Üçüncü Bölüm
Akaid
Akaid, akd kökünden
türetilmiş olan akîde kelimesinin çoğuludur. Akîde, sözlükte
"gönülden bağlanılan, düğüm atmışçasına sağlam inanılan şey"
demektir. Dinî literatürde akîde, "inanılması zorunlu olan ilke"
(iman esası, mü'menün bih), çoğulu olan akaid kelimesi ise "İslâm dininde
inanılması farz olan hususlar, iman esasları, dinin temel kural ve
hükümleri" anlamına gelmektedir.
Kelamın
ilgi alnına giren konular:
İlahiyat: Allah ile ilgili
meseleler.
Nübüvvet: Peygamberlikle
ilgili sorunlar.
Semiyyat: Ahiret ile ilgili
meseleler.
Bu
üç ana başlığa (Usulû Selase) üç temel usul denmiştir.
I.
İMAN
A)
İMANIN TANIMI ve KAPSAMI
İman
sözlükte, "bir kişiyi söylediği sözde tasdik etmek, doğrulamak, söylediğini
kabullenmek, gönül huzuru ile benimsemek, karşısındakine güven vermek,
güvenlikte olmak, şüpheye yer vermeyecek biçimde içten ve yürekten
inanmak" anlamlarına gelir. Terim olarak ise, Hz. Peygamber'i, Allah
Teâlâ'dan getirdiği kesin olarak bilinen hükümlerde (zarûrât-ı dîniyye) tasdik
etmek, onun haber verdiği şeyleri tereddütsüz kabul edip bunların gerçek ve
doğru olduğuna gönülden inanmak demektir.
B)
İCMÂLÎ ve TAFSÎLÎ İMAN
İman,
inanılacak hususlar açısından icmâlî ve tafsîlî iman olmak üzere ikiye ayrılır.
a)
İcmâlî İman : İnanılacak
şeylere kısaca ve toptan inanmak demektir. İmanın en özlü ve en kısa şekli olan
icmâlî iman, tevhid ve şehadet kelimelerinde özetlenmiştir
b)
Tafsîlî İman : İnanılacak
şeylerin her birine, açık ve geniş şekilde, ayrıntılı olarak inanmaya tafsîlî
iman denilir. Tafsîlî iman üç derecede incelenir:
1-
Birinci derece :Allah'a, Hz. Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna ve
âhiret gününe kesin olarak inanmaktır. Bu, icmâlî imana göre daha geniştir. Çünkü
burada âhirete iman da yer almaktadır.
2-İkinci
derece :Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahıret gününe,
öldükten sonra tekrar dirilmeye, cennet ve cehennemin, sevap ve azabın
varlığına, kazâ ve kadere ayrı ayrı inanmaktır. Tafsîlî imanın ikinci derecesi amentüde
ifade edilen prensiplerdir.
3-Üçüncü
derece :Hz. Muhammed'in Allah katından getirdiği, bize kadar da tevâtür
yoluyla ulaştırılan bütün haberleri ve hükümleri tasdik etmektir. Bir başka
ifadeyle, mânası apaçık (muhkem) âyet ve mütevâtir hadislerle sabit olan
hususların hepsine ayrı ayrı, Allah ve Resulü'nün bildirdiği ve emir
buyurduklarını da içine alacak şekilde bütün ayrıntıları ile inanmaktır. Bu
durumda namaz, oruç, hac ve diğer farzları, helâl ve haram olan davranışları öğrenip
bütün bunların farz, helâl ve haram olduklarını yürekten tasdik etmek tafsîlî
imanın üçüncü derecesini oluşturur.
Müslüman
olmayan bir kimse, icmâlî iman ile İslâm'a girmiş olur. Bu iman üzere ölürse
neticede cennete girer. Fakat tafsîlî iman ile müslümanın imanı yücelir,
olgunlaşır, sağlam temeller üzerine oturur. Bir insanın, Allah'ı ve O'ndan geleni
gönülden tasdik ettikten sonra, Hz. Peygamber'in açıkladığı buyruk ve yasakları
bütünüyle, farzı farz, haramı haram bilerek öğrenmesi, kabullenmesi ve
uygulaması gerekir. Tafsîlî imanın üçüncü derecesi, zarûrât-ı diniyye denilen
ve inanılması zorunlu bulunan bütün inanç, ibadet, muâmelât ve ahlâk
hükümlerine inanmayı içermektedir.
C)
TAKLÎDÎ ve TAHKÎKÎ İMAN
Taklidi İman : Delillere dayalı
olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve âdeta kişinin İslâm
toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak gözüken imana taklîdî
iman denilir. Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre bu tür iman geçerli
olmakla beraber, kişi imanı aklî ve dinî delillerle güçlendirmediğinden dolayı
sorumludur. Taklîdî iman, inkârcı ve sapık kimselerin ileri süreceği
itirazlarla sarsıntıya uğrayabilir.
Tahkiki İman : Delillere, bilgiye,
araştırma ve kavramaya dayalı imana ise tahkîkî iman denir. Aslolan her
müslümanın tahkîkî imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının
bilincini taşımasıdır.
D)
İMAN ile AMEL ARASINDAKİ BAĞ
Amel,
iradeye dayalı iş, davranış ve eylem demektir. Esasen tasdik ve ikrar da birer
ameldir. Ancak amel deyince daha çok kalp ve dil dışında kalan organların ameli
anlaşılmaktadır. Bu durumda iman ile amel birbirinden ayrı şeyler olmasına,
amelin imanın bir parçası olmamasına rağmen, her ikisi arasında çok sıkı bir
bağ ve ilişki bulunmaktadır.
a)
Amel İmanın Ayrılmaz Parçası Değildir
Ehl-i
sünnet bilginlerine göre amel, imanın parçası, rüknü ve olmazsa olmaz unsuru
değildir. Bu sebeple bütün dinî esasları kalpten benimsemiş fakat çeşitli
sebeplerle buyrukları yerine getirmemiş veya yasakları çiğnemiş olan kimse,
işlediği günahı helâl saymadığı müddetçe mümin sayılır, ancak bu kimselerin günahkâr
mümin olduklarını ifade etmişlerdir. Bu, Ehl-i sünnet âlimlerinin ortak
görüşüdür.
b)
Amelin Gerekliliği ve İmanla Olan İlgisi
Amel
ile iman arasında çok yakın bir ilişki vardır. Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetinde
iman ile sahih amel yan yana zikredilmiş, müminlerin sâlih amelleri işleyerek
maddî-mânevî gelişmelerini sağlamaları ısrarla istenmiştir. Çünkü düşünce ve
kalp alanından eylem ve hareket alanına çıkamamış olan iman meyvesiz bir ağaca
benzer. Kalpte mevcut olan iman ışığının hiç sönmeden parlaması, giderek gücünü
artırması sâlih amellerle mümkün olabilir. Ayrıca imanın olgunluğuna ermek,
imanı üstün bir dereceye getirmek ve böyle iman sahiplerine Allah'ın vaad
ettiği sonsuz nimetlere kavuşmak için de amel gereklidir. İnsan sadece
inanılması gerekli şeyleri tasdik eder, ameli umursamayan bir tavır sergileyip
yasakları çiğnerse, dine, Allah'a ve Peygamber’ine olan bağlılığı yavaş yavaş
azalır, günün birinde kalbindeki iman ışığı da sönüp gider. O halde amelin hem
imanı güçlendirmede üstlendiği rol, hem de müminin cehennem azabından
kurtularak nimetlere ulaşmasına aracı olması ve Rabbine karşı kulluk görevini
gerçek anlamda yerine getirmesi bakımından önemi çok büyüktür.
E)
İMANIN ARTMASI ve EKSİLMESİ
İman,
inanılması gereken hususlar (iman esasları) açısından artmaz ve eksilmez. İman,
güçlü veya zayıf olma açısından farklılık gösterir. Kiminin imanı kuvvetli
kiminin zayıftır. Kiminin imanı tam anlamıyla içine sinmiş, kimininki yüzeysel
kalmıştır.
İbrâhim
(a.s.) ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini Allah'tan istemiş, âyette
buyurulduğu gibi yüce Allah'ın "inanmadın
mı?" sorusuna "(gözümle
de görerek) kalbim tam yatışsın diye" (el-Bakara 2/260)
cevabını vermiştir. Böylece onun Allah'ın ölüleri nasıl dirilttiğini gördükten
sonraki imanının önceki imanından daha güçlü olduğu belirtilmiştir. Âyetler ile
bu konudaki hadisler, imanın kuvvet, kalbin derinliklerine nüfuz yönüyle farklı
seviyelerde olabileceğini, nitelik yönüyle artma ve eksilme gösterebileceğini
ifade etmektedir.
F)
İMANIN GEÇERLİ OLMASININ ŞARTLARI
İmanın
geçerli olabilmesi ve sahibini âhirette ebedî kurtuluşa erdirebilmesi için şu
şartları taşıması gerekir:
1.
İmanın dünyada hür iradeye dayalı bir tercih olması, baskı, tehdit veya dünya
hayatından ümit kesme (ye's) durumunda gerçekleşmemiş bulunması gerekir. Daha
önce mümin olmayan bir kimsenin, hayattan ümidini kestiği son nefesinde
uğrayacağı azabı farkedip “iman ettim” demesi halinde, onun bu imanı geçerli
olmaz. Bir âyette "Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman ‘Allah'a
inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik’ derler. Fakat azabımızı
gördükleri zaman imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Allah'ın kulları
hakkında süregelen kanunu budur. İşte kâfirler burada hüsrana
uğramışlardır" (el-Mü'min 40/84-85) buyurulmuştur.
2.
Mümin, iman esaslarından birini inkâr anlamına gelen tutum ve davranışlardan
kaçınmalıdır. Meselâ Allah Teâlâ'yı ve bütün peygamberleri tasdik edip de Hz.
Muhammed'in peygamberliğine inanmayan yahut farz veya haram olduğu kesin olarak
bilinen bir hükmü, meselâ namazın farz,
şarap
içmenin haram olduğunu kendi hür iradesiyle inkâr eden, yahut alaya alan, puta,
haça vb. şeylere tapan bir kimseye mümin denilemez.
3. Mümin Allah'ın rahmetinden ne ümitsiz ne de
emin olmalıdır. Korku ile ümit arasında bulunmalıdır. Müminin "Nasıl olsa
imanım var, o halde muhakkak cennete giderim" düşüncesiyle kendinden emin
olması veya "Çok günah işledim, ben muhakkak cehennemliğim" diye
Allah'ın rahmetinden ümit kesmesi imanını kaybetmesine sebep olabilir. Bu konuda
Kur'an'da şöyle buyurulur: "Doğrusu kâfirlerden başkası Allah'ın
rahmetinden ümit kesmez" (Yûsuf 12/87), "Fakat büyük zararı
göze alanlar topluluğundan başkası Allah'ın azabından (azabının olmayacağından)
emin olmaz" (el-
A‘râf
7/99).
İMAN-İSLÂM
İLİŞKİSİ
İslâm
sözlükte,
"itaat etmek, boyun eğmek, bağlanmak, bir şeye teslim olmak, esenlikte
kılmak" anlamlarına gelir. Terim olarak, “yüce Allah'a itaat etmek, Hz.
Peygamber'in din adına bildirmiş olduğu şeylerin hepsini kalp ile tasdik edip
dil ile söyleyerek, inandıklarını yaşamak, sözleri ve davranışları ile kabul
edip benimsediğini göstermek” demektir. İslâm çok geniş bir kavramdır ve
teslimiyet demektir. Teslimiyet ise üç türlü olur. Ya kalben olur ki, bu kesin
inanç demektir. Ya dille olur ki, bu da ikrardır. Ya da organlarla olur ki,
bunlar da amellerdir. İşte İslâm'ın üç şeklinden biri olan kalbin teslimiyetine
ve bağlılığına iman denilir.
İman ile İslâm'ın farklı kavramlar olarak ele
alınması durumunda her mümin, müslim
olmakta, fakat her müslim, mümin sayılmamaktadır. Çünkü bu anlamda
İslâm, kalbin bağlanışı ve teslimiyeti değil de, dilin ve organların
teslimiyeti, belli amellerin işlenmesi demektir. Bu durumda İslâm daha genel
bir kavram, iman daha özel bir kavram olmaktadır. Şu âyet-i kerîmede iman
ile İslâm ayrı kavramlar olarak geçmektedir: "Bedevîler inandık
dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama boyun eğdik deyin. Henüz iman
kalplerinize yerleşmedi..." (el- Hucurât 49/14).
H)
BÜYÜK GÜNAH KAVRAMI
Arapça'da
kebîre (çoğulu kebâir) kelimesi ile ifade edilen büyük günah, bozgunculuğa
sebep olan, hakkında tehdit edici bir nas (âyet ve hadis) bulunan, işleyenin
dünyada veya âhirette cezalandırılmasına sebep olan büyük suçlar ve
davranışlara denir. Büyük günahların en büyüğü Allah'a şirk koşmak ve O'nu
inkâr etmektir (küfür). Büyük günahların neler olduğu konusunda hadislerde
çeşitli bilgiler vardır. Peygamberimiz bir hadisinde, "Size büyük
günahların en büyüklerinden haber vereyim mi? Onlar: Allah'a ortak tanımak, ana
babaya itaatsizlik ve yalancı şahitliktir" (Buhârî, “Edeb”, 6; Müslim,
“Îmân”, 38; Tirmizî, “Tefsîr”, 5) buyurmuş, bir başka hadislerinde "Mahveden
yedi günahtan sakınınız. Onlar: Allah'a ortak koşmak, sihir yapmak, haksız yere
adam öldürmek, yetim malı yemek, ribâ (faiz), savaştan kaçmak, iffetli ve iman
sahibi bir kadına zina iftirasında bulunmaktır" (Buhârî, “Vesâyâ”, 23;
Müslim, “Îmân”, 38; Ebû Dâvûd, “Vesâyâ”, 10) diyerek, büyük günahların yedi
tanesini zikretmiştir.
I) TASDİK ve İNKÂR
BAKIMINDAN İNSANLAR
İnsanlar
tasdik ve inkâr açısından üç grupta incelenebilirler.
a) Mümin
Allah'a,
Hz. Peygamber'e ve O'nun haber verdiği şeylere yürekten inanıp, kabul ve tasdik
eden ve Allahın emrettiği şekilde
yaşamaya gayret gösteren kimseye mümin denir.
b) Kâfir
İslâm dininin temel prensiplerine
inanmayan, Hz. Peygamber'in yüce Allah'tan getirdiği kesin olan ve tevâtür
yoluyla bize kadar ulaşmış bulunan esaslardan (zarûrât-ı dîniyye) bir veya
birkaçını yahut da tamamını inkâr eden kimseye kâfir denir.
c) Münafık
Allah'ın
birliğini, Hz. Muhammed'in peygamberliğini ve onun, Allah'tan getirdiklerini
kabul ettiklerini söyleyerek, müslümanlar gibi yaşadıkları halde, kalpten
inanmayan kimselere münafık denir. Münafıkların içi başka dışı başkadır. Sözü
özüne uygun değildir.
J)
KÜFÜR ve ŞİRK
Küfür
kelime olarak "örtmek"
demektir. Dinî literatürde ise Hz. Peygamber'i Allah'tan getirdiği şeylerde
yalanlayıp, onun getirdiği kesinlikle sabit dinî esaslardan bir veya birkaçını
inkâr etmek anlamına gelir. Sözlükte "ortak kabul etmek" anlamına
gelen şirk, terim olarak Allah Teâlâ'nın tanrılığında, isim, sıfat ve
fiillerinde, eşi, dengi ve ortağı bulunduğunu kabul etmek demektir.
Şirk
ile küfür birbirine yakın iki kavramdır. Aralarındaki fark, küfrün daha genel,
şirkin ise daha özel olmasıdır. Bu anlamda her şirk küfürdür, fakat her küfür
şirk değildir. Her müşrik kâfirdir, fakat her kâfir müşrik değildir. Çünkü şirk
sadece Allah'a, zât, isim ve sıfatlarına ortak tanıma sonucu meydana gelir.
Küfür ise, küfür olduğu bilinen birtakım inançların kabulü ile gerçekleşir.
Küfür olan inançlardan biri de Allah'a ortak tanımadır. Meselâ Mecûsîlik'te
olduğu gibi iki tanrının varlığını kabul etmek şirk olduğu gibi aynı zamanda
küfürdür. Halbuki âhiret gününe inanmamak küfürdür, ama şirk değildir.
K)
İMAN ile KÜFÜR ARASINDAKİ SINIR
İman,
Hz. Peygamber'in getirdiklerinin hepsini tasdik, küfür de inkâr etmektir. Buna
göre, iman ile küfrü belirleyen başlıca ayıraç kalbin tasdikidir. Ancak kalbin
tasdiki, insanlar tarafından bilinemediğinden, ikrar ve ikrarı gösteren dinî
görevleri yerine getirmek, yani amel, kalpteki imanın
varlığının
göstergesi olarak kabul edilmiştir. Küfrün en belirgin alâmeti, dinin temel
esaslarından birini veya tamamını reddetmek yahut onları beğenmemek,
önemsememek ve değersiz saymaktır.
L)
TEKFİR
Tekfir:Müslüman olduğu
bilinen bir kişiyi, inkâr özelliği taşıyan inanç, söz veya davranışından ötürü
kâfir saymak demektir.
İrtidad:Müslümanın dinden
çıkması anlamına gelir.
Mürted:Dinden çıkana
denilir.
Bu
itibarla tekfir bir şahsın başkaları tarafından küfrüne hükmedilmesi, irtidad
ise kişinin
kendi
irade ve ifadesiyle İslâm'dan ayrılması ve hukuk düzeni tarafından da mürted
sayılması demektir.
II.
İMAN ESASLARI
İslâm
dininin iman esasları ilmihal kitaplarında âmentü terimiyle ifade
edilir. Arapça âmene fiilinin birinci tekil şahsı olan âmentü,
"inandım" demektir.
A)
ALLAH'A İMAN
a)
Allah İnancı
Kâinatı
yaratan, idare eden, kendisine ibadet edilen tek ve en yüce varlık olan Allah'a
iman, iman esaslarının birincisi ve temelidir. Bütün ilâhî dinlerde Allah'ın
varlığı ve birliği (tevhid) en önemli inanç esası olmuştur. Çünkü bütün inanç
esasları Allah'a imana ve O'nun birliği esasına dayanmaktadır
Allah kelimesi, İslâmî
metinlerde, gerçek mâbudun (ibadet edilen varlığın) ve tek yaratıcının özel
ismi olarak kullanılagelmiştir.
b)
Allah'ın Varlığı ve Birliği
İslâm
akaidine göre Allah birdir ve tektir. Bu bir oluş, sayı yönüyle bir
"bir"lik değildir. Çünkü sayı bölünebilir ve katlanabilir. Allah
böyle olmaktan yücedir. O'nun bir oluşu, zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve
fiillerinde, rab oluşunda ve hâkimiyetinde eşi ve benzeri olmayışı yönündendir.
c)
Allah'ın Varlığının Delilleri
1-Fıtrat
Delili: Allah'ın
varlığını ispatlamak için insanın fıtraten Allah inancına sahip oluşu.
2-Hudûs
Delili: Âlemin ve âlemdeki varlıkların sonradan yaratılmış olup bir
yaratıcıya muhtaç olduğu.
3-İmkân
Delili:
Mümkin bir varlık olan âlemin var olması için bir sebebe ihtiyaç olduğu.
4-Nizam
Delili:
Tabiatın büyük bir âhenge ve şaşmaz bir düzene sahip olup bunun bir yaratıcının
eseri olmasının gerektiği.
d)
Allah'ın İsim ve Sıfatları
Müminin
Allah'ı tanıması amacıyla ilâhî zâtı nitelendiren kavramlara isim veya sıfat
denilir. Hay (diri), alîm (bilen), hâlik (yaratan) gibi dil açısından sıfat
kalıbında olan kelimeler isim kabul edilirken, bunların masdarlarını oluşturan
ve Allah'ın zâtına nisbet edilen kavramlar sıfat olarak değerlendirilir.
1-"Allah"
Özel İsmi: Kendisine ibadet
edilen yüce varlığın özel ismidir. Farsça'daki Hüda ve Yezdân, Türkçe'deki
Tanrı ve Çalab... gibi isimler Allah özel isminin yerine geçmez, ilâh, mevlâ, rab gibi âyet ve hadislerde
geçen Allah'ın diğer isimlerinin yerine kullanılabilir.
2-İsm-i
A‘zam: Bu
tamlama, sözlükte “en büyük isim” anlamına gelmektedir. Terim olarak Allah'ın
en güzel isimleri içerisinde yer alan bazı isimleri için kullanılmıştır.
Fakat Allah'ın en büyük isminin hangisi olduğunu kesin olarak belirlemek mümkün
değildir.
3-Esmâ-i Hüsnâ: İsmin
çoğulu olan esmâ kelimesi ile, “en güzel” anlamındaki hüsnâ kelimesinin
oluşturduğu bir sıfat tamlaması olan esmâ-i hüsnâ (el-esmâü'lhüsnâ), yüce
Allah'ın bütün isimleri için kullanılan bir terimdir.
__________________________________________________________________________________
İhsâ:Saymak
Hıfz: Ezberlemek
Hudûs: Sonradan olma
Kadîm: Ezeli
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
4-Allah'ın
Sıfatları:
Allah Teâlâ'ya iman etmek demek, O'nun yüce varlığı hakkında vâcip ve zorunlu
olan kemal ve yetkinlik sıfatlarıyla, câiz sıfatları bilip, öylece inanmak,
zâtını noksan sıfatlardan yüce ve uzak tutmaktır. Allah, şanına lâyık olan
bütün kemal sıfatlarıyla nitelenmiş ve noksan sıfatlardan münezzehtir. Allah
Teâlâ'nın sıfatlarının hepsi ezelî ve ebedî sıfatlardır. O'nun sıfatlarının
başlangıcı ve sonu yoktur. Allah'ın sıfatları, yaratıkların sıfatlarına
benzemez. Her ne kadar isimlendirmede bir benzerlik varsa da Allah'ın ilmi,
iradesi, hayatı, kelâmı; bizim, ilim, irade, hayat ve kelâmımıza benzemez.
aa)
Zâtî Sıfatlar:
Sadece Allah Teâlâ'nın zâtına mahsus olan, yaratıklarından herhangi birine
verilmesi câiz ve mümkün olmayan sıfatlardır. Zât sıfatların zıtları Allah
hakkında düşünülemediği, bu sebeple noksanlık, sonluluk ve eksiklik ifade eden
bu özelliklerden O'nun tenzih edilmesi gerektiğinden bu sıfatlara tenzîhî
sıfatlar ve selbî sıfatlar da denilmiştir.
1.
Vücûd.
“Var olmak” demektir. Allah vardır, varlığı başkasından değil, zâtının
gereğidir, varlığı zorunludur. Vücûdun zıddı olan yokluk Allah hakkında
düşünülemez.
2.
Kıdem.
“Ezelî olmak, başlangıcı olmamak.
3.
Beka.
“Varlığının sonu olmamak, ebedî olmak.
4.
Muhâlefetün li'l-havâdis. “Sonradan olan şeylere benzememek
5.
Vahdâniyyet.
“Allah Teâlâ'nın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bir ve tek olması, eşi,
benzeri ve ortağının bulunmaması.
6.
Kıyâm bi-nefsihî.
“Varlığı kendiliğinden olmak, var olmak için bir başka varlığa ihtiyaç duymamak.
Kadîm: Ezeli
Kıdem:
Sıfatının
zıttı - Hudûs:
Sonradan olma
Bekâ:
Sıfatının
zıtıı - Fenâ: Sonu olmak .
Muhâlefetün
li'l-havâdis: Sıfatının
zıttı - Müşâbehet ve Mümâselet:Sonradan
olana benzemek ve denklik.
Vahdâniyyet:
Sıfatının
zıttı - Taaddüd: Birden fazla olmak (Şirk: Ortağı
bulunmak.)
Kıyâm
bi-nefsihî: Sıfatının
zıttı - Kıyâm bi-gayrihî: Başkasına muhtaç
olmak.
bb)
Sübûtî Sıfatlar
Varlığı
zorunlu olan ve kemal ifade eden sıfatlardır. Bu sıfatlar "Allah diridir, irade
edendir, güç yetirendir..., hayat, irade ve kudret... sıfatları vardır"
gibi müsbet (olumlu) ifadelerle Allah'ı tanıttığı
için sübûtî sıfatlar adını almışlardır.
__________________________________________________________________________________
1.
Hayat
2.
İlim
3.
Semi
4.
Basar
5.
İrade
6.
Kudret
7.
Kelâm
8.
Tekvîn
1.
Hayat. “Diri
ve canlı olmak” demektir. Yüce Allah diridir ve canlıdır. Her şeye, kuru ve ölü
toprağa can veren O'dur. Ezelî ve ebedî bir hayata sahiptir. Hayat sıfatının
zıddı olan “ölü olmak” (memât) Allah hakkında düşünülemez. Kur'an'da bu sıfatla
ilgili olarak şöyle buyurulur: "Ölümsüz ve
2.
İlim.
“Bilmek” demektir. Allah her şeyi bilendir. Olmuşu, olanı, olacağı, gelmişi,
geçmişi, gizliyi, açığı bilir. Allah'ın bilgisi yaratıkların bilgisine
benzemez, artmaz, eksilmez. O, her şeyi ezelî ilmiyle bilir. Allah, her şeyi
olacağı için bilir. Yoksa her şey Allah bildiği için olmaz. Âlemde görülen bu
güzel
düzen, tertip ve şaşmaz âhenk, onun yaratıcısının engin ve sonsuz ilminin en
büyük göstergesidir. İlim sıfatının zıddı olan cehl (bilgisizlik), Allah
hakkında düşünülmesi imkânsız olan bir sıfattır. İlim sıfatı ile ilgili
âyetlerden ikisinde şöyle buyurulur: "O karada ve denizde ne varsa bilir.
O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez..." (el-En‘âm 6/59),
"Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun?..."
(el-Mücâdele 58/7).
3. Semi‘. “İşitmek” demektir. Allah işiticidir.
Gizli, açık, fısıltı halinde, yavaş sesle veya yüksek sesle ne söylenirse Allah
işitir, duyar. Bir şeyi duyması, o anda ikinci bir şeyi işitmesine engel
değildir. İşitmemek ve sağırlık Allah hakkında düşünülemez.
4.
Basar.
“Görmek” demektir. Yüce Allah her şeyi görücüdür. Hiçbir şey Allah'ın
görmesinden gizli kalmaz. Saklı, açık, aydınlık, karanlık ne varsa Allah görür.
Görmemek (âmâlık) Allah hakkında düşünülemez. Allah'ın işitici ve görücü
olduğuna dair pek çok âyet vardır. Bunlardan birinde şöyle
buyrulur:
"(Allah) gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir. Allah
adaletle hükmeder. O'nu bırakıp taptıkları ise hiçbir şeye hükmedemezler.
Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işiten ve görendir" (el-Mü'min 40/19-20).
5.
İrade.
“Dilemek” demektir. Allah dileyicidir. Allah Teâlâ'nın iki türlü iradesi
vardır:
Tekvînî
İrâde.
Tekvînî (yapma, yaratma ile ilgili) irâde; bütün yaratıkları kapsamaktadır. Bu
irâde, hangi şeye yönelik gerçekleşirse, o şey derhal meydana gelir. "Biz
bir şeyin olmasını istediğimiz zaman ona sözümüz sadece "ol"
dememizdir. Hemen oluverir" (en-Nahl 16/40) anlamındaki âyette
belirtilen irade bu çeşit bir iradedir. “Tekvînî irade hayra da şerre de,
iyiliğe de kötülüğe de yönelik olarak gerçekleşir.”
Teşrîî
İrade.
Teşrîî (yasama ile ilgili) iradeye dinî irade de denir. Yüce
Allah'ın bir şeyi sevmesi ve ondan hoşnut olması, onu emretmesi demektir.
Allah'ın bu mânadaki bir irade ile bir şeyi dilemiş olması, o şeyin meydana
gelmesini gerekli kılmaz. "Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği ve
akrabaya yardım etmeyi emrediyor (irade ediyor)..." (en-Nahl 16/90)
meâlindeki âyetteki irade bu çeşit bir iradedir. “Teşrîî irade, sadece hayra
ve iyiliğe yönelik olarak gerçekleşir.” Allah, hayrı da şerri de irade edip
yaratır. Ancak O’nun şerre rızâsı yoktur, şerri emretmez ve şerden hoşlanmaz.
6.
Kudret.
“Gücü yetmek” demektir.
7.
Kelâm.
“Söylemek ve konuşmak” demektir.
8.
Tekvîn.
“Yaratmak, yok olanı yokluktan varlığa çıkarmak” demektir..
Hayat: Sıfatının zıttı – Memât:
Ölü olmak
İlim: Sıfatının zıttı – Cehl:
Bilgisiz olmak (Bilgisizlik)
Semi: Sıfatının zıttı - Sağırklık: Duymamak
Basar: Sıfatının zıttı - Âmâ : Görmemek
İrade: Sıfatının zıttı - Îcâb
bi'zzât: İradesizlik ve zorunda olmak
Kudret: Sıfatının zıttı – Acz:
Acizlik, güç yetirememek
Kelâm: Sıfatının zıttı – Dilsizlik:
Konuşamamak
Tekvin:Sıfatının zıttı -
B)
MELEKLERE İMAN
a)
Melek Kavramı ve Meleklere İman
Sözlükte
"haberci, elçi, güç ve kuvvet" anlamlarına gelen melek, Allah'ın
emriyle çeşitli görevleri yerine getiren, gözle görülmeyen nûrânî ve ruhanî
varlıktır.
b)
Meleklerin Mahiyeti
Melekler
duyu organlarıyla algılanamayan, gözle görülmeyen, sürekli Allah'a kulluk eden,
asla günah işlemeyen, nûrânî ve ruhanî varlıklardır. Bu sebeple onlar
hakkındaki tek bilgi kaynağı âyetler ve sahih hadislerdir. Onun ötesinde bir
şey söylemek mümkün değildir.
c)
Meleklerin Özellikleri
Melekleri
diğer varlıklardan ayıran birtakım özellikler vardır. Bunları şu şekilde
sıralamak mümkündür:
1. Melekler nûrdan
yaratılmış; yemek, içmek, erkeklik, dişilik, uyumak, yorulmak, usanmak,
gençlik, ihtiyarlık gibi fiillerden ve özelliklerden arınmış nûrânî ve ruhanî
varlıklardır:
2. Melekler Allah'a
isyan etmezler, Allah'ın emrinden çıkmazlar, asla günah işlemezler, hangi iş
için yaratılmış iseler o işi yaparlar.
3. Melekler, son
derece süratli, güçlü ve kuvvetli varlıklardır:
4. Melekler Allah'ın
emir ve izniyle çeşitli şekil ve kılıklara bürünebilirler. Cebrâil (a.s) Hz.
Peygamber'e ashaptan Dihye şeklinde görünmüş, bazen kimsenin tanımadığı bir
insan şeklinde gelmiştir.
5. Melekler gözle
görünmezler.
6. Melekler gaybı
bilemezler. Çünkü gaybı, ancak Allah bilir.
d)
Meleklerin Görevleri ve Çeşitleri
Âyet
ve hadislerde sayıları hakkında herhangi bir bilgi bulunmayan fakat pek çok
oldukları anlaşılan meleklerin temel görevleri Allah'a kulluk ve O, neyi
emrederse onu yerine getirmektir. Melekler görevleri açısından şu gruplarda
incelenebilirler:
Dört
Büyük Melek
1-Cebrâil: Allah tarafından vahiy getirmekle görevlidir.
Cebrâil'e (a.s.) güvenilir ruh anlamına gelen "er-Rûhu'l-emîn"
de denilmiştir: Cebrâil, meleklerin en üstünü ve en büyüğü, Allah'a en yakını
olduğu için kendisine “meleklerin efendisi” anlamında seyyidü'l-melâike
denilmiştir.
2-Mîkâîl: Kâinattaki tabii olayları ve
yaratıkların rızıklarını idare etmekle görevlidir.
3-İsrâfîl: Sûra üflemekle görevli melektir.
İsrâfil, sûra iki kez üfleyecek, ilkinde kıyamet kopacak, ikincisinde ise
tekrar diriliş meydana gelecektir.
4-Azrâil: Görevi ölüm sırasında canlıların
ruhunu almak olduğu için "melekü'l-mevt" (ölüm meleği) adıyla
anılmıştır.
Diğer
Melekler
Kirâmen Kâtibîn: İnsanın sağında ve solunda bulunan
iki meleğin adıdır. Sağdaki melek iyi iş ve davranışları, soldaki ise kötü iş
ve davranışları tesbit etmekle görevlidir. Hafaza
melekleri adı da verilen bu melekler kıyamet günü hesap sırasında yapılan
işlere şahitlik de edeceklerdir.
Münker ve Nekir: Ölümden sonra kabirde sorgu ile
görevli iki melektir.“Bilinmeyen, tanınmayan, yadırganan” anlamındaki
münker ve nekir, mezardaki ölüye, hiç görmediği bir şekilde görünecekleri için
bu ismi almışlardır.
Hamele-i Arş: Arşı taşıyan meleklerin adıdır.
Mukarrebûn ve
İlliyyûn:
Adıyla anılan melekler, Allah'ı tesbih ve anmakla görevli olup, Allah'a çok
yakın ve O'nun katında şerefli mevkii bulunan meleklerdir. Cennet ve
cehennemdeki işleri yürütmekle görevli melekler de vardır. Bunlardan başka,
insanın kalbine doğruyu ve gerçeği ilham etmekle, namaz kılanlarla birlikte Fâtiha
sûresinin bitiminde "âmin"
demekle, hergün sabah ve ikindi namazlarında müminlerle birlikte olmakla,
Kur'an okurken yeryüzüne inmekle, sokakları ve yolları dolaşıp zikir, Kur'an ve
ilim meclislerini arayıp, müminlere özellikle bilgin olan müminlere rahmet
okumakla, sadece Allah'a hamd ve secde etmekle görevli melekler de vardır.
Rıdvan
:
Cennetteki meleklerin başkanı.
Mâlik
:
Cehennem meleklerinin başkanı.
e)
İnsanlarla Melekler Arasındaki Üstünlük Derecesi
Ehl-i
Sünnet'e göre insanlar içinden seçilen peygamberler, meleklerin peygamberleri
durumunda olan büyük meleklerden daha üstündür. Çünkü yüce Allah insan için
"halife" tabirini
kullanarak (el-Bakara 2/30) onu melekler karşısında yüceltmiş, Hz. Âdem'e
secde etmeleri için meleklere emretmiş, eşya ve âlemi meleklere gösterip
bunların adlarını sorduğu zaman me lekler cevap verememiş, Hz. Âdem ise birer
birer saymıştır (el-Bakara 2/31-34). Ayrıca meleklerin Allah'a kullukları ve hayırlı
şeyleri yapmaları, iradeye bağlı olmayan hareketlerdir. Halbuki insan Allah'a
kulluğunu ve iyi işleri, kendisini doğru yoldan ayıracak pek çok engeli aşarak
yapar. Bütün bunlar insan cinsinin melek cinsinden üstün olduğunu gösterir.
Meleklerin önde gelenleri, peygamber olmayan bütün insanlardan; takvâ sahibi
müminler, şehidler, salih amel işleyenler, dinde dosdoğru hareket edenler,
diğer meleklerden; diğer melekler de insanların kâfir, münafık, müşrik, inancı bozuk,
amelsiz, ahlâksız olanlarından daha üstündür.
f)
Cin ve Şeytan
aa)
Cin
Sözlükte,
"gizli ve örtülü varlık, görülmeyen şey" anlamına gelen cin, terim
olarak duyu organlarıyla algılanamayan, çeşitli şekillere girebilen; ateşten
yaratılmış, mânevî, ruhanî ve gizli varlıklara verilen bir addır. Cinlerin bir
kısmı müslümandır. Bir kısmı da kâfirdir. Kâfir olanları cinlerin çoğunluğunu
oluştururlar. Cinlerin mümin olanları, müminlerle beraber cennette, kâfir
olanları da kâfirlerle beraber cehennemde kalacaklardır.
Cinlerin
mutlak gayba dair bilgileri yoktur. Ancak hayat sürelerinin uzunluğu, ruhanî
ve mânevî varlıklar olmaları, meleklerden haber çalmaları gibi sebeplerle,
insanların bilmediği, geçmişe ve şu ana ait bazı olayları bilebilirler. Ancak
bu durum, cinlerin insandan daha üstün varlıklar olduğunu göstermez.
Cinler
de insanlar gibi iman ve ilâhî emirlere itaat etmekle yükümlüdürler: "Ben
cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (ez-
Zâriyât 51/56). Cinler tıpkı insanlar gibi yerler, içerler, evlenir ve
çoğalırlar, erkeklik ve dişilikleri vardır, doğar, büyür ve ölürler. Ancak
cinlerin ömrü, insanlarınkine göre epeyce uzundur.
bb)
Şeytan
Gözle
görülmeyen fakat varlığı kesin olan, azgınlık ve kötülükte çok ileri giden,
kibirli, âsi, insanları saptırmaya çalışan cinlere şeytan adı verilir. Kur'ân-ı
Kerîm'de ilk şeytandan İblîs diye söz edilir, İblîs, azmış ve Rabbinin
buyruğuna isyan ederek sapıklığa düşmüş cinlerdendir.
C)
KİTAPLARA İMAN
a)
İlâhî Kitap Kavramı ve Kitaplara İman
Kitap,
sözlükte "yazmak ve yazılı belge" anlamına gelir. Terim olarak ise,
Allah Teâlâ'nın kullarına yol göstermek ve aydınlatmak üzere peygamberine
vahyettiği sözlere ve bunun yazıya geçirilmiş şekline denilir. Çoğulu
"kütüb"dür. Hıristiyan ve yahudilere ilâhî kitap olarak İncil ve
Tevrat verildiğinden onlara "Ehl-i kitap" denilmiştir. İlâhî
kitaplara Allah katından indirilmiş olması sebebiyle "kütüb-i münzele" veya "semavî kitaplar" da denilir.
b)
İlâhî Kitaplar
İlâhî
kitaplar Allah kelâmı olmak bakımından aralarında farklılık bulunmamasına rağmen,
hacimleri ve hitap ettikleri kitlenin büyüklüğüne göre, suhuf ve kitap olmak
üzere ikiye ayrılırlar.
aa)
Suhuf
Sahife
kelimesinin çoğulu olan “suhuf ”, dar bir çevrede, küçük topluluklara,
ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde indirilen birkaç sayfadan oluşmuş küçük
kitap ve risâlelere denilir. Ebû Zer'den rivayet edilen bir zayıf hadise göre
sayfaların sayısı 100 olup şu peygamberlere indirilmiştir:
Hz. Âdem'e 10 sayfa,
Hz. Şît'e 50 sayfa,
Hz. İdrîs'e 30 sayfa,
Hz. İbrâhim'e 10 sayfa
Suhufa
göre daha hacimli ve kitap şeklinde olan ve evrensel mesajlar içeren ilâhî
kitaplar ise;
Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an olmak
üzere dört tanedir
bb)
Tevrat
Tevrat
İbrânîce bir kelime olup "kanun, şeriat ve öğreti" anlamlarına gelir.
Hz. Mûsâ'ya indirilmiştir. Tevrat'a Ahd-i Atîk ve Ahd-i Kadîm de (Eski Ahit)
denilir.
cc)
Zebur
Kelime
olarak “yazılı şey ve kitap” anlamına gelen Zebur, Hz. Dâvûd'a indirilmiş olan
ilâhî kitabın adıdır. Zebur, ilâhî kitapların en küçüğü olup, yeni dinî
hükümler getirmemiştir. Bugün elde mevcut olan Zebur nüshaları, lirik söyleyiş
ve ilâhîlerden, Allah'a övgü ve hikmetli sözlerden ve birtakım nasihatlardan
meydana gelmiştir. Mezmûrlar adıyla Eski Ahid'de yer almaktadır.
dd)
İncil
İncil
kelime olarak “müjde, tâlim ve öğretici” anlamına gelir. Hz. Îsâ aracılığıyla İsrâiloğulları'na
indirilmiştir. İncil'e Ahd-i Cedîd (Yeni
Ahit) denilir.
ee)
Kur'an
Allah
tarafından gönderilen ilâhî kitapların sonuncusu olan Kur'ân-ı Kerîm, son
peygamber Hz. Muhammed'e indirilmiştir. Sözlükte "toplamak, okumak, bir
araya getirmek" anlamına gelir.
1.
Kur'an'ın Nüzûlü
Kur'ân-ı
Kerîm, Allah Teâlâ'dan Hz. Peygamber'e Cebrâil aracılığıyla ve vahiy yoluyla
indirilmiştir. Kolayca ezberlenebilmesi, kısa zamanda etrafa yayılması,
mânasının kolaylıkla anlaşılması, zihinlerde ve akıllarda derece derece bir
gelişme ve alıştırma sağlaması, inançların ve değer yargılarının yavaş yavaş
güçlenip kökleşmesi vb. sebeplerle, o bir defada toptan indirilmemiş, yaklaşık
23 senede, bölümler halinde indirilmiştir
2.
Kur'an'ın Muhtevası
İnsanları
hem bu dünyada hem de âhirette mutluluğa kavuşturmak için gönderilmiş bulunan
Kur'ân-ı Kerîm başlıca şu konuları kapsamaktadır:
1- İtikad:
Başta Allah'a iman olmak üzere peygamberlere, meleklere, kitaplara, kazâ ve
kadere, âhirete ait önemli konular ve inançla ilgili çeşitli meseleler,
Kur'an'ın kapsadığı konuların başında gelir.
2- İbadetler: Kur'an'da müslümanların yapmakla yükümlü
bulundukları namaz, oruç, hac, zekât vb. ibadetlere dair âyetler vardır.
3- Muâmelât:
Kur'an bir toplumun devamını sağlayan ve toplum fertlerinin aralarındaki
ilişkileri düzenleyen birtakım hükümleri kapsar. Kur'an'da alışveriş, emanet,
bağış, vasiyet, miras, aile hayatı, nikâh ve boşanma gibi kişiyi ve toplumu
ilgilendiren konulara dair açıklamalar ve hükümler vardır.
4- Ukubat: İslâm
toplumunun mutluluğa erişebilmesi, bu toplum fertlerinin, İslâm'ın koyduğu
kurallara aynen uymasıyla mümkün olur. Toplumun düzenini bozan, insan haklarını
ve yasakları çiğneyen kimseler cezayı hak edecekleri için Kur'an bunlarla
ilgili hükümleri de kapsamaktadır.
5- Ahlâk:
Kur'an, kişilerin dünya ve âhiret mutluluğunun sağlamasına yardımcı olmak
üzere, ana babaya hürmet, insanlarla iyi geçinme, iyiliği emretme, kötülükten
sakındırma, adalet, doğruluk, alçak gönüllülük, merhamet, sevgi... gibi ahlâkî
hükümleri de kapsamına almaktadır.
6- Nasihat ve
Tavsiyeler: İnsanlara emir ve yasaklar konusunda duyarlı olmalarını,
nefislerine esir düşmemelerini, dünyayı âhirete tercih etmemelerini, dünyada
imtihana çekildiklerini hatırlatan, çeşitli tehlikelerden koruyan nasihat ve
tavsiyeler de Kur'an'ın içerdiği konular arasındadır.
7-Va‘d
ve Vaîd: Allah'ın
emirlerine boyun eğip yasaklarından kaçınanların cennetle
mükâfatlandırılacaklarına, buyruklarını terkedip yasaklarını çiğneyenlerin
cehennemle cezalandırılacaklarına dair Kur'an'da pek çok âyet bulunmaktadır.
8- İlmî Gerçekler:
Kur'an, insanlığa gerekli olan ilmî gerçeklerin ve tabiat kanunlarının ilham
kaynağını teşkil eden âyetleri de kapsamaktadır. Kur'an, bu ilmî gerçeklerden
bir pozitif bilim kitabı gibi bahsetmek yerine insanları, âlemin yaratıcısının
kudret ve büyüklüğünü düşünmeye, Allah'ın nimetlerini anarak O'nu yüceltmeye
teşvik eder.
9- Kıssalar:
Kur'ân-ı Kerîm önceki ümmetlerle, peygamberlerin hayatından da söz eder. Ancak
bunları bir tarih kitabı gibi değil, insanların ibret alacakları bir üslûp ile
anlatır.
10-. Dualar:
İnsan yapacağı işlerde sürekli Allah'ın yardımına muhtaç olduğu için Kur'an'da
çeşitli
dualar
da yer almıştır.
3.
Kur'an'ın Mûcize Oluşu
Kur'an,
üslûbu ve içeriği bakımından akıllara durgunluk veren, hayrette bırakan büyük
ve ebedî bir mûcizedir. Diğer peygamberlerin mûcizeleri, dönemleri geçince
bittiği, onları yalnız o dönemde yaşayanlar gördüğü halde, Kur'an mûcizesi
kıyamete kadar sürecektir.
4.
Kur'an'ı Diğer Kutsal Kitaplardan Ayıran Özellikler
Hz.
Peygamber'e Cebrâil aracılığıyla Arapça olarak indirilen ve bize kadar tevâtür
yoluyla gelen Kur'an'ı diğer kutsal kitaplardan ayıran ve eşsiz kılan
özelliklerin başlıcaları şunlardır:
1- O, Peygamberimiz’e
diğer kutsal kitaplarda olduğu gibi toptan değil, zamanın ve olayların akışına
göre âyetler ve sûreler halinde indirilmiştir.
2- Kur'an, en son
kutsal kitaptır ve ondan sonra başka bir ilâhî kitap gelmeyecektir. Getirdiği
hükümler ve bunların geçerliliği kıyamete kadar sürecektir.
3- Kur'an, bize kadar
hiç bozulmaya ve değiştirilmeye uğramadan gelmiş, kıyamete kadar da öyle
kalacaktır.
4- O, Hz. Muhammed'in
peygamber olduğunu gösteren mûcizelerin en büyüğü ve sürekli olanıdır.
5- Kur'an'ın
kapsadığı yüce gerçekler kıyamete kadar bütün insanların ve çağların ihtiyacını
karşılayacak değerdedir. Bilimin ve aklın, ondaki gerçeklerde çelişki bulacağı
bir zamanın gelmesi düşünülemez.
6- Kur'an'ın bir
başka üstünlüğü kolayca ezberlenebilmesidir. Bu özellik tarihte hiçbir kitaba
nasip olmamıştır.
7- Kur'an, aynı
zamanda başka din mensupları arasındaki ihtilâfları çözüme kavuşturacak bir
özelliğe sahiptir.
D)
PEYGAMBERLERE İMAN
a)
Peygamber Kavramı ve Peygamberlere İman
Peygamber,
Farsça'da “haber taşıyan ve elçi” anlamlarına gelir. Dinî terim olarak,
“Allah'ın kulları arasından seçtiği ve vahiyle şereflendirerek emir ve
yasaklarını insanlara ulaştırmak üzere görevlendirdiği elçi”ye peygamber denir.
Arapça'da, peygamber kelimesinin karşılığı olarak, gönderilmiş ve elçi demek
olan resul ve mürsel kelimesi kullanılır.
Resul ve Nebî
Arasındaki Fark
Resul :Terim olarak resul
ve mürsel, yeni bir kitap ve yeni bir şeriatla insanlara gönderilen
peygambere denilir. Çoğulları "rüsul" ve "mürselûn"dür.
Nebî :Allah'ın emir ve
yasaklarını insanlara haber veren, fakat yeni bir kitap ve yeni bir şeriatla
gönderilmeyip, önceki bir peygamberin kitap ve şeriatını ümmetine bildirmeye
görevli olan peygamberdir. Çoğulu "enbiyâ"dır. Risâlet ve
nübüvvet kelimeleri masdar olup, peygamberlik anlamına gelmektedir. Hz.
Muhammed “hâtemü'nnebiyyîn”veya “hâtemu-l enbiya” (peygamberlerin
sonuncusu) dur.
b)
Peygambere Olan İhtiyaç ve Peygamber Gönderilmesindeki Hikmet
İnsanların
gerçek birer yol gösterici olan peygamberlere ihtiyacı vardır.
1. İnsanlar kendi
akıllarıyla Allah'ın varlığını, birliğini anlayabilirlerse de, bunun ötesinde
O'na ait birtakım yüce sıfatları tamamen anlayamazlar. Allah'a nasıl ibadet
edileceğini, âhiretle ilgili durumları dosdoğru bilemezler.
2. Eğer peygamber
gönderilmemiş olsa insanlar, gerçek, iyi, doğru ve güzeli bulmada, faydalı ve
zararlıyı ayırt etmede zorlanacaklar, bunun için çok zaman harcayacaklar, çoğu
zaman da bu konuda duygularının, geleneklerinin, geçici arzu ve isteklerinin
baskısı altında kalacaklar, gerçek doğru ile pratik yararı birbirine
karıştıracaklar, isabetli karar veremeyeceklerdir.
3. İnsanın belli
işlerle sorumlu ve yükümlü tutulabilmesi ve bundan dolayı onlara sevap ve ceza
verilebilmesi için bilgilendirilmesine, bunun için de peygamber gönderilmesine
ihtiyaç vardır. Böylelikle âhirette insanların "bilmiyorduk, peygamber
gönderilmedi" diye Allah'a karşı mazeret ileri sürmelerinin peşinen önüne
geçilmiş olmaktadır.
4. Peygamberler
sanat, ticaret, ziraat ve çeşitli meslekleri topluma öğretmek suretiyle
medeniyete, kültüre ve toplumsal gelişmeye katkıda bulunmuşlardır. Ümmetlerini
hem bu dünyada hem de âhirette mutlu kılmaya çaba göstermişlerdir.
c)
Peygamberlerin Sıfatları
Peygamberlerin
sıfatları deyince onlarda bulunması câiz olan sıfatlarla gerekli (vâcip) ve
zorunlu olan sıfatlar anlaşılır. Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok yerinde vurgulandığı
gibi peygamberler de insandır. Onlar da diğer insanlar gibi oturup kalkar,
yiyip içerler, gezerler, evlenip çoluk çocuk sahibi olurlar, hastalanır ve
ölürler; bu gibi özelliklere, peygamberler hakkında düşünülmesi câiz özellikler
denir. Her peygamberde insan olmanın da ötesinde birtakım sıfatların bulunması gerekli
ve zorunludur. Bunlara vâcip sıfatlar
denir. Bu sıfatlar şunlardır:
1.
Sıdk
2.
Emanet
3.
İsmet
4.
Fetânet
5.
Tebliğ
1. Sıdk. “Doğru
olmak” demektir. Her peygamber doğru sözlü ve dürüst bir insandır. Onlar asla
yalan söylemezler.
2. Emanet. “Güvenilir
olmak” demektir. Peygamberlerin hepsi emin ve güvenilir kişilerdir. Emanete asla
hainlik etmezler
3. İsmet. ”Günah
işlememek, günahtan korunmuş olmak” demektir. İnsan olmaları sebebiyle günah
derecesinde olmayan birtakım ufak tefek hataları bulunabilir. Ancak onların bu
hatası yüce Allah'ın kendilerini uyarmasıyla derhal düzeltilir. Peygamberlerin
bu tip küçük hatalarına "zelle" denir.
4. Fetânet. “Peygamberlerin
akıllı, zeki ve uyanık olmaları” demektir.
5. Tebliğ. “Peygamberlerin
Allah'tan aldıkları buyrukları ve yasakları ümmetlerine
eksiksiz
iletmeleri” demektir.
Sıdk:
zıttı -
Kizb: Yalan söylemek
Emanet:
zıttı – Hıyanet
İsmet:
zıttı–
Mâsiyetten: Günah işlemek
Fetanet:
zıttı- Ahmaklık
Tebliğ:
zıttı- Kitmân:
Gizlemek
__________________________________________________________________________________
Zelle:
Küçük hatalar
__________________________________________________________________________________
d)
Kur'an'da Adı Geçen Peygamberler
Kur'an'da
adı geçen peygamberler şunlardır: Âdem, İdrîs, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrâhim,
İsmâil, İshâk, Ya‘kub, Yûsuf, Şuayb, Hârûn, Mûsâ, Dâvûd, Süleymân, Eyyûb,
Zülkifl, Yûnus, İlyâs, Elyesa‘, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ, Muhammed. Bunlardan
başka Kur'an'da üç isim daha zikredilmiştir. Fakat onların peygamber mi, velî
mi oldukları konusunda fikir ayrılığı vardır. Bunlar Üzeyir, Lokmân ve
Zülkarneyn'dir.
e)
Peygamberlik Dereceleri
1. Hz. Peygamber
yaratılmışların en üstünü ve en hayırlısı, Allah'ın en sevgili kuludur.
2. Onun
peygamberliği bütün insanlığı kapsamına alır. Halbuki öteki peygamberler belli
topluluklar için gönderilmişlerdir.
3. Önceki
peygamberlerin peygamberliği belli bir zaman dilimini içine alırken, onun
peygamberliği kıyamete kadar sürecektir. O, son peygamberdir; ondan başka
peygamber gelmeyecektir.
4. O son peygamber
olunca, onun getirdiği dinin de en son ve en mükemmel din olması tabiidir.
İslâmiyet önceki dinlerin hükümlerini kaldırmıştır. Kıyamete kadar en son ve en
mükemmel din olarak devam edecektir.
Hz.
Peygamber'den sonra derece itibariyle Hz. Nûh, İbrâhim,
Mûsâ ve Îsâ'nın içinde yer aldığı ülü'l-azm peygamberler,
daha sonra resuller, daha sonra da diğer nebiler gelir.
Ülü'l-azm peygamberler,
aldıkları ağır görev ve yüklendikleri sorumluluk karşısında herhangi bir
yılgınlık göstermeden dini insanlara tebliğ görevini yerine getiren, bütün
zorluklara göğüs germede azim ve sebat gösteren peygamberler demektir.
f)
Peygamberlik ve Vahiy
Peygamberlik
ve vahiy birbirinden ayrılmayan iki kavramdır. Allah'tan vahiy almayan
peygamber düşünülemez. Yüce Allah, emir, yasak, hüküm ve haberlerini peygamberine
vahyetmek suretiyle yarattığı insanlara dilediğini bildirir.
Vahiy: Sözlükte
"gizli konuşma, gönderme, emir, işaret, ilham" anlamlarına gelir.
Vahyin Çeşitleri
Vahiy iki çeşittir:
1-Vahy-i metlüv : Tilavet edilen, okunan, yani Allah’dan Hz. Peygamber’e inzal edilen vahiy.
Bu tür vahiy Kur’andır. Buna “vahy-i celi” (açık, zahir vahiy) adınıda vermişlerdir.
2-Vahy-i gayri
metlüv : Tilavet edilmeyen, okunmayan vahiy. Buna da “vahy-i hafî” (gizli vahiy)
demişlerdir. Bu durumda vahy-i hafî Kur’an değildir. Bunlar “Kudsi Hadisler”’dir. Manası
Allahü Teâlâ’dan ifade edilmesi, Peygamberimiz tarafından söylenmiş sözlerdir.
Hz.
Peygamber'e vahiy şu şekillerde gelmiştir:
1. Doğru rüyalar.
Peygamberimiz’in gördüğü rüyalar, daha sonra gerçek hayatta aynen meydana
gelirdi.
2. Peygamberimiz
uyanıkken, Cebrâil tarafından vahyin onun kalbine bırakılmasıdır.
3.
Cebrâil'in insan şekline girerek getirdiği vahiy, vahyin en kolay şeklidir.
Cibrîl hadisi diye meşhur olmuş hadis bu yolla gelmiştir. Cebrâil (a.s) Hz. Peygamber'e
ashaptan Dihye(Dihyetü’l-Kelbi) şeklinde görünmüş, bazen kimsenin
tanımadığı bir insan şeklinde gelmiştir.
4. Cebrâil,
görünmeden çıngırak sesine benzer bir ses halinde vahyin gelmesidir. Bu çeşit
vahiy, Hz. Peygamber tarafından vahyin en ağır şekli olarak nitelenmiştir.
Kendisinde tehdit ve korkutma olan âyetler bu çeşit vahiyle gelmiştir. Bu çeşit
vahiy gelirken, Hz. Peygamber son derece heyecanlanır, titrer, çok soğuk
günlerde dahi terlerdi (Buhârî, “Bed’ü'l-vahy”, 2).
5. Cebrâil'in Hz.
Peygamber'e uyku halinde getirdiği vahiydir. Bu tür vahiyle alınan söz Kur'an
değildir.
6. Cebrâil'in kendi
aslî şekliyle getirdiği vahiydir. Bu şekliyle vahiy iki defa gerçekleşmiştir.
Birincisi peygamberliğinin ilk günü Hira'da iken, ikincisi de mi‘racda meydana
gelmiştir: "Andolsun ki, onu bir diğer defa da sidretü'l-müntehânın
yanında gördü" (en-Necm 53/13-14).
7. Vahyi, Hz.
Peygamber'in doğrudan Allah'tan alması veya perde arkasından Allah'la konuşması
şeklinde gerçekleşen vahiydir. Mi‘racda gerçekleşmiştir.
g)
Peygamberliğin İspatı
Bir
peygamberin peygamberliğini ispat, ancak hiç şüphe taşımayan kesin bir delille
mümkün olabilir. Bu kesin delil de, ya onun gösterdiği mûcizeyi duyu organıyla
gözlemek, yahut kesin bilgi ifade eden mütevâtir bir haberle o mûcizeden
haberdar olmaktır. Günümüzde bu deliller ancak Hz. Peygamber için geçerlidir.
Hz. Peygamber'in ise başta Kur'an mûcizesi olmak üzere pek çok mûcizesi bize
tevâtür yoluyla ulaşmıştır.
aa)
Mûcize
Sözlükte
"insanı âciz bırakan, karşı konulmaz, olağan üstü, garip ve tuhaf
şey" anlamlarına gelen mûcize, terim olarak "yüce Allah'ın,
peygamberlik iddiasında bulunan peygamberini doğrulamak ve desteklemek için
yarattığı, insanların benzerini getirmekten âciz kaldığı olağanüstü olay"
diye
tanımlanır.
bb)
Diğer Olağan Üstü Haller
Diğer
olağan üstü haller, olağan üstü olmak açısından mûcizeye benzerse de aralarında
büyük fark vardır. Mûcize peygamberlik görevini üstlenmiş bir peygamberde
meydana gelir. Mûcizede peygamberin meydan okuması da vardır. Mûcize dışındaki
olağan üstülükler, peygamber olmayan kişilerde görülür. Bu tip olaylarda meydan
okuma da söz konusu değildir. Ayrıca mûcize taklit edilemezken, diğer olağan
üstülükler taklit edilebilir. Mûcize dışında kalan diğer olağan üstü durumlar
şunlardır:
a)
İrhâs. Peygamber
olacak şahsın, henüz peygamber olmadan önce gösterdiği olağan üstü durumlardır.
Hz. Îsâ'nın beşikte iken konuşması gibi.
b)
Keramet. Peygamberine
gönülden bağlı olan ve ona titizlikle uyan velî kulların gösterdikleri olağan
üstü hallerdir.
c)
Meûnet. Yüce
Allah'ın velî olmayan bir müslüman kulunu, darda kaldığı veya sıkıntıya düştüğü
zaman, olağan üstü bir şekilde bu darlık ve sıkıntıdan kurtarmasıdır.
d)
İstidrac. Kâfir
ve günahkâr kişilerden arzu ve isteklerine uygun olarak meydana gelen olağan
üstü olaydır.
e)
İhanet. Kâfir
ve günahkâr kişilerden, arzu ve isteklerine aykırı olarak meydana gelen
olaydır. Meselâ, peygamberlik taslayan inkârcılardan Müseylime, tek gözü kör
olan bir adama, iyi olsun diye dua etmiş, bunun üzerine adamın öbür gözü de kör
olmuştur.
h)
Hz. Muhammed'in Peygamberliğinin İspatı
Hz.
Peygamber'in, peygamberliğini ispat eden mûcizeler genellikle üç başlık altında
incelenir.
aa)
Mânevî (aklî) Mûcize Olan Kur'an Mûcizesi
Kur'an
her çağdaki akıl sahibi insana hitap eden, akıllara durgunluk verecek derecede
büyük ve ebedî bir mûcizedir. Diğer peygamberlerin mûcizeleri dönemleri geçince
bittiği, onları yalnız o dönemde yaşayanlar gözlediği halde, Kur'an mûcizesi
kıyamete kadar sürecek bir mûcizedir.
bb)
Hissî Mûcizeler
Hz.
Peygamber'in yaşadığı dönemdeki insanlara gösterdiği, duyu organlarıyla algılanabilen
olağan üstü olaylara hissî mûcize denilir.
a) Bir gecenin çok
kısa bir anında Mescid-i Harâm'dan, Mescid-i Aksâ'ya gitmesi ile başlayan isrâ
ve mi‘rac mûcizesi
b) Ayın iki parçaya
ayrılması
c) Taşın Hz.
Peygamber'le konuşması
d) İlk zamanlar
yanında hutbe okuduğu hurma kütüğünün, minber yapıldıktan sonra, Hz.
Peygamber'in minbere çıkışında inlemeye başlaması, bunun üzerine Hz.
Peygamber'in ona yaklaşarak okşar gibi elini gezdirmesi ve kütüğün susması .
e) Hayber fethinde
bir yahudi kadının, Hz. Peygamber'i öldürmek amacıyla, ona kızartılmış zehirli
koyun eti sunması üzerine, kendisinin zehirli olduğunu koyunun haber vermesi.
cc)
Haber Şeklindeki Mûcizeler
Bu
tür bir mûcize, Hz. Peygamber'in herhangi bir eğitim ve öğretimden geçmediği
halde geçmiş ve geleceğe dair vermiş olduğu haberleri ifade eder.
E)
ÂHİRETE İMAN
a)
Âhiret Günü ve Âhirete İman
Âhiret,
sözlükte "son, sonra olan ve son gün" anlamlarına gelir.
"el-yevmü'lâhir" (son gün).
Terim
olarak âhiret, İsrâfil'in (a.s.) Allah'ın emriyle, kıyametin kopması için sûra
ilk defa üflemesiyle başlayacak olan ebedî hayata denilir.
Kur'an'da
âhiret ve âhiret hayatı ile ilgili verilmiş olan isimlerden bazıları şunlardır:
el-yevmü'l-âhir (son gün, âhiret ünü)
yevmü'l-ba‘s (diriliş günü)
yevmü'l-kıyâme (kıyamet günü)
yevmü'd-dîn(ceza ve mükâfat
günü)
yevmü'l-hisâb (hesap günü)
yevmü't-telâk (kavuşma günü)
yevmü'l-hasre (hasret ve
pişmanlık günü)
b)
Âhiretin Varlığının İspatı
Bu konuda tek bilgi
kaynağı vahiydir. Kur'an'da ve sahih hadislerde ne haber verilmişse onunla
yetinilir.
c) Âhiret Hayatının Devreleri
İnsanın ölümüyle âhiret
hayatı başlar. Bu durumda âhiret, kabir (berzah) hayatı, kıyamet, ba‘s (yeniden
dirilme), haşir ve mahşer, defterlerin dağıtılması, hesap, mîzan, sırat, şefaat, cennet ve
cehennem gibi devreleri kapsamaktadır
aa) Kabir Hayatı (Berzah)
Ölümle başlayıp yeniden
dirilmeye kadar devam edecek hayata kabir hayatı denilir. Kabir hayatı "berzah"
diye de anılmıştır.
bb) Kıyamet ve Kıyamet Alâmetleri
Sözlükte "kalkmak,
dikilmek, ayaklanmak" anlamlarına gelen kıyamet bir terim olarak, evrenin
düzeninin bozulması, her şeyin alt üst edilerek yok olması, yok olan ve ölen
şeylerin yeniden yaratılıp diriltilerek ayağa kalkması ve mahşere doğru
yönelmesi demektir. Bu durumda kıyamet genel bir
ölümden sonra genel bir
dirilişi kapsamaktadır. Kur'an'da kıyamet günü; saat, vâkıa (kesin olarak
meydana gelecek olan), et-tâmmetü'l-kübrâ (en büyük felâket ve belâ), hâkka
(gerçek olan), gaşiye
(şiddetiyle birden bire
halkı saran), karia (kapıyı çalacak gerçek) gibi isimlerle de anılmıştır.
1. Kıyametin Kopacağı Zaman
Kıyametin ne zaman
kopacağını ancak Allah bilir.
2. Kıyamet Alâmetleri (Eşrâtü's-sâat)
Kıyamet alâmetleri, insan
iradesine bağlı olması veya olmaması, kıyametin kopuşuna çok yakın bulunup
bulunmaması durumu göz önünde tutularak iki başlık altında incelenir: Küçük
alâmetler, büyük alâmetler. Alâmetlerin büyük veya küçük diye nitelenmeleri önemlerinden
dolayı değil,
açıklanan sebepten
dolayıdır.
1.Küçük Alâmetler.
Dinî emirlerin ihmal edilmesi ve ahlâkın
bozulması gibi insan iradesine bağlı olarak büyük alâmetlerden çok önce meydana
gelecek olan olaylardır. Peygamberimiz’in gönderilmesi ve onunla
peygamberliğin sona
ermesi, ilmin ortadan kalkıp bilgisizliğin artması, şarap içme ve zinanın
açıkça yapılır olması, ehliyetsiz insanların söz sahibi olması, adam öldürme
olaylarının artması, dünya malının bollaşması, zekât verecek fakirin
bulunmaması gibi olaylar kıyametin küçük alâmetlerinin
bazılarıdır.
2. Büyük Alâmetler.
Kıyametin kopmasının hemen öncesinde meydana
gelecek ve birbirini izleyecek olan olaylardır. Büyük alâmetler, tabiat
kanunlarını aşan ve insan iradesinin dışında gerçekleşen olaylardır. Hz.
Peygamber bir
hadislerinde, "Kıyametten önce on alâmet görmediğiniz sürece dünyanın sonu
gelmez" buyurmuş ve bu alâmetleri şu şekilde sıralamıştır.
a) Duman. Müminleri nezleye tutulmuş gibi bir duruma
getiren ve kâfirleri sarhoş eden bir dumanın çıkışı ve bütün yeryüzünü
kaplaması.
b) Deccâl. Bu isimde bir şahıs çıkacak ve Tanrılık
iddiasında bulunacak, istidrâc denilen bazı olağan üstülükler gösterecek ve Hz.
Îsâ tarafından öldürülecektir.
c) Dâbbetü'l-arz. Bu isimde bir canlı çıkacak, yanında Hz.
Mûsâ'nın asâsı ve Hz. Süleyman'ın mührü bulunacak, asâ ile müminin yüzünü
aydınlatacak, mühür ile kâfirin burnunu kıracak, böylelikle müminlerin ve
kâfirlerin tanınmaları sağlanacaktır.
d) Güneşin Batıdan Doğması. Evrenin tek hâkimi Allah'ın emriyle güneş
batıdan doğacak, bu olaydan sonra iman edenlerin imanı, kendilerine hiçbir
fayda vermeyecektir
e) Ye'cûc ve Me'cûc'ün Çıkması. Bu isimde iki topluluğun yeryüzüne dağılarak
bir süre bozgunculuk yapmaları da kıyametin bir başka büyük alâmetidir.
f) Hz. Îsâ'nın Gökten İnmesi. Hz. Îsâ kıyametin kopmasına yakın gökten
inecek, insanlar arasında adaletle hükmedecek, Hz. Peygamber'in dini üzere amel
edecek, deccâli öldürecek, sonra da ölecektir.
g) Yer Çöküntüsü. Biri doğuda, biri batıda, biri de Arap yarımadasında
olmak üzere üç yer çöküntüsü meydana gelecektir.
h) Ateş Çıkması. Hicaz taraflarında büyük bir ateş çıkacak ve
her tarafı aydınlatacaktır.
3. Sûr ve Sûra Üfürüş
Kelime olarak sûr,
"seslenmek, boru, üflenince ses çıkaran boynuz" anlamlarına gelir.
Terim olarak “kıyametin kopuşunu belirtmek ve kıyamet koptuktan sonra bütün
insanların mahşer yerinde toplanmak üzere dirilmelerini sağlamak için İsrâfil
(a.s.) tarafından üfürülecek olan boru”ya sûr denilir. Kur'an
âyetlerinden anlaşıldığına göre, İsrâfil (a.s.) sûra iki defa üfürecektir.
İlkinde Allah'ın diledikleri hariç, göklerde ve yerde olan her şey dehşetinden
sarsılacak (nefha-i feza‘=korku üfürüşü) ve her şey yıkılıp ölecek ve kıyamet
kopacak (nefha-i sâik=ölüm üfürüşü), ikincisinde de insanlar dirilecek ve
mahşer yerinde toplanmak üzere Rablerine koşacaklardır (nefha-i kıyâm=kalkış
üfürüşü)
Birinci üfürüş : Nefha-i feza=korku üfürüşü.
İsrafil’in ilk sura üflemesiyle kıyametin dehşetinin vereceği korku. Her
şey yıkılıp ölecek ve kıyamet kopacak.
İkinci üfürüş : Nefha-i sâik=ölüm üfürüşü
Üçüncü üfürüş: Nefha-i kıyâm=kalkış üfürüşü
__________________________________________________________________________________Berzah
:Kabir hayatı
Eşrâtü's-sâat : Kıyamet
alâmetleri
__________________________________________________________________________________
cc) Ba‘s (Yeniden Dirilme) ve Âhiret Halleri
1. Ba‘s
“Öldükten sonra tekrar
dirilmek” anlamına gelen ba‘s, âhiret hayatının en önemli devrelerinden
biridir. Kıyametin kopmasından sonra İsrâfil (a.s.) sûra ikinci defa üfürecek
ve bütün canlı yaratıklar tekrar diriltileceklerdir.
2. Haşir ve Mahşer
Sözlükte
“toplanmak, bir araya gelmek” demek olan haşir, terim olarak yüce
Allah'ın insanları hesaba çekmek üzere tekrar dirilişten sonra bir araya toplamasıdır.
İnsanların toplandıkları yere “ mahşer veya arasât” denilir.
3. Amel Defterlerinin Dağıtılması
İnsanlar hesaplarının
görülmesi için toplandıktan sonra, kendilerine dünyada iken yaptıkları işlerin
yazılı bulunduğu amel defterleri dağıtılır. Bu defterlerin mahiyeti
bilinmemektedir.
Amel
defterleri cennetliklere sağdan, cehennemliklere soldan veya arkadan verilir. Defteri
sağdan verilenlere "ashâb-ı yemîn", soldan
veya arkadan verilenlere "ashâb-ı şimâl" adı
verilir. Defterin sağdan verilmesi bir müjde, soldan verilmesi ise azabın
habercisidir.
Ashâb-ı yemîn : Amel defteri sağdan verilenler manasına gelir,
cennettekileri ifade eder.
Ashâb-ı şimâl : Amel defteri soldan veya arkadan verilenler
manasına gelir, cehenneme gidecek olanları
ifade eder.
4. Hesap ve Sual
İnsanlar amel
defterlerini ellerine aldıktan ve yaptıklarının en ince detayına kadar
yazıldığını gördükten sonra Allah Teâlâ tarafından hesaba çekileceklerdir.
Hesap ve sorgulama sırasında amel defterlerinden başka, insanın organları ve yeryüzündeki
mevcûdat da insanın yaptıklarına şahitlik edecektir.
5.
Mîzan
Sözlükte
"terazi" anlamına gelen mîzan, âhirette hesaptan sonra
herkesin amellerinin tartıldığı ilâhî adalet ölçüsüdür.
6. Sırat
Sırat cehennemin üzerine
uzatılmış bir yoldur. Herkes buradan geçecektir. Müminler yaptıkları amellerine
göre kimi süratli, kimi daha yavaş olarak bu yoldan geçecek, kâfirler ve
günahkârlar ise ayakları sürçerek cehenneme düşeceklerdir.
7. Havuz
Kıyamet gününde
peygamberlere ihsan edilecek havuzlar bulunacaktır. Müminler bunların tatlı ve
berrak suyundan içerek susuzluklarını gidereceklerdir.
8.
Şefaat
Âhirette
bütün peygamberlerin Allah'ın izniyle şefaat etmeleri haktır ve gerçektir.
Şefaat demek, günahı olan müminlerin günahlarının bağışlanması, olmayanların
daha yüksek derecelere erişmeleri için peygamberlerin ve Allah katındaki
dereceleri yüksek olanların Allah'a yalvarmaları ve dua
etmeleri
demektir. Hz. Peygamber'in bundan başka bir de genel ve kapsamlı bir şefaati
vardır. Mahşerde bütün yaratıklar ıstırap ve heyecan içinde hesaplarının
görülmesi için bekleşirlerken, o Allah'a dua ederek hesap ve sorgunun bir an
önce yapılmasını ister. Buna "şefâat-i uzmâ" (en büyük şefaat)
denilir. Peygamberimiz’in bu şefaati, Kur'an'da “makam-ı mahmûd” (övülen
makam) adıyla anılır
__________________________________________________________________________________
Şefâat-i
uzmâ : En
büyük şefaat demektir, Peygamberimiz (sav)’in şefâat-i.
Makam-ı
mahmûd : Övülen
makam. Peygamberimiz’in bu şefaati, Kur'an'da (övülen makam) adıyla anılır
Ashâb-ı yemîn : Amel defteri sağdan verilenler
Ashâb-ı şimâl : Amel defteri soldan veya arkadan verilenler
__________________________________________________________________________________
9.
A‘râf
“Dağ
ve tepenin yüksek kısımları” anlamına gelen a‘râf, cennetle cehennemin
arasında bulunan sûrun ve yüksek kısmın adıdır. Bilginler, a‘râf ve
a‘râflıkların kimler olacağı konusunda farklı iki görüşe sahip olmuşlardır:
1. Herhangi bir
peygamberin tebliğini duymamış olarak ölen insanlarla, küçükken ölen müşrik
çocukları a‘râfta kalacaklardır.
2. A‘râflıklar, iyi
ve kötü amelleri eşit olan müminlerdir. Bunlar cennete girmeden önce cennetle
cehennem arasında bir süre bekletilecekler, sonra Allah'ın lutfuyla cennete
gireceklerdir.
10. Cehennem
Kelime olarak “derin
kuyu” anlamına gelen cehennem, âhirette kâfirlerin sürekli olarak, günahkâr
müminlerin de günahları ölçüsünde cezalandırılmak üzere kalacakları azap
yeridir. Kur'an'da cehennem için yedi isim kullanılmıştır: Cehennem (derin kuyu), nâr (ateş), cahîm (son derece büyük, alevleri
kat kat yükselen ateş), hâviye (düşenlerin çoğunun geri
dönmediği uçurum), saîr (çılgın ateş ve alev), lezâ (dumansız ve katıksız alev), sakar (ateş), hutame (obur ve kızgın ateş). Bazı bilginler bu yedi ismin, cehennemin yedi
tabakası olduğunu ileri sürmüşlerdir
11.
Cennet
Sözlükte
“bahçe, bitki ve sık ağaçlarla örtülü yer” anlamına gelen cennet, terim
olarak “çeşitli nimetlerle bezenmiş olan ve müminlerin içinde ebedî olarak
kalacakları âhiret yurdu”na denir. Cennet ve oradaki hayat sonsuzdur.
Allah'ın
Âhirette Görülmesi (Rü'yetullah).
Müminler,
âhirette, cennete girdikten sonra Allah'ı göreceklerdir. Bu görmenin mahiyeti
hakkında
kesin
bilgi yoktur.
__________________________________________________________________________________
Rü'yetullah
: Allah'ın
Âhirette Görülmesi
__________________________________________________________________________________
F)
KAZÂ ve KADERE İMAN
a)
Kazâ ve Kaderin Anlamları
Kader
: Sözlükte
"ölçü, miktar, bir şeyi belirli ölçüye göre yapmak ve belirlemek" anlamlarına
gelir. Terim olarak “yüce Allah'ın, ezelden ebede kadar olacak bütün şeylerin
zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, ezelî ilmiyle bilip sınırlaması ve
takdir etmesi” demektir. Allah'ın ilim ve irade sıfatlarıyla ilgili bir kavram
olan kader, evreni, evrendeki tüm varlık ve olayları belli bir nizam ve ölçüye
göre düzenleyen ilâhî kanunu ifade eder.
Kazâ
: Sözlükte
"emir, hüküm, bitirme ve yaratma" anlamlarına gelir. Cenâb-ı Hakk'ın
ezelde irade ettiği ve takdir buyurduğu şeylerin zamanı gelince, her birisini
ezelî ilim, irade ve takdirine uygun biçimde meydana getirmesi ve yaratmasıdır.
Kazâ Allah'ın tekvîn sıfatı ile ilgili bir kavramdır.
Kazâ
iki kısımdır
1-Kazâ-i
Muaallâk: Şarta
bağlı olarak yaratılacak şeylerdir ki, bunların yaratılma şekli değişebilir
veya hiç yaratılmaz.
Kazâ-i
muallâk’ta iki kısımdır.
1-Birincisinin
bağlı olduğu sebepler levh-i mahfuzda gösterilmiş, meleklere bildirilmiştir.
2-İkincisinin
sebeplerini ancak Allahü teâlâ bilir.
Kazâ-i
muallâk levh-i mahfuzda yazılıdır. Eğer bir kimse iyi amel yapıp duâsı kabûl
olursa, okazâ değişir. Allah kulunu sorumlu tuttuğu alanda özgür bırakmıştır. Allah
Hâlık kul ise Kâsib’tir. İnanç seçimi gibi.
2-Kazâ-i
Mübrem: Allahü
teâlâ’nın şarta bağlı olmaksızın yaratılmasını takdir ettiği, yaratılması
muhakkak olan şeyler. Burada takdir Allah’a aittir, kul sadece tedbir alır.
Doğal olaylar, bir kimsenin anne –babasını seçememesi, ecel, rızık, dil, etnik
köken farklılığı, cinsiyet gibi.
b)
Kazâ ve Kadere İman
Kader
ve kazâya iman yüce Allah'ın ilim, irade, kudret ve tekvîn sıfatlarına inanmak
demektir. Yüce Allah, insanları hür iradeleriyle seçecekleri şeylerin nerede ve
ne şekilde seçileceğini ezelî yani zamanla sınırlı olmayan mutlak ilmiyle bilir
ve bu bilgisine göre diler, yine Allah bu dilemesine göre takdir buyurup zamanı
gelince kulun seçimi doğrultusunda yaratır. Bu durumda Allah'ın ilmi, kulun
seçimine bağlı olup, Allah'ın ezelî mânada bir şeyi bilmesinin, kulun irade ve seçimi
üzerinde zorlayıcı bir etkisi yoktur.
c)
Kader ve Kazâ ile İlgili Âyet ve Hadisler
Kader
ve kazâya iman, her şeyin Allah'ın takdirine bağlı bulunduğuna işaret eden
âyetlerin yanı sıra ilâhî ilmin, olmuş ve olacak tüm varlık ve olayları
kuşattığını belirten âyetlerde ısrarla vurgulanmıştır.
d) İnsanın İradeli Fiilleri ve Fiillerinin Yaratılması
aa) Allah'ın ve İnsanın İradesi
Sözlükte "seçmek,
istemek, yönelmek, tercih etmek ve karar vermek" anlamlarına gelen irade
terim olarak, “Allah'ın veya insanın ilgili seçeneklerden birini seçip
belirlemesi, tayin ve tahsis etmesi” diye tanımlanır. Allah'ın iradesi
ezelîdir, sonsuzdur, sınırsızdır, herhangi bir şeyle bağlantılı değildir ve
mutlaktır. İnsanın iradesi ise sonlu, sınırlı, zaman, mekân vb. şeylerle
bağlantılıdır. Evrende meydana gelen her olay ve varlık, Allah'ın tekvînî (oluşumla ilgili) iradesi
ile meydana gelir. Kul da Allah'ın
kendisine tanıdığı sınırlar içinde fiilini seçer. Kulun fiilinde hür olması
demek, hürriyetine inanması, fiili yaparken herhangi bir baskı altında olmadığını
kabullenmesi demektir.
Ehl-i sünnet'in önemli
iki kolu olan Eş‘arîler ve Mâtürîdîler, insanın iradesi ve bu iradenin fiildeki rolü
konusunda temelde görüş birliği içinde olmuşlardır.
Eş‘arîler: Allah'ın iradesinin her
şeyi kuşattığını dikkate alarak, bu iradeye küllî (genel) irade adını vermişler
ve böyle bir nitelendirme ile onu, kulun iradesinden ayırt etmek istemişlerdir.
Mâtürîdîler: Allah'ın iradesine ilâhî
ve ezelî irade demişler, küllî ve cüz'î irade terimlerini kulun iradesinin iki yönünü
belirtmekte kullanmışlardır.
Küllî irade: Allah tarafından kula
verilmiş olan, yapma veya yapmamayı tercihte aracı kabul edilen seçme
yeteneğidir.
Cüz'î irade: Küllî iradenin, iki
taraftan birine aktif biçimde yönelmesinden ibarettir. Mâtürîdîler bu sebeple
cüz'î iradeye, azm-i musammem
(kesinleşmiş karar), ihtiyâr (seçim) ve kasıt (yönelme)
adını da verirler.
bb)
İnsan İradesi ve Fiildeki Rolü
İnsanlar
fiillerde gerçek bir irade hürriyetine sahiptirler. Çünkü insan bu gerçeği
kendi içinde her an duymakta, yaptığı işlerde hür olduğunu hissetmektedir. Yüce
Allah, insanların irade sahibi, dilediğini yapabilir bir varlık olmasını irade
ve takdir buyurmuş ve onları bu güç ve kudrette yaratmıştır. Bu sebeple
insanlar kendi istek ve iradeleriyle bir şey yapıp yapmamak gücündedirler, iki
yönden birini tercih edip seçebilirler. İnsanın sevabı ve cezayı hak etmesi,
belli işlerden sorumlu olması bu hür iradesi sebebiyledir. Fiilin meydana
gelişinde kulun hür iradesinin etkisi vardır. Fakat fiillerin yaratıcısı Allah
Teâlâ'dır. Allah kulların iradeli fiillerini, onların iradeleri doğrultusunda
yaratır. Bu, Allah'ın buna mecbur ve zorunlu olmasından değil, âdetullah
ve sünnetullah adı verilen ilâhî kanununu yani kaderi bu şekilde
düzenlemesindendir. Bu durumda fiili tercih ve seçmek (kesb) kuldan,
yaratmak (halk) Allah'tandır. Kul iyi veya kötü yönden hangisini
seçer ve iradesini hangisine yöneltirse Allah onu yaratır. Fiilde seçme
serbestisi olduğu için de kul sorumludur. Hayır işlemişse mükâfatını, şer işlemişse
cezasını görecektir. İnsanın hür bir iradeye sahip olduğunu ve bu iradesinden
dolayı sorumlu ve yükümlü bulunduğunu gösteren âyetler vardır.
cc)
İnsanın Fiillerinin Yaratılması
İnsanın
fiilleri, zorunlu (ıztırarî) fiiller
ve ihtiyarî (iradeli) fiiller olmak
üzere ikiye ayrılır. Nefes alışımız, kalp atışımız, midemizin sindirimi gibi
zorunlu ve refleks hareketlerimizin oluşturduğu fiillere ıztırarî fiiller adı
verilir. Bunların oluşumunda insan iradesinin herhangi bir rolü yoktur.
Dolayısıyla da insan bu fiillerden sorumlu değildir.
__________________________________________________________________________________
Kesb : Fiili tercih ve
seçmek
Iztırarî : Zorunlu
Azm-i musammem : Kesinleşmiş
karar (cüz'î irade)
İhtiyâr : Seçim
Kasıt : Yönelme
Halk
: Allah’ın
yaratması
__________________________________________________________________________________
Yazı
yazmak, oturup kalkmak, namaz kılmak veya kılmamak, hayır veya şer, iyi veya
kötü bir şey işlemek gibi hür irademizle seçerek yaptığımız fiiller ise iradeli
fiillerimizdir. İradeli fiillerimizin oluşumunda herhangi bir baskı ve zorlama
altında değilizdir. Her ne şekilde olursa olsun bizi ve yaptıklarımızı yaratan
Allah Teâlâ olduğu için, bizim her iki çeşit fiilimizi yaratan da Allah
Teâlâ'dır.
Ehl-i
sünnet'e göre kulların fiillerini onların iradeleri doğrultusunda yaratan Allah
olduğu için, yaratma sıfatı Allah'tan başka bir varlığa verilemez. Bu sebeple
kulun, fiilini kendisinin yarattığı ileri sürülemez. Çünkü bir âyette
"Allah her şeyin yaratıcısıdır..." (ez-Zümer 39/62) buyurulmuştur.
İnsanın
fiili
de şey kapsamındadır. Şey somut varlığı olan demektir. O halde insan fiilinin
yaratıcısı da Allah Teâlâ'dır. Buna göre insan, hür iradesi ile fiili seçer,
gerekli gücü sarfeder, Allah da onun neyi seçeceğini ezelî ilmi ile bilir, bu
ilmine göre irade ve takdir buyurur ve bu iradesi doğrultusunda yaratır.
e) Tevekkül
Sözlükte "güvenmek,
dayanmak, işi başkasına havale etmek" anlamlarına gelen tevekkül terim
olarak, hedefe ulaşmak için gerekli olan maddî ve mânevî sebeplerin hepsine
başvurduktan ve yapacak başka bir şey kalmadıktan sonra Allah'a dayanıp
güvenmek ve ondan ötesini Allah'a bırakmak demektir.
f) Hayır ve Şer
Sözlükte "iyilik,
iyi, faydalı iş ve fayda" anlamlarına gelen hayır, Allah'ın emrettiği, sevdiği
ve hoşnut olduğu davranışlar demektir. Sözlükte "kötülük, fenalık ve kötü
iş" demek olan şer de Allah'ın hoşnut olmadığı, sevmediği, meşrû olmayan,
işlenmesi durumunda kişinin ceza ve yergiye müstehak
olacağı davranışlar
demektir.
Allah'ın hayra rızâsı
vardır, şerre ise yoktur. Hayrı seçen mükâfat, şerri seçen ceza görecektir.
Şerrin Allah'tan olması, kulun fiilinin meydana gelmesi için Allah'ın tekvînî
iradesinin ve yaratmasının devreye girmesi demektir. Yoksa Allah kulların kötü
filleri yapmalarından hoşnut olmaz, şerri
emretmez, şerre teşrîî
(dinî) iradesi yoktur.
Ehl-i
sünnet'e göre, Allah'ın şerri irade edip yaratması kötü ve çirkin değildir.
Fakat kulun şer işlemesi, şerri kazanması, şerri tercih etmesi ve şerle
nitelenmesi kötüdür ve çirkindir.
g) Rızık
Sözlükte "azık,
yenilen, içilen ve faydalanılan şey" anlamına gelen rızk, terim olarak,
“yüce Allah'ın, canlılara yiyip içmek ve yararlanmak için verdiği her şey” diye
tanımlanır. Bu tanıma göre rızık, helâl olan şeyleri kapsadığı gibi, haram
olanları da kapsamaktadır. Ehl-i sünnet rızık konusunda şu temel prensipleri
benimsemiştir:
1. Yegâne rızk veren (rezzâk-ı âlem) Allah Teâlâ'dır.
2. Rızkı yaratan ve veren Allah Teâlâ'dır. Kul, Allah'ın evrende geçerli
tabii kanunlarını gözeterek çalışır, çabalar, sebeplere sarılır ve rızkı
kazanmak için tercihlerde bulunur. Allah da onun bu tercihine ve çabasına göre
rızkını yaratır. Allah'ın yegâne rızık veren olması, tembellik yapmayı,
çalışmamayı,
yanlış bir tevekkül
anlayışına sahip olmayı gerektirmez. Kazanç için, meşrû yollardan gerekli girişimde bulunmak kuldan, rızkı
yaratmak ise Allah'tandır.
3. Haram olan bir şey, onu kazanan kul için rızık sayılır. Fakat
Allah'ın haram olan rızkı, kulun kazanmasına rızâsı yoktur.
4. Herkes kendi rızkını yer. Bir kimse başkasının rızkını yiyemeyeceği
gibi, başka biri de onun rızkını yiyemez.
h) Ecel
Sözlükte "önceden tesbit edilmiş zaman ve
süre" anlamına gelen ecel, terim olarak, insan hayatı ve diğer canlılar
için belirlenmiş süreyi ve bu sürenin sonunu yani ölüm anını ifade eder. Ecel
tek olup Allah'ın kazâ ve kaderiyledir.
Kur'an âyetlerinden
anlaşıldığına göre, ecel ne vaktinden önce gelebilir ne de geciktirilebilir:
"Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar,
ne de bir an ileri gidebilirler" (el-A‘râf 7/34; Yûnus 10/49), "Allah
eceli geldiğinde hiçbir kimse için erteleme yapmaz..." (Münâfikun 63/11).
Ecel hiçbir sebeple
değişmez. Bazı ibadet ve güzel davranışların ömrü artıracağına dair hadisler
(bk. Süyûtî, el-Câmiu's-sag¢r, II, 44) insanları hayırlı ve güzel işlere teşvik
etmeyi amaçlayan hadisler olup, genellikle şu anlamda yorumlanmışlardır:
1. Ömrün artmasından maksat, elem ve kederden uzak, huzur ve mutluluk içinde,
sağlıklı, güçlü ve kuvvetli yaşamaktır.
2. Yüce Allah bu gibi kimselerin iyilik yapacağını bildiği için ezelî
planda onların ömrünü buna göre fazla belirlemiştir.
Ehl-i sünnet bilginlerine
göre, öldürülen şahıs da (maktul) bütün insanlar gibi
eceliyle ölmüştür. Çünkü ecel, hayatın tereddütsüz olarak son bulduğu andır.
Şayet maktul öldürülmemiş olsaydı, o anda tabii veya bir başka biçimde
ölecekti. Bu hususu belirleyen ilâhî iradedir. Şu halde katil o kişiyi
öldürmekle onun ecelini öne almış değildir. Katilin cezayı hak etmesinin sebebi
de, Allah'ın "...Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve
Allah'ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın. İşte bunlar Allah'ın size
emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız" (el-En‘âm 6/151)
buyruğu ile yasakladığı bir şeyi işlemesi, kul olarak kendine verilen gücü
kullanma hususunda dinin haram kıldığı bir davranışı isteme ve yapma yönünde
seçimini yapmış olmasıdır. Onun bu seçimi üzerine de sünnetullah diye ifade edilen tabiat kanunlarına göre
Allah, ölüm denen sonucu yaratmış olmaktadır. Allah'ın bu durumu ezelî ilmiyle
biliyor olması, kulun iradesinin elinden alınmış olması anlamına gelmez.
Akaid
Terimleri (sözlük)
İlahiyat: Allah ile ilgili
meseleler.
Nübüvvet: Peygamberlikle
ilgili sorunlar.
Semiyyat: Ahiret ile
ilgili meseleler.
Zarûrât-ı dîniyye : Hz. Peygamber'i, Allah Teâlâ'dan getirdiği
kesin olarak bilinen hükümleri tasdik etmek, onun haber verdiği şeyleri
tereddütsüz kabul edip bunların gerçek ve doğru olduğuna gönülden inanmaktır.
İcmâlî İman : İnanılacak
şeylere kısaca ve toptan inanmak demektir. İmanın en özlü ve en kısa şekli olan
icmâlî iman, tevhid ve şehadet kelimelerinde özetlenmiştir.
Tafsîlî İman : İnanılacak şeylerin her
birine, açık ve geniş şekilde, ayrıntılı olarak inanmaya tafsîlî iman denilir.
Taklidi İman : Delillere
dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve âdeta kişinin
İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak gözüken imana
taklîdî iman denilir.
Tahkiki İman : Delillere,
bilgiye, araştırma ve kavramaya dayalı imana ise tahkîkî iman denir.
Amel İmanın Ayrılmaz Parçası
Değildir : Ehl-i sünnet bilginlerine göre amel, imanın parçası, rüknü ve
olmazsa olmaz unsuru değildir.
Amelin Gerekliliği ve İmanla
Olan İlgisi : Amel ile iman arasında çok yakın bir ilişki vardır.
İslâm : İtaat etmek, boyun
eğmek, bağlanmak, bir şeye teslim olmak, esenlikte kılmak" anlamlarına
gelir.
Tekfir : Müslüman olduğu
bilinen bir kişiyi, inkâr özelliği taşıyan inanç, söz veya davranışından ötürü
kâfir saymak demektir.
İrtidad : Müslüman kişinin
kendi irade ve ifadesiyle İslâm'dan ayrılması dinden çıkması anlamına gelir.
Mürted : Dinden çıkana
denilir.
Fıtrat Delili : Allah'ın varlığını ispatlamak için insanın
fıtraten Allah inancına sahip oluşu.
Hudûs Delili : Âlemin ve
âlemdeki varlıkların sonradan yaratılmış olup bir yaratıcıya muhtaç olduğu.
İmkân Delili : Mümkin bir
varlık olan âlemin var olması için bir sebebe ihtiyaç olduğu.
Nizam Delili : Tabiatın
büyük bir âhenge ve şaşmaz bir düzene sahip olup bunun bir yaratıcının eseri
olmasının gerektiği.
İhsâ : Saymak
Hıfz : Ezberlemek
Hudûs : Sonradan olma
Kadîm : Ezeli
Zâtî Sıfatlar:
1. Vücûd: “Var olmak”
demektir. Allah vardır, varlığı başkasından değil, zâtının gereğidir, varlığı
zorunludur. Vücûdun zıddı olan yokluk Allah hakkında düşünülemez.
2. Kıdem: “Ezelî olmak,
başlangıcı olmamak.
3. Beka: “Varlığının sonu
olmamak, ebedî olmak.
4. Muhâlefetün li'l-havâdis:
“Sonradan olan şeylere benzememek
5. Vahdâniyyet: “Allah
Teâlâ'nın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bir ve tek olması, eşi, benzeri
ve ortağının bulunmaması.
6. Kıyâm bi-nefsihî:
“Varlığı kendiliğinden olmak, var olmak için bir başka varlığa ihtiyaç
duymamak.
Sübûtî Sıfatlar:
1. Hayat : Diri ve canlı
olmak.
2. İlim : Herşeyi bilmek
3. Semi : İşitmek
4. Basar : Görmek
5. İrade : Dilemek
6. Kudret : Herşeye gücü
yetmek
7. Kelâm : Söylemek, konuşmak
8. Tekvîn : Yaratmak, yok
olanı yokluktan var etmek.
Tekvînî İrâde: Tekvînî
(yapma, yaratma ile ilgili) irâde; bütün yaratıkları kapsamaktadır. Bu irâde,
hangi şeye yönelik gerçekleşirse, o şey derhal meydana gelir. "Biz bir
şeyin olmasını istediğimiz zaman ona sözümüz sadece "ol" dememizdir.
Hemen oluverir" (en-Nahl 16/40) anlamındaki âyette belirtilen irade bu
çeşit bir iradedir. “Tekvînî irade hayra da şerre de, iyiliğe de kötülüğe
de yönelik olarak gerçekleşir.”
Teşrîî İrade : Teşrîî
(yasama ile ilgili) iradeye dinî irade de denir. Yüce Allah'ın
bir şeyi sevmesi ve ondan hoşnut olması, onu emretmesi demektir. Allah'ın bu
mânadaki bir irade ile bir şeyi dilemiş olması, o şeyin meydana gelmesini gerekli
kılmaz. "Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi
emrediyor (irade ediyor)..." (en-Nahl 16/90) meâlindeki âyetteki irade
bu çeşit bir iradedir. “Teşrîî irade, sadece hayra ve iyiliğe yönelik
olarak gerçekleşir.” Allah, hayrı da şerri de irade edip
yaratır. Ancak O’nun şerre rızâsı yoktur, şerri emretmez ve şerden hoşlanmaz.
Tekvînî irade : Hayra da
şerre de, iyiliğe de kötülüğe de yönelik olarak gerçekleşir.
Teşrîî irade: Sadece hayra
ve iyiliğe yönelik olarak gerçekleşir.
Dört Büyük Melek
1-Cebrâil: Allah
tarafından vahiy getirmekle görevlidir. Cebrâil'e (a.s.) güvenilir ruh anlamına
gelen "er-Rûhu'l-emîn" de denilmiştir: Cebrâil,
meleklerin en üstünü ve en büyüğü, Allah'a en yakını olduğu için kendisine
“meleklerin efendisi” anlamında seyyidü'l-melâike denilmiştir.
2-Mîkâîl: Kâinattaki tabii
olayları ve yaratıkların rızıklarını idare etmekle görevlidir.
3-İsrâfîl: Sûra üflemekle
görevli melektir. İsrâfil, sûra iki kez üfleyecek, ilkinde kıyamet kopacak,
ikincisinde ise tekrar diriliş meydana gelecektir.
4-Azrâil: Görevi ölüm
sırasında canlıların ruhunu almak olduğu için "melekü'l-mevt"
(ölüm meleği) adıyla anılmıştır.
Diğer Melekler
Kirâmen Kâtibîn: İnsanın
sağında ve solunda bulunan iki meleğin adıdır.
Münker ve Nekir: Ölümden
sonra kabirde sorgu ile görevli iki melektir.“Bilinmeyen, tanınmayan,
yadırganan” anlamındaki münker ve nekir, mezardaki ölüye, hiç görmediği bir
şekilde görünecekleri için bu ismi almışlardır.
Hamele-i Arş: Arşı taşıyan
meleklerin adıdır.
Mukarrebûn ve İlliyyûn:
Adıyla anılan melekler, Allah'ı tesbih ve anmakla görevli olup, Allah'a çok
yakın ve O'nun katında şerefli mevkii bulunan meleklerdir.
Rıdvan : Cennetteki
meleklerin başkanı.
Mâlik : Cehennem
meleklerinin başkanı.
Kütüb-i münzele: Allah
katından indirilmiş ilâhi kitaplar, "semavî kitaplar" da
denilir.
Hz. Âdem'e : 10 sayfa,
Hz. Şît'e : 50 sayfa,
Hz. İdrîs'e : 30 sayfa,
Hz. İbrâhim'e : 10 sayfa
Tevrat : Hz. Mûsâ'ya
indirilmiştir. Tevrat İbrânîce bir kelime olup "kanun, şeriat ve
öğreti" anlamlarına gelir. Tevrat'a Ahd-i Atîk ve Ahd-i
Kadîm de (Eski Ahit) denilir.
Zebur : Hz. Dâvûd'a
indirilmiş olan ilâhî kitabın adıdır. Kelime olarak “yazılı şey ve kitap”
anlamına gelir . Zebur, ilâhî kitapların en küçüğü olup, yeni dinî
hükümler getirmemiştir. Bugün elde mevcut olan Zebur nüshaları, lirik
söyleyiş ve ilâhîlerden, Allah'a övgü ve hikmetli sözlerden ve birtakım
nasihatlardan meydana gelmiştir. Mezmûrlar adıyla Eski Ahid'de yer almaktadır.
İncil : Hz. Îsâ
aracılığıyla İsrâiloğulları'na indirilmiştir. İncil kelime olarak
“müjde, tâlim ve öğretici” anlamına gelir. İncil'e Ahd-i
Cedîd (Yeni Ahit) denilir.
Kur'an: Son peygamber Hz.
Muhammed'e indirilmiştir. Sözlükte "toplamak, okumak, bir araya
getirmek" anlamına gelir.
Allah tarafından gönderilen ilâhî kitapların sonuncusudur.
Resul ve Nebî Arasındaki Fark
Resul : Terim olarak resul
ve mürsel, yeni bir kitap ve yeni bir şeriatla insanlara
gönderilen peygambere denilir. Çoğulları "rüsul" ve
"mürselûn"dür.
Nebî : Allah'ın emir ve
yasaklarını insanlara haber veren, fakat yeni bir kitap ve yeni bir
şeriatla gönderilmeyip, önceki bir peygamberin kitap ve şeriatını
ümmetine bildirmeye görevli olan peygamberdir. Çoğulu "enbiyâ"dır.
Hâtemü'nnebiyyîn”veya
“hâtemu-l enbiya: Hz. Muhammed peygamberlerin sonuncusu dur.
Peygamberlerin Sıfatları
Bunlara vâcip sıfatlar
denir
1. Sıdk : Doğru olmak
2. Emanet : Güvenilir
olmak
3. İsmet : Günah işlememek
günahtan korunmuş olmak
4. Fetânet :
Peygamberlerin akıllı, zeki ve uyanık olmaları
5. Tebliğ : Peygamberlerin
Allah'tan aldıkları buyrukları ve yasakları ümmetlerine eksiksiz iletmeleri
Kur'an'da Adı Geçen
Peygamberler
Âdem, İdrîs, Nûh, Hûd, Sâlih,
Lût, İbrâhim, İsmâil, İshâk, Ya‘kub, Yûsuf, Şuayb, Hârûn, Mûsâ, Dâvûd,
Süleymân, Eyyûb, Zülkifl, Yûnus, İlyâs, Elyesa‘, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ,
Muhammed. Bunlardan başka Kur'an'da üç isim daha zikredilmiştir. Fakat onların
peygamber mi, velî mi oldukları konusunda fikir ayrılığı vardır. Bunlar Üzeyir,
Lokmân ve Zülkarneyn'dir.
Peygamberlik Dereceleri
Hz. Peygamber'den sonra derece
itibariyle Hz. Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ'nın içinde yer aldığı ülü'l-azm
peygamberler, daha sonra resuller, daha sonra da diğer nebiler gelir.
Ülü'l-azm: Peygamberler,
aldıkları ağır görev ve yüklendikleri sorumluluk karşısında herhangi bir
yılgınlık göstermeden dini insanlara tebliğ görevini yerine getiren, bütün
zorluklara göğüs germede azim ve sebat gösteren peygamberler demektir.
Vahyin Çeşitleri
1-Vahy-i metlüv : Tilavet
edilen, okunan, yani Allah’dan Hz. Peygamber’e inzal edilen vahiy. Bu tür vahiy
Kur’andır. Buna “vahy-i celi” (açık, zahir vahiy) adınıda vermişlerdir.
2-Vahy-i gayri metlüv :
Tilavet edilmeyen, okunmayan vahiy. Buna da “vahy-i hafî” (gizli vahiy)
demişlerdir. Bu durumda vahy-i hafî Kur’an değildir. Bunlar “Kudsi
Hadisler”’dir. Manası Allahü Teâlâ’dan ifade edilmesi, Peygamberimiz tarafından
söylenmiş sözlerdir.
Dihye(Dihyetü’l-Kelbi):
Cebrâil (a.s) Hz. Peygamber'e vahiy getirirken şekline girdiği ashabın adı.
Olağan Üstü Haller
İrhâs : Peygamber olacak
şahsın, henüz peygamber olmadan önce gösterdiği olağan üstü durumlardır. Hz.
Îsâ'nın beşikte iken konuşması gibi.
Keramet : Peygamberine
gönülden bağlı olan ve ona titizlikle uyan velî kulların gösterdikleri olağan
üstü hallerdir.
Meûnet : Yüce Allah'ın
velî olmayan bir müslüman kulunu, darda kaldığı veya sıkıntıya düştüğü zaman,
olağan üstü bir şekilde bu darlık ve sıkıntıdan kurtarmasıdır.
İstidrac : Kâfir ve
günahkâr kişilerden arzu ve isteklerine uygun olarak meydana gelen olağan üstü
olaydır.
İhanet : Kâfir ve günahkâr
kişilerden, arzu ve isteklerine aykırı olarak meydana gelen olaydır. Meselâ,
peygamberlik taslayan inkârcılardan Müseylime, tek gözü kör olan bir adama, iyi
olsun diye dua etmiş, bunun üzerine adamın öbür gözü de kör olmuştur.
Mûcize Çeşitleri
Mânevî (aklî) Mûcize Olan Kur'an
Mûcizesi : Diğer peygamberlerin mûcizeleri dönemleri geçince bittiği,
onları yalnız o dönemde yaşayanlar gözlediği halde, Kur'an mûcizesi kıyamete
kadar sürecek bir mûcizedir.
Hissî Mûcizeler : Hz.
Peygamber'in yaşadığı dönemdeki insanlara gösterdiği, duyu organlarıyla
algılanabilen olağan üstü olaylara hissî mûcize denilir.
Haber Şeklindeki Mûcizeler :
Bu tür bir mûcize, Hz. Peygamber'in herhangi bir eğitim ve öğretimden geçmediği
halde geçmiş ve geleceğe dair vermiş olduğu haberleri ifade eder.
El-yevmü'l-âhir : Son gün,
âhiret ünü
Yevmü'l-ba‘s : Diriliş günü
Yevmü'l-kıyâme : Kıyamet
günü
Yevmü'd-dîn : Ceza ve
mükâfat günü
Yevmü'l-hisâb : Hesap günü
Yevmü't-telâk :Kavuşma günü
Yevmü'l-hasre : Hasret ve
pişmanlık günü
Âhiretin Varlığının İspatı :
Bu konuda tek bilgi kaynağı vahiydir. Kur'an'da ve sahih hadislerde ne haber
verilmişse onunla yetinilir.
Vâkıa : Kesin olarak
meydana gelecek olan
Et-tâmmetü'l-kübrâ : En
büyük felâket ve belâ
Hâk : Gerçek olan
Gaşiye : Şiddetiyle birden
bire halkı saran
Karia : Kapıyı çalacak
gerçek
Eşrâtü's-sâat : Kıyamet
Alâmetleri
Berzah : Kabir hayatı
Ba‘s : Öldükten sonra tekrar dirilmek
Haşir ve Mahşer(Arasât):
Toplanmak, bir araya gelmek
Ashâb-ı yemîn : Amel
defteri sağdan verilenler manasına gelir, cennettekileri ifade eder.
Ashâb-ı şimâl : Amel
defteri soldan veya arkadan verilenler manasına gelir, cehenneme gidecek
olanları ifade eder.
Mîzan : Sözlükte
"terazi" anlamına gelir
Sırat : Cehennemin üzerine
uzatılmış bir yoldur.
Havuz : Kıyamet gününde
peygamberlere ihsan edilecek havuzlar bulunacaktır. Müminler bunların tatlı ve
berrak suyundan içerek susuzluklarını gidereceklerdir.
Şefâat-i uzmâ : En büyük
şefaat demektir, Peygamberimiz (sav)’in şefâat-i.
Makam-ı mahmûd : Övülen
makam. Peygamberimiz’in bu şefaati, Kur'an'da (övülen makam) adıyla anılır
A‘râf : “Dağ ve tepenin
yüksek kısımları” anlamına gelen a‘râf, cennetle cehennemin arasında bulunan
sûrun ve yüksek kısmın adıdır.
Rü'yetullah : Allah'ın
Âhirette Görülmesi
Kader : Yüce Allah'ın,
ezelden ebede kadar olacak bütün şeylerin zaman ve yerini, özellik ve
niteliklerini, ezelî ilmiyle bilip sınırlaması ve takdir etmesi” demektir.
Kazâ : Sözlükte
"emir, hüküm, bitirme ve yaratma" anlamlarına gelir. Cenâb-ı Hakk'ın
ezelde irade ettiği ve takdir buyurduğu şeylerin zamanı gelince, her birisini
ezelî ilim, irade ve takdirine uygun biçimde meydana getirmesi ve yaratmasıdır.
Kazâ Allah'ın tekvîn sıfatı ile ilgili bir kavramdır.
Kazâ-i Muaallâk : Şarta
bağlı olarak yaratılacak şeylerdir ki, bunların yaratılma şekli değişebilir
veya hiç yaratılmaz.
Kazâ-i muallâk’ta iki
kısımdır.
1-Birincisinin bağlı
olduğu sebepler levh-i mahfuzda gösterilmiş, meleklere bildirilmiştir.
2-İkincisinin sebeplerini
ancak Allahü teâlâ bilir.
Kazâ-i Mübrem : Allahü
teâlâ’nın şarta bağlı olmaksızın yaratılmasını takdir ettiği, yaratılması
muhakkak olan şeyler. Burada takdir Allah’a aittir, kul sadece tedbir alır.
Doğal olaylar, bir kimsenin anne –babasını seçememesi, ecel, rızık, dil, etnik
köken farklılığı, cinsiyet gibi.
Eş‘arîler: Allah'ın
iradesinin her şeyi kuşattığını dikkate alarak, bu iradeye küllî (genel) irade
adını vermişler ve böyle bir nitelendirme ile onu, kulun iradesinden ayırt
etmek istemişlerdir.
Mâtürîdîler: Allah'ın
iradesine ilâhî ve ezelî irade demişler, küllî ve cüz'î irade terimlerini kulun
iradesinin iki yönünü belirtmekte kullanmışlardır.
Küllî irade: Allah
tarafından kula verilmiş olan, yapma veya yapmamayı tercihte aracı kabul edilen
seçme yeteneğidir.
Cüz'î irade: Küllî
iradenin, iki taraftan birine aktif biçimde yönelmesinden ibarettir.
Mâtürîdîler bu sebeple cüz'î iradeye, azm-i musammem (kesinleşmiş karar),
ihtiyâr (seçim) ve kasıt (yönelme) adını da verirler
Azm-i musammem :
Kesinleşmiş karar
İhtiyâr : Seçim
Kasıt : Yönelme
Kesb : Kulun fiilini tercihi ve seçmesi
Halk : Allah’ın yaratması.
Kul iyi veya kötü yönden hangisini seçer ve iradesini hangisine yöneltirse
Allah onu yaratır.
İhtiyarî fiiller : İradeli
fiiller, kulun elinde olan fiiller.
Iztırarî fiiller : Zorunlu fiiller, Nefes
alışımız, kalp atışımız, midemizin sindirimi gibi zorunlu ve refleks
hareketlerimizin oluşturduğu fiillere ıztırarî fiiller adı verilir.
Tevekkül : Güvenmek,
dayanmak, işi başkasına havale etmek. Allah'a dayanıp güvenmek ve ondan ötesini
Allah'a bırakmak demektir.
Ehl-i sünnet'e göre :
Allah'ın şerri irade edip yaratması kötü ve çirkin değildir. Fakat kulun şer
işlemesi, şerri kazanması, şerri tercih etmesi ve şerle nitelenmesi kötüdür ve
çirkindir.
Rezzâk-ı âlem : Yegâne
rızk veren (Allah Teâlâ'dır).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder