İkinci Bölüm
İslâm Dini
I. İSLÂM DİNİNİN
MAHİYETİ
İslâm
dini üç ana unsurdan oluşmaktadır, bunlar
1-İman
2-İbadet
3-Ahlâk
Din,
en yalın biçimiyle Tanrı'ya inanma ve ona ibadet etme olduğuna göre, onun bir
inanç sistemini ve bir ibadet sistemini içermesi zorunludur. Bu iki temel unsur
yanında, dinin ahlâkî hükümleri de içermesi gerekir. Ahlâk, dikey olarak veya
metafizik boyutta, bu inanç ve ibadetlerdeki içtenlik ve samimiyet (ihlâs,
ihsan) anlamını içerdiği gibi, dünyevî boyutta, Tanrı inancının ve O’na olan
sevginin Tanrı'nın kulları üzerinde gösterilmesi, onların hoş ve mutlu
edilmesine çalışılması, onların hukukunun ihlâl edilmemesi, onları rahatsız ve
huzursuz etmekten kaçınılması anlamını da içerir.
Bu
durumun İslâm dini açısından da aynıyla geçerli olduğunu açıkça göstermesi
bakımından Cibrîl hadisi diye meşhur olan diyalogu anmak uygun olur. Bu
diyalogda geçtiğine göre vahiy meleği Cibrîl, bir gün dini öğretmek üzere Hz.
Muhammed'e gelmiş, ona iman, İslâm ve ihsanın ne demek olduğunu sormuş ve bunları
yine kendisi cevaplamıştır. Cibrîl'in bu üç kavrama getirdiği açıklama öz
itibariyle dinin yukarıda değinilen üç temel unsurunu, yani inanç, ibadet ve
ahlâkı içermektedir. Cibrîl imanı Allah'a, âhiret gününe, peygamberlere,
meleklere, kitaplara ve kadere inanmak olarak; İslâm’ı, şirk koşmaksızın sadece
Allah'a ibadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve haccetmek
olarak; ihsanı da, Tanrı’yı görüyormuşçasına ibadet etmek olarak açıklamıştır
(Buhârî, “Îmân”, 1).
Dinin
ilk iki unsuru olan inanç ve ibadet, kişinin doğrudan Tanrı ile teorik ve
pratik bağlantı ve iletişimini sağlaması yönüyle insan-Tanrı ilişkisinin
dikey-metafizik boyutuna ilişkin iken ahlâk, inanç ve ibadet yoluyla tesis
edilmiş bulunan insan-Tanrı ilişkisinin, dünyevî planda her türlü tutum ve
davranışa yansıması olarak değerlendirilir. İnsanın başkalarına iyi davranması,
onlarla iyi geçinmesi, kötülük etmemesi ahlâkî birer davranış olması yanında,
aynı zamanda biçimsel ibadetler dışında Tanrı'nın hoşuna gidecek davranışlardır.
Ahlâkın diğer bir boyutu ise Tanrı'ya olan inancın ve ona yapılan ibadetin
içtenlik derecesine ilişkindir ki bu husus İslâmî terminolojide ihlâs ve ihsan
diye anılır.
Dinin
aslî unsurlarından olan iman
bir bakıma dinin Tanrı’yı tanıma ve bilme (marifetullah)
boyutu, ibadetler
Tanrı'ya itaat boyutunu ve ahlâk
ise Tanrı’yı sevme (mâhabbetullah)
boyutunu teşkil eder. İmanın akıl ve bilgi, ibadetlerin inanç ve kanaat,
ahlâkın ise gönül ve duygu kaynaklı olması her birinin mahiyeti gereğidir.
__________________________________________________________________________________
Marifetullah: Allah’ı tanıma ve
bilme
Mâhabbetullah: Allah’ı sevme
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
II. TARİHÎ SÜREÇ
Hz.
Muhammed'in yirmi üç yıllık peygamberliği döneminde tamamlanan vahiy (Kur'an)
ve onun açıklaması mahiyetindeki sünnet İslâm dininin inanç, ibadet ve ahlâk
yanında hukukî, bireysel ve sosyal hayatla ilgili temel ilkelerini ve amaçlarını
belirlemiş ve dinin ana çatısını kurmuştur.
Mezhep sözlükte
"gidilecek yer, gidilecek yol, görüş, doktrin ve akım" gibi mânalara
gelir. Bir terim olarak ise mezhep, kendi içinde tutarlı bir düşünce sistemine
sahip olduğu kabul edilen itikadî ve fıkhî doktrini ifade eder. Çoğulu "mezâhib"dir. Mezhep kurucusu kabul
edilen imam veya müctehid hiçbir şekilde bir din koyucusu veya din tebliğcisi
değildir. Yüce Allah tarafından konulan ve Hz. Muhammed tarafından tebliğ
edilen İslâm dininin gerek inanç, gerekse fıkıh (ibadet ve hukuk) alanına giren
meselelerini delilleriyle birlikte ele alıp bunlara ilişkin yorum ve çözümler
getirme ihtiyacı karşısında, delillerinden hüküm çıkarma yeterliğine sahip
bilginler birbirinden farklı görüşler ve çözüm örnekleri ortaya koymuşlardır.
İşte
belli görüşler etrafında oluşan ve yeni katılımlarla da giderek zenginleşen
fikrî kümeleşmeye
mezhep
denilmiştir.
Genellikle
fıkıh mezhepleri, kurucularının isimleri ile anılır. Hanefî mezhebi, Mâlikî
mezhebi gibi. Akaid mezhepleri ise, Şîa, Mu‘tezile, Havâric gibi belli
topluluklara nisbet edildiği gibi kurucusuna izâfetle de anılmıştır: Mâtürîdî,
Eş‘arî gibi. Ana akaid mezheplerinin ayrıldığı kollar da fıkıh mezhepleri gibi
daha çok bir şahsa nisbet edilmiştir. Akaid mezhepleri için daha çok
"grup" anlamına gelen "fırka" (çoğulu fırak),
"görüş" anlamına gelen "makale" (çoğulu makalât) ve
"anlayış tarzı" mânasına gelen "nıhle" (çoğulu nihal)
kelimeleri kullanılır.
__________________________________________________________________________________
Mezhep: Gidilecek yer,
gidilecek yol, görüş, doktrin ve akım
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
A) İTİKADÎ FIRKALAR
Hz.
Peygamber bir hadislerinde yahudilerin yetmiş bir, hıristiyanların yetmiş iki
fırkaya ayrıldığını, kendi ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bunlardan
birinin kurtuluşta, diğerlerinin ateşte olacağını belirtmiş, kurtuluşa
erenlerin kimler olacağı sorusuna "Benim ve ashabımın yolunu izleyenler"
(Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 1; İbn Mâce, “Fiten”, 17) cevabını vermiştir. Hadiste bir
isimlendirmeden ve belirlemeden ziyade müslümanların ayrılık ve çekişmeye
düşmesi halinde bundan herkesin zarar göreceğine işaret vardır. Ancak hadiste
geçen "kurtuluşa erenler" ve "ateşte olanlar" ayırımı göz
önünde bulundurularak bütün mezhepler kendilerinin ‘kurtuluşa eren grup’ yani ‘fırka-i nâciye’ olduğunu iddia etmiştir. Kur’an’da “Her fırka kendi
görüşünden memnuniyet duymaktadır” (Mü’minun, 23/53; Rûm, 30/35) şeklinde de
anlamlandırılan ayetlerin işaret ettiği olgu çerçevesinde her grup kendini
doğru yolda görerek ‘hak ehli’ olarak nitelendirmiş, muha liflerinin ise
sonradan ortaya çıkan bid’at grupları olduğunu savunmuştur. Bu çerçevede Ehl-i
sünnet alimleri de mezhepleri Ehl-i sünnet ve Ehl-i bid‘at olmak üzere ikiye
ayırarak incelemiştir.
Ehl-i sünnet:
Dinî
literatürde, dini anlama ve yaşamada Allah'ın kitabını ve Hz. Muhammed'in
sünnetini rehber edinen ve sahâbenin yolunu izleyen ümmet çoğunluğu anlamında kullanılan
bir terim olmuştur.
Ehl-i
sünnet, Allah'ın zâtı, sıfatları, âlemin yaratılışı, kader, peygamberlik,
mûcize ve keramet, şefaat, haşir ve âhiret gibi İslâm akaidinin temel
konularında fikir birliği içinde olmakla beraber, bu konuların detaylarında,
izah ve yorumlanmasında farklı görüşlere de sahip olmuş, bu sebeple kendi
arasında üçe ayrılmıştır.
1-Selefiyye
2-Mâtürîdiyye
3-Eş‘ariyye
Selefiyye'ye
"Ehl-i sünnet-i hâssa"
Mâtürîdiyye
ve Eş‘ariyye'ye "Ehl-i sünnet-i âmme"
Denildiği
de olur. Ehl-i sünnet'in üç mezhebi arasındaki görüş ayrılıkları Ehl-i
sünnet'in temel prensiplerini oluşturan çerçeveyi ihlâl etmeyen sınırlar içinde
kalmıştır. Bugün dünya müslümanlarının % 90'dan fazlası Ehl-i sünnet anlayışına
bağlıdır.
__________________________________________________________________________________
Fırka-i nâciye: Kurtuluşa eren grup
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Ehl-i bid‘at:
Sözlükte
"dinle ilgili yeni görüş ve davranışları benimseyenler" anlamına
gelirken, Ehl-i sünnet alimlerince dinî literatürde, akaid sahasında Hz.
Peygamber'in ve ashabının sünnetini terkederek, onların izledikleri yoldan
ayrılan, İslâm ümmetinin çoğunluğunu yani ana gövdesini oluşturan Ehl-i
sünnet'e muhalefet eden mezhep ve gruplar anlamında kullanılmıştır.
Bir
kısım itikadî görüş ve mezheplerin tarihte kalması ve zamanla mezhep kimliğinin
zayıflaması sebebiyle günümüzde İslâm dünyası Ehl-i sünnet (Sünnî) ve Şîa (Şiî)
şeklinde iki ana grupta algılanmakta ise de tarihte ortaya çıkan başlıca
mezhepler şu şekilde sıralanabilir:
a) Selefiyye
Sözlükte
selef “önceki nesil”, selefiyye de
“bu nesle mensup olanlar” anlamı taşır. İslâmî literatürde Selef ilk dönemlere
mensup bilginler ve geçmiş İslâm büyükleri anlamında, Selefiyye terimi ise iman
esaslarıyla ilgili konularda ilk dönem bilginlerini izleyerek âyet ve
hadislerdeki ifadelerin zâhiri ile yetinip bunları aynen kabul eden, teşbih ve
tecsîme düşmeyen (Allah'ı yaratıklara benzetmeye ve cisim gibi düşünmeye
yeltenmeyen), bunları başka bir anlama çekme (te’vil) yorumlama) yoluna
gitmeyen Ehl-i sünnet topluluğunu belirtmek için kullanılır. Allah'ın zâtî,
fiilî ve haberî sıfatlarının hepsini te’vilsiz, nasılsa öyle kabul ettiği için
Selefiyye'ye "Sıfâtiyye"
de denilmiştir.
Tâbiûn,
mezhep imamları, büyük müctehidler ve hadisçiler Selefiyye'dendirler.
Eş‘arîlik
ve Mâtürîdîlik ortaya çıkıncaya kadar, Sünnî müslüman çevrede hâkim olan inanç,
Selef inancıdır.
İmam
Şâfiî, Mâlik, Ahmed b. Hanbel -bir kısım görüşleri itibariyle Ebû Hanîfe-
Evzaî, Sevrî gibi müctehid imamlar, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Dârimî, İbn
Mende, İbn Kuteybe ve Beyhaki gibi hadisçiler, Taberî, Hatîb el-Bağdâdî,
Tahâvî, İbnü'l-Cevzî ve İbn Kudâme gibi bilginler Selef düşüncesinin önde gelen
isimleri arasında sayılabilir.
Genellikle
fıkıhta Hanbelî olanlar akaidde Selefî’dirler. Hadisle ilgilenen
bilginler de çoğunlukla Selef inancını benimsemişlerdir. Günümüzde dünya
müslümanlarının % 12'si Selefî’dirler. En yoğun oldukları ülkeler Suudi
Arabistan, Küveyt ve Körfez ülkeleridir.
b) Eş‘ariyye
Akaid
konusunda Ebü’l-Hasan Ali b. İsmâil
el-Eş‘arî'nin görüşlerini benimseyen Ehl-i sünnet mezhebine verilen
isimdir. Mezhebin kurucusu olan İmam Eş‘arî, kırk yaşına kadar Mu‘tezile
mezhebine bağlı kalmış, sonra "üç kardeş meselesi" diye bilinen
meselenin tartışmasında hocası Ebû Ali el-Cübbâî'ye üstün gelmiş, hocasının
görüşlerini doyurucu bulmadığı için Mu‘tezile'den ayrılmış ve Eş‘arîliği
kurmuştur.
İmam
Eş‘arî'nin fıkıhta Şâfiî mezhebine bağlı olması ihtimali kuvvetlidir.
İmam
Eş‘arî, Allah Teâlâ'nın ezelî sıfatları bulunduğunu kabul etmiş, inanç
konularında akla da değer vererek, âyet ve hadislerin yanında aklî deliller de
kullanmıştır.
Eş‘arî'nin
inanç metodu kendisinden sonra gelen kelâmcılar tarafından da devam
ettirilmiştir.
Eş‘arî kelâm
bilginleri
Bâkıllânî
- İbn Fûrek - Cüveynî - Gazzâlî
- Şehristânî - Âmidî - Fahreddin er-Râzî - Kadî Beyzâvî Teftâzânî - Cürcânî
Eş‘arîlik,
Selef inancına Mâtürîdîlik'ten daha uzak olarak gösterilebilir. Eş‘arî
bilginler zamanla te’vile çok fazla yer vermişlerdir. Zaman zaman da kelâmda
yenilikler ve değişiklikler yapmışlar, bu ilmi felsefe ile rekabet edebilecek
bir güce kavuşturmuşlardır. Eş‘ariyye mezhebi Ehl-i sünnet’in temel
prensiplerini kabullenmekle beraber, bazı noktalarda kendine has görüşleri
bulunmaktadır.
Sünnî
müslümanların % 13'ünü oluşturan Mâlikîler'in hemen hemen tamamı ile % 33'ünü
teşkil eden Şâfiîler'in dörtte üçü, Hanefîler'le Hanbelîler'in çok az bir kısmı
inançta Eş‘ariyye mezhebini benimsemişlerdir.
Eş‘arîlik
daha çok Endülüs, Hicaz, Kuzey Afrika, Mısır, Irak, Suriye ve Endonezya'da
yayılmıştır.
c) Mâtürîdiyye
Akaid
konusunda Ebû Mansûr Muhammed b.
Muhammed b. Mahmûd el-Mâtürîdî'nin görüşlerini benimseyenlerin
oluşturduğu Ehl-i sünnet mezhebinin adıdır.
İmam
Mâtürîdî’nin Türk olması kuvvetle muhtemeldir. Kelâm, mezhepler tarihi, fıkıh
usulü ve tefsir alanlarında otorite
olduğu görülür. Eserlerinde Ehl-i sünnet'in temel prensiplerini hem âyet ve
hadislerle hem de aklî delillerle savunmuş, özellikle Mu‘tezile ve Şîa'nın
görüşlerini tenkit etmiştir.
İslâm
dünyasında hicrî II. asırdan itibaren ortaya çıkan bid‘atçı mezheplere,
özellikle akılcı bir tavır takınan Mu‘tezile'ye, Selef’in metoduyla karşı çıkmak,
Ehl-i sünnet inancını savunmada yetersiz kalıyordu. Bu sebeple inanç
konularında, âyet ve hadislerin yanında akla da yer verecek, aklî açıklamalar
yaparak konunun daha iyi anlaşılmasını ve kabul edilmesini sağlayacak yeni
doktrinlere ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyacın bir sonucu olarak Ehl-i sünnet
kelâmının iki önemli mezhebi Mâtürîdiye ve Eş‘ariyye ortaya çıkmıştır.
Mâtürîdîlik,
akaid sahasında âyet ve hadisle birlikte, aklı da dinin anlaşılması için
gerekli bir temel kabul etmiş, İmam Mâtürîdî'den itibaren kelâm metodunu
gittikçe geliştirmiştir. Mâtürîdiyye, bazı konularda Selef'e Eş‘ariyye'den
daha yakındır. Bazı konularda ise, daha akılcı davrandığından Eş‘ariyye ile Mu‘tezile arasında yer
almıştır.
Bir
kısım araştırmacılar Mâtürîdîliği Hanefîliğin devamı sayarlar. Onları bu
düşünceye iten sebep, İmam Mâtürîdî'nin, İmam Ebû Hanîfe’nin akaid konusunda
koyduğu prensipleri açıklayıp geliştirmiş olmasıdır.
Mâtürîdî kelâmcıları
Hakîm
es-Semerkandî - Ebû Seleme - es-Semerkandî - Ebü'l-Yüsr Muhammed el-Pezdevî -
Ebü'l-Maîn (Muîn) en-Nesefî - Ömer en-Nesefî - Ebü’l-Berekât Hâfızüddin
en-Nesefî - Burhâneddin en-Nesefî - İbnü'l-Hümâm - Kadı Celâleddinzâde Hızır
Bey - Beyâzîzâde Ahmed Efendi
Mâtürîdiyye Ehl-i
sünnet'in temel prensiplerinde Eş‘arîler ile aynı görüşte olmakla beraber, şu
görüşleriyle onlardan ayrılırlar :
1. Dinî tebliğ olmasa
da kişi akılla Allah'ı bulabilir.
2. İyi ve kötü, güzel
ve çirkin akılla bilinebilir. Allah Teâlâ bir şeyi güzel ve iyi olduğu için
emretmiş, kötü ve çirkin olduğu için yasaklamıştır.
3. Kulda başlı başına
bir cüz'î irade vardır. Kul iradesiyle seçimini yapar, Allah da kulun seçimine
göre fiili yaratır.
4. Yüce Allah'ın
diğer sıfatları gibi tekvîn sıfatı da ezelîdir.
5. Allah kulun
gücünün yetmeyeceği şeyleri kula yüklemez.
6. Allah'ın
fiillerinin muhakkak bir sebep ve hikmeti vardır. Fakat kul her zaman bu sebep
ve hikmetleri bilemeyebilir.
7. Peygamberlerde
aranan niteliklerden biri de erkek olmaktır. Bu sebeple kadın peygamber
gönderilmemiştir.
8. Allah'ın nefsî
kelâmı işitilemez. İşitilen nefsî kelâmın varlığını gösteren lafzî kelâm yani
Kur'an'ın harf ve sesleridir.
Bugün
dünyadaki Sünnî müslümanların en azından yarısını oluşturan Hanefîler'in büyük
bir çoğunluğu inançta Mâtürîdî mezhebine bağlıdırlar. Mâtürîdiyye, Türkiye,
Balkanlar, Orta Asya, Çin, Hindistan, Pakistan ve Eritre'de yayılmıştır.
Genellikle Türkler fıkıhta Hanefî, inançta Mâtürîdî'dirler.
d) Mu‘tezile
Mu‘tezile, kelime olarak
"ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler" anlamına gelir.
Büyük günah işleyen kimsenin iman ile küfür arası bir mertebede olduğunu
söyleyerek Ehl-i sünnet bilginlerinden Hasan-ı Basrî'nin dersini terkeden Vâsıl b. Atâ ile ona uyanların
oluşturduğu mezhep bu isimle anılır.
Mu‘tezile
ise kendini "ehlü'l-adl ve'ttevhîd"
diye adlandırır.
Akılcı bir mezhep olan Mu‘tezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü âyet ve
hadisleri Ehl-i sünnet’ten farklı biçimde yorumlamış ve bu yorumlarında akla
öncelik vermiştir.
Ehl-i
sünnet tarafından kurulan kelâm ilmi hicrî IV. asırdan itibaren ortaya çıkmış
olmakla birlikte, bu ilmi ortaya çıkaran etkenler arasında Mu‘tezile'nin ayrı
bir yeri vardır. Hatta kelâm ilminin Mu‘tezile'nin öncülüğünde doğmuş olduğu
söylenebilir.
Mu‘tezile
kelâmcıları
Ebü'l-Hüzeyl
el- Allâf, - Nazzâm,- Câhiz, - Bişr b. Mutemir,- Cübbâî,- Kadî Abdülcebbâr,-
Zemahşerî
Mu‘tezile Abbâsîler döneminde en parlak günlerini
yaşamış, daha sonra etkinliğini hatta
bir mezhep olma hüviyetini yitirmiştir. Görüşleri Şîa'nın Ca‘feriyye ve
Zeydiyye kolları ile Hâricîliğin İbâzıyye kolunda yaşamaktadır.
Mu‘tezile'nin
görüşleri beş prensip halinde sistemleştirilmiştir :
1.
(Tevhid) Allah'ın zât ve sıfatları
yönüyle bir kabul edilmesi
2.
(Adl) Kulların ihtiyarî fiillerini
hür iradeleriyle yaptığı ve kul için en uygun olanı yaratmanın Allah'a gerekli
olduğu.
3.
(Vaad ve Vaîd) İyilik yapanın
mükâfat, kötülük yapanın da ceza görmesinin zorunluluğu
4.
(el-menzile beyne'l-menzileteyn) Büyük
günah işleyenin iman ile küfür arasında fısk mertebesinde olduğu
5.
(emir bi'l-ma‘rûf nehiy ani'l-münker)
İyiliği yaptırmaya ve kötülüğü önlemeye çalışmanın bütün Müslümanlara farz
olduğu prensipleridir.
e) Cebriyye
İrade
hürriyeti konusunda Mu‘tezile'ye taban tabana zıt görüşlere sahip olan Cebriyye
mezhebi;
Her
şeyin Allah'ın ilmi ve iradesi dahilinde cereyan ettiğini, insanın çizilmiş bir
kaderinin bulunduğunu bildiren âyetlerden (el- A‘râf 7/178, et-Tevbe 9/51,
er-Ra‘d 13/8, ez-Zümer 39/62, el-Kamer 54/49, elİnsân 76/30) hareketle insanın
irade hürriyeti, seçme imkânı ve fiil gücü bulunmadığını, insan fiillerinin
gerçek fâilinin Allah olduğunu, kulun Allah tarafından önceden takdir edilmiş
bulunan işleri yapmaya mecbur olduğunu savunur.
Günümüzde irade, kazâ-kader konusunu iyi
anlamamış birçok kimse de bilerek-bilmeyerek bu görüşe meyletmişlerdir.
Ancak
bu görüşler, irade hürriyeti ve işlediği fiillerden dolayı insanın sorumlu
tutulması, sevap veya azabı hak etmesi prensibiyle çeliştiği için Ehl-i
sünnet bilginlerince reddedilmiştir.
f) Hâricîlik
Hâricîlik
ekolü (Havâric), Hz. Ali ile Muâviye arasında geçen Sıffîn Savaşı’ndan (h.
37/m. 657) sonra halife tayin işi hakeme bırakılınca ortaya çıkmıştır. Bu
durumda bir grup Hz. Ali'ye isyan edip büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağı
ve günah işleyen devlet başkanına itaat edilmeyeceği iddiasıyla onunla
mücadeleye başlamış ve onu şehid etmişlerdir.
Bu
mezhebin İbâzıyye kolu günümüze kadar yaşama imkânı bulmuştur. Günümüzde
İbâzîler'e daha çok Kuzey Afrika, Madagaskar, Zengibar ve Uman sultanlığında
rastlanır. Kur'an'ın sadece zâhirine dayanmaları sebebiyle Ehl-i sünnet'e göre
bazı farklı fıkhî görüşleri de vardır.
g) Şîa
Şîa,
Ehl-i sünnet grubunun dışında yer alan, günümüze kadar varlığını koruyan ve hâl-i
hazır İslâm dünyasında da önemli sayıda taraftarı bulunan en önemli itikadî,
fıkhî ve siyasî mezheptir.
Sözlükte
"taraftar, yardımcı" anlamına gelen Şîa, literatürde Hz. Peygamber'in
vefatından sonra Hz. Ali'yi halifeliğe en lâyık kişi olarak gören ve onu ilk
meşrû halife kabul eden, vefatından sonra da hilâfete Ali evlâdının getirilmesi
gerektiğine inanan toplulukların ortak adı olmuştur.
Hz.
Osman'ın şehid edilmesini takip eden yıllarda bu misyon ve iddia ile ortaya
çıkanların oluşturduğu bir siyasî gruplaşma hareketi olarak doğmuş, hicrî II.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren de çeşitli fırkalara ayrılan itikadî bir
mezhep haline gelmeye başlamıştır.
Şîa'nın
günümüze ulaşan üç büyük fırkası Zeydiyye,
İsmâiliyye ve İmâmiyye(İsnâaşeriyye)'den ibarettir.
Zeydiyye : Hz. Ali'nin torunu
Zeyd b. Ali Zeynelâbidîn'e nisbet edildiği için bu ismi alır. Günümüzde Yemen
bölgesinde taraftarları bulunan Zeydiyye itikadî konularda Mu‘tezile mezhebine, fıkıh sahasında
ise Hanefî mezhebine yakın görüşlere
sahiptir. Şîa içindeki en mûtedil fırka olan Zeydîler, hilâfetin Hz.
Ali'nin ve soyundan gelenlerin hakkı olduğuna inanmakla birlikte, Hz. Ebû Bekir
ve Hz. Ömer'in hilâfetini de meşrû görürler. Hilâfetin Hüseyinoğulları'na ait
olduğu ve devlet başkanının mâsum olduğu fikrini de kabul etmezler.
İsmâiliyye : Ca‘fer es-Sâdık'ın
ölümünden sonra devlet başkanlığına oğlu İsmâil'in ve soyunun hak sahibi olduğu
iddiası, Şîa içinde aşırı görüşleriyle tanınan İsmâiliyye fırkasının oluşmasının başlangıcını teşkil etti.
Eski
Yunan ve Doğu felsefelerinden, Ortadoğu dinlerinden etkilenmesi ve bâtınî
te’villere dayanması sebebiyle birçok uç görüşe sahip bulunan mezhep
mensuplarına günümüzde, sayıları fazla olmamakla birlikte Pakistan, İran ve
Orta Asya'da rastlanmaktadır.
İmâmiyye : Çağımızda dünya
müslümanlarının yaklaşık yüzde onunu teşkil eden Şîa'nın büyük çoğunluğunu
bünyesinde toplayan ana koldur.
*Mezhebin
siyaset ve imâmet görüşü on iki imam
düşüncesi etrafında şekillendiğinden İsnâaşeriyye, akaid ve fıkıhta Ca‘fer es-Sâdık'ın
görüşlerini esas aldıklarından Ca‘feriyye adlarıyla da anılırlar.
*Hz.
Ali ve Hüseyin soyundan gelen on iki imama inanma, hem iman esaslarından birini
hem de mezhebin ana doktrinini teşkil eder.
*Akaid
konularında yer yer Mu‘tezile mezhebiyle paralellik arzeden görüşlere sahiptir.
*Sadece
Ehl-i beyt’e mensup râvilerin hadis rivayetini kabul ederler.
*İlk
üç halifenin hilâfetini meşrû görmezler.
*Devlet
başkanlığına Hz. Ali ve soyunun nas ile tayin edildiğini yani imamlığın
(halifeliğin) bunlara ait olduğunu Hz. Peygamber'in açıkça belirttiğini ve bunların
vahiy alma hariç peygamberlere benzer vasıflara sahip olup günah işlemekten ve
hata yapmaktan korunmuş (mâsum)
olduklarını iddia ederler.
*Küçük
yaşta gaip olan on ikinci imamın kurtarıcı (mehdî) olarak tekrar geri
geleceğine inanırlar.
*Açık
ve gizli bir tehlikenin bulunduğu durumlarda inancı gizleme ve farklı görünme (takıyye).
*Hz.
Ali'ye biat etmeyen sahâbîlere karşı tavır alma ve onlara ta‘n etme de yine
mezhebin temel ön kabullerindendir.
İmâmiyye
halen İran'ın resmî mezhebi olup Irak'ta ve Azerbaycan'da yaşayan müslümanların
yüzde altmışı da bu mezhebe mensuptur.
B) FIKIH MEZHEPLERİ
a) Kavram ve
Tarihçe
Fıkıh
kelimesi sözlükte "bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, içyüzünü ve
inceliklerini kavramak" anlamına gelir.
Terim
olarak fıkıh hicrî ilk asırlarda zihnî çaba ile elde edilen dinî bilgilerin
tamamını ifade etmişken, iman ve itikad konularının ayrı bir ilim dalı olarak
teşekkül etmesine paralel olarak, ileri dönemlerde İslâm'ın fert ve toplum
hayatının değişik yönleriyle ilgili şer‘î-amelî hükümlerini bilmenin ve bu
konuyu inceleyen ilim dalının özel adı olmuştur.
Fıkıh
ilminde uzman olan kimselere fakih (çoğulu fukahâ) denir.
Öte
yandan fıkıh, ilk dönem literatüründe, şer‘î delillerden hüküm elde etme
faaliyeti olan ictihad anlamında kullanılmış, fakih ve müctehid
eş anlamlı kabul edilmiştir.
b) Fıkıh Mezhepleri
İtikadî
fırkalar gibi fıkıh mezheplerinin de büyük kısmı kurucusu sayılan müctehidlerin
isimlerine nisbetle anılırlar. Burada "dört mezhep" adıyla şöhret
bulmuş Sünnî fıkıh ekolleri olan Hanefî,
Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî
mezhepleri.
Hanefî mezhebi:
Sünnî
fıkıh ekollerinin kronolojik sıra itibariyle ilki olup, İmâm-ı Âzam Ebû
Hanîfe'ye nisbet edildiği için bu isimle anılmıştır. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin
asıl adı Nu‘mân b. Sâbit'tir.
Aslen Türk veya Fârisî olduğu yönünde
görüşler vardır. Nu‘mân b. Sâbit, Hanefî mezhebi muhitinde "İmâm-ı Âzam" (büyük imam) lakabı
ile anılır. Irak'ın en ünlü fakihi ve Irak fıkhının üstadı Hammâd b. Ebû
Süleyman'ın ilim halkasına katıldı ve
uzun zaman bu ders halkasına devam etti. Bu arada Ca‘fer es-Sâdık, Muhammed el-
Bâkır da dahil olmak üzere pek çok âlimden istifade etti.
Naklin
hükmü ile aklın yorumu, hadis ile re’y arasında mâkul bir denge kurmaya
çalışmıştır. Bunun için de örf ve âdeti, Kur'an'ın genel ilkelerini, kamu
yararını daima göz önünde bulundurmuş ve istihsan
metodunu sıklıkla kullanmıştır.
İmâm-ı
Âzam Ebû Hanîfe’nin talebeleri onun tedrîsatını devam ettirdiler ve ondan
öğrendikleri usule uyarak kaynaklardan hüküm istinbatını sürdürdüler. Talebelerinden
bilhassa ictihad derecesine yükselenler, özellikle de Ebû Yûsuf ve İmam
Muhammed hocalarının görüş ve fetvalarını tasnif ve tedvîn işine
giriştiler.
Hanefî
mezhebi Irak'ta doğmuş ve Abbâsîler devrinde Ebû Yûsuf'un "kadılkudât" (baş kadı) olması ile
devletin başlıca fıkıh mezhebi haline gelmiştir. Hanefî mezhebi
bilhassa doğuya doğru yayılarak Horasan ve Mâverâünnehir'de büyük bir gelişme
göstermiştir. Pek çok Hanefî fakihi de buralardan yetişmiştir.
*İmâm-ı
Âzam Ebû Hanîfe 40 yaşına geldiğinde fetva vermeye başladı.*
Doğum Tarihi ve
Yeri:
80
(699) yılında Kûfe'de dünyaya geldi.
Hocası:
Hammâd
b. Ebû Süleyman
Meşhur Talebeleri:
1-Ebû Yusuf
2-İmam Muhammed b. Hasan es-Şeybânî
En büyük eseri:
el-Fıkhu'l Ekber
Metodu:
1-Kitap
2-Sünnet
3-İcma
4-Sahâbe kavli (sözleri)
5-Örf
6-Kıyas
7-İstihsan
__________________________________________________________________________________
Kadılkudât: Baş kadı
__________________________________________________________________________________
Mâlikî
mezhebi:
Fıkıh
ekollerinin kronolojik sıra itibariyle ikincisi olup, büyük hadis ve fıkıh
bilgini Mâlik b. Enes'e
nisbet edildiği için bu isimle anılmıştır.
İmam
Mâlik'in fıkhının en belirgin özelliği, Medine halkının uygulamasına (ameli ehl-i Medîne) çok önem
vermesidir. O haber-i vâhidi kabul için, bu haberin Medineliler'in ameline
muhalif bulunmamasını şart koşmuştur. Ona göre, Medineliler’in ameli, mütevâtir sünnet mesabesindedir.
Mâlikî
mezhebi, önce Hicaz bölgesinde yayılmış, sonra İmam Mâlik'in Esed b. Furât,
Abdullah b. Vehb, Abdurrahman b. Kasım gibi talebeleri vasıtasıyla Mısır, Kuzey
Afrika ve Endülüs'e yayılmıştır. Hatta, bu mezhep bir zamanlar İspanya'da
Endülüs Emevî Devleti’nin resmî mezhebi olmuştur. Günümüzde Mısır'da, Kuzey
Afrika’da (Tunus, Cezayir, Fas), Sudan'da Mâlikî mezhebi çok yaygındır. Hicaz bölgesinde ise, Mâlikîler'in
sayısı oldukça azdır.
İmam
Mâlik'in görüş ve fetvaları, Sahnûn'un öncülüğünde tedvîn edilen ve İmam
Mâlik'in ve yakın öğrencilerinin görüşlerini toplayan el-Müdevvene isimli hacimli eser, Muvatta ile birlikte
Mâliki mezhebinin temel iki kitabı sayılır.
Doğum Tarihi ve
Yeri:
93
(712) yılında Medine'de dünyaya geldi.
Hocaları:
1-İbn
Hürmüz
2-İbn
Ömer'in âzatlısı Nâfi
3-İbn
Şihâb ez-Zührî
4-Yahyâ
b. Saîd
Meşhur talebeleri:
1-Esed
b. Furât
2-Abdullah
b. Vehb
3-Abdurrahman
b. Kasım
Eserleri:
1-el-Müdevvene
2-Muvatta
Metodu:
1-Kitap
2-Sünnet
3-İcmâ
4-Sahâbe
kavli (sözleri)
5-Örf
ve âdet
6-Kıyas
7-İstihsan
8-Mesâlih-i
mürsele
9-Sedd-i
zerâi
Şâfiî
mezhebi:
Kurucusu
sayılan, Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî’ye
nisbet edildiği için bu isimle anılmıştır.
İmam
Mâlik'ten Medine fıkhını, İmam Muhammed'den Irak fıkhını öğrendi. Böylece Hicaz
fıkhı ile Irak fıkhını birleştirdi. Ehl-i re’y fıkhı ile ehl-i hadîs
fıkhını birleştirdi. Eski görüşleri ile yeni görüşlerinden oluşan "mezheb-i kadîm"i ve "mezheb-i cedîd"i teşekkül
etmiş oldu.
Mekke,
Bağdat ve Mısır'da yetiştirdiği seçkin talebeleri onun eserlerini okuttular,
görüşlerini ve diğer fakihlerle olan ihtilâflarını naklettiler. İşte bu
öğrencilerin gittikçe genişleyen ders halkaları neticesinde Şâfiî mezhebi
ortaya çıkmış oldu.
Şâfiî
mezhebi önce Mısır'da sonra Suriye, Irak, Horasan ve Mâverâünnehir'de yayıldı.
Çoğu zaman fetvada ve öğretimde Hanefîler'le yan yana yer aldı. Bugün Şâfiî
mezhebi ülkemizin güneydoğu ve doğu illeri ile yukarıda sayılan bölgelerde
yaygın durumdadır.
İmam
Şafiî, İstihsanı reddetmiş,
rey ictihadını kıyastan ibaret kabul etmiş, kıyası da delâlet yoluyla ilahî
beyan çeşitlerinden biri saymıştır
Doğum Tarihi ve
Yeri:
150
(767) yılında Gazze şehrinde (Filistin) dünyaya geldi.
Hocaları:
1-İmam
Mâlik
2-İmam
Muhammed
Meşhur talebeleri:
1- Ebû Ya’kub Yûsuf b. Yahyâ
el-Büveydî
2- Ebû İbrahim İsmail b. Yahyâ
el-Müzenî
3- Ebû Muhammed er-Rabî’ b. Süleyman
b. Abdilcebbâr el-Murâdî
4- Harmele b. Yahya b. Harmele
5- Muhammed b. Abdillah b.
Abdilhakem
Eserleri:
1-er-Risâle
2-el-Ümm
3-el-Murâdî
4-Kitabü’ş-Şurût
5-Kitabü’s-Sünen
6-Kitabü’n-Nikâh
7-Kitâbü’l-İbil
ve’l-Ganem ve Sıfatühâ ve Esnânühâ
Metodu:
1-Kitap
2-Sünnet
3-İcmâ
4-Sahâbe
kavli (sözleri)
5-Kıyas
Hanbelî
mezhebi:
Kurucusu
sayılan, Ahmed b. Hanbel’e
nisbet edildiği için bu isimle anılmıştır. Genç yaştan itibaren Bağdat'ta hadis toplamaya başladı. Hicrî 186
yılına kadar hadis âlimlerinden dinlediği bütün hadisleri kaleme aldı. Ahmed
b. Hanbel hadis ilminde rivayete önem verdiği kadar, naslardan hüküm çıkarmaya
da itina gösterdi. O İmam Şâfiî'nin fıkıhtaki bilgisine, hüküm çıkarma ve
istinbat usul ve metoduna hayrandı. Ahmed b. Hanbel Mekke'de, Bağdat'ta İmam
Şâfiî'den bu metotları öğrendi ve benimsedi. Böylece hadisleri sadece
rivayetle yetinmeyip, onların fıkhî mâna ve maksatlarını da araştırdı.
Ahmed
b. Hanbel ibadet ve muâmelât konularında iki ayrı usul benimsedi. İbadet
konularında naslara ve Selef’in eserlerine sımsıkı sarıldı. Delilsiz hüküm
vermekten sakındı. Muâmelâtta da yine Selef’in yolu olan, bir şeyin haram veya
helâl olduğuna dair naslarda delil yoksa o mubahtır prensibine sarıldı.
"Eşyada
aslolan mubahlıktır" prensibini Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîler de benimserler,
ancak Hanbelîler muâmelâtta daha belirgin biçimde serbestlik
taraftarıdırlar.
Onlar
mukavele serbestisini alabildiğine geniş tutmuşlardır. Dinin haram kıldığı
şartlar müstesna, bu mezhep ticarette tarafların istedikleri şartları
koşabileceğini hükme bağlar. Bu mezhepte nassa ve esere sıkı sıkıya bağlı
olmanın neticesi bir yandan ictihadla hüküm elde etme güçleştirilirken, diğer
yandan nassa dayanmadan bir şeye câiz değildir demeyi de zorlaştırmıştır.
Eşyada
aslolan mubahlıktır kaidesi temel alındığı için mubah ufku genişlemiş ve bu
bakış açısı büyük ölçüde akidlere de yansımıştır.
Mezhebin
ayırıcı vasfı olarak re’y ve kıyastan çok âyet, hadis ve sahâbe kavli gibi
naklî delillere dayanması dikkat çeker. Mezhepte bir bakıma hadise dayalı fıkıh
anlayışı hâkimdir. Sadece fiilen karşılaşılan problemlere çözüm üretilmiştir.
Teknik anlamda tam bir fıkıh mezhebi değil, bir nevi hadis ekolü olarak da
görüldüğü için, Hanbelîliği fıkıh mezhepleri arasında saymayanlar da vardır.
*Ahmed
bin Hambel 40 yaşına geldiğinde fetva vermeye başladı.*
Doğum Tarihi ve
Yeri:
Hicrî
164 yılında Bağdat'ta dünyaya geldi.
Hocaları:
1-Ebû Yusuf
2-İmam Şâfiî
3-Abdurrazzâk ibnu
Hemmam (meşhur muhaddis) hadisçi
Meşhur talebeleri:
1-Salih
(Hambel’in oğlu)
2-Abdullah
(Hambel’in oğlu)
3-Buhari
4-Müslim
5-Ebu
Davut
6-Tirmizi
7-Nesai
8-Yahya
ibnu Muin
9-Ali
ibnu Medini
10-Ebu
Zur’a er-Razi
11-Ebu
Hatim er-Razi
Eserleri:
1-Kitabus’Sunne
2-Kitabuz’Zuhd
3-Kitabu’l-Vera
4-Kitabu’l-İlel
5-Kitabu
Fedaili’s-Sahabe
6-er-Red
ale’z-Zenadıka ve’l-Cehmiyye
Metodu:
1-İcmâ
2-Kıyas
3-Mesâlîh
4-İstihsan
5-Zerâyi
6-İstishâb
Bağımsız Yetişen
Müctehidler
Sünnî
fıkıh mezhebinin imamının ve öğrencilerinin yanı sıra birçok büyük ve bağımsız
müctehidin yetiştiği ve bunların da görüşleri etrafında kısmî bir gruplaşmanın
olduğu bilinmektedir.
Bunlardan Bazıları:
1-Mekke’de
Süfyân b. Uyeyne
2-Kûfe'de
Süfyân es-Sevrî
3-İbn
Ebû Leylâ
4-İbn
Şübrüme
5-Bağdat'ta
Ebû
6-Sevr
7-Dâvûd
ez-Zâhirî
8-İbn
Cerîr et-Taberî
9-Mısır'da
Leys b. Sa‘d
10-Basra'da
Hasan-ı Basrî (ö.
11-Şam'da
Evzâî
12-Nîşâbur'da
İshak b. Râhûye
Zâhiriyye:
iki
büyük imamı Dâvûd ez-Zâhirî ve İbn Hazm
burada ayrıca anılmaya değer. Kıyasa ve re’y ictihadına şiddetle karşı çıkıp
âyet ve hadislerin zâhirine tutunmanın tek yol olduğunu savunurlar.
Kısmen
yakın bir anlayışa sahip olan Şâfiî mezhebi içinde erimiştir.
Sünnî
mezheplerin dışında kalan fıkhî mezhep ve ekollerin, müntesipleri itibariyle en
önemli kısmını Şîa grubunda yer alan fıkhî ekoller teşkil eder. Şîa'nın üç
büyük fırkası aynı zamanda birer fıkıh mezhebi olarak da görülebilir.
İmâmiyye : Akaid ve fıkıhta Ca‘fer es-Sâdık'ın görüşlerini
esas aldığından Ca‘feriyye olarak da anılır. Ca‘ferî fıkhında Sünnî
kesimdeki ehl-i hadîs ehl-i re’y ayırımını kısmen andırır tarzda iki temel
eğilim görülür ve bunların temsilcileri Ahbârîler ve Usûlîler diye anılırlar.
1-Ahbârîler
: Hüküm
çıkarmada hadisleri esas alır ve Kur'an'ın da ancak bu hadislerle
anlaşılabileceğini söylerler.
2-Usûlîler
: Kitap,
sünnet, icmâ ve akıl şeklinde dört delilden söz ederler.
Ancak
Şîa'nın sünnet ve icmâ anlayışı Sünnî mezheplerinkinden oldukça farklı olup Hz.
Peygamber'in ve mâsum imamların (on iki imam) söz, fiil ve tasviplerini ölçü
alır, sadece Ehl-i beyt’in rivayet ettiği hadisleri kabul ederler.
1-Müt‘a
nikâhını câiz görürler
2-Abdestte
çıplak ayakların üstüne meshi yeterli sayarlar
3-Boşamada
iki şahit zorunluluğu vardır
4-Beş
vakit namazı cem‘ yoluyla üç vakitte kılınabilir
5-Zekâtı
(humus) din adamları eliyle toplanması
Gibi
bazı farklı görüş ve uygulamaları vardır.
Zeydiyye:
Şîa'nın
diğer kolu olan Zeydiyye, fıkhî görüşleri itibariyle Hanefî mezhebine bir hayli
yakındır.
1-Mest
üzerine meshi caiz görmezler
2-Gayri
müslimin kestiğini yemeyi caiz görmezler
3-Ehl-i
kitap’tan bir kadınla evlenmeyi câiz görmezler.
Esasen
birer siyasî-itikadî fırka hareketi olan Şîa'nın diğer kolları veya Hâricîlik
fıkıh alanında bazı farklı görüşlere sahip ise de bu tür fıkhî farklılıklar
diğer Sünnî fıkıh mezhepleri içinde de mevcut olduğundan fazla bir önem
taşımazlar.
c)
Mezhebe Bağlılık ve Telfik
V.
(XI.) yüzyılın sonlarından itibaren bugünkü dört fıkıh mezhebinin takarrur
ettiği görülür. O tarihlerden itibaren de mezhep, mezhebe bağlılık, ictihad,
taklid ve telfik gibi meseleler gerek avamî gerekse entelektüel boyutta
tartışılagelmiştir.
aa)
Mezhebe Bağlanmanın Tarihî ve Fikrî Temelleri
İslâm
hukuk tarihinde mezhepler konusunu iyi tahlil edebilmek için şu üç başlığı
birbirinden ayırt etmek gerekir:
1.
Mezheplerin ortaya çıkışı ve oluşması.
2.
Mezheplerin istikrar kazanması (mezhep realitesinin toplumda yer etmesi).
3.
Mezheplerin belirli bölgelerde yayılmış ve tutulmuş olması.
Bir
mezhebe bağlılık, kişi için güvenli bir yol sayılabilir. Fakat bu, izlenmesi
zorunlu ya da en iyi yol olduğu anlamına da gelmez.
Özel
nitelikli güven yolu ise, bir meselede hangi ictihadın delillerinin daha
kuvvetli ve içinde bulunulan zamanın şartlarına daha uygun olduğuna dair
ehliyetli kişilerin veya kuruluşların yaptıkları tercihlerin esas alınmasıdır.
Bu tür tercihler, çoğunlukla, metodik çelişki şüphelerinden uzak olup, daha
çok, hadislerin sıhhat derecelerinin gözden geçirilmesine, farklı yorumlar
yahut maslahatla ilgili farklı değerlendirmeler içinden mevcut şartlara en
uygununun belirlenmesine yöneliktir.
Bu
yolun, avam açısından, dinî yaşantıyı tutarsızlıklara düşmeden sürdürebilmek
için izlenebilecek en emin yol olduğu söylenebilir. Bu yolda, tercih edilen
görüşün dayanakları ve diğer görüşlerle karşılaştırmasının yapıldığı yayınları
takip ederek yürünmesi halinde, bu yolun aynı zamanda kişinin fıkıh kültürünü
geliştirmesine ve böylece topluma bu konuda bir seviye kazandırılmasına da
yardımcı olacağı şüphesizdir.
Bu
alanda müslümanları aydınlatma ve onların güvenerek uyabilecekleri tercihleri
ortaya koyma hususunda ilgili kuruluşlara önemli görevler düştüğü açıktır.
Bu
tahliller ışığında tek mezhebe bağlılık ve telfik ile ilgili görüşlere kısaca
değinip, mezheplerin kolay hükümlerini izleme hakkında bir değerlendirme yapmak
uygun olur.
bb)
Tek Mezhebe Bağlılık
"Telfik"
konusu ile "tek mezhebe bağlılık" meselesi arasında sıkı bir bağ
bulunmaktadır.
Bu
mesele ele alınırken, müctehid olmayan bir mükellefin durumunun söz konusu
olduğuna ve böyle bir kimsenin şer‘î-amelî konularda daima bir mezhebe göre
davranması gerekip gerekmediği sorusuna cevap arandığına dikkat edilmelidir.
Gerek devlet gerekse fert planında bir mezhebe bağlanma gereği duyulmuştur.
İşte bu bağlanmanın "taassup" derecesine ulaşmasını takip eden
dönemlerde, bir mezhebe bağlı davranmanın ve hatta hep o mezhep üzere kalmanın vâcip
olduğu (dahası mezhebinden ayrılana ta‘zir cezası uygulanması
gerekeceği)yönünde fikirler ileri sürülür olmuştur. Buna karşılık muhakkık
âlimler,ictihad edemeyen bir mükellefin hep bir mezhebe bağlı kalmasını
gerektirecek şer‘î bir delil bulunmadığını, böyle bir kimse için vâcip olanın,
ehliyetine kani olduğu âlimlere sormak, öğrenmek ve buna göre davranmaktan
ibaret bulunduğunu ispat etmeye çalışmışlardır.
cc)Telfik
Telfik,
sözlükte, "kumaşın iki kenarını birleştirip dikmek" anlamına gelir.
Fıkıh
ve usûl-i fıkıhta da bu anlamdan hareketle, farklı hükümlerin bir araya
getirilmesini ifade etmek üzere kullanılmıştır. Ancak bu ortak noktanın
ötesinde fıkıh ve usûl-i fıkıh eserlerinde telfik başlıca üç anlamda
kullanılmıştır:
a) Fıkıh eserlerinde
telfik kelimesi bazan, ictihadî ihtilâftan kaynaklanmayan iki farklı hükmü
birleştirerek uygulamak anlamında kullanılmıştır. Meselâ, "yemin
kefâretinde on fakirin bir kısmını yedirmek, diğerlerini giydirmek şeklinde
telfik yapılması câiz değildir" denirken bu mâna kastedilmiştir.
b) Fıkıh usulü
eserlerinde telfik bazan, bir meselede önceki müctehidlerin söylemediği ve
onların görüşlerinin ortak noktasını ihlâl eden yeni bir görüş ortaya atmak
anlamında kullanılmıştır. Daha çok icmâ bahsinde incelenen bu meselenin taklit
değil ictihad ile ilgili olduğu açıktır. Buna "ictihadda telfik"
denebilir.
c) Fıkıh ve fıkıh
usulü eserlerinde, telfik denince daha çok şu anlam kastedilir: Belirli bir
meselede birden fazla ictihadî görüşü bir arada (veya bir arada sayılabilecek
şekilde, yani birincisinin tesiri kalkmadan diğeriyle) amel edip ortaya bu
müctehidlerden hiçbirinin kabul etmeyeceği mürekkep bir durumun ortaya çıkması.
Telfikin dar anlamı budur. Buna "taklitte telfik" denir.
Bu
kayıtları şöylece özetlemek mümkündür:
a)
Telfike ihtiyaç duyulması.
b)
Daima kolay hükümleri alarak dinî hayatın keyfîliğe dönüştürülmemesi.
c)
Bu yolun "kanuna karşı hile" amacına alet edilmemesi.
d)
Helâlharam meselelerinde ihtiyata riayet edilmesi.
En
geniş anlamıyla ele alınırsa telfik değişik mezheplerin hükümlerinden
yararlanmayı da (buna intikal de denilmektedir), dolayısıyla değişik
mezheplerin kişiye kolay gelen hükümlerini seçmeyi de ifade eder. Dar anlamıyla
telfik (yani bir meselede birden fazla ictihadı birleştirip bu ictihad
sahiplerinin hiçbirinin benimsemeyeceği mürekkep bir durum meydana getirme)
dahi –bazı kayıtlarla- tecviz edilince, bunun (mürekkep bir durum meydana
getirmeden değişik mezheplerden yararlanmanın) tecvizi -belirtilen kayıtlara
riayet şartıyla- evleviyet gereği olur.
Fakat
bunda, “b” şıkkında belirtilen şarta riayet etmeme ihtimali çok kuvvetlidir.
Çünkü değişik mezheplerin kolay hükümlerini alırken, kişiyi buna yönelten âmil
"kolaycılık" düşüncesidir. İslâm dinindeki "kolaylaştırma"
ilkesi, bu ilkenin amaçlarına uygun olarak kullanılırsa ilke hedefine ulaşmış
olur.
Fakat bu ilke şahsî arzulara vasıta olarak kullanılırsa, ilke hedefinden sapmış
ve dinî hayat keyfîliğe dönüştürülmüş olur.
C)
TASAVVUF
Tasavvuf
kelimesi Kur'an'da ve hadislerde geçmez. Hicri ilk iki yüzyılda kişinin kendi
iç dünyasındaki derinlik ve zenginliği, coşkulu dindarlığını ifade için genelde
zühd, rikak-rekaik, takvâ, ibadet gibi
kelimeler kullanılıyor, böyle kimselere de zâhid ve âbid deniliyordu.
Hicrî III. yüzyıldan sonra daha kapsamlı olarak tasavvuf, sûfî, sûfiyye
gibi terimler kullanılmaya başlandı ve bir dönemden sonra tasavvuf ayrı bir
ilim ve davranış biçimi olarak ortaya çıktı.
Tasavvuf,
kalp temizliğini, güzel ahlâkı ve ruh olgunluğunu konu alır. Amaç müminleri
terbiye etmek ve mânen yükseltmektir. Bu amaca ulaşmak için dünyadan çok
âhirete önem vermek, maddî değerlerden fazla mânevî değerlere bağlanmak, daha
nitelikli ve daha çok ibadet etmek ve nefsi disiplin altına almak gerekir.
a)
Tasavvufî Düşüncenin Dinî ve Fikrî Temelleri
İslâm,
müminlerin dünya hayatına ve maddî zevklere dalmamalarını, âhirete ve mânevî
değerlere öncelik vermelerini ister.
Tasavvufun
konusu kalptir. Tasavvuf bir kalp ilmidir. Sûfîlere bu yüzden gönül ehli
denilmiştir. Tasavvufî düşünce Allah korkusu ve Allah sevgisi temeline dayanır.
Allah
Korkusu: Kur'ân-ı Kerîm ve
hadîs-i şeriflerde "havfullah (mehâfetullah) ve haşyetullah" denilen
Allah korkusu üzerinde çok durulmuştur. Günah işleyenlerin ve başkalarına
haksızlık edenlerin Allah'ın gazabından ve azabından korkmaları lâzımdır.
Allah
korkusu konusu üzerinde çok duran sûfîler bunu tasavvufun temel ilkelerinden
biri haline getirmişlerdir. Buradaki korku aynı zamanda Allah'ı sevmekten
kaynaklanan bir çekinme mahiyetindedir. Bu sebeple Allah korkusu ile Allah
sevgisi, birbirini tamamlayan iki kavramdır.
Allah
Sevgisi:
Bu sevgi İslâm'daki mânevî hayatın
temelidir. Bu temele dayanmayan ibadet ve ahlâk gibi davranışlar İslâm
açısından bir anlam ifade etmez. Bir mümin severek Allah'a itaat ve ibadet
ederse, onun emirlerine ve yasaklarına uyarsa bunun değeri vardır. Allah
Teâlâ'yı seven onun kelâmı olan Kur'an'ı ve resulü olan Hz. Muhammed'i, onun
dava arkadaşları olan sahâbeyi de sever. Kısaca Allah'ın sevdiği herkesi ve her
şeyi sever.
Tasavvufta
hedef bir müslümanın gönüllü olarak ve seve seve Allah'a ibadet etmesini
sağlamaktır. Bu mertebede ibadet insana zor gelmez, tersine ona haz ve huzur
verir. İbadet halinde olmaması ise onu rahatsız eder. Hz. Peygamber zamanında
var olan bu anlayış ondan sonra gelişerek devam etmiştir. Bu hareketin en
önemli temsilcisi hicrî II. (VIII.) asrın ikinci yarısında yetişmiş olan ünlü sûfî Râbia el-Adeviyye'dir (ö.
185/801). Bu tarihten sonra bu anlayışın yaygınlaşarak ve gelişerek devam
etmesi tasavvufun İslâmî bir hareket olarak ortaya çıkmasına sebep olan
faktörlerin başında gelir.
Zühd ile tasavvuf
arasındaki en önemli fark:
Zühdde
korku, tasavvufta sevgi unsurunun ağır basmasıdır.
Zühd
hareketinde korku sevgiyi, tasavvuf hareketinde ise sevgi korkuyu kapsar.
Zühd
âhirette kurtuluşu amaçlayan nisbeten özel bir mânevî hal, tasavvuf ise bu
hayata dayanan ama daha çok Allah'ın rızâsını ve sevgisini kazanmayı amaçlayan
daha kapsamlı mânevî hayattır.
Tasavvuf
kulun Allah'a yaklaşması ve O’nunla böyle bir mânevî ilişki kurmasıdır.
Müslümanların
iman ve ibadet itibariyle çeşitli dereceleri vardır. Bir hadiste imanın altı,
İslâm'ın beş şartı sayıldıktan sonra en büyük mertebe olan ihsan şöyle tarif
edilmiştir: "İhsan, Allah'a, onu görüyormuşsun gibi ibadet etmektir,
her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir" (Buhârî,
“Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 57). Kur'ân-ı Kerîm'de, "İhsan üzerine
olunuz, Allah ihsan
üzere
olanları sever" (el-Bakara
2/195; el-Mâide 93) buyurulmuştur
Mutasavvıflar
bu hadisten İslâm'ın üç mertebesi olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Bunlar
sırasıyla İslâm, iman ve ihsan mertebeleridir. İslâm zâhir,
iman zâhir ve bâtındır. İhsan ise zâhir ve bâtının hakikatidir. İslâm'da bilgi
amelle, amel ihlâsla, ihlâs da Allah'ın rızâsını taleple kemale erer.
Bilgi, ihlâs ve rızâ bu üç mertebenin başka bir ifadesidir. Müminler ilim, amel
ve mertebe itibariyle birbirinden farklıdırlar. Nitekim Kur'an'da şöyle
buyurulur: "Kendilerine ilim verilenler derece derecedir".
"Amel edenlerin de mertebeleri vardır". "Bakın nasıl bazısını
diğer bazılarına üstün kıldık" (el-Mücâdele 58/11; el-Ahkaf 46/19;
el-İsrâ 17/21).
__________________________________________________________________________________
Mukarreb: Allah'ın
yakınlığını kazanan insanlar
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
d)
Tasavvufta Kurumlaşma Dönemi
Sûfîlik
ve sûfî cemaatler ortaya çıktıktan sonra bu cemaatler ve örgütler mekânlara ve
binalara ihtiyaç duydular. İlk zamanlarda camiler, mescidler, evler, iş
yerleri, sûfîlerin buluşma, konuşma ve meselelerini müzakere etme yerleri idi.
Fakat örgütler gelişip yaygınlaşınca yeni mekânlara ve binalara
ihtiyaç
duyuldu. Herevî'nin Tabakåtü's-sûfiyye'de dediği gibi ilk tasavvufî
kurum Suriye'de Remle'de Hankah adıyla kuruldu, zamanla hızlı bir artış ve
yaygınlık gösterdi. Çeşitli dönemlerde ve bölgelerde bu kurumlara ribat,
tekke, zâviye, dergâh, âsitâne gibi isimler
verildi.
Yûsuf
el-Hemedânî'nin müridi, Yeseviyye tarikatının kurucusu Pîr-i Türkistan Ahmed
Yesevî (ö. 562/1166) ilk defa ve başarılı bir şekilde tasavvuf hayat tarzını ve
düşüncesini Türkçe ifade etmeye başladı. Hikmet denilen tasavvufî şiirlerini Dîvân-ı
Hikmet adı verilen bir eserde toplandı.
Ahmed
Yesevî'nin şiir anlayışı Yûnus Emre'de (ö. 1320) daha da sadeleşerek ve
güzelleşerek devam etti. Anadolu ve Balkanlar'daki pek çok mutasavvıf onu örnek
aldı.
Başta
Yûnus Emre'ninkiler olmak üzere bu şair mutasavvıfların şiirleri dinî mûsikinin
de ana malzemesini oluşturdu.
Osmanlılar'da
tekke edebiyatı kadar tasavvuf mûsikisi de büyük bir gelişme gösterdi.
Özellikle mevlevîhâneler bu işin öncülüğünü yaptı.
e)
Tasavvufta Sapmalar
Tasavvuf
beden-ruh, zâhir-bâtın, lafız-mâna ayırımı yapar ve daima bunlardan ikincilere
ağırlık verir, fakat birincileri de ihmal etmez. Bununla birlikte tarihî seyir
içinde zaman zaman zâhir ile bâtın, zâhirî-şer‘î ilimlerle bâtınî-mânevî
ilimler arasındaki mesafe açılmış, uçurum derinleşmiştir.
Açılan
mesafeyi kapatmak için şeriatla tasavvufu bağdaştıran ve kaynaştıran Ebû Nasr
es-Serrâc, Ebû Tâlib el-Mekkî, Kuşeyrî, Hücvîrî ve Gazzâlî gibi büyük
mutasavvıf âlimler değerli eserler yazmışlar, böylece zâhir ehli ile bâtın ehli
arasındaki zıtlaşmaları ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırmaya veya en aza
indirgemeye çalışmışlardır. Tasavvufun Ehl-i sünnet arasında daha fazla
yaygınlaşmasının önemli bir sebebi söz konusu mutasavvıf bilginlerin bu tür
çalışmalarıdır.
Tasavvuftaki
sapmalar erken dönemlerde başlamıştır. İlk sûfîler döneminde bile bu tür
sapmaların mevcut olduğunu biliyoruz. Ancak ilk sûfîler bu tür hareketler
karşısında çok dikkatli, hassas ve uyanık davranmışlar, sapmaları ve sapkınları
eleştirmişler, reddetmişler, böylece kendilerini onlardan korumuşlardır. Diğer
taraftan söz konusu hususlar zâhir ulemâsı tarafından da eleştirilmiştir. Sülemî
bu konuda Galatâtü's-sûfiyye adıyla bir eser yazmış, Serrâc da el-Lüm‘a'da
bu konuya bir bölüm ayırmıştır. Daha sonraki mutasavvıf yazarlar da bu husus
üzerinde önemle durarak müslümanları sapkınlığa karşı uyarmışlardır. Bunlardan
bazı örnekler şunlardır.
1. İbadetin düşmesi inancı. Bazı
sözde mutasavvıflar insanın ibadet ve kullukla Allah'a ereceğini, erince ibadet
etme yükümlülüğünün düşeceğini ve kulluktan âzat olacağını iddia etmişler: "Yakîn
gelene kadar Rabbine ibadet et" (el-Hicr 15/99) meâlindeki âyeti bu
inanç istikametinde yorumlamışlardır. Hakiki sûfîler bir müslümanın son
nefesini verene kadar dinin emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmakla
yükümlü olduğu inancındadırlar. Bunlar yukarıdaki âyette geçen
"yakýn" kelimesini "ölüm" şeklinde yorumlamışlardır. Allah'a
kul olmak hür olmaktan daha üstündür.
2. Riyadan kurtulmak ve ihlâs halini
gerçekleştirmek için dinî geleneklere aykırı davranmak gerektiği inancı.
Bunlara göre bir müslüman Allah'a kulluk ederken halk unsurunu dikkate
almamalı, Allah'tan başkasına değer vermemeli; ister doğru, ister bâtıl olsun
hiçbir hususta halkla uyum halinde olmayı düşünmemelidir. Bu anlayış esasen
doğru olmakla birlikte yanlış istikamette kullanılmış, neticede onları edep ve
terbiye sınırlarını aşma, dinin emir ve yasakları konusunda saygısız, duyarsız,
kayıtsız ve lâubali olma noktasına götürmüştür. Bazı Melâmîler'de ve Kalenderîler'de
bu hal görülür.
3. Velînin peygamberlerden üstün olduğu
inancı. Bazı sözde mutasavvıflar Kehf sûresinde anlatılan Mûsâ-Hızır
(a.s.) kıssasını ileri sürerek velînin nebîden üstün olduğunu iddia etmişler;
çünkü velîler doğrudan, nebîler vasıtayla Allah'tan bilgi alır demişlerdir. Bu
bâtıl bir inançtır. Zira velîlik, peygamberlik meşalesinden sadece bir
pırıltıdır. Hiçbir zaman bir velî bir nebî derecesinde olamaz. Her nebî aynı
zamanda velîdir. Onda hem velîlik, hem peygamberlik birleştiğinden velîlerden
üstündür.
4. Her şeyin mubah olduğu inancı.
Bazı sözde mutasavvıflara göre eşyada asıl olan mubah oluştur. Başkasının
hakkına tecavüzü önlemek için yasaklar konulmuştur. Başkalarının haklarına
saygı gösteren bir kimse için her şey mubahtır. Bu inançta olanlara İbâhıyye
veya Mubahiyye denir. Bazıları
da
niyetlerinin iyi, kalplerinin temiz olduğunu ileri sürerek emir ve yasakların kendilerini
bağlamadığını iddia ederler.
5. Hulûl inancı. Bunlara göre Allah
insan bedenine girer. Bedene girince ondaki insanlık nitelikleri kalkar, yerini
tanrılık nitelikleri alır.
6. Cebir inancı. Bazı sözde
mutasavvıflar insana nisbet edilmesi gereken her şeyin Allah'a ait olduğunu,
aslında insanların iradeleri ve tercih yapma imkânları bulunmadığını, cebir
altında olduklarını iddia ederek kişilerin sorumluluğunu ortadan
kaldırmışlardır. Bunlar, "Biz kapı gibiyiz, hareket ettiren olursa hareket
ederiz" derler. Bu görüşte olanlar aslında sapık olup mutasavvıf görünen
kimselerdir.
7. Allah'ı görme inancı. Bazı sözde
mutasavvıflar yüce Allah'ı dünyada gördüklerini iddia ederler. Bu iddia da
sapıklıktan başka bir şey değildir.
8. Allah Teâlâ'ya karşı saygısız davranmak.
Bazı sözde mutasavvıflar Allah'a yakın olma mertebesine erdiklerini, bu
mertebede edep ve resmiyetin söz konusu olmadığını iddia ederek Allah ile kulu
arasında bulunması gereken edebi gözetmez ve Allah'tan söz ederken çok lâubali
ifadeler kullanırlar.
9. Tenâsüh inancı. Bazı sözde
mutasavvıflar ölen bir insanın ruhunun, ölmeden evvelki davranışlarına ve
yaşayışına bağlı olarak insan veya hayvan şeklinde tekrar dünyaya geldiklerini
ve cezalarını çektiklerini iddia ederler, âhirete inanmazlar.
10. İttihat inancı. Bazı sözde
mutasavvıflar belli bir yöntem izleyerek beşerî niteliklerden arınan bazı
kişilerin Tanrı ile birleştiklerini (ittihat) iddia eder ve insanları
tanrılaştırırlar. Gerçek sûfîler ise yaratıcı varlıkla yaratılan varlığı
birbirinden ayırır, yaratılan varlığın hiçbir şekilde yaratıcı ile birleşip
tanrılaşamayacağına
inanırlar.
Bunlara
ilâve olarak mutasavvıfların bir kısmında kâfir veya sapık olmayı gerektirmeyen
birtakım hatalı inançlar ve davranışlar da vardır:
Aşırı
çilecilik, dünya işlerini tümden terk, bir tür ruhbanlık, evlenmemek, et
yememek, tedbir almayı tevekküle engel saymak, şeyhleri kutsal sayacak kadar
yüceltmek, yoksul yaşamayı amaç haline getirmek, nefse işkence etmek, mubah
olan nimetlerden yararlanmamak, özel giysiler giymek ve bunlarla halka karşı
böbürlenmek, kılık-kıyafet, saç-sakal gibi konularda temizlik kurallarına uymamak,
vakıf geliriyle geçinmek, dilenmek, toplumu terkedip inzivaya çekilmek,
tasavvufu kıssacılıktan, menkıbecilikten, raks ve semâdan, evrad ve ezkârdan
ibaret sanıp ilâhiler okunan meclislerde coşmak ve yapay olarak vecde gelmek,
cezbelenmek.
Sözü
edilen bu hususlar aslında tasavvufta var ise de, bunların birtakım kuralları,
sınırları, şekilleri ve miktarları da tesbit edilmiştir. Bu kurallara uymayan
ve sınırları aşan biçimleri hatadır.
f)
İlkeler
Yukarıdaki
bilgiler ışığında, tasavvuf ve tarikat konusunda göz önünde bulundurulması
gereken önemli bazı hususlar şu şekilde özetlenebilir:
1. Tasavvuf biri
Kur'an ve hadisin özü, diğeri bu öz istikametinden sûfîler tarafından
geliştirilen şekil olmak üzere iki kısımdır. İbadet, ahlâk ve dinî heyecandan,
insanın iç dünyasını zenginleştirip ruhî ve mânevî yönden kendini
geliştirmesinden ibaret olan birinci kısmı kabul etmek ve uygulamak her
müslümanın üzerine farzdır. İkinci kısım ise ihtiyarîdir. Zira özel bir hayat
tarzıdır ve bir gönül meselesidir. Bu yola girmeyenlerin girenlere, girenlerin
de girmeyenlere saygı göstermesi, hoşgörülü davranması gerekir.
2. Tasavvuf yolunu
tutan ve tarikata girenler diğer müslümanları küçümseyemezler. Zira kibir
haram, tevazu farzdır.
3. Tasavvuf yolu ince
bir yoldur ve bu yolda ehliyetli, kâmil bir rehbere ihtiyaç vardır. Her şey
erbabından öğrenilirse doğru öğrenilmiş olur. Kendi başına bu yolda
yürüyenlerin yolu kaybetmeleri daima ihtimal dahilindedir.
4. Tasavvuf ince ve
uzun olduğu kadar zor ve tehlikeli bir yoldur. Ebû Ali Rûzbârî, "Biz bu
yolda bıçağın sırtı gibi bir noktaya ulaştık, azıcık sağa sola meyletsek
cehenneme düşeriz" demiştir. Çok kârlı olan bir işin riski de çoktur. Onun
için bu yola giren kimse, şeytan, nefis, benlik, şöhret, menfaat
gibi
tehlikelerin ve yalancı cazibenin çok olduğu bu yolda gayet ihtiyatlı ve son
derece dikkatli olmalıdır.
5. Genel olarak
müslümanların makbul ve muhterem saydıkları Bâyezîd-i Bistâmî ve İbn Arabî gibi
mutasavvıfların, şeriatın hükümlerine aykırı gibi görünen bazı fikir ve
ifadelerine bakıp bunlar hakkında suizanda bulunmak ve acele hüküm vermek doğru
değildir. Konuyu uzmanlarına sormak, yanlış anlamalara elverişli hususları
onlarla müzakere etmek gerekir.
6. Derecesi ne kadar
yüksek olursa olsun bir velî günah işleyebilir. Peygamberlerden başkası
günahsız değildir. Ancak günah işleyen velîler günahta ısrar etmezler,
ederlerse velî sıfatını kaybederler. Fâsık ve fâcir (günahkâr) bir kişi özel
anlamda velî, yani Hak dostu olamaz. Bunlardan uzak durmalıdır.
7. Velîlerin, akıl ve
dinî hükümlerle bağdaşmaz görünen sözlerini işitenler ve bu tür hallerini görenler bu konularda
onları kendilerine örnek almamalı, delil saymamalı, bu tür söz ve ifadeleri
onların özel yaşayışı veya hatası sayıp kendileri şeriatın hükümlerine bağlı
kalmalıdırlar. Çünkü dinin açık hükümlerine, emir ve yasaklarına bağlı olmak
esastır. Bu olmadan tasavvuf da olmaz.
8. Tasavvuf alanında
müslümanlar asırlar boyu olgunlaşarak gelişen kültür birikimi ve gelenek
sebebiyle zengin bir mirasa, büyük bir ilim ve irfan hazinesine sahiptir. Bir
müslüman tasavvuf kitaplarını okuyabilir, tasavvufî düşünceden yararlanabilir.
Bunun için tasavvuf yoluna girmesi ve bir şeyhe bağlanması gerekmez. Ancak
tasavvuf kitaplarında gördüğü her şeyi doğru kabul etmemelidir. İnsan elinden
çıkan her kitapta doğru da yanlış da vardır. Yanlışı olmayan tek kitap Kur'ân-ı
Kerîm'dir.
9. Velîlerin kerameti
vardır ve haktır. Bir velînin velî olması için kerameti olması da şart
değildir. En büyük keramet iyi bir ahlâk sahibi olmaktır. Hatta istikamet
(doğruluk, dürüstlük) kerametten üstündür. Mânevî kerametler maddî
kerametlerden çok daha makbuldür. Bu sebeple kerametleri ve menkıbeleri ölçü
almamak ve abartmamak gerekir.
10. Velîler keşf ve
ilham denilen bir yolla Allah'tan bazan özel bilgiler alabilirler. Güvenilir
olup olmamaları, çeşitli yorumlara açık bulunmaları bakımından bu tür
bilgilerin çeşitli dereceleri vardır. Keşf ve ilham yoluyla elde edilen en
sağlam bilgiler bile ancak ilhama mazhar olan kişinin kendisi için delil olabilir.
Başkaları için bağlayıcı delil değildir. Bu tür bilgilerden yararlanmak için
bunların Kur'an ve hadislerin açık ve kesin hükümlerine aykırı olmaması
şarttır. Ebû Saîd el-Harrâz'ın dediği gibi: "Zâhirî hükümlere aykırı olan
her bâtın bâtıldır."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder