönünü” ifade eder.
Câiz:
Tabiri
de uhrevî-dinî yönünü ifade etmiştir.
b)
Helâl
"Haram"ın
karşıtı olan "helâl", sözlükte bir fiilin mubah, câiz ve serbest
olması ve yasağın kalkması gibi anlamlara gelir.
4.
MEKRUH
Mekruh
sözlükte "sevilmeyip kerih, nahoş görülen şey" demektir. Bunun
mastarı olan kerâhet de sözlükte “çirkinlik, sevimsizlik, bir şeyi sevmemek ve
hoşlanmamak” gibi anlamlara gelir. Fıkıh terimi olarak ise mekruh, şâriin
yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan tarzda istediği fiil ve
davranışlardır. Gerek şâriin bu tarz yasaklaması gerekse bu yasaklamanın sonucu
kerâhet diye anılır; yasaklanan fiil için de mekruh terimi kullanılır. Mekruh
da haram gibi meşrû olmayan fiil ve davranış olmakla birlikte, aralarında bazı
farklılıklar bulunmaktadır.
Mekruh
fiil işleyen cezayı hak etmez; bazan kınanma ve azarlamaya müstehak olur. Ancak
mekruh fiili Allah rızâsı için terkeden, kişi, övülmeye ve sevaba müstehak
olur.
Hanefî
fakihlere göre ise mekruh iki nevidir:
a)Tahrîmen
Mekruh:
Bu,
şâriin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği bir fiil olmakla
birlikte, bu talep haber-i vâhid gibi zannî bir delil ile sabit olmuştur. Bu
tür mekruh harama yakın olup, vâcibin karşıtıdır. İki kişi arasında yapılan
bir akdi bozmak üzere yeni bir fiyat teklif etmek, başkasının evlenme
teklifinde bulunduğu kadına evlenme teklifinde bulunmak gibi. Vâciplerin
terkedilmesi de mekruhtur. Bu nevi mekruhun hükmü, haram bir fiili işleyenin
hükmü gibidir, yani cezayı gerektirir. Ancak haramdan farkı, bunu inkâr eden
kişi kâfir olmaz.
b)
Tenzîhen Mekruh
Bu,
şâriin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiildir.
Bu tanım, cumhûr-ı fukahânın mekruh tanımına uygundur. Tenzîhen mekruh,
helâle yakın olup, mendubun karşıtıdır. kindi namazından sonra, güneşin
batmasından az önce nâfile namaz kılmak, soğan, sarımsak yiyerek camiye gitmek,
abdest alırken suyu israf etmek gibi fiiller bu kısma örnek verilebilir. Bu
nevi mekruhun hükmü, herhangi bir cezayı ve kınanmayı gerektirmemesidir. Ancak
tenzîhen mekruh hükmündeki fiili istemek, üstün ve faziletli olan davranış
tarzının terkedilmesi demektir.
5.
HARAM
Teklifî
hükümlerden biri olan haram; sözlükte "yasak, memnu" demek olup
helâlin zıddıdır. Dinî terim olarak ise, “şâriin yapılmasını kesin ve bağlayıcı
bir ifade ve üslûpla yasakladığı fiil”dir. Yasaklama işine tahrîm veya hazr,
yasaklanan şeye harâm, muharrem veya mahzûr, bu yöndeki hüküm ve vasfa da
hurmet denilir.
Haram
ve mekruh, şâriin yasakladığı, yapılmasını istemediği fiillerin iki nevidir. Yasaklama
açık ve kesin bir üslûpla ve delille olmuşsa haramdan, daha esnek ve
yumuşak bir üslûpla veya daha zayıf bir delille olmuşsa mekruhtan söz
edilir.
a)
Haram Fiillerin Nevileri
Haram
fiiller iki nevidir:
1.
Haram li-aynihî.
Şâriin,
bizzat kendisindeki kötülük sebebiyle, baştan itibaren ve temelden haramlığına
hükmettiği fiildir. Zina, hırsızlık, adam öldürme, dinen murdar sayılan eti
yeme, evlenme mânii olanlarla evlenme gibi. Bu tür bir haram fiili işleyen kişi
günahkâr olur ve âhirette cezaya çarptırılmayı hakeder.
2.
Haram li-gayrihî.
Aslında
meşrû ve serbest olduğu halde, haram kılınmasını gerekli kılan geçici durumla
ilgili olan fiildir. Meselâ, bayram gününde oruç tutmak böyledir. Esas itibariyle
orucun kendisi meşrû bir fiildir. Fakat Allah bu fiilin bayram gününde
yapılmasını haram kılmıştır. Çünkü bu günde kullar Allah'ın misafirleri
sayılırlar. Bayram gününde oruç tutmak ise, böyle bir misafirliği
kabullenmekten kaçınmak anlamına gelir ki, bu davranış müslümana yakışmaz.
b)
Haramlık Hükmü İfade Eden Lafızlar
Âyet
ve hadisler bir şeyin haram olduğunu değişik üslûp ve ifade tarzlarıyla
bildirirler: Bazan âyet ve hadislerde,
bir şeyin haram olduğu "haram" lafzıyla açıkça ifade edilir.
c)
Haram Hükmünü Belirleme Yetkisi
Haram
ve gayri meşrû, dinî bir kavram olup bunu tayin de sadece Allah'ın tasarrufunda
olan bir konudur. Hz. Peygamber'in bu konudaki hadisleri, Allah'ın hükmünü ve
iradesini beyandan ibarettir.
d)
Haramdan Kaçınmanın Önemi
Müslümanlar,
Allah'ın yasaklarını gerek maddî unsur ve gerekse nihaî hedef itibariyle iyi
kavrayabildikleri ölçüde iyi müslüman olurlar, lâyık oldukları ölçüde dünyevî
ve uhrevî karşılığa ulaşırlar. Bu konularda sünnetullah hâkimdir. Kur'an'da,
Allah'ın koyduğu ölçülere, sınır ve yasaklara uymayanların sadece kendilerine
yazık ettiğinin sıklıkla tekrarlanması herhalde buna işaret etmektedir.
bb)
Azîmet ve Ruhsat
Azîmet:
Sözlükte
"bir şeye kesin olarak yönelmek, niyetlenmek" anlamındadır. Fıkıh
ilminde ise, "meşakkat, zaruret ve ihtiyaç gibi ârızî bir sebebe bağlı
olmaksızın ilkten konmuş olan ve normal durumlarda her bir mükellefe ayrı ayrı
hitap eden aslî hüküm" demektir.
Azîmet
farz, vâcip, sünnet, müstehap niteliğindeki bir davranışın yapılmasını; haram,
mekruh gibi davranışların da yapılmamasını ifade eden bütün teklifî hükümleri
içine alır. Meselâ namaz, oruç, hac başta olmak üzere Allah'ın kullarını
yükümlü tuttuğu bütün dinî vecîbeler genel tarzda her mükellef kişi için
konulmuş birer azîmet hükmüdür. Aynı şekilde şarap içme, domuz eti yeme,
zina etme gibi haram olan fiiller de her mükellefi bağlayıcı genel hükümlerdir.
Ruhsat:
Azimetin karşıtı ruhsattır. Sözlükte
"kolaylık, devamlı olan" ruhsat, fıkıh ilminde "meşakkat,
zaruret, ihtiyaç gibi ârızî bir sebebe bağlı olarak azîmet hükmünü terketme
imkânı veren ve yalnız söz konusu ârızî durumla sınırlı bulunan hafifletilmiş
ve geçici hükmü" ifade eden bir terimdir. Meselâ mükelleflerin oruç
tutması bir azîmet hükmüdür. Fakat hasta ve yolculara karşılaştıkları güçlük
sebebiyle, oruç tutmama kolaylığı tanınmış ve bunlardan tutamadıkları
oruçlarını normal hale dönünce kazâ etmeleri istenmiştir.
Dinin
teklifî hükümleri incelendiğinde birkaç çeşit ruhsatın bulunduğu görülür.
a)
Haramı İşleme Ruhsatı. Zaruret veya zaruret derecesine varan ihtiyaç
hallerinde haram bir fiil mubah hatta vâcip hale gelebilir. Haramı işleme
ruhsatının bulunduğu bazı durumlarda mükellef azîmet hükmüne uymakla ruhsattan
yararlanma arasında serbest bırakılır. Ölüm tehdidi altında kalan kimsenin
imanını gizleyip küfrü telaffuz etmesine ruhsat vardır. Bu mubah olmakla
birlikte bu kimse imanını açıklamakta direnir de öldürülürse şehid olur.
b)
Vâcibi Terketme Ruhsatı. Farz veya vâcip olan bir fiilin edasında mükellef için
ek bir meşakkat bulunduğunda, bu vâcibi terketme ruhsatı tanınır. Ramazan orucu
bütün mükelleflere farz olduğu halde hasta ve yolculara, sonradan kazâ etmek
üzere oruç tutmama kolaylığı tanınmıştır. Mükellef bu ruhsattan yararlanıp
yararlanmamakta serbesttir.
Hanefîler'e
göre
: Yolculuk esnasında dört rek‘atlı
farz namazların kısaltılarak ikişer rek‘at kılınması esasen bir azîmet
hükmüdür. Bu sebeple de yolcunun bu namazları ikişer rek‘at kılması
asıldır. Buna karşılık, yolcunun oruç tutmama ruhsatı bulunsa bile, ilgili
âyetin dolaylı ifadesinden de hareketle (el-Bakara 2/184), zorlanmayacaksa oruç
tutmasının daha faziletli olduğu ileri sürülmüştür.
c)
Genel Kurala Aykırı Bazı Akidleri ve Hukukî İşlemleri YapabilmeRuhsatı.
Bazı akidler ve hukukî işlemler İslâm hukukunun
o konudaki genel kurallarını veya genel şer‘î delillere aykırı olduğu halde
insanların duyduğu ihtiyaca bağlı olarak mubah sayılmıştır.
IV.
İLMİHAL
İlim
ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-ihâl)
sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve
uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve
Müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki temel bilgiler
ilmihal diye anılmıştır.
Fıkıh Terimleri(sözlük)
Fürû-i fıkıh : Fıkhın,
şer‘î delillerden elde edilen fıkhî hükümleri sistematik tarzda ele alan dal.
Usûl-i fıkıh : Delillerden
hüküm elde etme metodunu inceleyen dal.
Ahvâl-i şahsiye : İbadet
ve şahsın hukuku.
Edille-i şer‘îyye,
edilletü'l-ahkâm : Fıkhî bir hükmün dinîhukukî dayanağı.
Asıl : Hükmü nas
tarafından belirlenmiş fıkhî olay.
Fer‘ :Hükmü nas tarafından
belirlenmemiş fıkhî olay.
Aslın hükmü : Asıl
hakkında sabit olan ve kıyas yoluyla fer‘e de uygulanmak istenen hüküm.
İllet : Asla ait hükmün
konmasına esas teşkil eden özellik.
Mûsî : Vasiyet eden.
Mûsâ-lehin : Vasiyet
alacaklısı.
Erkânü'l-kıyas : Kıyasın
rükünları.
İstihsan : Müctehidin bir
meselede, özel bir delil sebebiyle, o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden
vazgeçip başka bir çözümü benimsemesi.
İstislâh (Mesâlih-i Mürsele): İslâm
hukuk terminolojisinde maslaha terimi geniş anlamda kullanıldığında, hem
"yarar sağlama"yı hem "zararı savma"yı ifade eder. Yorum
yoluyla da olsa- nasların kapsamına girmeyen ya da "illet" bağı
kurularak (kıyas yoluyla) nasta düzenlenmiş bir olaya bağlanamayan fıkhî bir
meselenin hükmünü İslâm fıkhının genel ilkelerine göre belirleme yöntemine
"istislâh", bu metodu uygulayarak hükme ulaşırken esas alınan
maslahatlara da "mesâlih-i mürsele" denir.
İstishâb : Daha önce
varlığı bilinen bir durumun aksine delil bulunmadıkça varlığını koruduğuna
hükmetme yöntemidir.
İbâha-i Asliyye İstishâbı :
Buna göre bir şeyden yararlanma veya bir davranışta bulunma hakkında naslarda
özel bir hüküm yoksa veya kıyas yahut istislâh yoluyla naslardan bu hususta
özel bir sonuç çıkmıyorsa, "Eşyada aslolan mubahlıktır" prensibine
göre o şeyden yararlanmanın veya o işi yapmanın mubah olduğu sonucuna ulaşılır.
Bu tarz hüküm verme metoduna "istishâb" denir.
Berâet-i Zimme İstishâbı :
Bir kimsenin borçlu veya suçlu olduğuna dair delil bulunmadıkça borçsuz ve
suçsuz kabul edilmesi esastır.
Vasıf İstishâbı : Şer‘an
varlığı kabul edilen bir hükmün, sebebinin ortadan kalktığı ispat edilmediği
sürece sabit sayılması esastır. Meselâ, satım ve mirasçılık gibi bir mülkiyet
sebebine binaen sabit olan mülkiyetin, geçerli bir nikâh akdinden sonra kurulan
evlilik bağının, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, ortadan kalktığını
gösteren bir delil olmadığı sürece devam ettiğine hükmedilir.
Sedd-i Zerâi : Harama,
kötü ve zararlı bir sonuca vasıta olan davranışların yasaklanması, kötülüğe
giden yolların kapatılması.
Feth-i zerâi : İyiliğe
götüren yolların açılması.
Re’y : Sözlükte
"şahsî görüş, düşünce ve kanaat" mânasına gelir. Fıkıh literatüründe
"hakkında açık bir nas yani âyet veya hadis metni bulunmayan fıkhî bir
konuda müctehidin belli metotlar uygulayarak ulaştığı şahsî görüş.
İctihad : Sözlükte
"zor ve meşakkatli bir işi gerçekleştirme uğrunda kişinin olanca gayreti
göstermesi", fıkıh ilminde ise "fakihin şer‘î-amelî bir meselenin
hükmünü ilgili delillerden çıkarabilmek için olanca gayreti sarfetmesi"
anlamına gelir. Bu melekeye sahip olan kimseye müctehid denir.
Ehliyyetü'l-hitâb :
İnsanın dinin davetini anlayacak konum ve kıvamda olması.
Fıkıh ilminde İnsan hayatının
devreleri : Cenin, Çocukluk,
Temyiz, Bulûğ ve Rüşd.
Vücûb ehliyeti : Kişinin
haklara sahip olabilme ve borç altına girebilme ehliyetidir.
Edâ ehliyeti : Kişinin
dinen ve hukuken muteber olacak tarzda davranmaya ve hukukî işlem yapmaya elverişli
oluşu demektir. Edâ ehliyetinin temelini akıl ve temyiz gücü teşkil eder.
Temyiz : Kişinin iyiyi
kötüden, faydalıyı zararlıdan ana hatlarıyla olsun ayırabilmesi.
Mümeyyiz : Temyiz eden;
iyiyi kötüden ayırma yeteneğine (temyiz gücüne) sahip kimse.
Teklif Ehliyeti : Bulûğla birlikte kişinin yeterli aklî
yetişkinlik kazandığı var sayıldığı için aksini gösteren bir delil olmadıkça
kişi akıl ve bulûğ ile tam edâ ehliyeti kazanır. Tam edâ ehliyetine “ teklif ”
ehliyeti de denir.
Rüşd : Kişinin malî
konularla normal seviyede tedbirli ve basiretli davranması.
Ahkâm-ı şer‘îyye : Şer‘î
hükümler
Ahkâm-ı ilâhiye : İlâhî
hükümler
Ahkâm-ı fer‘iyye : Amelî
hükümler
Vaz‘î Hükümler
Sebep : Şâriin varlığını
hükmün varlığı, yokluğunu da hükmün yokluğu için alâmet kıldığı durumdur.
Meselâ vakit namazın, ramazan ayının girmesi orucun, malın nisab miktarına
ulaşması zekâtın sebebidir.
Rükün : Fıkıh ilminde bir
şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil
eden bir unsuru ifade eder. İbadetlerde rükünler ve bunların yanında sıhhat
şartları o ibadetin farzlarını oluşturur. Bunlardan birinin eksik olması o
ibadeti geçersiz (bâtıl, fâsid) kılar. Namazda Kur'an okumanın (kıraat), rükû
veya secdenin terkedilmesi böyledir.
Şart : Bir hukukî sonucun
varlığı kendi varlığına bağlı olan, ancak kendisinin varlığı onun varlığını
zaruri kılmayan ve onun yapısından bir parça teşkil etmeyen fiil veya vasıftır.
Meselâ namaz için abdest, nikâh akdinde şahit şarttır. Bunlar olmadan namaz ve
nikâh olmaz. Ancak bunlar namazın ve nikâhın birer parçası olmadığı gibi abdest
ve şahit namazı ve nikâhı zorunlu kılmaz.
Mâni : Varlığı sebebe
hüküm bağlanmaması veya sebebin gerçekleşmemesi sonucunu doğuran durum. Din
ayrılığı ve mirasçısını öldürme mirasçı olmaya, hayız ve nifas halleri namazın
farz olmasına, yakın kan hısımlığı nikâh akdine mâni‘ sayılmıştır. Nisab
miktarı mala sahip olduğu halde aynı miktarda borcun bulunmasının zekâtın vâcip
olmasına mâni‘ teşkil etmesi de bir diğer örnektir.
Sıhhat : Bir fiilin
gerekli rükün ve şartları taşıması.
Butlân : Rüknünün veya
kurucu unsurlarından birinin eksik olması.
Muteber : Geçerli
Fesad : Bozulma
İfsad : Bozma
Fâsid : Bozuk olan şey.
Müfsid : Bir ibadeti bozan
veya bir hukukî işlemi sakatlayan fiil ve eksiklik. Diğer bir ifadeyle,
ibadetler alanında müfsid, usul ve âdâbına uygun şekilde başlanmış bir ibadeti
bozup geçersiz hale getiren davranış ve eksiklik demektir.
Teklifî Hükümler (Mükellefin
Fiilleri) : Teklifî hüküm ise, şâriin mükelleften bir fiili yapmasını veya
yapmamasını istemesi veya onu yapıp yapmama arasında serbest bırakması
demektir.
Farz : Kat‘î delille sabit
olan hüküm.
Farzı inkâr : Kişiyi
dinden çıkarır, tekfir sebebi olur. Geçerli mazereti bulunmadığı halde farzı
terkeden kimse fâsık durumuna düşer.
Vâcibin inkârı : Küfrü
gerektirmez.
Her iki fiilin de mazeretsiz
terki kişiyi uhrevî cezaya müstehak kılarsa da vâcibin terki farzın terkine
nisbetle daha hafif bir kusur sayılır.
İbadetler konusunda farz
terkedilirse o amel bâtıl olur, aynen tekrarlanması dışında telâfi imkânı
olmaz.
Farz-ı ayın : Şâriin her
bir mükellefin ayrı ayrı ifa etmesini istediği mükellefiyettir.Herkezin yapmak
zorundadır. Namaz, oruç, hac, zekât gibi temel ibadetler böyledir.
Farz-ı kifâye :
Müslümanların ferden değil de toplum olarak sorumlu oldukları
mükellefiyetlerdir.
Vâcip : Zannî delille
sabit olan hüküm. Hanefîler, vâcibin de farz gibi kesin olarak yapılması
gerektiği görüşündedir. Hanefîler vâcibi çoğu yerde "amelî farz"
olarak da adlandırırlar.
Mendup(müstehap) : Teşvik
edilen, yapılması kesin olmayan bir tarzda istenen, yani farz ve vâcip olmayan
davranışların genel adıdır.
Sünnet : Hz. Peygamber'in
söz, fiil ve onayının genel adı olup fıkıh usulünde Kur'an'la birlikte İslâm'ın
aslî iki kaynağını ve delilini teşkil eder.
Müekked sünnet : Hz.
Peygamber'in devamlı yaptığı, sırf bağlayıcı ve kesin bir emir olmadığını
göstermek için nâdiren terkettiği fiillere müekked sünnet denilir . Abdest
alırken ağza ve burna su verme, sabah namazının sünneti, ezan, kamet, cemaatle
namaz böyledir. Bu nevi sünneti yerine getiren Allah katında hoş karşılanır,
övgüye lâyık görülür, sevap kazanır. Terkeden cezaya ve günaha çarptırılmasa da
dinen azarlanmayı ve kınanmayı hak eder.
Gayr-i müekked sünnet :
Hz. Peygamber'in ibadet ve taat türünden olup bazan yaptığı bazan da terkettiği
veya çoğu zaman yaptığı bazan da terkettiği fiil ve davranışlara gayr-i müekked
sünnet denilir. Nâfile ve müstehap, hatta mendup tabirleri de çoğu kez bu
anlamda kullanılır. İkindi ve yatsı namazlarının farzlarından önce kılınan
dörder rekâtlık namazlar, vâcip kapsamında olmayan infak ve yardım böyledir. Bu
tür sünneti yerine getiren sevap ve övgüye lâyık görülür, terkeden dinen
kınanmaz. Bu iki sünnet (müekked ve gayr-ı müekked) sünnete "hüdâ
sünneti" de denir.
Hüdâ sünneti : Müekked ve
gayr-ı Müekked sünnetlere denir.
Zevâid sünnet : Hz.
Peygamber'in, Allah katından bir tebliğ veya Allah'ın dinini açıklama niteliği
taşımaksızın insan olması itibariyle yaptığı normal ve beşerî davranışlara ise
zevâid sünnet veya âdet sünneti denilir. Hz. Peygamber'in giyim ve kuşam tarzı,
yeme ve içme tarzı, zevkleri, kına ile saç ve sakalını boyamış olması böyledir.
Esasen bu fiiller dinî mükellefiyet çerçevesinde değildir. Yapılması dinen
tavsiye de edilmemiştir. Bununla birlikte bir müslüman Hz. Peygamber'in bu tür
davranışlarını ona olan sevgi ve bağlılığından dolayı yaparsa sevap ve övgüye
lâyık olur. Terkederse kınanmaz ve günah işlemiş olmaz.
Müstehap : Sözlükte,
"sevimli olan, tercih edilen ve güzel bulunan iş" demektir. Hz.
Peygamber'in bazan işleyip bazan terkettiği, âlimlerin ve sâlih kulların öteden
beri yapageldikleri ve tavsiye ettikleri fiil ve davranışlara dinî
terminolojide müstehap denilir. Müstehaplar ibadetlerin ve beşerî ilişkilerin
daha güzel ve verimli olmasını sağlayan âdâb ve ahlâk kuralları niteliğindedir.
Meselâ sabah namazının ortalık aydınlanıncaya kadar, sıcak mevsimlerde öğle
namazının serin vakte kadar geciktirilmesi, akşam namazında acele edilmesi
böyledir. Müstehabın terki dinen kınamayı gerektirmeyip sadece evlâ ve güzel
olanı terk mânası taşır. Müstehap çoğu kez mendup, nâfile,
tatavvu, âdâb gibi tabirlerle eş anlamlı olarak kullanılır ve
yapılması terkinden evlâ olan fiiller arasında en alt sırayı işgal eder.
Mubah : Sözlükte
"açığa çıkan, açıklanan, serbest bırakılan şey" demektir.
Vâcip ve Mendup :
Yapılması gerekenleri, ifade eder.
Haram ve Mekruh :
Yapılmaması gerekenleri ifade eder.
Câiz : Sözlükte "geçip gitmek, mümkün,
serbest ve geçerli olmak" anlamlarına gelen "cevâz" kökünden
türetilmiş bir isim olup fıkıh terimi olarak, dinen veya hukuken yapılmasına
müsaade edilen fiilleri ifade eder. Bu anlamdaki müsaadeyi belirtmek üzere de
"cevâz" kavramı kullanılır.
Sahih (geçerli): Tabiri
meselenin “ dünyevî-hukukî yönünü” ifade eder.
Câiz : Tabiri de uhrevî-dinî
yönünü ifade etmiştir.
Mekruh : Sözlükte
"sevilmeyip kerih, nahoş görülen şey" demektir. şâriin yapılmamasını
kesin ve bağlayıcı olmayan tarzda istediği fiil ve davranışlardır. Gerek şâriin
bu tarz yasaklaması gerekse bu yasaklamanın sonucu kerâhet diye anılır
Kerâhet : Sözlükte
“çirkinlik, sevimsizlik, bir şeyi sevmemek ve hoşlanmamak” gibi anlamlara
gelir.
Tahrîmen Mekruh: Bu,
şâriin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği bir fiil olmakla
birlikte, bu talep haber-i vâhid gibi zannî bir delil ile sabit olmuştur. Bu
tür mekruh harama yakın olup, vâcibin karşıtıdır. İki kişi arasında yapılan bir
akdi bozmak üzere yeni bir fiyat teklif etmek, başkasının evlenme teklifinde
bulunduğu kadına evlenme teklifinde bulunmak gibi. Vâciplerin terkedilmesi de
mekruhtur. Bu nevi mekruhun hükmü, haram bir fiili işleyenin hükmü gibidir,
yani cezayı gerektirir. Ancak haramdan farkı, bunu inkâr eden kişi kâfir olmaz.
Tenzîhen Mekruh : Bu,
şâriin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiildir. Bu
tanım, cumhûr-ı fukahânın mekruh tanımına uygundur. Tenzîhen mekruh, helâle
yakın olup, mendubun karşıtıdır. kindi namazından sonra, güneşin batmasından az
önce nâfile namaz kılmak, soğan, sarımsak yiyerek camiye gitmek, abdest alırken
suyu israf etmek gibi fiiller bu kısma örnek verilebilir. Bu nevi mekruhun
hükmü, herhangi bir cezayı ve kınanmayı gerektirmemesidir. Ancak tenzîhen
mekruh hükmündeki fiili istemek, üstün ve faziletli olan davranış tarzının
terkedilmesi demektir.
Haram : Teklifî hükümlerden
biri olan haram; sözlükte "yasak, memnu" demek olup helâlin zıddıdır.
Haram li-aynihî : Şâriin,
bizzat kendisindeki kötülük sebebiyle, baştan itibaren ve temelden haramlığına
hükmettiği fiildir. Zina, hırsızlık, adam öldürme, dinen murdar sayılan eti yeme,
evlenme mânii olanlarla evlenme gibi. Bu tür bir haram fiili işleyen kişi
günahkâr olur ve âhirette cezaya çarptırılmayı hakeder.
Haram li-gayrihî : Aslında
meşrû ve serbest olduğu halde, haram kılınmasını gerekli kılan geçici durumla
ilgili olan fiildir. Meselâ, bayram gününde oruç tutmak böyledir. Esas
itibariyle orucun kendisi meşrû bir fiildir. Fakat Allah bu fiilin bayram
gününde yapılmasını haram kılmıştır. Çünkü bu günde kullar Allah'ın misafirleri
sayılırlar. Bayram gününde oruç tutmak ise, böyle bir misafirliği
kabullenmekten kaçınmak anlamına gelir ki, bu davranış müslümana yakışmaz.
Azîmet : Sözlükte
"bir şeye kesin olarak yönelmek, niyetlenmek" anlamındadır. Fıkıh
ilminde ise, "meşakkat, zaruret ve ihtiyaç gibi ârızî bir sebebe bağlı
olmaksızın ilkten konmuş olan ve normal durumlarda her bir mükellefe ayrı ayrı
hitap eden aslî hüküm" demektir.
Azîmet farz, vâcip, sünnet,
müstehap niteliğindeki bir davranışın yapılmasını; haram, mekruh gibi
davranışların da yapılmamasını ifade eden bütün teklifî hükümleri içine alır.
Meselâ namaz, oruç, hac başta olmak üzere Allah'ın kullarını yükümlü tuttuğu
bütün dinî vecîbeler genel tarzda her mükellef kişi için konulmuş birer azîmet
hükmüdür. Aynı şekilde şarap içme, domuz eti yeme, zina etme gibi haram olan
fiiller de her mükellefi bağlayıcı genel hükümlerdir.
Ruhsat : Azimetin karşıtı
ruhsattır. Sözlükte "kolaylık, devamlı olan" ruhsat, fıkıh ilminde
"meşakkat, zaruret, ihtiyaç gibi ârızî bir sebebe bağlı olarak azîmet
hükmünü terketme imkânı veren ve yalnız söz konusu ârızî durumla sınırlı
bulunan hafifletilmiş ve geçici hükmü" ifade eden bir terimdir. Meselâ
mükelleflerin oruç tutması bir azîmet hükmüdür. Fakat hasta ve yolculara
karşılaştıkları güçlük sebebiyle, oruç tutmama kolaylığı tanınmış ve bunlardan
tutamadıkları oruçlarını normal hale dönünce kazâ etmeleri istenmiştir.
Bu
mesele ele alınırken, müctehid olmayan bir mükellefin durumunun söz konusu
olduğuna ve böyle bir kimsenin şer‘î-amelî konularda daima bir mezhebe göre
davranması gerekip gerekmediği sorusuna cevap arandığına dikkat edilmelidir.
Gerek devlet gerekse fert planında bir mezhebe bağlanma gereği duyulmuştur.
İşte bu bağlanmanın "taassup" derecesine ulaşmasını takip eden
dönemlerde, bir mezhebe bağlı davranmanın ve hatta hep o mezhep üzere kalmanın vâcip
olduğu (dahası mezhebinden ayrılana ta‘zir cezası uygulanması
gerekeceği)yönünde fikirler ileri sürülür olmuştur. Buna karşılık muhakkık
âlimler,ictihad edemeyen bir mükellefin hep bir mezhebe bağlı kalmasını
gerektirecek şer‘î bir delil bulunmadığını, böyle bir kimse için vâcip olanın,
ehliyetine kani olduğu âlimlere sormak, öğrenmek ve buna göre davranmaktan
ibaret bulunduğunu ispat etmeye çalışmışlardır.
cc)Telfik
Telfik,
sözlükte, "kumaşın iki kenarını birleştirip dikmek" anlamına gelir.
Fıkıh
ve usûl-i fıkıhta da bu anlamdan hareketle, farklı hükümlerin bir araya
getirilmesini ifade etmek üzere kullanılmıştır. Ancak bu ortak noktanın
ötesinde fıkıh ve usûl-i fıkıh eserlerinde telfik başlıca üç anlamda
kullanılmıştır:
a) Fıkıh eserlerinde
telfik kelimesi bazan, ictihadî ihtilâftan kaynaklanmayan iki farklı hükmü
birleştirerek uygulamak anlamında kullanılmıştır. Meselâ, "yemin
kefâretinde on fakirin bir kısmını yedirmek, diğerlerini giydirmek şeklinde
telfik yapılması câiz değildir" denirken bu mâna kastedilmiştir.
b) Fıkıh usulü
eserlerinde telfik bazan, bir meselede önceki müctehidlerin söylemediği ve
onların görüşlerinin ortak noktasını ihlâl eden yeni bir görüş ortaya atmak
anlamında kullanılmıştır. Daha çok icmâ bahsinde incelenen bu meselenin taklit
değil ictihad ile ilgili olduğu açıktır. Buna "ictihadda telfik"
denebilir.
c) Fıkıh ve fıkıh
usulü eserlerinde, telfik denince daha çok şu anlam kastedilir: Belirli bir
meselede birden fazla ictihadî görüşü bir arada (veya bir arada sayılabilecek
şekilde, yani birincisinin tesiri kalkmadan diğeriyle) amel edip ortaya bu
müctehidlerden hiçbirinin kabul etmeyeceği mürekkep bir durumun ortaya çıkması.
Telfikin dar anlamı budur. Buna "taklitte telfik" denir.
Bu
kayıtları şöylece özetlemek mümkündür:
a)
Telfike ihtiyaç duyulması.
b)
Daima kolay hükümleri alarak dinî hayatın keyfîliğe dönüştürülmemesi.
c)
Bu yolun "kanuna karşı hile" amacına alet edilmemesi.
d)
Helâlharam meselelerinde ihtiyata riayet edilmesi.
En
geniş anlamıyla ele alınırsa telfik değişik mezheplerin hükümlerinden
yararlanmayı da (buna intikal de denilmektedir), dolayısıyla değişik
mezheplerin kişiye kolay gelen hükümlerini seçmeyi de ifade eder. Dar anlamıyla
telfik (yani bir meselede birden fazla ictihadı birleştirip bu ictihad
sahiplerinin hiçbirinin benimsemeyeceği mürekkep bir durum meydana getirme)
dahi –bazı kayıtlarla- tecviz edilince, bunun (mürekkep bir durum meydana
getirmeden değişik mezheplerden yararlanmanın) tecvizi -belirtilen kayıtlara
riayet şartıyla- evleviyet gereği olur.
Fakat
bunda, “b” şıkkında belirtilen şarta riayet etmeme ihtimali çok kuvvetlidir.
Çünkü değişik mezheplerin kolay hükümlerini alırken, kişiyi buna yönelten âmil
"kolaycılık" düşüncesidir. İslâm dinindeki "kolaylaştırma"
ilkesi, bu ilkenin amaçlarına uygun olarak kullanılırsa ilke hedefine ulaşmış
olur.
Fakat bu ilke şahsî arzulara vasıta olarak kullanılırsa, ilke hedefinden sapmış
ve dinî hayat keyfîliğe dönüştürülmüş olur.
C)
TASAVVUF
Tasavvuf
kelimesi Kur'an'da ve hadislerde geçmez. Hicri ilk iki yüzyılda kişinin kendi
iç dünyasındaki derinlik ve zenginliği, coşkulu dindarlığını ifade için genelde
zühd, rikak-rekaik, takvâ, ibadet gibi
kelimeler kullanılıyor, böyle kimselere de zâhid ve âbid deniliyordu.
Hicrî III. yüzyıldan sonra daha kapsamlı olarak tasavvuf, sûfî, sûfiyye
gibi terimler kullanılmaya başlandı ve bir dönemden sonra tasavvuf ayrı bir
ilim ve davranış biçimi olarak ortaya çıktı.
Tasavvuf,
kalp temizliğini, güzel ahlâkı ve ruh olgunluğunu konu alır. Amaç müminleri
terbiye etmek ve mânen yükseltmektir. Bu amaca ulaşmak için dünyadan çok
âhirete önem vermek, maddî değerlerden fazla mânevî değerlere bağlanmak, daha
nitelikli ve daha çok ibadet etmek ve nefsi disiplin altına almak gerekir.
a)
Tasavvufî Düşüncenin Dinî ve Fikrî Temelleri
İslâm,
müminlerin dünya hayatına ve maddî zevklere dalmamalarını, âhirete ve mânevî
değerlere öncelik vermelerini ister.
Tasavvufun
konusu kalptir. Tasavvuf bir kalp ilmidir. Sûfîlere bu yüzden gönül ehli
denilmiştir. Tasavvufî düşünce Allah korkusu ve Allah sevgisi temeline dayanır.
Allah
Korkusu: Kur'ân-ı Kerîm ve
hadîs-i şeriflerde "havfullah (mehâfetullah) ve haşyetullah" denilen
Allah korkusu üzerinde çok durulmuştur. Günah işleyenlerin ve başkalarına
haksızlık edenlerin Allah'ın gazabından ve azabından korkmaları lâzımdır.
Allah
korkusu konusu üzerinde çok duran sûfîler bunu tasavvufun temel ilkelerinden
biri haline getirmişlerdir. Buradaki korku aynı zamanda Allah'ı sevmekten
kaynaklanan bir çekinme mahiyetindedir. Bu sebeple Allah korkusu ile Allah
sevgisi, birbirini tamamlayan iki kavramdır.
Allah
Sevgisi:
Bu sevgi İslâm'daki mânevî hayatın
temelidir. Bu temele dayanmayan ibadet ve ahlâk gibi davranışlar İslâm
açısından bir anlam ifade etmez. Bir mümin severek Allah'a itaat ve ibadet
ederse, onun emirlerine ve yasaklarına uyarsa bunun değeri vardır. Allah
Teâlâ'yı seven onun kelâmı olan Kur'an'ı ve resulü olan Hz. Muhammed'i, onun
dava arkadaşları olan sahâbeyi de sever. Kısaca Allah'ın sevdiği herkesi ve her
şeyi sever.
Tasavvufta
hedef bir müslümanın gönüllü olarak ve seve seve Allah'a ibadet etmesini
sağlamaktır. Bu mertebede ibadet insana zor gelmez, tersine ona haz ve huzur
verir. İbadet halinde olmaması ise onu rahatsız eder. Hz. Peygamber zamanında
var olan bu anlayış ondan sonra gelişerek devam etmiştir. Bu hareketin en
önemli temsilcisi hicrî II. (VIII.) asrın ikinci yarısında yetişmiş olan ünlü sûfî Râbia el-Adeviyye'dir (ö.
185/801). Bu tarihten sonra bu anlayışın yaygınlaşarak ve gelişerek devam
etmesi tasavvufun İslâmî bir hareket olarak ortaya çıkmasına sebep olan
faktörlerin başında gelir.
Zühd ile tasavvuf
arasındaki en önemli fark:
Zühdde
korku, tasavvufta sevgi unsurunun ağır basmasıdır.
Zühd
hareketinde korku sevgiyi, tasavvuf hareketinde ise sevgi korkuyu kapsar.
Zühd
âhirette kurtuluşu amaçlayan nisbeten özel bir mânevî hal, tasavvuf ise bu
hayata dayanan ama daha çok Allah'ın rızâsını ve sevgisini kazanmayı amaçlayan
daha kapsamlı mânevî hayattır.
Tasavvuf
kulun Allah'a yaklaşması ve O’nunla böyle bir mânevî ilişki kurmasıdır.
Müslümanların
iman ve ibadet itibariyle çeşitli dereceleri vardır. Bir hadiste imanın altı,
İslâm'ın beş şartı sayıldıktan sonra en büyük mertebe olan ihsan şöyle tarif
edilmiştir: "İhsan, Allah'a, onu görüyormuşsun gibi ibadet etmektir,
her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir" (Buhârî,
“Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 57). Kur'ân-ı Kerîm'de, "İhsan üzerine
olunuz, Allah ihsan
üzere
olanları sever" (el-Bakara
2/195; el-Mâide 93) buyurulmuştur
Mutasavvıflar
bu hadisten İslâm'ın üç mertebesi olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Bunlar
sırasıyla İslâm, iman ve ihsan mertebeleridir. İslâm zâhir,
iman zâhir ve bâtındır. İhsan ise zâhir ve bâtının hakikatidir. İslâm'da bilgi
amelle, amel ihlâsla, ihlâs da Allah'ın rızâsını taleple kemale erer.
Bilgi, ihlâs ve rızâ bu üç mertebenin başka bir ifadesidir. Müminler ilim, amel
ve mertebe itibariyle birbirinden farklıdırlar. Nitekim Kur'an'da şöyle
buyurulur: "Kendilerine ilim verilenler derece derecedir".
"Amel edenlerin de mertebeleri vardır". "Bakın nasıl bazısını
diğer bazılarına üstün kıldık" (el-Mücâdele 58/11; el-Ahkaf 46/19;
el-İsrâ 17/21).
__________________________________________________________________________________
Mukarreb: Allah'ın
yakınlığını kazanan insanlar
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
d)
Tasavvufta Kurumlaşma Dönemi
Sûfîlik
ve sûfî cemaatler ortaya çıktıktan sonra bu cemaatler ve örgütler mekânlara ve
binalara ihtiyaç duydular. İlk zamanlarda camiler, mescidler, evler, iş
yerleri, sûfîlerin buluşma, konuşma ve meselelerini müzakere etme yerleri idi.
Fakat örgütler gelişip yaygınlaşınca yeni mekânlara ve binalara
ihtiyaç
duyuldu. Herevî'nin Tabakåtü's-sûfiyye'de dediği gibi ilk tasavvufî
kurum Suriye'de Remle'de Hankah adıyla kuruldu, zamanla hızlı bir artış ve
yaygınlık gösterdi. Çeşitli dönemlerde ve bölgelerde bu kurumlara ribat,
tekke, zâviye, dergâh, âsitâne gibi isimler
verildi.
Yûsuf
el-Hemedânî'nin müridi, Yeseviyye tarikatının kurucusu Pîr-i Türkistan Ahmed
Yesevî (ö. 562/1166) ilk defa ve başarılı bir şekilde tasavvuf hayat tarzını ve
düşüncesini Türkçe ifade etmeye başladı. Hikmet denilen tasavvufî şiirlerini Dîvân-ı
Hikmet adı verilen bir eserde toplandı.
Ahmed
Yesevî'nin şiir anlayışı Yûnus Emre'de (ö. 1320) daha da sadeleşerek ve
güzelleşerek devam etti. Anadolu ve Balkanlar'daki pek çok mutasavvıf onu örnek
aldı.
Başta
Yûnus Emre'ninkiler olmak üzere bu şair mutasavvıfların şiirleri dinî mûsikinin
de ana malzemesini oluşturdu.
Osmanlılar'da
tekke edebiyatı kadar tasavvuf mûsikisi de büyük bir gelişme gösterdi.
Özellikle mevlevîhâneler bu işin öncülüğünü yaptı.
e)
Tasavvufta Sapmalar
Tasavvuf
beden-ruh, zâhir-bâtın, lafız-mâna ayırımı yapar ve daima bunlardan ikincilere
ağırlık verir, fakat birincileri de ihmal etmez. Bununla birlikte tarihî seyir
içinde zaman zaman zâhir ile bâtın, zâhirî-şer‘î ilimlerle bâtınî-mânevî
ilimler arasındaki mesafe açılmış, uçurum derinleşmiştir.
Açılan
mesafeyi kapatmak için şeriatla tasavvufu bağdaştıran ve kaynaştıran Ebû Nasr
es-Serrâc, Ebû Tâlib el-Mekkî, Kuşeyrî, Hücvîrî ve Gazzâlî gibi büyük
mutasavvıf âlimler değerli eserler yazmışlar, böylece zâhir ehli ile bâtın ehli
arasındaki zıtlaşmaları ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırmaya veya en aza
indirgemeye çalışmışlardır. Tasavvufun Ehl-i sünnet arasında daha fazla
yaygınlaşmasının önemli bir sebebi söz konusu mutasavvıf bilginlerin bu tür
çalışmalarıdır.
Tasavvuftaki
sapmalar erken dönemlerde başlamıştır. İlk sûfîler döneminde bile bu tür
sapmaların mevcut olduğunu biliyoruz. Ancak ilk sûfîler bu tür hareketler
karşısında çok dikkatli, hassas ve uyanık davranmışlar, sapmaları ve sapkınları
eleştirmişler, reddetmişler, böylece kendilerini onlardan korumuşlardır. Diğer
taraftan söz konusu hususlar zâhir ulemâsı tarafından da eleştirilmiştir. Sülemî
bu konuda Galatâtü's-sûfiyye adıyla bir eser yazmış, Serrâc da el-Lüm‘a'da
bu konuya bir bölüm ayırmıştır. Daha sonraki mutasavvıf yazarlar da bu husus
üzerinde önemle durarak müslümanları sapkınlığa karşı uyarmışlardır. Bunlardan
bazı örnekler şunlardır.
1. İbadetin düşmesi inancı. Bazı
sözde mutasavvıflar insanın ibadet ve kullukla Allah'a ereceğini, erince ibadet
etme yükümlülüğünün düşeceğini ve kulluktan âzat olacağını iddia etmişler: "Yakîn
gelene kadar Rabbine ibadet et" (el-Hicr 15/99) meâlindeki âyeti bu
inanç istikametinde yorumlamışlardır. Hakiki sûfîler bir müslümanın son
nefesini verene kadar dinin emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmakla
yükümlü olduğu inancındadırlar. Bunlar yukarıdaki âyette geçen
"yakýn" kelimesini "ölüm" şeklinde yorumlamışlardır. Allah'a
kul olmak hür olmaktan daha üstündür.
2. Riyadan kurtulmak ve ihlâs halini
gerçekleştirmek için dinî geleneklere aykırı davranmak gerektiği inancı.
Bunlara göre bir müslüman Allah'a kulluk ederken halk unsurunu dikkate
almamalı, Allah'tan başkasına değer vermemeli; ister doğru, ister bâtıl olsun
hiçbir hususta halkla uyum halinde olmayı düşünmemelidir. Bu anlayış esasen
doğru olmakla birlikte yanlış istikamette kullanılmış, neticede onları edep ve
terbiye sınırlarını aşma, dinin emir ve yasakları konusunda saygısız, duyarsız,
kayıtsız ve lâubali olma noktasına götürmüştür. Bazı Melâmîler'de ve Kalenderîler'de
bu hal görülür.
3. Velînin peygamberlerden üstün olduğu
inancı. Bazı sözde mutasavvıflar Kehf sûresinde anlatılan Mûsâ-Hızır
(a.s.) kıssasını ileri sürerek velînin nebîden üstün olduğunu iddia etmişler;
çünkü velîler doğrudan, nebîler vasıtayla Allah'tan bilgi alır demişlerdir. Bu
bâtıl bir inançtır. Zira velîlik, peygamberlik meşalesinden sadece bir
pırıltıdır. Hiçbir zaman bir velî bir nebî derecesinde olamaz. Her nebî aynı
zamanda velîdir. Onda hem velîlik, hem peygamberlik birleştiğinden velîlerden
üstündür.
4. Her şeyin mubah olduğu inancı.
Bazı sözde mutasavvıflara göre eşyada asıl olan mubah oluştur. Başkasının
hakkına tecavüzü önlemek için yasaklar konulmuştur. Başkalarının haklarına
saygı gösteren bir kimse için her şey mubahtır. Bu inançta olanlara İbâhıyye
veya Mubahiyye denir. Bazıları
da
niyetlerinin iyi, kalplerinin temiz olduğunu ileri sürerek emir ve yasakların kendilerini
bağlamadığını iddia ederler.
5. Hulûl inancı. Bunlara göre Allah
insan bedenine girer. Bedene girince ondaki insanlık nitelikleri kalkar, yerini
tanrılık nitelikleri alır.
6. Cebir inancı. Bazı sözde
mutasavvıflar insana nisbet edilmesi gereken her şeyin Allah'a ait olduğunu,
aslında insanların iradeleri ve tercih yapma imkânları bulunmadığını, cebir
altında olduklarını iddia ederek kişilerin sorumluluğunu ortadan
kaldırmışlardır. Bunlar, "Biz kapı gibiyiz, hareket ettiren olursa hareket
ederiz" derler. Bu görüşte olanlar aslında sapık olup mutasavvıf görünen
kimselerdir.
7. Allah'ı görme inancı. Bazı sözde
mutasavvıflar yüce Allah'ı dünyada gördüklerini iddia ederler. Bu iddia da
sapıklıktan başka bir şey değildir.
8. Allah Teâlâ'ya karşı saygısız davranmak.
Bazı sözde mutasavvıflar Allah'a yakın olma mertebesine erdiklerini, bu
mertebede edep ve resmiyetin söz konusu olmadığını iddia ederek Allah ile kulu
arasında bulunması gereken edebi gözetmez ve Allah'tan söz ederken çok lâubali
ifadeler kullanırlar.
9. Tenâsüh inancı. Bazı sözde
mutasavvıflar ölen bir insanın ruhunun, ölmeden evvelki davranışlarına ve
yaşayışına bağlı olarak insan veya hayvan şeklinde tekrar dünyaya geldiklerini
ve cezalarını çektiklerini iddia ederler, âhirete inanmazlar.
10. İttihat inancı. Bazı sözde
mutasavvıflar belli bir yöntem izleyerek beşerî niteliklerden arınan bazı
kişilerin Tanrı ile birleştiklerini (ittihat) iddia eder ve insanları
tanrılaştırırlar. Gerçek sûfîler ise yaratıcı varlıkla yaratılan varlığı
birbirinden ayırır, yaratılan varlığın hiçbir şekilde yaratıcı ile birleşip
tanrılaşamayacağına
inanırlar.
Bunlara
ilâve olarak mutasavvıfların bir kısmında kâfir veya sapık olmayı gerektirmeyen
birtakım hatalı inançlar ve davranışlar da vardır:
Aşırı
çilecilik, dünya işlerini tümden terk, bir tür ruhbanlık, evlenmemek, et
yememek, tedbir almayı tevekküle engel saymak, şeyhleri kutsal sayacak kadar
yüceltmek, yoksul yaşamayı amaç haline getirmek, nefse işkence etmek, mubah
olan nimetlerden yararlanmamak, özel giysiler giymek ve bunlarla halka karşı
böbürlenmek, kılık-kıyafet, saç-sakal gibi konularda temizlik kurallarına uymamak,
vakıf geliriyle geçinmek, dilenmek, toplumu terkedip inzivaya çekilmek,
tasavvufu kıssacılıktan, menkıbecilikten, raks ve semâdan, evrad ve ezkârdan
ibaret sanıp ilâhiler okunan meclislerde coşmak ve yapay olarak vecde gelmek,
cezbelenmek.
Sözü
edilen bu hususlar aslında tasavvufta var ise de, bunların birtakım kuralları,
sınırları, şekilleri ve miktarları da tesbit edilmiştir. Bu kurallara uymayan
ve sınırları aşan biçimleri hatadır.
f)
İlkeler
Yukarıdaki
bilgiler ışığında, tasavvuf ve tarikat konusunda göz önünde bulundurulması
gereken önemli bazı hususlar şu şekilde özetlenebilir:
1. Tasavvuf biri
Kur'an ve hadisin özü, diğeri bu öz istikametinden sûfîler tarafından
geliştirilen şekil olmak üzere iki kısımdır. İbadet, ahlâk ve dinî heyecandan,
insanın iç dünyasını zenginleştirip ruhî ve mânevî yönden kendini
geliştirmesinden ibaret olan birinci kısmı kabul etmek ve uygulamak her
müslümanın üzerine farzdır. İkinci kısım ise ihtiyarîdir. Zira özel bir hayat
tarzıdır ve bir gönül meselesidir. Bu yola girmeyenlerin girenlere, girenlerin
de girmeyenlere saygı göstermesi, hoşgörülü davranması gerekir.
2. Tasavvuf yolunu
tutan ve tarikata girenler diğer müslümanları küçümseyemezler. Zira kibir
haram, tevazu farzdır.
3. Tasavvuf yolu ince
bir yoldur ve bu yolda ehliyetli, kâmil bir rehbere ihtiyaç vardır. Her şey
erbabından öğrenilirse doğru öğrenilmiş olur. Kendi başına bu yolda
yürüyenlerin yolu kaybetmeleri daima ihtimal dahilindedir.
4. Tasavvuf ince ve
uzun olduğu kadar zor ve tehlikeli bir yoldur. Ebû Ali Rûzbârî, "Biz bu
yolda bıçağın sırtı gibi bir noktaya ulaştık, azıcık sağa sola meyletsek
cehenneme düşeriz" demiştir. Çok kârlı olan bir işin riski de çoktur. Onun
için bu yola giren kimse, şeytan, nefis, benlik, şöhret, menfaat
gibi
tehlikelerin ve yalancı cazibenin çok olduğu bu yolda gayet ihtiyatlı ve son
derece dikkatli olmalıdır.
5. Genel olarak
müslümanların makbul ve muhterem saydıkları Bâyezîd-i Bistâmî ve İbn Arabî gibi
mutasavvıfların, şeriatın hükümlerine aykırı gibi görünen bazı fikir ve
ifadelerine bakıp bunlar hakkında suizanda bulunmak ve acele hüküm vermek doğru
değildir. Konuyu uzmanlarına sormak, yanlış anlamalara elverişli hususları
onlarla müzakere etmek gerekir.
6. Derecesi ne kadar
yüksek olursa olsun bir velî günah işleyebilir. Peygamberlerden başkası
günahsız değildir. Ancak günah işleyen velîler günahta ısrar etmezler,
ederlerse velî sıfatını kaybederler. Fâsık ve fâcir (günahkâr) bir kişi özel
anlamda velî, yani Hak dostu olamaz. Bunlardan uzak durmalıdır.
7. Velîlerin, akıl ve
dinî hükümlerle bağdaşmaz görünen sözlerini işitenler ve bu tür hallerini görenler bu konularda
onları kendilerine örnek almamalı, delil saymamalı, bu tür söz ve ifadeleri
onların özel yaşayışı veya hatası sayıp kendileri şeriatın hükümlerine bağlı
kalmalıdırlar. Çünkü dinin açık hükümlerine, emir ve yasaklarına bağlı olmak
esastır. Bu olmadan tasavvuf da olmaz.
8. Tasavvuf alanında
müslümanlar asırlar boyu olgunlaşarak gelişen kültür birikimi ve gelenek
sebebiyle zengin bir mirasa, büyük bir ilim ve irfan hazinesine sahiptir. Bir
müslüman tasavvuf kitaplarını okuyabilir, tasavvufî düşünceden yararlanabilir.
Bunun için tasavvuf yoluna girmesi ve bir şeyhe bağlanması gerekmez. Ancak
tasavvuf kitaplarında gördüğü her şeyi doğru kabul etmemelidir. İnsan elinden
çıkan her kitapta doğru da yanlış da vardır. Yanlışı olmayan tek kitap Kur'ân-ı
Kerîm'dir.
9. Velîlerin kerameti
vardır ve haktır. Bir velînin velî olması için kerameti olması da şart
değildir. En büyük keramet iyi bir ahlâk sahibi olmaktır. Hatta istikamet
(doğruluk, dürüstlük) kerametten üstündür. Mânevî kerametler maddî
kerametlerden çok daha makbuldür. Bu sebeple kerametleri ve menkıbeleri ölçü
almamak ve abartmamak gerekir.
10. Velîler keşf ve
ilham denilen bir yolla Allah'tan bazan özel bilgiler alabilirler. Güvenilir
olup olmamaları, çeşitli yorumlara açık bulunmaları bakımından bu tür
bilgilerin çeşitli dereceleri vardır. Keşf ve ilham yoluyla elde edilen en
sağlam bilgiler bile ancak ilhama mazhar olan kişinin kendisi için delil olabilir.
Başkaları için bağlayıcı delil değildir. Bu tür bilgilerden yararlanmak için
bunların Kur'an ve hadislerin açık ve kesin hükümlerine aykırı olmaması
şarttır. Ebû Saîd el-Harrâz'ın dediği gibi: "Zâhirî hükümlere aykırı olan
her bâtın bâtıldır."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder